Etiket arşivi: Selçuk Eskiçubuk

Binlerce Teşekkür Sana!

Sen vardın hayatımda

güneş doğudan doğuyor

ışıklarını saçıyor, ısıtıyor

ve batıdan batıyordu

Sen vardın hayatımda

su buharlaşıyor, buz oluyor

ve sonra yine sıvılaşıyordu

Sen vardın hayatımda

insanlar oksijen soluyor, karbondioksit veriyordu

ve bitkiler o karbondioksiti alıyordu

ve yalnız sen vardın hayatımda

Seni bulunca her şeyi unuttum…

Sonra sen beni unuttun

terk edip gittin, ta o zaman ayıldım

su yine aynı su, buz da yine aynı

güneş yine ısıtıyor

bitkiler, insanlar yine aynı alış verişte

O’nu buldum, seni kaybettim

O’nu kaybeden kimi bulur?

O’nu bulan neyi kaybeder?

iyi ki seni kaybetmişim,

hayatın anlamını buldum

binlerce teşekkür sana…

Selçuk Eskiçubuk

Bizlere Birer Mektup Var!

İslamiyet’in ilk defa indiği Arap yarımadasında halk arasında rağbet edilen en önemli uğraş,  şiir ve “belagat” idi, yani sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi sanatı idi. Adeta sözler edebiyat pazarlarında görücüye çıkar ve pazarlanır. Yapılan yarışmalar neticesinde seçilen şiirler ise altın yaldızla yazılarak Kâbe duvarına asılırdı.  Asılan bu yedi adet şiire  de “muallakat-ı seb’a” denilmekteydi. Kuran onların önem verdiği belagat ustalarının eserlerini hiç noktasına indiriyor ve onlara meydan okuyordu.

Kabe duvarında asılı duran şiirlere Arap toplumu büyük önem verirdi. Bir gün nazil olan ayeti duyan şair Lebid’in kızı; ayetin belagatı karşısında, babasının yazdığının kıymetinin kalmadığını söyleyerek, eseri Kabe duvarından indirmişti. 

Bediüzzaman bu konuyu şöyle anlatır:

*”Ve denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.’ Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi,44.

…kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azîmesini netâiciyle öyle îcazkârâne vemucizâne beyan ediyor ki, çok ehl-i belâğati, belâğatine secde ettirmiş.(MEKTUBAT,26.Mektup)

*bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî  “fesdağ bima tuhmer” (1)  kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”(SÖZLER,25.Söz)

(1) “Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 94

Evet, Kur’anın Allah’ı bize anlatan mucize bir kitap olduğu her zaman, her yerde herkese karşı ve her asırda ispatlanmıştır. Kainat  da Allah’ı bize anlatan ikinci büyük bir kitaptır. Kainatın içindeki galaksiler, güneş, ay yıldızlar, gezegenler ile cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanların her birisi, birer kitaptır. Bu kitabın her bir harfinde, kelimesinde, cümlesinde, satırında veya sayfasında birer kitap yazılmıştır. Herkes bilgi düzeyine göre bunları okur, inceler ve sırlarını çözebilir.

Ey sanatkarlar! Sizler, her biriniz farklı dallarda sanat eserleri vermiş ve bu uğurda bir ömür tüketmiş yetenekli kişilersiniz. Gerçek sanatı ve sanatkarı en iyi sizler anlarsınız. Eserinin altında imzası olmasa da sizler, her sanatçıyı özgün tarzından tanırsınız. Çevrenize bakınca doğadaki ilahi sanat eserlerini diğerleri gibi sizler de görüyorsunuz, ama sizler ayrıca örnek de alıyorsunuz. Her biri rengârenk, küçük, büyük, karada veya denizde yaşayan bir sürü bitki ve hayvan. Her birisi başlı başına özgün bir sanat eseri değiller mi? Hem de, doğup büyüyen, ölen ama arkadan yine ona benzeyen ama o olmayan yeni bir sanat eseri olarak dünyaya gelen bir sanat eseri. Ve yıllardan beri bu sanatlı yaratılışlar devam edip gidiyor.

Kur’an’ın bir ayetini işiten bedevi Arap onun belagatı karşısında secdeye giderken sizler de birer sanatçı olarak kainattaki bu ilahi sanat eserlerini görünce O taklit edilemez Sanatçı karşısında secdeye varmayı hiç düşündünüz mü?

Ey Eczacılar! Raflarınızda, buzdolabınızda dizi dizi bulunan ilaçlar veya sizin kendi yaptığınız majistral ilaçlar, hassas ölçülerle alınmış miktarlar ile yapılmış şifalı ilaçlardır. Bu ilaçlar yetenekli kimyacılar ve siz eczacıların emeğiyle, bilgisiyle yapılmışlardır.

Peki yeryüzü eczanesinde bulunan yüzbinlerce çeşit bitki ve hayvanlar sizin raflarınızda bulunan veya sizin yaptığınız ilaçlardan daha mükemmel daha fazla sayıda yapılmış değiller mi? Onları kimin yaptığını hiç düşündünüz mü? Her baharda onların yeniden ve çok kolayca nasıl gönderildiklerini hiç tefekkür ettiniz mi? Onları yapan O Sanatçının huzurunda hürmetle eğilmeyi hiç aklınıza getirdiniz mi?

Ey doktorlar! 6 yıl Tıp Fakültesinde okudunuz. Temel tıp dersleri yani Anatomi, Fizyoloji, Biyokimya, Histoloji-Embriyoloji, Mikrobiyoloji, Biyofizik, Tıbbi Biyoloji ve Temel Genetik okudunuz.  İnsan vücudunun morfolojik yapısını, fonksiyonel mekanizmalarını, bedenin kimyasal yapısını, hücrelerin yapı ve moleküler mekanizmalarını, bedende yer alan bakteri ve virüsler ile hastalık oluşturan diğer mikroorganizmaları, insanın genetik mekanizmalarının çalışmasını öğrendiniz. Bunun üzerine  Dahili ve Cerrahi tıp bilimleri okudunuz, hastalıkların teşhis ve tedavisini öğrendiniz, doktor oldunuz. Bazılarınız 5 yıl daha okuyup Uzman doktor oldular.

Bu kadar yıl tahsil ettiğiniz Tıp biliminin konusu olan insanı sizler kadar yakından kimse tanımadı. Sizlerin bile çözmekte zorlandığınız bu karmaşık yapının Sanatkarının kim olduğunu hiç merak ettiniz mi? O’nun önünde diz çökmeyi hiç düşündünüz mü?

Ey makina mühendisleri! Sizler her biriniz birer fabrikada çalışıyorsunuz, orada çeşit çeşit makinalar sesler çıkararak çalışıyor. Kimisi kumaş dokuyor, kimisi bir ürün üretiyor. Her bir fabrikanın makineleri çok yetenekli mühendis ve ustaların ortak çalışma ürünleri olarak yapılmışlar. İnsan da böyle bir fabrikaya benzer ve her bir organı farklı bir makina gibi çalışır. Ancak bu gözle bir de Dünyaya bakarsak içinde milyarlarca fabrika barındıran sanayi bölgesi gibi değil midir? Sizin çalıştığınız fabrikadaki makinaları yapanlara karşı hayranlık beslerken yeryüzündeki her bir bitki, hayvan ve insan gibi biyolojik makinelerin Ustası, Sahibi ve Sanatkârına karşı saygı ve hürmetle bir teşekkür etmeyi borç bildin mi?

