Etiket arşivi: Selim Gündüzalp

Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar

Bu vatanda, bu mübarek Anadolu toprağında yaşayanlar.

Susamışlar, çöldeki yolcular gibi susamışlar.

Bulutlara, yağmurlara, baharlara susamışlar.

Otlarının kurusu bile güzel.

Ekinlerinin yaşını sormayın.

Bu vatandakiler hasret kalmış yarınlara, güzel yarınlara.

Tam doğrulacakken yerinden, yine bir engel çıkmış karşısına. Her defasında çıktığı gibi.

Tam da eşiklerde, dönemeçlerde. Ama her defasında da kalkabilmiş yerinden, onu tutabilmiş eteğinden bu vatanın evlatları mübarek insanları.

Analara selam olsun, oğullara, kızlara selam olsun, kardeşlere selam olsun.

Ölmüş ama öldüğünü bilmeyen şehitlere, ‘isimsiz kahraman’lara selam olsun.

Susamış analara su verelim. Susamış babalara su verelim.

İftar vakti için hazırlanan dualı ağızlara su verdiğimiz gibi.

Su.. Su.. Hu.. Hu…

Susamış vakte ve o vakte hazırlananlara selam olsun.

Nelere hasret çektik, nelere hasret çekiyoruz ömrümüzün yokuşlarında.

Karşımızdaki dağlarda, kelimeyi şahadetle duran o mübarek dağlarda. Besmeleyle yürüyen o kıvrım kıvrım sularda; Sakarya’da, Fırat’ta, Ceyhan’da. O yemyeşil ovalarda.

Ezanlarla, salavatlarla yükselen o minarelerde nelere hasretiz nelere.

Geride bir duman, sanki taç gibi, tam bir ilaç gibi.

Yağmuru içinde gezdiriyor muhtaç olanlara.

Selam olsun Anadolu’yu sevenlere, selam olsun Anadolu insanına saygı duyanlara, selam olsun sessizlere ses olanlara, selam olsun inancımıza el tutanlara.

Alpaslan ilk misafiri oldu. Ardından Fatih’ler geldi. Ne fetihler ne de Fatih’ler, hiç bitmez bizde. Yenileri geliyor şimdi de. Ruhlar âleminde yeni oluşlara hazırlanıyor onlar.

İlk tohumu buraya, Anadolu’ya attı o büyük ecdad.

Vakti geldi, maya tuttu.

Selam olsun o mübarek toprağa ilk ayak basanlara. Bize, dünden bu günü hazırlayanlara.

Ardı sıra giden milyonlara. O mübarek günün ateşini Anadolu’dan tutuşturanlara.

Hayata yeniden can katanlara.

Bir bahar günü, nurlu bir dirilişin sabahında.

Barla’dan hayata yeniden merhaba diyenlere. Selam olsun.

Kiminin şerha şerha olmuş ellerinde, Nurdan kalemler tutan o mübarek ellerinde, kiminin dillerinde, o güzel sözlerinde, hayatı tel tel ören o masum bakışlarında. Kuşlar gibi daldan dala konan dualarında biz varız, yarınlarımız var.

Ağaçlara selam olsun. Kuşlara selam olsun. Gözü yaşlı dualara selam olsun.

Çınarlar burada.

Ağaçlar yerde. Kuşlar nerede?

Bahar da yakın.

Onlar suyla, gül gibi dualarla yıkanmışlar. Cennete uçmak için, şimdi hazırlar.

Peşinden güneşler gidiyor haberleri yok.

Öyle bismillahlı ve öyle aydınlık ki, duruşları. Dünya hayatları bitmiş de bu yiğitlerin, farkında bile değiller. Onlar ölmediler, her biri içimizde yaşıyor nefes nefes. Onlar, içimizde iz sürüyor nefes nefes. Onlar, masmavi kıyılarda peşimizden geliyorlar.

Atların yelesinde, kalemlerin ucunda, o mübarek sözlerin içinde, yağmurun bereketinde, anne toprağın karnındaki tohumda gizli onların dâvâsı.

Öldü zannedilenler ölmediler.

İşte hayat böyledir.

Öldü zannedilen yerde, çınar yeniden hayata başlar.

Çınar hayata başlayınca, bodur ağaçlar yol verip derler:

“Yürü yiğidim, yürü bakalım, yürü güzelim. Göklere doğru yüksel, bizim duamızı da ilet!”

Şimdi; o çınarın, büyük idealin ve dâvânın, son gününde toprağa düşen o tohumun ve o nurun, göklere doğru ağma vaktidir. Yeniden doğuşun ve dirilişin vaktidir.

Kuşları sormuştuk ya neredeler diye.

Kuşlar uçuyor: Allah deyu, Allah deyu.

Yunus gibi, Mevlana gibi, Bediüzzaman gibi…

Onlar coşan bir deniz, bizler kırık bir testiyiz.

Onlar onardı, biiznillah kalbimizi.

Bıraktık gayrı boş lâfları.

Dilimiz ve kalbimiz nurlu sözlerde. Biz de diyelim: Bismillah. O her hayrın başıdır inşaallah.

Allah Allah, illallah.

Hazreti Ali (kv), Hazreti Hasan (ra), Hazreti Hüseyin (ra), Hazreti Zeynel Âbidin (ra) ve dahi ehl-i beyt ordusu önümüzde duruyor.

Kalemiyle, sesiyle, sözüyle, dâvâsıyla Hazreti Fatıma (ra), bütün nezaketiyle, anne inceliğiyle kucaklıyor, sarıyor evlatlarını dün sardığı gibi, bütün ümmet-i Muhammed’in şehitlerini, geride kalan annelerini, kız kardeşlerini, eşlerini geleceğin analarını, geleceğin yavrularını bugün de. O teselli ediyor, şimdi onun meltemi esiyor gönüllerde.

Hz. Peygamberin (sav) kendisine emanet ettiği duayla, sesle sarıyor, sözle sarıyor.

Hazreti Hasan (ra), Hazreti Hüseyin’in (ra) üzerine akıttığı o gözyaşıyla sarıyor.

Şimdi o gözyaşı bu vatanda, bu mübarek Anadolu’da bize emanet.

Nasıl bir şey bu? Anlatmak zor. Ama hissetmek kolay. Bu vatanın kalbiysen eğer duyarsın bunu. Ağaç gibi, çınar gibi bir şey.

Güneş’in doğması yakındır.

Bu bahar; yâ Fettah diyerek geliyor yiğitlerin ayak sesleri. Bu bahar, çok müjdeler var.

Yiğit düştüğü yerden kalkar. Kalkıyor da…

Doğruluyor yattığı yerden. Can gelecek can.

Şimdi damarlarda dolaşan delikanlı bir kan.

