Etiket arşivi: senai demirci

Hür Adam Said Nursi hakkında yazılası 11. Yazı

Eğip bükmeden söyleyeceğim. Senaryosunun son halini filmden önce okuduğum için Hür Adam hakkında kaygılıydım. Bu kaygımı dostlarımla da paylaştım zaman zaman. Çok şükür, uyarılar dikkate alınmış ki, kaygılandığım detaylar büyük oranda kaldırılmış. Ancak Üstadın ağzına konulan aşırı Türklük vurgusu rahatsız edici. Ayrıca, Risale okumamışların yazdığı diyaloglarda “Allah her şeyi yapar” gibi tuhaf sözleri de şık durmamış. M. Kemal’in ölmeden önce söylediği rivayet edilen beyanatının filmde hiç yeri yok. Hele de zındıka komitesi merkezli ilerleyen bir senaryo da bana göre öncelikli değil. Filmin güzelliği eksiklerinden çok çok fazla…

Şüphesiz ki, eksiksiz ve kusursuz bir film olmayacak Üstad hakkında. Üstad’ın gerçek performansına bir filmin erişmesini beklemek hakkımız değil. Bir filmin Üstad’ın gerçek kişiliğini temsil etmesi de haddi değil.

Gelin şimdi burada bir şeyi normalleştirelim. Filmler bir sanat eseridir. Bir insandan çıkan her eser tartışılabilir. Nihai tahlilde, konusu Üstad da olsa, ter dökülmüş bir film var orta yerde. Birkaç dakikalık çekime günlerini ayırmış bir adam olarak bu konudaki emeğe saygısızlık edecek son adamım ben. Ama orta yerde tartışılacak bir film de var. Hakkında ileri geri konuşulabilir bir ürün bu. Eleştirenler kadar eleştirilenler de edep dairesinde kalmalı.

Bu filmi nurcular yapmadı. Nurcular yapsa bile Nurculuk adına yapılmadı. Ağabeylerden onay almış diye filmler kutsanmaz. Ağabeylere sorulmadı diye de aşağılanmaz. Bir sinema filmini ve inşaallah bundan sonra yapılacakları da nurculuğun fonksiyonu olarak görmemeyi öğrenmemiz gerek. Bu bakış hem nurculuğu üzerine düşecek haksız gölgelerden kurtarır hem de yeni yapımcıların işini kolaylaştırır.

Öncelikli derdimiz Üstad’ın incelikli söylemini ortaya koymaktır. Varlığa bakışını dik tutmak olmalıdır. Hapishanede ne kadar üşüdüğü kadar, o hapishanelerden ebedi müjdeler sunan Meyve Risalesi’ni, Otuzuncu Lem’â’yı nasıl da sımsıcak çıkarabildiği üzerinde düşünmemiz gerek.

Üstad’ın kişisel ve siyasal portresi Üstad’ın da öncelediği bir konu değil… Ancak gereksiz de değil. Bu açıdan bakıldığında Üstad bir senaryonun konusu değil, binlerce senaryonun konusudur. Üstad’ı bir “kul adam” olarak düşündüğümüzde, Üstad senaryo konusu değil, senaryo yazarıdır. Bir geçmiş dönem kahramanı hiç değil; aksine şimdiye ve geleceğe dair bakışları inşa eden senaryoların yazıcısıdır.  Hatırlayacağımız adam değil, geleceği inşa eden, önümüz sıra yürüyen adamdır. Sadece Haşir Risalesi’nden onlarca gelecek senaryosu çıkar. Sadece Hastalar Risalesi ve İhtiyarlar Risalesi’nden yüzlerce dramaya ateşli diyaloglar devşirilir. Daha neler neler!

Bir kişiliği somutlaştırmanın en az iki sonucu vardır. Birincisi ve tehlikelisi, onu taşıyamayacak bir figüre oturtursunuz ki, onun itibarını kredi olarak kullanır ve tüketirsiniz. (Bir zamanlar TGRT’nin acemice yaptığı evliya filmleri gibi) İkincisi ve güzeli ise, unutulmuş  ve susturulmuş iç acılarını ve mesajlarını günün ortasına taşı(r)mış olursunuz. Bu ikincisini yapabilmek için her zaman birinci tehlikeyi göze almak gerekmiştir. Üstad’ın kişiliği için böyle bir tehlike apaçık ortadadır. Ellerine sağlık ki Tanrısever ve ekibi bu tehlikeyi olabildiğince savuşturmaya çalışmışlar.