Evet biz hepimiz, inanmayan bir bedevinin Kur’anın belagatına secde etmesi gibi evrenin Sahibi, Ustası ve Sanatkarından bizlere yazılmış mektupları okuyup O’nun büyüklüğü karşısında gururumuzu kırıp ne zaman secde edeceğiz? Bu secde ne bizi küçültür ne de secde edileni yüceltir. Çünkü O’nun secdeye ihtiyacı yok ama bir secde, bizi şuursuz varlıklardan ayırır, O büyük Sanatkarı takdir eden seçkin insanlar düzeyine çıkarır.

Selçuk Eskiçubuk

TİTANİK Batıyor

    TİTANİK BATTI,  FİLİKALARA BİNENLER KAÇTI !

Tarihte Titanic olarak bilinen transatlantik yolcu geminin yapımına 31 Mart 1909‘da başlanmış ve üzerinde 26 ay boyunca 11.300 kişi çalışmıştı. tam kapasitesi 3,547 kişi idi ve  ilk seferine  İngiltere’nin Southampten limanından çıkarak New York City’e doğru 10 Nisan 1912’de hareket etmişti.  Titanic yolcuları ve mürettebatı ile birlikte 2,228 kişi idi, yoldan yeni yolcular da alacaktı.

Lüks, zenginlik ve ihtişam konusunda tüm rakiplerinin üzerindeydi. Yapımında zamanın mevcut olan en ileri teknolojileri kullanılmıştı. Birçok insan tarafından “batmaz gemi” olduğuna inanılıyordu. Bu derece ileri teknoloji ve eğitimli mürettebata rağmen batması birçok insanı şoke etmişti. Bir buzdağına çarpmış ve sonunda batmıştı.

Titanic gemisinin serüvenini niçin anlattım? Günümüzdeki toplumumuzu derinden yaralayan en önemli siyasal bir olayla benzeştiği için. Nedir o olay? İlk çıkış amacı dine hizmet, kendini “Hizmet hareketi” diye isimlendirdi, 40 yıldan fazla süregeldi ama sonra önce “Paralel yapılanma” sonra da terör örgütü FETÖ’ne evrildi ve darbe yapmaya kalktı. Millet, hayatını hiçe sayıp sokağa çıktı,  karşı koydu ve ihtilal teşebbüsü hezimete uğradı. FETÖ’cülerin kendilerine bir şey olmayacağına olan müthiş özgüvenleri yerle bir odu, itibarları, onurları, ticari hayatları veya memuriyetleri kaybedildi.  Bu süreç batmaz denilen Titanic’in o müthiş batışına ne kadar çok da benziyor.

Bu hareket şimdi anlaşıldı ki müthiş bir takiyyecilik imiş, yani asıl maksadını çok uzun süre gizleyen, olduğu gibi görünmeyen, uzun soluklu, hesaplı, planlı, sabırlı, içerdeki insanları kendine tam bir itaatle bağlayan ama hiç sorgulatmayan bir hareket. Ve de en önemlisi dışgüçlerin ortak aklıyla oluşturulan bir başkaldırının hikayesidir bu hareket. Maalesef kendilerine inananları, onları seven bütün siyasileri, devlet adamlarını, işadamlarını, öğrencileri ve hatta diğer dini cemaatleri bile topyekun aldatmış ve sonu millete ihanetle bitmiş bir harekettir bu hareket.

Bugünlere nasıl gelindiğini anlamak için Türkiye’nin yakın siyasi tarihine bakmak, milletin seçtiklerine reva görülen hareketleri iyi analiz etmek gerekiyor. Devlet kademelerindeki kadrolara bu kadar kolay yerleştirilmelerin arkasındaki sebeplere bakıldığında, bunun köklerinin geçmişte yaşanmış bir sürü hukuk dışı olaylara, millet üzerinde kurulan baskı ve vesayetlerden kurtulma arzularından kaynaklandığı görülecektir.

Ülkemizdeki seçkinci ve laik kesim tarafından yıllarca hep ötekileştirilen, hor görülen, iktidar olmasına sıcak bakılmayan, oyları çeşitli partilere böldürülen milliyetçi-muhafazakar kesimin yaşadıklarını iyi anlamak gerekiyor ki FETÖ’cülerin kadrolara neden bu kadar çok dolduruldukları anlaşılabilsin. Çünkü hükümet, ülkeyi idare edecek iyi kadrolara sahip olursa başarılı bir yönetim sergiler, kadrosu yoksa iktidar olsa bile muktedir olamaz.

Bu ülkede milletin üzerinde Cumhuriyetle beraber bir vesayet sisteminin de kurulduğunu, çoğulcu demokratik sistem yerine tek partili otoriter bir rejimle idare edildiğini herkes biliyor. Ülkemiz 1946 yılına kadar ne yazık ki tek parti ile idare edildi, halkın iktidarı değiştirmesi ancak 1950 seçimleriyle mümkün oldu. Bu sefer de ihtilaller ve muhtıralar dönemi başladı. Askeri vesayet eskisi gibi devam etmek arzusundan hiç vazgeçmedi. Önce Üniversite öğrencilerine yürüyüşler yaptırıldı, basın ve anamuhalefet partisi onları destekledi ve sonunda Ordu-CHP işbirliğiyle 1960 ihtilali ile halkın seçtiklerini iktidardan indirdi. Siyasal iktidar Yassıada’da hukuk dışı yargılandı ve peşinen verilmiş mahkumiyet karaları sonucu, Başbakan ve 2 Bakan idam, diğerleri hapse mahkum edildi.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ülkede hep sorunlu olmuş, uzun yıllar askerlerin istediği adaylar o makama seçtirilmiştir. Başka adaylar ortaya çıktığında ise zorlamalar ve tehditler başlamıştır. Mesela 1961 yılında bağımsız senatör olarak Parlamentoya giren Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmemesi için yoğun baskılar, tehditler olmuş, zorla yurtdışına gönderilmiş ve sonunda CHP nin adayı Cemal Gürsel seçtirilmiştir

1963 seçimlerinde iktidar, halkın oylarıyla askerlerle işbirliği yapan CHP hükümetinden geri alınır ve Adalet Partisine teslim edilir. CHP, askerlerin ihtilal yaparak kendilerine verdiği iktidarı seçim olunca yine kaybeder ve muhalefete düşer. Ancak aynı senaryolar, askeri vesayetin istediği olana veya yeni bir ihtilal ile seçimle gelen iktidarı indirene kadar devam edecektir.