Yüzyılların dâvâsıdır bu. Uyan! Uyan artık, uyan.

Doğrul yattığın yerden yiğidim sen de.

Şöyle bir bak!

Herkes ayakta. Sen nerdesin?

Aslanım, sen nerdesin?

Ey yiğidim, sen nerdesin?

İşte bizim Anadolu maceramızdır bu. Bizim bu asra mektubumuzdur bu! Sözümüzdür bu. Bizim şimdi sesimizdir bu! Duyuyor musun onların sana da seslendiğini?

Aydınlık oldu, kalk artık.

Neredeyse çiçeklenecek ağaçlar, kalk artık!

Gezegenler, yıldızlar eğilmiş birer birer üstüne geceden.

Karanlık yıkıldı artık. Beli kırıldı artık düşmanın.

Yalnızlıktan yok oldular. Sevgisizlikten… Anlayamamaktan yok oldular.

Ya anlayacaklar… Ya sevecekler…

Ya da, kendi kurdukları tuzaklarında yok olup gidecekler.

İçine çek şu nefesini bir kere daha. Karanlıklar nefes alsın seninle, nefesinle.

Sen ki, bir çağı temsil ediyorsun her hareketinle.

“Allah” dediğin anda, o ses dalga dalga harekete geçecek.

Yerler ve gökler, nice yiğitler seni bekler.

Sen niye onlardan biri olmayasın ki?

Bu dâvâ öksüz mü sanıyorsun? Bu dâvâ garip mi sanıyorsun?

Soluğunu tutmuş her yer, şimdi senin söyleyeceğin sözü bekler.

Bırak içine kapanmayı da şöyle bir etrafına bakıver.

Her şey seni bekliyor.

Kalk yiğidim, kalk bakalım. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Sen burada düştün, buradan kalkacaksın. Düşmüşlere, yolda kalmışlara da sen el atacaksın.

SANA YASAK ÜMİTSİZLİK, SANA HARAMDIR GAYRETSİZLİK, SANA AÇIKTIR YOLLAR.

Yollar ki, seninle genişleyecek. Gel bakalım, gel…

Bu yollara sığmayacak daha nice senin gibi yiğitler var. Haydi bakalım, yolun açık olsun yiğidim.

Yiğit düştüğü yerden kalkar.

Yiğitlerimiz sana tutunacaklar, şehitlerimiz sana tutunacaklar Bedir’le, Kut’ül Amare’yle, Çanakkale’yle sana tutunup kalkacaklar.

Onlara öldü diyenlerin dilleri çarpılacak, kendileri ölecekler.

Allah için can verenler ölmezler, ölmeyecekler. Öldüklerini de bilmiyor onlar. Yeniden bir nefes almak istiyorlar, yiğitlerimizle. Senin dâvâm dediğin anda. Yeniden sahneye çıkacaklar, bu yiğidin gücü nereden geliyor, onlar bunu asla bilemeyecekler.

Gaza nedir, gazilik nedir, şehitlik nedir bilmeyenler, seni ne bilecekler a oğul, ne bilecekler?

Kalk yiğidim, kalk!

Kalk ki, kaldırılacak milyonlar var, ışık tutulacak nice karanlıklar var.

Kalk ki, ümidi doğurasın, şevki kuşanasın.

Kalk ki, kıtalar çok karanlık artık. Kalk da, güneş gibi doğ artık.

Zamanıdır artık kollarını ardına kadar açmanın. Kucaklayacak çok ama çok insanlar var, senin şefkatine ve himayene muhtaç çok bağrı yanık analar var.

Kimseyi hor görme, kimseyi küçük görme. Yarın dâvânın eri olacak her biri.

Hani sızlanırdı ya dağlar çiçeğim olmaz diye; sen dağların çiçeği ol, sen ovaların ağacı ol, sen Anadolu’nun ümidi ol…

Sen yarınların beklenen yiğidisin. Kalk da, ne olman gerekiyorsa onu ol. Ama Allah için ol. Lillah için ol. İlla onun için ol.

Yiğit düştüğü yerden kalkar.

Kalk ki, kalksın insanlık, kalksın bu mübarek Anadolu, bu mübarek gözü yaşlı vatan ahalisi seninle beraber. Yürüsün yeniden nur yollarında, yeniden doğuş ve dirilişin yollarında. Bu vatan evlatlarının yüzü gülsün dedeleriyle beraber.

Bu toprağa kanımız boşuna düşmedi! Boşuna yaşamadık. Biz Allah için boşuna şehit olmadık, boşuna gazi olmadık diyenlerle beraber.

Haydi oğul, yolun açık olsun.

Kalk bakalım!

Bahtın açık, yolun açık olsun.

Sana düşen gayrı bir silkiniştir, ölü toprağını üstünden atıştır.

Kalk bakalım, Rabbinin nimetlerini gör ve göster bakalım.

Bu baharda cemreler toprağa düşerken, senin de içine kor bir ateş düşsün.

Sen de kalk yattığın yerden.

Kalk ki, göresin ne oluşlar var, ne cemreler var…

Göresin ve gösteresin.

Rabbinin nimetlerini bütün insanlığa…

Hem şükredesin ve ecdadının seninle ve senin gibi yiğitlerle sevindiğini göresin. Gösteresin…

Bilesin ki, yalnız değilsin.

Anlayasın ki, bu topraklar, bu analar daha nice yiğitlere gebedir.

Toprak, bahar, doğumdadır. Ferman gelince Yaradandan.

Ferman düşünce toprağa, toprak sırrını açar bütün kâinata. Başlar kıpırdanmaya her yer.

Şimdi o uyanışın içinde, senin de olmanın zamanındır. Vaktini boşa geçirme. Ne bekliyorsun?

Yiğit düştüğü yerden kalkar.

Unutma herşeye rağmen fethedilecek milyarlarca insanlar var.

Senin davan sınır tanımaz.

Önce kendini ve sonra seni bekleyen nice gönülleri fethetme vaktidir.

Karanlığa ışık ol, güneş ol sen, yeter.

Yiğit düştüğü yerden kalkar.

Haydi…

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi

Fidye

Diğer halamdan yaşça büyük olduğu için, biz ona Koca Hala derdik.

Hayatımın ve anılarımın arasında özel bir yeri vardır.

Canı gönülden severdim onu. Üzerimdeki hakkını unutamam, hayır duayla anarım…

Uzunca bir ömür yaşadı rahmetli. İnancı kuvvetliydi. Neşesi ve esprisi de hep yerindeydi, sevecen bir insandı.

Son yıllarda yaşlılık ve hastalık halleri üzerinde kendini iyice göstermesine rağmen ibadetlerini aksatmazdı. Orucunu da hiç bırakmazdı. Eh ne de olsa 80 yıllık bir beraberliği vardı oruçla.