Bir dava adamının portresini konu alan yapımın dolaylı sonucu ise,  dava adamının bu yapımı üretenlerin sosyal ve siyasal duruşlarına endekslenmesidir. Yani, Said Nursi’nin birilerinin adamı sanılacak olmasıdır. Mehmet Tanrısever’in cemaat dışı olması bu açıdan avantaj. Dediğine göre, Hocaefendi’nin kendisine dair ithafı kaldırmasını rica etmesi çok yerinde olmuş. Ancak Mehmet ağabeyimiz güncel tartışmaların içine çekildikçe bu tehlike artıyor gibi… Dikkat gerekiyor. Bence Mehmet ağabeyimizin susması gerekiyor.

Bir başka tehlike ise, saf Nur Talebelerinin Üstad’ı bir tarihsel kahraman olarak “bizimleştirmesi”. İşte bu Üstad’ı hiç istemediği bir yere oturtur. İlk olarak taraftarlıkların konusu eder Üstad’ı ki, imana dair gündemine muhtaç olan sair cemaat üyelerinin Risale’ye erişimine engel olur. İkincisi, Üstad’ı türbeleştirir ki, Risale-i Nur’un gündemini ikinci plana iter. Oysa Üstad, Kur’ân gündemi adına kendi şahsiyetini itinayla geri çekmiştir.

Filmden kim neyi anladıysa, öncelikle bilmesi gerek ki, nurculuk bir halk hareketidir. Nurculuk, bir sivil duruştur, duru bakıştır. Bir bloğa yaslanamaz. Herhangi bir siyasi duruşa kilitlenemez. Ancak siyasi tavırsız olacak kadar da tepkisiz, kimliksiz, kaygısız ve amorf değildir.Rejimle ve sistemle uzlaşı yolu aramaz; müstağnidir. Ancak anarşistlik etmeyelim diye de sistemle dans etmeye kalkmaz. Müdanaasızdır. Üstad’ın adını ve talebelerinin mesleğini, en çok sakındığı “ücret istemek”le lanse etmek de kimsenin hakkı değildir. Said Nursi, herkese aittir. Herkesin Risale-i Nur’da ve Üstad’da hakkı vardır. Nur talebelerinin herkese, her kesime, her cemaate söyleyeceği sözü vardır. Çünkü gündemleri imandır. İman ise herkesin ekmeği ve suyudur.

Film ve film etrafındaki tartışmaların Üstad’ı ve onun en çok üzerinde titrediği Risale-i Nur’u popüler ve gündemde olan “cemaat” söylemine yaslamasından kaygılıyım. Buna tepki olarak Nur Talebelerinin defilme gelen eleştirileri Üstad’a gelen eleştiriler olarak algılayıp bir filmin taraftarlığına soyunmalarını ya da teşvik edilmelerini arzu etmem. Nur talebelerinin filme olan rağbeti Üstad’a olan rağbete eşitlemeleri yanıltıcı olabilir. Dediğim gibi, ne Üstad bir filmden ibarettir ne filme dair eleştiriler Üstad’ın kendisine yöneliktir. Üstad’ı çekemeyen de laf edebilir filme, Üstad adına kaygılanan da laf edebilir. Birincisi ne kadar göze alınırsa ikincisi de o kadar göz ardı edilmemeli.

Sonuç olarak, Mehmet Tanrısever iyi bir iş yaptı. Üstad’ı herkesin gündemine taşıdı.  Şüphesiz bu sadece Tanrısever’in ve filminin başarısı değil. Bu filme konu olan Üstad’ın duru ve lekesiz hayatının armağanıdır. Bu filmde canlandırılmaya çalışılmış ama gerçekte çok daha mahzun ve yürek parçalayıcı olan Nur kahramanlarının sessiz çığlıklarının yankısıdır.

Asıl film yüreğimizde yıllardır gösterimde… Bu gösterime katkıda bulunan herkes teşekkürü hak ediyor, her emek hürmeti hak ediyor.

Yeni gösterimlerde buluşmak üzere…

Senai Demirci

Yanlış tesettürden soyunmak için 10 hatırlatma

Aklımıza ilk geleni gözümüze ilk çarpan üzerinden düşünmeye başlayınca, bir de bakmışsınız aklımız gözümüze indirmişiz. Sonra da aklımızla değil gözümüzle düşünmeye başlarız.