1968 yılında Üniversitelerde solcu-sağcı öğrenci olayları, çatışma, yürüyüş, boykotlar, yıllarca devam edecek başörtü meselesi ve fabrikalarda grevler başlatılır. Bir ihtilalin olabilmesi için önce zemin hazırlanmalıdır. Çeşitli muhalif yollarıyla iktidar aralıksız hırpalanmalıdır. Güçsüz bir hükümet için aynı tabana hitap eden çeşitli partiler olmalı, oylar bölünmeli,  asayiş bozulmalı ve huzur kaçırılmalıdır. Güçlü hükümetler yerine koalisyonlar olmalıdır ki askeri vesayet kolay olsun. Hükümetler, sonunda sıkıyönetim ilan edilmek zorunda bırakılmalıdır. Bunlar psikolojik harp taktikleridir. Sonunda birileri kurtarıcı olarak ortaya çıkar, milleti kurtarır ve iktidarı ele geçirir. Seçime gidilince halk yine onların arzuladığı partilere oy vermez ise oyun yine değişmez, yeni senaryolar, yeni figüranlarla yola devam edilir ta ki istedikleri olsun.

12 Mart 1971 muhtırası ülkede büyük siyasi hayatta çalkantılara neden oldu. 1973 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerine askerler yine müdahale ettiler, Genel Kurmay başkanı Faruk Gürler istifa etti, bir gecede kontenjan senatörü olarak atandı ve Cumhurbaşkanı adayı oldu, fakat Meclisin askerlerce doldurulmasına rağmen iktidar ve muhalefetin manevrasıyla seçtirilmedi.

Cumhurbaşkanlığı makamı, Anayasa mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay askeri vesayetin 3 önemli ayağıdır. Bu makamlara, Rektörlüğe ve Valiliğe atamalar Cumhurbaşkanından geçtiği için bu makam çok önemlidir.

1969 seçimlerinde bağımsız olarak parlamentoya giren Erbakan ve arkadaşları tarafından 1970 yılında Milli Nizam Partisi(MNP)  kuruldu. Ancak 20 Mayıs 1971 de Anayasa mahkemesince kapatılınca 11 Ekim 1972‘de, Millî Selamet Partisi (MSP) kuruldu ama o da 1980 darbesiyle kapatıldı.

1977 de Taksimdeki 1 Mayıs kanlı Pazar olayları,34 işçinin açılan ateşle öldürülmeleri,29 Mayısta Ecevit’e İzmir’de suikast teşebbüsü o günlerde kimse fark etmese de yeni bir ihtilalin alt yapısını oluşturuyordu. 1974-1980 arasında ülkemizdeki solcu-sağcı çatışmalarında toplam 5.388 kişi öldürülmüştü. İhtilalin ayak sesleri artık çok yakından duyulmaktaydı.

12 Eylül 1980 de yine bir ihtilal ile halkın seçtiği iktidar indirilir, vesayeti devam ettirmek için solcu-sağcı siyasetçiler gözetim altına alınır. Yeniden serbest seçimlere gidileceğinde istemedikleri kurucu adaylar da veto edilir. Askerlerin belirlediği iktidar partisi MDP ve muhalefet partisi HP dir. Bunların dışında bir de Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi vardır ki ona şans verilmez ama ANAP halkın oylarıyla 1983 seçimlerini kazanır ve Özal başbakan olur. Hesap yine tutmamış, millet vesayet partilerine geçit vermemiş,  oylarıyla istediği ve güvendiği partiyi başa getirmiştir.

MSP nin kapatılmasından sonra 1983 yılında Refah Partisi(RP) adıyla yeni bir parti daha kurulur. 1998 yılında o da Anayasa mahkemesince kapatıldı.

28 Şubat 1997 de askerler yine iktidara müdahale ederler, hükümet el değiştirir, o dönem koalisyon başbakanı olan Erbakan başbakanlıktan indirilir ve vesayet altına girmeye gönüllü siyasetçiler iş başına getirilir.

R.Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye başkanı iken okuduğu bir şiir yüzünden 1999 da 4 ay hapse girer.

2001 yılın gelindiğinde Erbakan ekolü Saadet Partisi(SP)ni kurar ama artık o ekolden ayrılan R.Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve arkadaşları da  AK parti adıyla yeni bir parti kurarlar. 2002 de seçime gidilir, Erdoğan genel başkandır ama siyasi yasağı nedeniyle seçimleri kazanmasına rağmen başbakan olamaz, yerine Abdullah Gül başbakan olur. Bu anormal durumu ortadan kaldırmak için daha sonra yasa değiştirilir, ara seçim yapılır,  R.Tayyip Erdoğan milletvekili seçilir ve 14 Mart 2003 de başbakanlığı devralır.

Şimdi yakın siyasal gelişmeler böyle devam ederken biraz ara verelim ve gelelim Gülen hareketinin nasıl doğup nasıl geliştiğine, AK Parti ile yollarının kesişmesine ve ilişkilerine, hizmet hareketinden terör örgütüne nasıl dönüştüğüne ve 15 Temmuz darbesiyle son bulan bu hareketin hazinane haline…

F.Gülen bir imam olarak görev yaparken 1960 lı yıllarda İzmir’de Nurcularla tanışır, onların arasına katılır, sohbet toplantıları yapar, çeşitli yerlerde vaazlar verir ve yazın gençlik kampları kurar. Ancak F.Gülen, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra “irtica propagandası” yaptığı gerekçesiyle 6 ay tutuklu kalır. Yargılandığı davada 3 yıl hapse mahkûm olur ve bu ceza Askeri Yargıtay’ca da 1973’te onanır. Ancak 1974’te çıkan Af Kanunu ile davanın düşürülmesine karar verilir. 54 sanıklı bu davada, kendisi ve kendisine bağlı bulunan birkaç kişi dışında yargılanan tüm sanıklar Nurcu olduklarını kabul ederken, Gülen bunu inkâr etti. Gülen nurcu olmadığını ilerde bir kez daha söyleyecektir. O da 2000 yılındaki 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesinde(DGM) avukatı aracılığıyla gönderdiği şu ifadeyle anlatmıştır. “Müslüman olmak dışında Nurculuk, vb. hiçbir akıma mensup değilim. Şimdiye kadar ‘ci, cu’ gibi değerlendirmelerin ayrımcılık manasına geldiğini, bu bakımdan Müslüman olmak dışında hiçbir akıma mensup bulunmadığımı ve dolayısıyla Nurcu olmadığımı defalarca belirttim.”

F.Gülen Nurculuk hareketinden önce faydalanmak ister ama buna imkan bulamayacağını anlayınca kendi hizmet anlayışını kurup işe koyulur ve yıllarca “altın nesil(!)” yetiştirme adına hareket ettiğini iddia eder, çevresini de inandırır. Diğer dini cemaatlerden farklı olarak “zengin iş adamlarını” çevresinde toplamaya ve onları himmet adı altında yardım etmeye yönlendirir. Aynı zamanda ülkedeki siyasal partilerle ilişki kurar, iktidarlarla daha yakın ilişkiler kurmakla beraber muhalefeti de asla ihmal etmez. Erbakan hariç, Demirel, Ecevit, Özal ve Erdoğan ile ilişkilerini hep sıcak tutar. Erbakan ekibiyle aralarında hep mesafe olmuştur.