Az bir zaman dilimi değil bu. Tâ küçük yaşlardan başlayıp, bu günlere kadar uzanan bir dostluk bu.

Ama artık eskisi gibi değildi… Bunu o da biliyordu…

Ramazan’ın yaklaştığı günlerden bir gün, ortanca oğlu sohbet sırasında sözü, o seneki oruca getirir.

Yaşlı ve hastalıklı haliyle orucunu tutmakta zorlanacağını düşündüğünden der ki:

“Anacığım bak çok hasta ve çok da yaşlısın, Rabbimiz zaten kolaylık da gösteriyor. Bu sene istersen orucunu tutma, onun yerine fidye veririz.”

Koca Hala biraz düşünür. Aklına yatar gibi olur ve oğluna sorar:

“Bu sene fidye miktarı ne kadar?”

Oğlu da:

“Bu sene günlük on lira olduğuna göre, aylık 300 lira yapar.”

Koca Halam, oğluna hayret dolu bir nazarla bakar. O parayı kazanmanın ne kadar zor olduğunu ve iktisadın da önemini bildiği için:

“Uhhh epey de çokmuş be… Allahın izniyle, tutarım bu orucu ben,” der.

Gerçekten de Koca Halamız o sene orucunu tutar.

Oğlu da bahsi geçen miktarı bahşiş nevinden kendisine verir.

Alır eline parayı sayar:

“Oğlum bu bana çok,” der.

Yarısını alır saklar, kalanı da oğluna geri verir.

Bu latif Ramazan hatırası ile onu ve cümle vefat etmişlerimizi de hayır, duayla yadetmiş olalım.

Rabbim mekanlarını cennet eylesin…

(Fidye: Oruç ibadetini yapmakla yükümlü olan bir müminin, bir sebeple yapamadığı takdirde, o ibadetin karşılığı olarak ödemesi gereken maddi bedel. Bu bedel oruç için, bir günlük bir fitre miktarıdır.

Fitre, şükür için verilen bir paradır ve miktarı her yıl tespit edilir. Ortalama bir insanın, bir günlük karnını doyurabileceği rakamdır.)

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi

Oruç Tuttuğunu Bırakmaz

Herkesin içinde bir sevinç var, o gelecek diye.

Daha gelmeden gölgesi erişiyor.

Recep ve Şaban’ın ardından hemen geliyorum diyor.

İyi ki geliyor.

Hoş sefalar ile geliyor.

Rabbim, neye ne kadar ihtiyacımız olduğunu biliyor.

Lazım olan her ne ise, onu tam vaktinde gönderiyor.

Eskimiş hayata yeni bir ruh katıyor.

Ramazan’ın da bir ruhu, bir canı var. Bu hissediliyor.

Ulvi bir görevle geliyor.

Ve daha gelir gelmez, olmaz denilenler oluyor.

Allah’ın helâl kıldığı nimetlere bile, el sürmüyor insan, tam 18 saat boyunca.

Ramazan dışında kim dayanabilir buna.

İşte böyle mübarek bir ay.

Çocuktan gence, hastadan ihtiyara kadar herkese ayrı bir hediye ile geliyor.

En büyük armağanı ise, son günlerine ve bayrama saklıyor.

Çok da kalmıyor zaten.

Sessiz sedasız geldiği gibi, yine aynı edayla gidiyor.

Ardından gözü yaşlı, nice hasretli dostlar bırakarak.

Ey mübarek ay!..

Bu defa olsun bizde, kıymetini bilenlerden olalım senin.

Ne olur o bahtiyarların arasına biz de katılalım.

Kadrini kıymetini bilenlerden biri de biz olalım inşaallah.

Bilemeyiz bu Ramazan, belki de son Ramazanımızdır.

Vefalı gelir, vedalı gider.

Edasından belli.

Ne var ne yok her şeyi kendine benzetiyor.

Barışı, huzuru getiriyor.

Sakinleştiriyor kalbleri.

Günahtan, haramdan uzak tutuyor.

Geldiği yere, cennet misal bir hayat getiriyor.

Diğer aylara nispeten suçlarda azalma görülüyor.

Yeniden doğmaya, yeniden olmaya hazırlıyor her yanı, her insanı.

Nefsimizi gemlemek kolay değil.

Oruç ve Ramazan da olmasa işimiz zordu gerçekten.

Rabbimize hamdolsun, eşsiz bir nimeti bize misafir ediyor.

Kıymetini bilelim ve ondan layıkıyla istifade edelim diye.

Bazen ne dışındakine, ne içindekine söz geçiremiyor insan.

Uçuk uçurtma nevinden, boşlukta tam kaybolmak üzereyken, çıkageliyor mübarek Ramazan.

Bir ayar çekiyor cümle yanımıza, en başta ruhumuza.

Sevmek, sevilmek gibi güneşi iki yanından hissediyor insan.

Nasıl sevilmez ki Ramazan.

Hilaliyle bir kaş çatıyor ki sormayın. Bu ihtarı bile, söz anlamaz nefsimize yetiyor.

Daha şimdiden her şeyi yerli yerine çekip getirdi. Az söyledi, öz söyledi.

Sözü kısa olanın dili tatlı olur. İşte Ramazan budur.

Ruhumuz içimizdedir ama rengini, şeklini ve dahi ahengini dışımızdan alır.

Gücünü ise kalbin imanından alır.

Aldı, oturttu karşısına, gönlümüzle baş başa bıraktı bizi.

Aya, yıldıza bakmayı öğretti. Hilalleri bir bir saymayı ve sabretmeyi, tevekkülü öğretti Ramazan. O kızıl akşamüstlerini, iftar vakitlerini, oruçluların telaşlı hâllerini, aceleci yürüyüşlerini sevdirdi. Bir yudum suyu, bir kuru ekmeği özletti ve kıymetini bildirip, şükrettirdi.

“Sevin ki…” dedi, “Çiçekli rüyalar göresiniz Yusuf misali.” Uykularımız da, rüyalarımız da değişti. Günlerimiz, o bildiğimiz günler değil artık. Her anımız kutlu birer vakit oldu.

Niçin ve neden yaşadığını daha iyi anlıyor insan.

Böylesine bir yaşamaya doyamıyor.

O zaman işte, ömrü uzun ediyor.

Fanilik duygusu siliniyor içimizden.

Ebediyetin kokusunu alıyoruz geçen her saatten.

Ey mübarek ay!..

Sözünü hep tuttuk ve yine tutacağız ve daha ilk geceden orucuna tutunacağız.

Sıcak bir yaz ortasında hayret ki; akşamın serinliğiyle, pırıl pırıl salâ sesleriyle ve ışıl ışıl rahmetinle geliyorsun.