Anlayacağınız o ki, sorunumuz “dandik” tesettür değil, tesettürü “dandik” anlamaktır. Dandikliğe bakın: “Başını örttün mü, tesettürlüsün. Ört(e)medin mi, tesettürsüzsün…” Tesettürü bir tür “aç-kapa” yüzeyselliğinde algılamamız üzerinde biraz kafa yoralım fırsat gelmişken…

Tesettür hakkında bilme(k isteme)diklerimiz:

1. Tesettür önce erkeklerden beklenir: Nûr Sûresi’nde önce “mümin erkeklere”, sonra “mümin kadınlara” hitap edilir. Sûrenin 30. ayeti, “Mümin erkeklere söyle…” diye başlar, 31. ayeti ise “mümin kadınlara söyle…” diye başlar. Erkeklerin tesettürü ile kadınların tesettürü arasında bir ayetlik öncelik farkı var demek ki…

2. Tesettür önce bakışla ilgilenir. Bakılan şeyle sonra ilgilenir: Nûr Sûresi’nde mümin erkeklere de mümin kadınlara da öncelikle “bakışlarını haramdan kısma”ları söylenir. “Mü’min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar…” “Mümin kadınlara söyle gözlerini sakınsınlar…” Zaten bakışlara tesettür kazandırmadan, bakılan saçını ve bedenini örtse bile hayalde“soyulur” kadınlar. Tesettür, işte o zaman dandikleşir.

3. Tesettür sadece başını örtmek değildir: Nûr Sûresi’nde başörtüsü sorumluluğu olmayan erkeklere de, başörtüsü sorumluluğu olan kadınlara da “iffetlerini korumaları” söylenir ki, iffetlerini korumak başı açık erkeklere de başı kapalı kadınlara da farzdır. Başını örtmüş olsa da kadınlar ırzını korumuyor olabilir, başını ört[e]meyen her kadını hepten iffetsiz saymak kimsenin hakkı değil.

4. Tesettür öncelikle bir iç duruş ve tavırdır. Kılık ve kıyafet bu içsel duruşun ve özümsenmiş tavrın üzerinde ve sonrasında durur. Başının açıklığı dert edilmeyen bir erkek de “iffetini korumayarak” tesettürsüzlük yapabilir. Kılık kıyafet tesettürün sonucudur. Sonucu sebebin önüne koyarsak, temeli olmayan böylesi dandik “sonuç”lar görmeye devam ederiz. Böylece sözde bir takım gazetecilerin “tesettür kılığına girdim” diye caka satmasına fırsat veririz.

5. Tesettür önce iman etmektir: Nûr Sûresi’nde “iman eden” erkeklere ve “iman eden” kadınlara tesettür emredilir. Örtmek anlamına gelen “tesettür”, görmesini Allah’ın görmesine açık, sözünü Allah’ın işitmesine açık, niyetini Allah’ın bilmesine açık bilmektir ki bilinçli bir kapalılığı besler. Yine örtmek anlamına gelen “küfür” de, kendini Allah’tan gizlediğini sanmaktır ki sorumsuz bir açık-saçıklığı doğurur.

6. Kadının da erkeğin de ziyneti imandır. İman kendini Allah’la markalamaktır. “Ben Allah’ın kuluyum. Ben Allah’ın sanat eseriyim…” diye/bilmektir. Sanat değeri yüksek olan eserlerin kıymeti maddesi üzerinden belirlenmez. Antik paralar kilo ile satılmaz. Bakır bile olsalar üzerlerindeki damgaya ve imzaya bakılır. O zaman birkaç gramlık bakır bile kilolarca altın kıymetinde olur. Kendi değerini Allah’tan bilirse insan, bakışını eşsiz bir hazine bilir, orda burda yağmalatmaz. Göz nurunu haramdan sakınır, setreder. Bedenini Allah’ın sanat eseri olarak bilirse bir erkek ya da kadın, saçını da bakışını da ziynet bilir. Başını örtmeyi kendine kendisi farz eder, içinden gelir örtünmek. Dışarıdan giydirilmez. Giyinişini içeriden başlatır.

7. Bütün bu notlar, “benim kalbim temiz” kıvırtmasına malzeme olsun diye yazılmadı. Kalbinin temiz olmasını isteyenler, çağına örfüne, iklimine mevsimine, kültürüne çevresine göre hesaplar yapmadan önce Nur Sûresi’nin 30-31. ayetinin anlam ırmağına yatırırlar kalplerini. Önyargısız ve hesapsız. Kitabına uydurmak yerine Kitab’a uyarlar.

8. Başını örtmüyor diye, örtemiyor diye, hatta örtmek istemiyor diye, bir kadını Allah’ın kulu ve sanatı olmaktan çıkarmaya hevesli dandik bakışlar asıl müstehcendir. Saçını açık bırakınca, her şeyi açıkta mı kalır kadının? Saçı görüneni iffetinden de soymak başlı başına tesettürsüz bir bakış değil mi?