1979 yılında Sızıntı dergisi,1986 yılında Zaman gazetesi,1993 de Samanyolu TV’yi, 1994 de Aksiyon dergisi ve daha sonra diğerlerini kurdurarak basın yayın hayatına da el atarlar. 1994 de Gazeteciler ve yazarlar vakfını kurdurur.

Devlet kadrolarına kendine bağlı insanların yerleştirilmesine çok önem verir. Özellikle onları askeriye, emniyet ve adaletteki kadrolara yerleştirmeğe özen gösterir. Bu elemanları seçerken testler yaptırarak fakir fakat zeki öğrencileri seçer. Bunlar geleceğin subayı, emniyet müdürü, hakimi,  savcısı, Yargıtay ve Danıştay üyeleri olacak şekilde hazırlanır. Diğer önemli kamu görevleri ile öğretmenler, doktorlar da bu halkanın diğer elemanları olarak yetiştirilir.

Etkilediği zengin iş adamlarına yurt içinde ve dışında özel okullar, yurtlar ve dersaneler açtırır. Yurtdışında orada okuyan öğrencilerden seçilmiş bir grubu Türkiye’ye getirterek “Türkçe Olimpiyatları” düzenletir. Bunların ilki 2003 yılında başlar, 2012 de  ise 10.su yapılır., sonra işler karışır.

2000 li yıllarda “Kimse yok mu derneği”ni kurdurarak insani yardım adı altında yardımlar toplatır, vekaletle kurban kesimi için(!) paralar alınır.

Özellikle 2002 de AK partinin iktidarı devralması ve bundan sonraki seçimleri de hep kazanması nedeniyle devlette yapılanmaları bu iktidar zamanında en üst düzeyde olur, adalet, emniyet ve askeriyede ağırlıklı görevlere getirilirler. Askeri vesayetlerden, Anayasa mahkemesi eliyle geçmişte parti kapatmalarından bıkmış olan AK Parti için hizmet hareketinin mensupları sanki birer can simidi olur.

Bu ülkede 2003 yılında Gülen hareketinin harekete geçmesiyle Balyoz davası sürecini yaşandı, bu süreçte pek çok asker ve sivil tutuklandı, yargılandı. İktidar kendilerine karşı bir darbenin yapılacağına inandırılmıştı. Zaten geçmişte de 2 ihtilal bir muhtıra devri yaşanmıştı, askerlerin AK Partiden hoşlanmadığı herkesin malumu idi. Bu davada suçlu suçsuz herkes bir torbaya dolduruldu, sonunda pek çok kimse mahkum edildi ve mahkumiyetleri Yargıtay’ca da onandı. Bu arada mahkum askerlerin boşalttığı kadrolara sonradan Gülen hareketine bağlı olduğu anlaşılacak olan subaylar çoktan yerleştirilmiş oldu.

Daha sonra AK parti tarafından 2010 yılında halk oylamasıyla yapılan anayasa değişikliği ile bireysel başvuru hakkı verilir. Başvuruya ilişkin hükümlerin yürürlük tarihi 23 Eylül 2012 olarak belirlenir. Bunun üzerine daha önce mahkum olanlar şimdi yeniden yargılanma hakkı elde ederler ve bütün mahkum olanlar beraat eder.

Tutuklayan polis, iddianame hazırlayan savcı, yargılayan hakim ve sahte delilleri gerçek kabul eden bilirkişiler ile son kararı verip mahkumiyetleri onayan yagıtay hakimlerin hepsi sonradan anlaşıldı ki FETÖ’cü imiş. Milletin adalete güveni bu sahnelenen olaylarla tamamen sarsılır. Bu davalarla suçluların yanına suçsuzları da koyup büyük bir tasfiye hareketinin yapıldığı ve o kadroların ele geçirilmesi için böyle yaptırıldığı ne yazık ki daha sonra anlaşılacaktı.

2006 da Av.Alparslan Aslan Danıştay saldırısı yapar ve 1 hakimi öldürür. 18 Nisan 2007 de Malatya Zirve kitapevine baskın yapılır, biri Türk 2 si Alman, 3 Hıristiyan kişinin boğazı kesilir, sanıklar yakalanıp yargılanır, ceza alırlar ama sonra onlar da Ergenekon davasına dahil edilirler.

2007 de Ergenekon terör örgütü iddiasıyla yeni tutuklamalar başlar. Toprak altında gömülü bombalar, silahlar, havan topları, mermiler bulundu. Bu dönemde Başbakan davaların savcısı, ana muhalefet lideri de avukatı rolüne girmişlerdi. Yeni tutuklamalar 2008 ve 2009 yıllarında da devam etti.

27 Nisan 2007 de Cumhurbaşkanlığı seçimleri için oylama yapılır, Anavatan başkanı Mumcu ile DYP bakanı Ağar oturuma katılmamaya ikna edilir, meclise gelmezler. Abdullah Gül ilk turda 357 oy alır, son turda seçilmesi garanti iken, ilk turda 367 oy gereklidir iddiası üzerine CHP olayı Anayasa mahkemesine taşır aynı gün akşamı da iktidara askerler tarafından 27 Nisan e-muhtırası verilir. Sözde değil özde laiklik ve demokrasiye bağlılık vurgusu yapılır. Yeni bir oyun başlamıştır. Anayasa mahkemesi oylamayı iptal eder, Cumhurbaşkanlığı seçimi kilitlenir, sonra erken seçime gidilir ve 22 Temmuz 2007 genel seçimlerini AK Parti yine alır. ANAP ve DYP siyasi tarihten silinir. Ağustos’ta yapılan seçimlerde ise Gül Cumhurbaşkanı seçilir.

Kasım 2007 de Başbakanın eşi E.Erdoğan GATA’ hasta yatan Nejat Uygur’u ziyarete gider fakat başörtülü olduğu için içeriye sokulmaz.

2008 yılında devreye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı girer ve AK Partiyi kapatma davası açılır.

29 Ekim 2010 Cumhurbaşkanlığı köşkünde verilen Cumhuriyet resepsiyonu ilk defa eşli yapılır fakat kuvvet komutanları eşi başörtülü olan Cumhurbaşkanının bu davetine katılmazlar.

Ancak 2010 yılında Gazze’ye yardım götürmek için giden ve 9 şehit veren İHH ya bağlı mavi Marmara gemisi için F.Gülen İHH nın “İsrail’den izin almadan hareket otoriteye başkaldırıdır “ diyordu.

Anayasa değişikliğine ilişkin 12 Eylül 2010‘de yapılan halk oylaması sonucunda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu açıldı ve bireysel başvuruya ilişkin hükümlerin yürürlük tarihi 23 Eylül 2012 olarak belirlendi.