Rabbimizin bize armağanısın ve ömrümüzün en güzel Ramazanısın.

Hoş geliyorsun…

Hoş bulmadıysan eğer bizi, duamız bu ki, ne olur hoş ediver içimizi. Razı ol bizden.

Daha şimdiden…

Bizi kendine benzetti Ramazan ve hükmünü icra etti.

Nefisleri ağladıysa da, yolunu bekleyen sevdalıların ruhunu güldürdün sen.

Teravihle, sahurla, en bereketli vakitlerle. Süt gibi içirdin. Bembeyaz bir güzellik kattın tenimize, kalbimize.

Her sabah aynaya baktıklarında, her gün bir başka güzel yüz görecek oruç tutanlar.

Ramazan’ın da kalbi var. Kalbi ise, Kadir Gecesi. O kalbe muhatap olan ve hakkını veren insan, ne mübarek bir insandır, ne güzel bir Müslüman’dır.

Kara çalıda gül bitmez. Kalbini temizlemeli ki insan, güller bitsin oradan.

Yunus’a selam gönderelim buradan.

“Temiz et gönül evini

Yar gelecek oturmaya…”

Allah (cc), rahmetiyle, mağfiretiyle, sekînetiyle, tecellisiyle doyurur, sevindirir kalbimizi.

Ramazan bir armağandır bize Ondan, sonsuz rahmetiyle her şeyi yaratandan.

Gündüzleri diri kılmak için geceden gelir Ramazan.

Gecesini diriltmeyenin gündüzü de ölüdür.

Ramazan’la dirilir gönüller.

Oruçla açılır bir bir düğümler.

Kur’an, ayet ayet şifa olur, nur olur gönüllere.

Gecelerde bir sır var. O sırrı yaşatmak için gelir Ramazan.

Göklerden yerdekilere ilahî bir sofra serilir.

Önce ruhlar doyurulur.

Ruhlar ki; aylardır aç, Rahman’ın rahmetine muhtaç…

İnananların ruhlarını doyurmaya gelir önce Ramazan.

Hem de daha ilk geceden.

Geceler ki; anadır, velûddur.

Gündüzler, gecelerin çocuğudur.

Oruçla eğitilir, açlıkla terbiye edilir nefisler. Büyür de büyür, o küçücük kalpler.

Almayı unutur, vermeyi düşünür.

Oruç gündüz ibadetidir.

İftar, teravih, sahur ise gece ibadetidir.

Gündüzün, orucun kahramanı olmak, gecenin ibadetlerinden geçer.

Daha ilk gecenin teravihiyle, sahuruyla ve daha ilk günün orucuyla değişti, değişiyor her şey.

En müzmin hastalıklar bile deva bulup, iyileşiyor birden.

Seksen yaşını aşmış bir halacığım var.

Geçtiğimiz senelerin birinde ve Ramazanın başında konuşuyorduk. Orucunu tutamayacağından yana dertliydi. Çünkü hastalığı şiddetliydi.

“Ne yapayım?” diye sordu.

“Bismillah de, tut. Allah yardım eder.” dedim.

Bir gece iftara gittiğimde, hasta yatağında uzanmış yatıyordu.

“Oruçla aran nasıl, hala?” diye ihtiyatla sordum.

“Dediğin gibi.” dedi. “Bismillah dedim, tutuyorum. Allah yardım etti.”

Evet, hastalar bile oruçla iyileşir. Allah’ın rahmeti böyle gelir. İhsanı, lütfu, böyle olur kullarına. Sadece yardım paketleriyle gelecek değil ya. Allah’ın yardımı geldi mi, böyle gelir bazen. İçten ve derinden.

En küçükten en büyüğüne, en hastadan en yaşlıya kadar kolaylaştırılır herkese oruç.

Zorluklar Allah’ın yardımıyla aşılır. Mevsimler bile değişir. Bu da Allah’ın büyük bir mucizesidir. Her günün, her orucunda ve her Ramazan’da bunlar hep yaşanır.

Orucunu tutamayacağını zannedenler yine bir güç ve kuvvet bulur.

Oruç onları gönüllerindeki sevdadan tutar bırakmaz.

Halacığım yetmiş yıldır tutuyormuş.

Bu sevdaya kim dayanır?

Oruç, tutanı hiç bırakır mı?

Oruç, tuttuğunu bırakmaz.

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi

İç Dünyamızda Mesajlar

Seneler önce, bir psikoloji dersi sonrası samimi bir hava içinde, hocamıza şu soruyu sormuştuk:
–Bazı yerlere kesinlikle ilk defa gittiğimizi bildiğimiz halde, sanki orasını daha önce görmüş veya yine ilk defa yaşadığımız bir hadiseyi sanki daha öncede yaşamış gibi olmaktayız… Hem önceden düşündüğümüz şahıslar bir zaman sonra aynıyle karşımıza çıkıyor. Bunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Siz bu konuda, bize neler söyleyebilirsiniz?
Hocamızın cevabı bizi hayrete düşürmüştü:
”Çocuklar psikoloji ilmi, bu konuyla daha yeni ilgilenmeye başlamıştır. Fakat ben sizi, böyle konularla uğraşmayacak kadar medenî görüyorum!” Buraya bir nokta koyup, o zaman alamadığımız cevabı şimdi beraber arayalım…
Önsezi nedir?
Bütün hayatî fonksiyonları sadece beyinle izah etmeye çalışan maddeci felsefenin talebesinin bu örtbas gayretini, yıllar sonra şu satırlarda bulduk. Dinleyelim;
”Eğer insan bir fotoğraftan ibaret değilse ve hareket eden bir mankenden farklı ise, onun beyninin ardındaki kişiliği aramak zorundayız… Batılıların subanaliz dedikleri kendi kendi ile konuşma nasıl başarılabilmektedir? Bizden içeride olan asıl ‘ben’ kimdir? Hani darda kaldığımızda problemlerimizi danıştığımız iç spiker kimdir? İçimizdeki hangi gizli kuvvet bizi sevmeye ya da nefret etmeye zorlamaktadır. Asıl önemlisi, devamlı alışverişte bulunduğumuz bu iç dünyadaki ‘ben’, ölüm konusunda daima ölümsüzlüğü telkin etmektedir.
Dış kalıbımızın ardında bir başka kişiliğimiz var. Derinlerde esrarengiz bir gerçek dünya var. Böyle bir dünyanın varlığını ispatlarsak, ölümden ötede bir hayatın varlığına ait başka bir isbat şekli daha ortaya çıkmış olacaktır. Bir hadisenin madde ötesi olması için zaman ve mekân mefhumlarının ötesinde cereyan etmesi gerekir.”1
İnsanın madde ötesi kişiliğinin en açık ispatı ise ‘önsezi’ veya ‘hiss-i kablel vuku’ dediğimiz, olacak hadiseleri daha önceden sezebilmek özelliğidir. Mesele şimdi daha iyi anlaşılmıştır herhalde. Evet, yakın zamana kadar insanın madde yapısının ardında gizlenen sırlar, ilim dünyasına kapalı sayılmaktaydı. Ancak telepati, biomanyetik alan, telekinezi, önsezi gibi meseleler büyük bir merakla ilim dünyasında incelenmeye başlanınca, insanın iç dünyasına pencereler aralanmış, buradan onun yüceliği görülmeye başlanmıştır.
Hemen hemen bir çoğumuz olayları önceden garip bir şekilde farkettiğimizi sezmişizdir. Tarif edemediğimiz bu duygu fırtınası iç dünyamızdan gelen bir mesaj gibidir. Önsezinin temel özelliği, bir olay başlamadan evvel bize işaret veren duygu oluşudur. Âniden sıkılma ya da sevinç şeklinde akseder. Önseziye benzeyen birtakım olayları önsezi ile karıştırmamak gerekir. Meselâ sevdiğimiz bir insan bizi andığı ya da bulunduğumuz şehre geldiği zaman daha onu görmeden hatırlamamız, önsezi değil bir telepati olayıdır.
Buna benzeyen bir olay da, hayvanların bazı olayları önceden haber vermeleridir. Depremlerden, fırtınalardan önce hayvanlarda görülen huzursuzluk, onların bağırmaları önsezi gibi gösterilmek istenir. Aslında hayvanların bu reaksiyonları, önceden başlayan elektromanyetik bir yayılmayı uzaktan farketme kabiliyetidir. Fırtına veya deprem ortaya çıkmadan kısa bir zaman önce, büyük maddî değişiklikler olur. Bu değişmeler sırasında elektromanyetik dalgalar yayılır. Hayvanların hissettikleri ancak bu fizikî hadiselerden ibarettir. Nitekim Japonya’daki araştırmalar, hayvanların çökme depremlerini daha önceden hissedemediklerini ispatlamıştır. Çünkü burada olay âni olur ve elektromanyetik dalgaların yayılışı hayvanlara yansımaz.2
İç güdü mü, sevk-i İlâhi mi?
Meselenin ruhî olduğu kadar ilâhî cephesine de geniş yer verenlerede rastlamaktayız. Meselâ Bediüzzaman Hazretleri ‘Mektubat’ adlı eserinin 28.Mektubunda meâl olarak, ”Hiss-i kablel vuku (önsezi) az veya çok herkesde vardır. Hatta hayvanlarda dahi vardır” diyor. Bediüzzaman, önseziden başka halen mevcut olup da bildiğimiz maddî ve mânevî duygulara ilaveten insanda ve hayvanda onu şevk ile sevkeden, harekete geçiren bir başka hissi de ilmen bulduğunu belirtiyor. Ancak felsefeciler bu hisse, hata ederek ahmakçasına ‘sevk-i tabii’ yani ‘içgüdü’ diyorlar, aslında bunun yaradılışa konan ilâhî bir program olması gerektiği kaydedilerek muhtelif misâller veriliyor.
Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderi ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.” deniliyor. ”Hem ruy-i zeminin sıhhıye me’murları hükmünde ve bedevî hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi akillü’l-lahm (et ile beslenen) kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderi ile ve o hiss-i kablel vuku ilhamiyle ve o saika-i İlâhi ile bildirilir ve bulurlar.
Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderi ile ve o saika ilhamiyle döner, yuvasına girer. Hatta herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki; birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde aynı adam gelir.”
Bediüzzaman son olarak meseleyi ”kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur, çünkü kurt geliyor.” şeklinde bir ata sözüyle bağlıyor.
Evet, önsezi umumiyetle sıkılma ve sevinç şeklinde kendini gösterir demiştik. Meselâ bir yolculuğa çıkmaya karşı reaksiyon ve sonunda meydana gelen bir kaza gibi. Batı kaynaklı yayınlarında önseziye ait misâller umumiyetle uçak kazaları sebebiyle verilmektedir. Bineceği uçağın, otobüsün veya trenin vs kaza geçireceğini sezen ve binmeyen kimselerin kurtuldukları oldukça sık rastlanan hadiselerdir.
Tesadüf yok Demek ki:
Her insan hiss-i kablel vuku ile ve taşıdığı çok özel çok ilâhî bir duygu vasıtasıyla, herhangi bir hadisenin veya düşündüğü bir insanın gelmesini apaçık olmasa da, kısmen hissedebilmektedir. Yalnız ruh, hissettiğini bildirmemek şartıyla tabii… Zaten aklın şuuru böyle âni ve ince meseleleri birden kavrayamadığı ve kuşatamadığı için, insan hissettiği böyle bir ihtimali konuda kasden konuşamaz, konuşsa da elinde olmayarak ihtiyarsız bahseder. Feraset sahipleri ise, keramet gibi olacak şeyin yaklaştığını veya geldiğini beyan ederler. Maneviyat büyüklerinde ise, bu hiss-i kablel vuku çok fazla inkişaf eder ve eser ve tesirlerini keramet şeklinde gösterir.
Kısacası; İnsandaki her duygu bir başka âlemi bildirdiği gibi, ‘hiss-i kablel vuku’da’ ruh penceresinden madde ötesine açılmakta, yani buradan sonsuz bir âlemî seyretmekte ve gördüklerini kısmen açık, kısmen şifreli olarak haber vermektedir. Yazımızı yine bu konunun geçtiği Mektubat’tan aldığımız bir cümleyle son veriyoruz: ”En cüz’i hadisat dahi vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hadisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.” 3
Selim Gündüzalp
Zafer Dergisi
1-Dr. Haluk nurbaki, Ölüm ve Ötesi
2- Sinan Onbulak, Ruhî Olaylar
3- Bediüzzaman, Mektubat

Bir Bilal Vardı

Her sabah acı ile yattıkları yerden büyük ümitlerle doğruluyordu insanlar. Gözler ufka çevrilmiş, belli belirsiz bakışlar hep bir şey arıyordu. Umutlarla ufka bakıyor, güneşin doğuşu gibi rahmeti bekliyordu insanlar. Kalpler iştiyak içindeydi. Beklemek kaderleriydi. O kadar yürekten isteyince beklenen de bir gün gelecekti. Duaya durmuştu kalpler. Güç ve kuvvet sahibi zalimlerin elinde inliyordu masumlar. Zulüm her yerde kol geziyordu, ortalığı kasıp kavuruyordu. Bugünden de beter bir durum vardı. Tam bir insanlık dramı yaşanıyordu. İşte bu vahşi manzarayı değiştirmek, insanileştirmek gerekiyordu. Bunun için gönderilmişti o yüce insan Hz Muhammed. Beklenen güneş doğmuştu. İnsanları barışa esenliğe çıkarmak için.