2010 yılında İzmir kaynaklı askeri casusluk davaları diye yeni bir dava başlatılır yine askerler tutuklanır,2012 de mahkeme yargılama sonucu bir sürü askeri mahkum eder ama onlar da 2016 yılında yeniden yapılan yargılamayla beraat ederler.

Bu yargılamaların dışında başka illerde de aynı tarzda yargılamalar olur. Mesela 2010 da Erzincan’da başlatılan Cihaner davasında da aynı olaylar yaşandı, önce tutuklama, yargılama, mahkumiyet ama sonra yapılan yargılamada beraatler.

2012 yılı ve ondan sonraki yıllar paralele yapıyla hükümetin arasındaki savaşın başlayıp devam ettiği yıllar olması nedeniyle çok önemlidir:

2012 yılında MİT müsteşarını ifadeye çağıran FETÖ cü bir savcı iktidar ile hizmet hareketi arasında ilk krizin başlamasına neden oldu.

2012 yılında hükümet Kürt meselesini çözmek için önemli bir adım atar, tutuklu Öcalan ile bu konuda konuştuklarını açıklar. Daha önceki yıllarda da bu konuda başkalarıyla da görüşmeler yapılsa da somut adımlar şimdi atılmaya başladı. İmralı’ya gönderilen heyetler belli aralıklarla Öcalan ile görüşür. 2014 yılında buna özel kanun çıkarılır, akil insanlar heyeti kurulur ve yeni bir süreç başlar. Ama bütün iyi niyetlere rağmen PKK verdiği sözler hiç yerine getirmez, silahları asla bırakmaz.  2015 de çözüm süresi sona erer.

2013 de ise dersanelerin kapatılma kararı ve bunun arkasından gelen 17-25 Aralık operasyonu, paralel yapının hükümetle olan krizin daha da derinleşmesine neden oldu. Artık hizmet hareketiyle hükümet arasında silahlar çekilmiştir ve bu savaş, bir taraf mağlup oluncaya kadar devam edecek kararlılıkta sürecektir.

10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde taraflar yine karşı karıya gelir. Paralel yapı var gücüyle aday olan Erdoğan’a karşı E.İhsanoğlu’nun seçilmesi için her türlü yayın ve herkes ile işbirliği içine girer, ama halk Erdoğan’ı o makama seçer. Tarihsel olarak cumhurbaşkanlığı seçimi bu sefer de sorunlu olmuş ama halk, ilk defa kendisine verilen doğrudan seçme hakkını Erdoğan lehinde kullanarak oylarıyla bu sorunu çözmüştür.

Haziran 2015 genel seçimlerine gelindiğinde paralel devlet yapılanması var gücüyle hükümetin karşısında yer alır, muhalefetle işbirliği yapar. AK partinin kaybetmesi için duruma göre kendine bağlı olanlara oylarını CHP ye, MHP ye ve HDP ye verdirmek için çalışır. Seçim sonucu HDP barajı aşar, 80 milletvekiliyle Parlementoya girer. MHP de 80 milletvekilliği kazanır. AK Parti birinci parti olmasına rağmen hükümet kurulması için gerekli 276 sandalyenin altına düşer ve hükümet kurulamaz. MHP ye koalisyon teklif eder, kabul edilmez. CHP ile görüşülür ama o da olmaz. Sonunda hükümet kurulamaz, istikrar bozulur. Güneydoğuda PKK terörü yeniden alevlendirilir. HDP onları destekler. Hükümet de tek bir terörist kalmayıncaya kadar savaşa karar verir. Bu arada yeniden seçime gitme kararı alınır ve 1 Kasım’da yeniden seçime gidilir. Paralel yapı yine hükümet aleyhinde çalışır ama millet olayları iyi analiz eder ve ülkenin nereye sürüklendiğini görür. MHP ve HDP seçimlerde oy kaybeder, AK parti %49.47 ile 1.parti olarak hükümeti kurar. Paralel yapı yine kaybeder.

Artık devir değişmiş eskiden insanları tutuklayan savcılar hakimlerin kendileri yargılanmaya başlar.17 Aralık soruşturmalarını yürüten ve HSYK kararıyla meslekten ihraç edilen savcılar Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç için 2015 Ağustos’unda yakalanma kararı çıktığında yurtdışına kaçmış oldukları görüldü. Sıranın kendilerine de geleceğini gören paralel yapının diğer elemanları da artık yurtdışına kaçmaya başladılar. Bunların içinde Ekrem Dumanlı hakkında tutuklama kararı verildiğinde onun 21 Ağustos 2015 de kaçtığı tespit edildi.

Mayıs 2016 da MGK da alınan kararla daha önce paralel yapılanma olarak isimlendirilen hizmet hareketi terör örgütü olarak kabul edildi ve kısaca FETÖ olarak isimlendirildi. Bu yıl gözaltı, tutuklamaların yılı olarak devam etti ta ki 15 Temmuz’a kadar.

15 Temmuz’dan sonra tutuklamalar ve itiraflarla ortaya çıktı ki FETÖ ile PKK işbirliği halinde çalışmışlar, birçok operasyonu PKK önceden haber almış veya bombalamalar boş dağlara atılmış.

15 Temmuz 2016 Türkiye’nin tarihinde hem bir kara leke hem de bir Kurtuluş savaşıdır. Darbeye kalkışan FETÖ hiç ummadığı bir biçimde halkı karşısına bulmuş, her türlü siyasal eğilime mensup vatandaşlar bir cep telefonundan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın  yaptığı çağrı ile sokaklara dökülür, 248 şehit ve 2 bin dolayında gazi vererek isyanı bastırır.

Artık OHAL ilan edilir, FETÖ’cü olduğuna karar verilen bütün memurlar, hakimler, savcılar, askerler ağırlıkta olmak üzere tutuklanır. Şimdi iddianamelerin hazırlanma ve yargılama dönemine giriliyor.

Evet, artık Titanic battı, kaptanı Pensilvanya’da sarayda yaşıyor, CIA tarafından korunuyor. Türkiye’den filikalara binen FETÖ’cü uyanıklar kaçıp kurtuluyor, kaçamayanlar ise tutuklanıyor, işten atılıyor. Şimdi tutuklular da itirafçı olarak kendilerini kurtarmaya başladı. Her şey çorap söküğü gibi açığa çıkıyor. Gazetelere boy boy itiraflar dökülüyor.

“Hüsnü zan ademi itimat “kuralının ne kadar önemli olduğunu acı bir tecrübe de olsa başta idareciler olmak üzere herkes umarım anlamıştır. Hiç kimse, kimseye sonsuz güvenmesin, ya güvendiğim gibi değilse ihtimalini de düşünsün, öyle hareket etsin ki sonunda kaybetmesin. Çünkü kontrol edilemeyen güç seni önüne katar sürükleyip götürür.

Türkiye büyük bir deprem yaşadı, yaralarını sarıyor. Bu yaralar kaç yılda sarılır bilinmez. Adalete, dini cemaatlere güven sarsıldı. Allah bizi bundan sonra her türlü beladan, yıllarca asr-ı saadetten örnekler vererek dini duygularımızı istismar edip güven sağlayan FETÖ ile PKK ve DAEŞ gibi bölücü örgütlerin ve bunları idare eden dış güçlerin şerlerinden korusun. Bizlere de basiret ve feraset versin, hüsnü zan ile adem-i itimatı birlikte dikkate alan kullarından eylesin. Amin, amin, amin.