Kısa zamanda dünyanın şeklini değiştirdi bu eşsiz insan. Yaşanmakta olan bu korkunç tabloyu birden rahmet ve şefkat ortamına çevirdi. Bir mucizeydi bu. Herkes görüyordu, yaşıyordu. İnsanlar, eşyalar, tüm yaratılmışlar birbirini kardeş buldular. Niçin yaratıldıklarını anladılar. Dünyaya geliş gayelerinin ne olduğunu O’ndan öğrendiler. En yüce hedeflere ve ideallere yükseldiler. Yerde sürünmekten kurtuldu hayatlar. Bir bir kanatlandılar. Çünkü o rahmet Peygamberiydi.

Yoksullar, açlar, yardıma muhtaçlar, yediden yetmişe tüm insanlar hep O’nun davetine koştular. Yıllardır aç susuz bırakılmış, mukaddesatları çiğnenmiş insanlar O’na koşuyorlardı bir bir. Tek bir ses duyuluyordu Mekke ufuklarında. Hakk’a ve hakikate doğru yürüyen bu yüreklerden tek bir ses yükseliyordu: Allahuekber, Allahuekber! İnançları, kalplerinde atıyordu. Bu coşku engel tanımıyor, dalga dalga yayılıyordu. Kalpler Sevgilisine koşuyor, kavuşuyordu. Çok bir şey değildi insanların istedikleri aslında. Merhametti, anlayıştı, sevgiydi sadece. Onu da bulmuşlardı. Sevgililerine, şefkat ve rahmet Peygamberlerine kavuşmuşlardı çok şükür.

Kureyş’in büyükleri zalimleri şaşıyorlardı bu duruma. Şaşıyordu kölelerin efendileri. Ne oldu diyorlardı bunlara, ne oldu bu insanlara birer birer bizleri terk ediyorlar? Bir türlü akılları almıyordu. Çünkü yüreklerine iman düşmemişti, hidayet nimetinden nasipleri yoktu henüz. Miladi 7. asrın başlarında Ortadoğu böyleydi, Asya, Avrupa böyleydi. Dünya böyleydi işte. Tarihler söylüyor, ‘Karanlık mı karanlık bir çağ yaşanıyordu’ diye. Mekke de böyleydi.

İşte böyle bir zamanda dünyaya bir güneş ama canlı bir güneş doğdu. Karanlıklar aydınlandı. Mekke’de İslam’ın ışığı ile aydınlanmış onlarca insan vardı şimdi. Bunlar ilklerdi. Bütün dünyaya kokularını saçacak çiçeklerdi. İman tohumu düşmüştü artık yüreklere. Onlardan biri de Bilal’di. Habeşli köle, zenci Bilal imanın ışığı ile yanmış, aydınlanmıştı. Pırıl pırıl bembeyaz bir yürek vardı. Zulmün karşısında susmayan, haykırandı.

Habeşli bir Bilal vardı.

Yüzyıllar sonra bile hâlâ çocuklarımıza onun adını verdiğimiz Bilal vardı. Köleydi Bilal. Efendisi Umeyye bin Halef, şirkin kararttığı bu çirkin kalpli adam kölesinin gönlündeki aydınlığı, iman ışığını sezmişti. Öfkesinden deli divane olmuş, küplere binmişti. Nasıl olurdu? Kendisinin izni olmadan efendisine sormadan köle Bilal, zenci Bilal nasıl olurdu da putları terk eder İslâm’ı seçerdi? Hesap vermeliydi! Duramıyordu yerinde.

Çöl güneşinin alev alev yaktığı o Mekke gündüzünün öğle sıcağında yanan kumların üzerine Bilal’in, o temiz yürekli siyah tenli insanın çıplak vücudu gömülecekti. Gömülmekle de kalmayacak, üzerine kalkamayacağı kadar bir ağırlıkta koca taşlar dizilecekti. Böyle düşünüyordu zalim efendi Umeyye bin Halef ve düşündüğünü uygularken de en küçük bir acıma duygusu hissetmiyordu içinde. Bir insanın tahammül hudutlarını çoktan aşan dayanılmaz işkenceler altında yanan Bilal’in dudaklarından tek bir kelime duyuluyordu! Ehad! Ehad! Ehad! Yani; Allah bir! Allah bir! Allah bir!

İşkenceler ağırlaşıyordu ama Bilal’in cevabı asla değişmiyordu. Artıyordu işkenceler! Saatler geçiyor fakat cevap yine değişmiyordu. Bilal sadece ‘Ehad! Ehad! Ehad!’ diyordu.

Işıktan mahrum Umeyye bin Halef, o incisiz sadef, o kararmış kalp işkence üzerine işkence deniyordu. Bilal’in cevabı değişmiyordu. Bilal bu kelimeleri öylesine içten söylüyor ve Yaradanına emanet ediyordu ki çöllerin her bir kum tanesinin arasına gömülüyordu başka da gizleyecek yer yoktu. Şahidi kumlardı. Bir Allah bir de meleklerdi. Göğsünün üzerindeki taş o her Ehad deyişte şahit oluyordu.

Dersini almıştı Bilal. Laf olsun diye öylesine Ehad demiyordu. Bilerek söylüyordu, inanarak söylüyordu. Ehadiyetin cilvesine mazhardı. Her bir şeyde Halık-ı külli şey’in birçok isminin tecellisini tek tek görüyordu. Bilal’in kalbi ayna olmuş güneşi gösteriyordu. Onun için Bilal Ehad diyordu. Bilal kalbinde tecelli eden esmayı okuyordu, Ehadiyyeti gösteriyordu. Allah birdi. Vahid-i Ehad’di. Bütün kâinatta taşınan isimlerin cilvesine mazhar bir kalpti bu mahiyetiyle. Bilal kalp aynasında tecelli eden Ehadiyeti okuyor, haykırıyordu. Rahmanın iltifatını hissediyordu üzerinde. Taş da baş da, kuru da yaş da O’nundu. Konuşan dil de atan kalp de Allah’ındı.

Bilal Allah’ın isimlerini haykırıyordu. Ehad’i duymaya tahammül edemiyordular. Kaç saat, kaç gün sürdü, kim bilir kaç gece, kaç kez tekrarlandı bu işkence. Kimsenin bir şey bildiği yoktu, Bilal de unutmuştu, unutulmuştu ama Allah unutmamıştı. Tarihler hakkında kayıt düşmüştü Bilal için. İnancı, dini üzere ısrarlı, değişmez, gönülden bağlı bir insan, diye.

Umeyye’nin çıldırdığı, kudurduğu, Bilal’in yine Ehad! Ehad! Ehad! diye soluduğu bir gündü. İlk inananlardan biri Ebabekir göründü. Müslümanların, inananların derdinin, ihtiyacının karşılayıcısı, Hz Peygamberin dava arkadaşı, gönül dostu. Umeyye’ye laf anlatmak kolay değildi. Kaskatı kalbine bir şeyin etki etmesi imkânsızdı ama herkesin bir açık kapısı vardı. Belki kesesi kursağı laf anlardı.

‘Satar mısın’ dedi Hz Ebabekir ‘bu köleyi bana?’

‘7 ukiyye verirsen olur ‘ dedi Umeyye.

Ebabekir: ‘Salıver Bilal’i, gel al paranı’ dedi.

Yaralı ve bitkindi vücudu ama dipdiriydi kalbi Bilal’in. Dilinde Ehad kelimeleri ile yattığı yerden doğruldu, yeniden dirilmiş gibi kalktı Bilal. Halsizdi ama şimdi yepyeni bir dünyanın eşiğindeydi. Ebabekir büyük bir nezaketle

‘Artık Allah için hürsün Bilal’ dedi.

Bilal: ‘Allah mükâfatınızı kat kat versin’ dedi ona.

Hz. Ömer bu olayı hiç unutmaz sık sık hatırlatırdı sahabelere.

‘Efendimiz seyyidimiz Bilal, seyyidimiz Ebabekir’in hasenatındandır. Sevabındandır, iyiliğindendir,’ derdi.

Bilal putlaşmış nefisler adına kurban edilecekti güya ama bakın ki işe, Bilal’i öldürmek istedikleri yerde Bilal dirilmişti. Bilal’i Ehad diriltmişti. Allah birdi, güçlüydü, kuvvetliydi. Bilirdi kimin ne derdi var, kim ne zaman ne şekilde kurtulacak, kim nasıl selamete ve huzura kavuşacak bilirdi O. Bilal Ehad dedikçe ufuklar şahit tutuldu, melekler yazdı bu kelimeleri, unutulmadı. Ehad dedikçe yardımcılar Allah’ın inayeti altında kol kanat gerdi onun için. Bilal acılar içinde kıvranırken bile acıyordu kafirlere. Çünkü o acıyı bedeninde hissetmeyen, ruhunda hiç duymayan biriydi O. Gerçek acının ne olduğunu biliyordu. Kendisine işkence edenlerin Allah’tan uzak kalan kalplerin, hidayet ve imandan uzakta kalan nasipsizlerin daha beter bir çölde, katılaşmış taştan da beter olan kalplerinin ağırlığı altında, cehennemden beter bir ateşte alev alev yandığını biliyordu, hissediyordu Bilal.

Bilal dipdiriydi. Bilal ölmemişti. Bilal Habeşliydi. Ama hicret emri gelmesine rağmen Habeşistan’a hicret etmemişti. Mekke’de kalmayı tercih etmişti. Bu nokta ve bu incelik üzerinde durulmaya değer. Tarihçilere bırakıyoruz onu.

Bilal şimdi sevinçliydi, neşeliydi. Çünkü muhacirler arasında Medine’de Hz. Peygamberin yanındaydı, sevdiği ile beraberdi. O’nun doyum olmaz hizmetindeydi, emrindeydi. Hicretin üzerinden sekiz ay geçmişti ki, bir gün O Sevgilinin (s.a.v.) emri ile kendini Mescid-i Nebevi’nin yakınındaki evin damında bulacaktı. Şimdi yanık ve tiz sesiyle tüm kâinata sesleniyordu Bilal.

Allahuekber! Allahuekber!

Müezzin olmuştu, ezan okuyordu Bilal. Mekke kumlarına soluk soluğa gömdüğü, emanet ettiği Ehad kelimelerini tek tek çıkarıyordu oradan, Allaha emanet ettiği yerden. Ehadleri şimdi Ekbere çeviriyordu. O günkü anlı şanlı direnişinin mükâfatını görüyordu ve en yüksek perdeden var gücüyle sesleniyordu Bilal.

Allahuekber! Allahuekber!…

Resulullah’ın yanındaydı, O’nu gölgesi gibi izledi hep. Resulullah imamdı, önderdi, Bilal de müezzindi hep. Çünkü o seyyidül müezzinin’di, efendisiydi ezan okuyanların. Onun davetine ancak mümin olan icabet ederdi. Bilal’in, Medine’de okuduğu ilk ezana, bir gün bir başka mekânda ama aynı heyecanla bir ezan daha ekleyecekti Allah.

O gün de gelmişti nihayet. Mekke fethedilmişti işte o gün. Kabe’deki putlar; ‘Hak geldi batıl yok oldu’ (İsra suresi ‘“ 81) İlâhi fermanı ve emri ile yerlere serilmişti. Kabe bir gusül almıştı, putlardan temizlenmişti. Tertemizdi Allah’ın evi artık. Şimdi sıra İslam’ın o yüce hâkimiyetinin Mekke ufuklarına ilanına gelmişti. Bilal hazırdı. Kabe’nin üzerine çıktı, pırıl pırıldı. Gözünde bir kaç damla yaş vardı.

Hayali 10 sene öncesine gitmişti. İşkenceden, ezadan, cefadan inlediği günlere gitmişti. Bütün heyecan ve aşkı ile yıllar önce Mekke kumlarına gömdüğü o mübarek kelimeleri, Ehadleri tek tek topluyordu. Bir tek solukta topladığı bütün Ehadleri Allahuekbere çevirip söylemek istiyordu. Ve birden Allahuekber! Allahuekber! nidalarıyla inledi ortalık. Mekkenin dağlarını duvarlarını çınlattı bu ses. İnananların kalplerini coşturdu, meleklerin bile takdirine mazhar oldu bu ses. Artık kıyamete kadar Mekke ufkundan her yere, bütün kâinata yankılanıp duracaktı.

Mekke’nin müşrikleri Habeşli Bilal’i Kabe’nin üzerinde ezan okurken görünce hayıflandılar kendilerince: ‘Yazıklar olsun bize şu köleler kadar olamadık.’ dediler. ‘Onlar nelere erdi ne muradlara erişti, biz ise nerelerde kaldık,’ diye esefle yakındılar, gafletlerine yandılar, neleri kaybettiklerine hayıflandılar. Ama bir gün de Bilal yanacaktı. İmamını, Sevgilisini, ona ilk defa işaret edip ‘ezanı oku’ diyeni kaybettiğine yanacaktı ve günlerce ılık ılık ama hiç kesintisiz ağlayacaktı Bilal. O’nun ardından yapamayacaktı Medine’de. Hz Peygamber Efendimizin defninden sonra bir daha Bilal ezan okumadı, okuyamayacaktı. Onun sevgi dolu yufka yüreği Hz. Peygamberin ayrılığına dayanamadı. Duramazdı Medine’de de. Her karede her adımda hatırasını yaşadığı Sevgilisinin yaşamadığı beldede.