Selçuk Eskiçubuk

Bediüzzaman’ın Penceresinden “Hastalıklar, Musibetler Ve Dini Musibetler “

“Evet mü’mini üzen, ona eziyet veren her şey musibettir”(Hadis-i şerif)

İnsanın başına ansızın gelen bela, sıkıntı, hoşlanılmayan şeylere, hedefine isabet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hâdise ve felaketlere musibet denir.

İnsanoğlu yaşadığı sürece başına bazen musibetler bazen hastalıklar gelebilir.  İnsanın canına da malına da musibet gelebilir. Deprem, sel, heyelan, Tsunami gibi doğal afetler, savaşlar birer musibettir.1. ve 2.Dünya savaşları yakın tarihin en önemli musibetleridir.

Bediüzzaman, Kur’an’da geçen Hz.Eyyub kıssasını 2.Lem’ada analiz ederken onun maddi hastalıklarına karşı bizim “batıni ve ruhi ve kalbi  hastalıklarımız” vardır, diyerek gözlerimizi bu hastalıklara çevirmemizi ister. Nedir bu hastalıklar? İslamın yasakladığı bütün işlerdir, yani yapılması günah olan işler, içki, kumar,zina gibi günahlar ile gıybet,gaflet ve bidatlar gibi günahlardır. Eğer günah işleyen hemen tövbe edip bu günahtan pişman olmazsa itikadi konularda akla gelecek şüpheler kişiyi inkara kadar götürebilir. Melekleri, Cehennemi inkar edip hatta Allah’ın varlığına ait bir şüpheyi bile delil olarak görmeye başlayabilir. Çünkü “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. ”  dır. “işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor.”

Bediüzzaman’a göre dünyadaki en önemli musibet cana, mala gelen musibetler değil “batıni, ruhi ve kalbi hastalıklar” ile dine gelen musibetlerdir. Bediüzzaman bu konuyu da şöyle açıklar:

*Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler.

Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki, “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.(LEMALAR, 2.Lema)

Dine gelen musibetler; en zararlı musibetlerdir ve 3 başlık altında incelenebilir. Bunların içinde İslamı hedef alan düşünce akımları, İslam hukukuna aykırı kanunları İslam toplumuna uygulama girişimleri ile devlet idarecilerinin Müslümanların dini hayatlarına zorla müdahale ederek yasaklar koymalar kabul edilebilir.

    A- FEN VE FELSEFEDEN GELEN DİNİ MUSİBETLER

Materyaliz, Darwinizm, Naturalizm ve Ateizm gibi dünyayı sarsan maddeci akımlar, dine karşı olan felsefi görüşler ve Fen bilimlerindeki ilerlemeler nedeniyle dinin söylemlerine karşı görüşlerin(örneğin Evrim teorisi gibi) yaygın bir şekilde devlet eliyle İslam dünyasını etkisi altına almış,  kalbe şüpheler atmış ve imanları sarsmıştır. Dinsizlik, bu asırda cehaletten gelmemiş, fen ve felsefe kapısıyla içeriye girmiştir. Bunlar son yüzyıl içindeki    “dine gelen musibetler” olarak kabul edilir.

*Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inadcılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi -bu dünyada onların temellerini parça parça edecek- bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki; onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.(15.Şua)

Bunlara karşı aklı ve kalbi ikna eden, imanların kurtarılması ve onu taklit mertebesinden tahkiki denilen sarsılmaz ve köklü bir iman seviyesine çıkarmak için asrın insanına Kur’an’ın hakikatlerini, akılları ve kalbi ikna edecek bir şekilde anlatmak gerekiyor.

*Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. (E.LAHİKASI)

*imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, (E.LAHİKASI)

  B-ZAMANIN GETİRDİĞİ MUSİBETLER

İslam toplumu içinde zamanın geçmesiyle olan bazı değişiklikler olmuş, Kur’an’ın hükümlerine karşı olan uygulamalara bazı müslümanlar kayıtsız kalmış, gereken önem ve bağlığı göstermemiş ama bazı Şeyhülislamlar gerçekleri padişah da olsa yüzüne haykırmaktan korkmamıştır. Mesela dönemin Şeyhülislâmı olan Zenbilli Ali Efendi, Kanuni’nin menfi batılılaşma hareketini tenkit eder.

Bu olayı Bediüzzaman şöyle anlatır:

*İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla(E.LAHİKASI)

“Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez. (SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ, Sekizinci Lem’a)

      C-DEVRİMLER ve REJİMLERİN GETİRDİĞİ DİNİ MUSİBETLER

İslamiyet Arap yarımadasında orta çıkmış, oradan dünyaya yayılmıştı. Ancak bazı ülkelerin rejimleri Müslümanların dini yaşamalarına dokunmazken belli zamanlarda o ülkedeki rejimler Müslümanlar için dini musibetlerin kaynağı olmuştur.

Bu konuda  aşağıda 4 örnek verilmiştir:

1-Endülüs’de kurulan Emevi devleti 1031 de yıkıldıktan sonra ardından kurulan beylikler, hanedanlıklardan sonra İspanya’da yönetim Kral 3.Felipe’nin eline geçti. Onun zamanında Müslüman halkın çoğu cami, kümbet, medrese, köşk, saray ve eşsiz yapıları yıkıldı veya tahrip edildi. Müslümanlar kadın, çocuk fark etmeksizin katledildi, din değiştirmeye, domuz eti yemeye veya İspanya dışına göç etmeye zorlandı.

2-Rusya’da 1917 yılında Bolşevik devrimden sonra  Marx ve Engels’in  bilimsel sosyalizm ideolojisinin dini tümden reddeden tutumu , Lenin ve Stalin’in Rusya’da bütün dinlere karşı oluşu nedeniyle Ortodoks kilisesi de baskı altına girdi, rejimin emrine girmesiyle baskılar azaldı ama  oradaki Müslümanlar uzun yılların  baskı altında yaşamalarına neden oldu.

 Camilerin kapatılması, dini bayramların ve orucun yasaklanması, din eğitiminin suç sayılması,kadınların örtünmesi gibi dini musibetler yaşandı. Ancak Ateist devletin din ile münasebetinin II. Dünya Savaşı zamanında değiştiğini kaydetmek gerekir. Çünkü bu savaşın ilk üç ayında bir kaç milyon asker (ölü veya esir olarak) kayıp verilir ve Kızıl Ordu yenilmeye başlar. İş ölüm-kalım safhasına gelince Sovyetler bir yönteme başvuruyorlar: kontrollü tarzda inanç hürriyetine kapıları açıyorlar. Alelacele ateizm propagandasıyla meşgul teşkilatlar ve idareler kapatılır, yıkılmayan camiler açılır, birkaç yasak kaldırılır ve sağ kalan din erbabından Diyanet Başkanlıkları oluşturulur. Ancak savaş bittikten sonra yine eskiye dönülür, baskılar başlar ve ateist toplum oluşturmaya kaldıkları yerden devam edilir, camilere el konur amacına zıt işlerde kullanılır.

3-Çin imparatorluğunun kuruluşu çok eskidir, m.ö  211 yılında kurulur ve 1912 yılında yıkılır. Aradaki geçen otorite boşluğundan sonra bu sefer de 1949 yılında Komünist bir rejim olan bir Çin Halk Cumhuriyeti kurulur. Komünist bir diktatör olan Mao, başa geçtiğinde 1966-1976 yılları arasındaki “Kültür Devrimi “ adını verdiği yeni bir idari tarz kurar. Bu dönemde Çin’de Müslüman halkı İslam’dan vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yöntemi kullanır, camileri yıktırır, toplu ibadetleri yasaklar ve Kuran kurslarını kapattırır. Dini ilimlerin öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmelerini de tamamen yasaklar. Doğu Türkistan’da Uygur Müslümanlarına namaz, oruç ve başörtüsü takma yasağı,  lokantalara, oruç saatlerinde açık olma zorunluluğu getirilir.

4 Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından sonra “Kemalist devrim” yapılır, 1932-1950 yılları arasında 18 yıl boyunca bütün Türkiye’de ezanın camilerden Arapça okunması yasaklanır, yerine zorla Türkçe ezan okutturulur. Arapça okuyanlara ceza verilir, sala da Türkçe okutturulur, Yıllardır cami olarak kullanılan Ayasofya camisi müzeye çevrilir ve orada da namaz kılmak yasaklanır.

Şapka kanunuyla devlet memurlarına zorunlu olarak şapka giydirilir, din alimlerine bile zorla şapka giydirilmeye çalışıldı. İskipli Atıf Hoca‘nın yazdığı «Frenk Taklitçiliği ve Şapka» adlı risalesi, kışkırtıcılığın etkeni olarak kabul edildi, hoca Ankara İstiklal mahkemesinde yargılandı ve asıldı.

Şapka kanuna muhalefetten Erzurum(Sıkı yönetim mahkemesi), Ankara, Sivas, Tokat, Amasya, Rize, Giresun ve Maraş İstiklal mahkemelerinde idam cezaları verilenler asıldı, hapis cezası alanlar yılarca hapis yatırıldı.

Kur’an öğretilmesi yasaklandı ama yine de gizli şekilde bu faaliyetler devam etti. Süleyman Hilmi Tunahan isimli bir din alimi İstanbul’da gizli bir şekilde 1924-1959 yılları arasında kendine has metotla din dersleri verdi, Kur’an öğretti. Ama bu arada birçok din alimleri(Bediüzzaman Said-i Nursi gibi)  de çeşitli bahanelerle memleketlerinden alınıp uzak yerlere, ücra köşelere sürgüne gönderildi.

Uzun yıllar TCK 163. madde balyozu Müslümanların tepesinde durdu,  “laikliğe aykırı hareket” bahanesiyle yıllarca Müslümanların okuduğu dini kitaplar, yaptıkları dini toplantılar suç sayıldı, tutuklandı ve hapse atıldılar ve sonrasında sürgün edildiler.

70 li yıllarda başlayan ve zaman zaman kalksa da ülkemizin Üniversitelerinde yıllarca başörtüsünün yasaklanması, ikna odalarında zorla kız öğrencilerin başlarının açtırılması da dine gelen bir musibet hareketidir. Başörtüsüne birilerine yaranmak için o günlerde füruat diyenlerin gerçek amaçlarının ne olduğu “15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü” ile ortaya çıkmış oldu. Çok şükür Türkiye’de milli irade, askeri vesayetlerden tam kurtulunca dini musibetlerden de kurtuldu derken başka bir musibete yakalanıyorduk.  Yıllarca din, iman, millet ve himmet diyenler bizi yeni bir musibete sürükleyeceklerdi, 241 şehidin ve binlerce gazinin sayesinde bu musibet akim kaldı.

Bugünlerin kıymetini iyi bilmek gerekir. Evet herkesin başına dünyevi musibetler gelebilir ama önemli olan o kişinin dini hürriyetlerine gelen musibetlerdir. İnananlar, dünyevi musibetlerin sıkıntılarında kurtulmak için yaptıkları mücadele ve sabırdan daha önemlisini dinlerine getirilen musibetlere karşı mücadelede göstermeli, zalimlere boyun eğmemelidir. Nemrut’lara, Firavun’lara ve Ebu Cehil’lere, Ebu Leheb’lere veya din hocası gibi görünüp, sinsice hareket edenlere, terör örgütü kurup onları idare edenlere ve bu örgütü maddi manevi destekleyenlere karşı eliyle, diliyle, kalemiyle veya seçimlerde kullandığı oyu ile savaşmalıdır.

Kur’an, dini musibetleri Müslümanlara yaşatanlar için şöyle diyor:

 “Allah’ın mescitlerinde, Onun adının anılmasına engel olan ve mescitlerin harap olması için çalışan kimseden, daha ZALİM kim vardır? Böylelerinin, oralara korku içinde girmekten başka bir hakkı olmaz. Onlar için dünyada bir rezillik, ahirette ise büyük bir azap vardır…” (Bakara, 114)

Son söz: “Zalimler için yaşasın Cehennem”(D.H.ÖRFİ)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

Talebelerin Ölümü

KOMPLO TEORİLERİ NEREDEN GELİYOR?

Evet, Enbiya suresi 35. ayetkullu nefsin zaikatülmevt” yani her nefis ölümü tadacaktır diyor. Bu dünyaya gelen her canlı buradan ayrılacaktır. Kimin nerede, nasıl ve ne zaman öleceğini ancak Allah bilir. Her kişinin ölüm nedeni de farklı farklıdır. Kimi savaşta ölür kimi barışta, kimi hastalıktan ölür kimi kazadan. Ama insanın insanı sebepsiz yere öldürmesi İslamda büyük bir günahtır.

Maide suresi 32.ayet de şöyle söylüyor:

“Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.”

Son günlerde ülkemizde yaşanan olaylarda 238 şehit ve 2191 yaralı gazimiz mevcut idi, inşallah şehit sayıları artmaz. Buna sebep olanlar topluma büyük bir şok yaşattılar. Kendilerini dini bir cemaat gibi gösteren ve yıllardan beri devlet içine yuvalanan bu grup, başlarda yurtiçinde ve dışında eğitime önem verip okullar, Üniversiteler açan, Türkçe olimpiyatlar düzenleyen bir hareket iken sonunda silahlı bir terör örgütüne dönüştü ve FETÖ ismiyle adlandırıldı.

Şimdi anlaşıldı ki ülke içinde birçok zulüm işledi, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla kendinden olmayan askerlere karşı kumpas kurdu, onların ordudan atılmalarına veya haksız yere hapis yatmalarına neden oldular.