Allah düşmanlarının akıl almaz her türlü işkencelerine dayanmıştı bu yürek. İzin verilmiş olmasına rağmen asla söylememişti müşriklerin istediklerini. Sonuna kadar dayanmıştı. Son zerresine kadar! İşte o Bilal şimdi dayanamıyordu, bütün direncini kaybetmişti Hz Peygamberin ardından. Yürek susmuştu, bütün insanlık için atan o büyük yürek susmuştu. Bilal de susmuştu, hamuştu.

Hz Ebubekir halife olunca da müezzinlikten affını istedi. Halife kabul etmedi ama o yapamadı. Ona:

‘Eğer beni kendin için satın alıp azad ettiysen burada tut, yok Allah için hürriyetime kavuşturduysan bırak beni Şam’a gideyim. Peygamberimden öğrendiklerimi öğreteyim, dini anlatayım, bu uğurdu cihad edeyim oralarda.’

Halife Ebabekir izin verdi, ona başarı diledi. Helalleştiler ve gönderdi Bilal’i. Şam’da kaldığı yıllar içinde de bütün ricaları cevapsız bıraktı. Bir gün olsun ezan okumadı. Ama bir gün kendisini ziyaret eden Şam’a teşrif eden Hz Ömer’i kıramadı. Ömer kırılmazdı ki, kırılacak insan değildi. Zordu Bilal için ama Resulullah’ın hatırı vardı. Onun en yakın arkadaşıydı Ömeri kıramazdı. Bir kere daha o özlenen ezanını okumaya başladı ve tüm kâinat sustu o sesi dinledi.

‘Eşhedü enne muhammeden Resulullah!’ cümlesini söylemeye sıra geldiğinde zenci Bilal’in o pırıl pırıl yüreği dayanamadı buna. Tutamadı kendini. Yığıldı kaldı oralarda. Onun hayatında en çok ağladığı gün o gün olmuştu. Müminler de onunla birlikte o gün doya doya ağladılar.

Bir başka gün de gördüğü rüya üzerine Medine’ye Hz Peygamberi ziyarete gelmişti. Hz Peygamberin göz bebekleri sevgili torunları Hz Hasan ve Hüseyin ile karşılaştı yolda. Onları hasretle kucakladı, öptü. Hz Hasan ve Hüseyin;

‘Ey Bilal ezanına hasret kaldık’ dediler. ‘Ne olur bir kere okuyuver. Ne olur kırma bizi.

Önce ‘yapamam’ dedi Bilal ama kıramazdı onları. Bunu da hiç yapamazdı.

‘Resulullah’ın torunlarısınız, göz bebeklerisiniz siz. Sizin ricanız onun ricasıdır benim için, kıramam sizi’ dedi.

Yıllar sonra Medine’de son bir kere daha ezan okudu Bilal. Onun o unutulmaz sesini özlemiş olan Medineliler ezanına hasret kalan Medineliler duyunca birden Resulullah’ın tekrar dirilip, kabrinden kalkıp, aralarına döndüğünü sandılar. Bir tuhaf oldular. Mescide koşuştular. Şaşırdılar, heyecanlandılar. Bilal’i görüp ezanı duyunca oturup ağlaştılar sevinçten. O günleri andılar. Tekrar yaşadılar. Hz Peygamberle ne yaşamışlarsa tek tek yaşadıklarını hatırladılar o gün.

Bilal’in Ehad’dan Ekbere ulaşan o güzel sesi bir gün geldi, sustu. Ehadine, Ekberine kavuştu. Yakınları ağlarken yanında, o gülüyordu. Başında eşi haline bakıp ‘ne kadar da kötü’, derken o ‘ne kadar da iyi, Sevgilime ve dostlarıma kavuşacağım,’ diyordu.

Hayatı ezan-ı Muhammedi’nin terennümü ile geçmiş, son yılları Hz Peygamberin hasretiyle ve sevgisiyle pişmiş olan Bilal şimdi son nefesinde o Sevgili dostuna kavuşmanın sevinci ile dipdiriydi. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen şimdi artık okunan her ezanda, o vardı biraz da. Onun sesi canlanıyordu artık. Hele sabah ezanlarında ‘essalatu hayrun minen nevm’ ‘namaz uykudan hayırlıdır’ demek olan ilavesi Bilal’in hatırasıydı ama Hz Peygamberin tasvibinden geçmiş, Onun nurunu almış bir ilaveydi bu.

Ey sevgili Bilal, Habeşli Bilal. Sesini Ehadden Ekbere yükselten, Mekke ufuklarını çınlatan, kâinatı inleten, ezanını meleklere dinleten varlıkları heyecana getiren, eşyayı dillendiren, vahdetten kesrete ulaşan, kesretten vahdete ulaşan, ta Habeşistan’dan kalkıp rızkını Mekke de Medine’de arayan, hidayete ulaşan sevgili Bilal. Ezanlarını duyuyoruz günde beş vakit, seni dinliyoruz, amenna diyoruz. Resulullahın davetini evrene ulaştıran, ileten Bilal.

O güzel ezanların ve okuyuşların için, uyanık kaldığın gün ve gecelerin, işkencelerin için, onca çektiğin eza ve sıkıntıların için, seni şerefle anıyoruz. Ezanın insanları namaza davet olmadığını anlıyoruz. Kainat sarayında bütün mevcudata karşı onun mahlukat namına tevhidin ilanı olduğunu biliyoruz. Günde beş vakit senden bu dersi alıyoruz. Bize ulaştırdığın ve dünyamıza taşıdığın bu yüce manalar için sana binler rahmet duaları gönderiyoruz okuduğun ezanlarla beraber her mekandan ve her zamandan.

Sevgiline kavuştun, O’nun yanındasın şimdi. Huzur içinde kal, bizim için de dua buyur. Hz Ömer’i Hz Hasan ve Hüseyin’i kırmadığın gibi bir gün de bizim için ne olur bir ezan oku. Rüyamıza gir, kokunu sal ötelerden. Sesinden duyalım bir kez olsun ezanını, biz de ağlaşalım. Bu hatıraları çok görme, biz de yaşayalım. Ne olur bizi de kırma. Onlarla ol bizim için de dua et.

Her ezanda adını kokunu duyuyoruz. Bize ne güzel bir hatıra bıraktın. Seninle şeref duyuyoruz. Ruhuna rahmet duası olsun. Her dilden her gönülden…

Selim Gündüzalp