Ve 15 Temmuz 2016 da bu ülkede darbeye kalkışarak birçok masum insanı şehit ederek cinayet işlediler. Mahkemeler bu cinayetleri ve zulümleri işleyenleri, onlara emir verenleri, azmettirenleri ve arkasında olan dış güçleri ve devletleri elbette ortaya çıkaracaktır. Kamuoyuna yansıyan itiraflar, bunun ucunun F.Gülen’e kadar gittiğini gösteriyor. O da yıllardan beri ABD nin Pensilvanya eyaletinde oturmakta ve CIA elemanlarıyla Gülen hareketinin adamları devamlı irtibat halinde bulunmaktadır.

Bütün bu olaylar yaşanırken basında bazı haberler çıkmakta, Bediüzzaman’ın yaşayan talebelerinden “abiler” olarak bilinen grubun son yıllarda peş peşe ölümlerini bu hareketle ilişkilendirmek isteyen siyasi bazı kişiler, bunu ima eden beyanatlar vermektedir. Bunlarda doğruluk payı olabilir mi yoksa bir komplo teorisi midir?

Bu soruya cevap vermeden önce son yıllarda vefat eden ağabeylerin ölüm nedenleri ve tarihlerine panoramik bir bakış atalım:

1-Bayram Yüksel(1931-1997): 19 Kasım 1997 de, 66 yaşında Bulgaristan’da Sofya yakınlarında geçirdiği bir trafik kazasında vefat etti. Beraberinde Ali Uçar ve Mehmet Çiçek de vefat etti. Barla mezarlığına defnedildi.

2-Mustafa Sungur(1929-2012): 83 yaşında vefat etti, İstanbul’da Fatih Üniversitesi hastanesinde vefat etti.  66 gün boyunca hastanede yattı beyin damarlarındaki daralmadan dolayı felç geçirmişti. 2 sene önce sağ tarafından, bu son kaldırıldığında da sol taraftan felç gelçirmişti. Son 15 gün boyunca felce ilaveten de akciğer yetmezliği olmuştu. Makineye bağlandı, 4 gün boyunca narkoz verildi, dört günün sonunda narkoz kesild,4 gün sonra da uyanması beklendi. Fakat uyanmadı.

3-Abdülkadir Badıllı:(1936-2014): 78 yaşında Ankara Gazi Üniversitesi hastanesinde vefat etti. 2011 yılında fıtık ameliyatı geçirmişti. 2013 yılında Ş.Urfa Harran Üniversitesinde kalın barsak tıkanması nedeniyle ameliyat edilmiş ve barsaklarının  büyük bir kısmı alınmıştı. Ayrıca eskiden beri böbrek yetmezliği vardı. Bilahere Ankara’ya sevk edilen hasta orada bir daha ameliyat edilmiş ve dışarı alınan barsaklar içeriye konmuştu.

2014 yılında ciğerlerinde su toplaması ve nefes darlığı nedeniyle son defa yatırıldığı Gazi Üniversitesi hastanesinde yapılan tedavilere rağmen 26 Aralık’ta vefat etti.

4-Ahmet Aytemur:(1924-2016): İstanbul Ataşehir Memorial Hospital’de bir süredir tedavi altındaydı. Solunum cihazına bağlı olan ve yaşına bağlı olarak organ fonksiyonlarında yetersizlik söz konusu idi.1 Şubat’da 92 yaşında vefat etti.

5-Said Özdemir(1927-2016):89 yaşında Ankara’da 27 Şubat’da vefat etti, 10 gün önce de eşi vefat etmişti. Hafta başında zatürre ve böbrek yetmezliği nedeniyle Ankara Numune hastanesine kaldırılan ve yoğun bakıma alınan Said Özdemir diyalize alınmıştı. Maalesef uygulanan tedaviye cevap vermeyince sabaha karşı hayatını kaybetmişti.

6-Abdullah Yeğin(1924-2016): 92 yaşında, 7 Temmuz da İstanbul Güngören hastanesinde kalp yetmezliğinden vefat etti. Uzun süredir tedavi altında idi. Zaman zaman hastaneye yatıp çıkıyordu.

Son yıllarda vefat eden “M.Sungur, A.Badıllı,A.Aytemur,S.Özdemir ve A.Yeğin abiler kamuoyunda Gülen hareketine karşı olmaları ve mevcut iktidarı desteklemeleriyle bilindiler. Risale-i Nurların sadeleştirme adı altında bozulmalarına hep karşı çıktılar, bunu yapan F.Glülen’i uyardılar ancak onlar yine bildiklerini işlediler. Bu nedenle Gülen hareketiyle araları hiçbir zaman iyi olmadı.

Şimdi kamuoyunda FETÖ’nün yaptığı başarısız darbe hareketinden sonra ağabeylerin ölümlerinde onların parmağı olabileceği gibi ifadeler bazı siyasi kişiler tarafından dile getirilmektedir.Bunlara nasıl bir cevap verilebilir?

1-Gülen hareketi kendini bu ülkede bir darbe yapmak için uzun yıllar hazırlamış ve uygun bir zaman beklemektedir.

2-Abilerin bütün karşı çıkışlarına rağmen onları ve Bediüzzaman’a bağlı Risale-i Nur talebelerini hiçe sayarak sadeleştirme hareketine devam etmişler ve bu tür kitapları bastırmışlar ve satmışlardır.

3- Vefat eden ağabeylerin yaşlarına bakıldığında 80 li 90 lı yaşlara kadar gelmişler ve her birinin de ayrı ayrı hastalıkları vardır. Farklı illerde ve hastanelerde vefat etmişlerdir.

4-Türkiye İstatistik kurumunun verilerine göre Türkiye genelinde, 50 yaşında olan bir kişinin kalan yaşam süresi ortalama 30,6 yıldır. Erkekler için bu süre 28,3 yıl iken, kadınlarda 32,9 yıldır. Başka bir deyişle erkekler en fazla 78.3 yaşına kadar yaşayabileceklerdir.

5-2016 yılını darbe yapma yılı olarak karar vermiş bir hareket kendisine hiçbir şekilde mani olamayan kişileri öldürmeyi niçin göze alsın? Çok büyük dünyevi hedefleri olan bu hareket şüpheleri üzerine niye çeksin?

6- Hukukta kanıtsız şeyler birer iddiadır, değeri yoktur. Kimin bir kanıtı varsa söylesin, herkes duysun öğrensin. Ülkenin çok önemli sorunları varken su-i zan üzerine kurulan bir komplo teorisi ile zihinleri meşgul etmek lüzumsuz bir şey değil midir?

7-Allah bu milleti bir daha böyle darbelerden korusun, bu ülkenin birliğine ve dirliğine göz diken ve kan dökmekten zevk alan FETÖ, PKK, PYD ve DAEŞ gibi bütün terör örgütlerinin şerrinden korusun, onları Kahhar ismiyle kahretsin, amin.

8- Bizlere de feraset versin, dostu düşmanı zamanında tanıma yeteneği versin, amin.

Dr.Selçuk Eskiçubuk