9. Başörtüsü tesettürün hepsi değildir ama “teferruat” kelimesinin çağrıştırdığı, “olsa da bir olmasa da bir” gereksizliğinde görülmeyi de hak etmez. Tesettürün zirvesidir, örtünmenin baş tacıdır başörtüsü. En azından bu ülkede başının örtüsü yüzünden mesleğini, itibarını, geleceğini, yurdunu terk ederek bedel ödeyen kardeşlerimizin çabasını küçümseriz. Onların içten dirençlerini düşmanları karşısında yağmalatmak hiçbir gerekçenin örtemeyeceği bir kabalıktır. Hasetçileri karşısında onların elini güçsüzleştirmek apaçık bir insafsızlıktır. “Dandik” bir duruştur.

10.“Aşk”ından dolayı başını bağlamayan sözde “sufi” ehline gelince… Başını örtmemek ve hatta örtmek istememek başkadır, başını örtmesen de olur demek başkadır. Kurala uymayabilirsiniz. Hoş, benim de uymadığım onca kural varken, sizin ayıbınızla uğraşma hakkım yok. Ama kural uyduramazsınız. Kuralı Allah koyar; siz değil. Allah’tan kural koyma rolünü ç/almaya kalktığınızda herkesin hakkını açık açık yersiniz. Gerçek aşk ehli başkalarına farz olmayanı kendine farz kılar… Farzı kendine farz olmaktan çıkaran sizdeki bu aşk, aşk değil.

Senai Demirci

Su Ve Dua

Dua öyle bir güçlü bir vesiledir ki, hastalıkları iyileştirir, suyu dahi halden hale sokabilir.

Su insan hayatının en önemli vazgeçilmezi… Susuz edemiyoruz. Susuz hayat mümkün görünmüyor. İnsan vücudunun ve yeryüzünün dörtte üçü, meyvelerin ise yüzde 90’a yakını sudan oluşuyor. Aslında her birimiz ‘su içinde’ yaşıyoruz. Hücrelerimiz ince bir zarla çevrelenmiş birer su küpüne benziyor. Bu küçücük küpler içindeki herşey su içinde oluyor. Su hayatımızın bu kadar merkezinde olduğu halde, suyu hep varmış varsayıp üzerinde düşünmeye bile değer görmüyor olabiliriz.

‘Sudan ucuz’ pek az şey var gündelik hayatımızda. Sözümona, su basit bir madde. Sıradan bir molekül. Önümüz sıra akıp giden, cansız, duygusuz birşey. Öyle mi? Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto’nun on yılı aşkın bir süredir gördükleri, suyun hiç de duyarsız, cansız, sıradan bir şey olmadığını düşündürüyor. Su sesi dinliyor, söze kulak veriyor, çevredeki duygu atmosferini yüzüne yansıtıyor. Deyim yerindeyse üzülüyor, ağlıyor, küsüyor, seviniyor, gülüyor, neşeleniyor, barışıyor.

Emoto’nun yaptığı çalışmalar su moleküllerinin ve atomlarının bir insan duyarlılığına sahip olduğunu ‘resm’en ortaya koyuyor. Emoto’nun bugünlerde dünyanın çeşitli şehirlerinde heyecanla sergilediği çarpıcı görüntüler herşeyi anlatıyor. Dr. Emoto her bir maddenin kendine özgü bir manyetik alanı olduğu gerçeğinden yola çıkmış ve ilk olarak suyun manyetik alanını incelemeye başlamış. Emoto, herşey gibi, su moleküllerinin de manyetik alanının elektronların atom çekirdeği etrafındaki dönüşlerinden kaynaklandığını hatırlatıyor. Elektronların dönüşü ve dolayısıyla da suyun manyetik alanı, çevredeki ses dalgalarından etkilenebilir miydi? Konuşulan sözlerin içeriğinin olumlu ya da olumsuz olması suyun manyetik alanını ve dolayısıyla moleküler ve atomik yapısını etkileyebilir miydi?

Emoto mikroskopla fotoğrafını çektiği su kristallerine bakarak, bu sorulara kesin bir “Evet” cevabı veriyor. Emoto ve ekibi ilk olarak suya müzik dinletmiş. Bir miktar arıtılmış suyu birkaç saat farklı müzikler yayınlayan iki hoparlörün önünde bekletmişler, sonra bu suları dondurarak su kristallerinin fotoğrafını çekmişler. Emoto’nun ekibi su moleküllerinin insan sözünün içeriğinden nasıl etkilendiğini görmek için Fujiwara Barajından topladıkları suya dua okumuşlar. Su kristalinin duadan önceki biçimi ile duadan sonraki biçimi arasında belirgin bir farklılık gözlemlemişler. Suyun tüm bir hayatı yakından ve derinden etkilediğine dikkat çeken Dr. Emoto, negatif duygularla içilmiş suyun ya da negatif duygular yüklenmiş suyun canlı bedeni içindekilere adı konmamış zararlar verebileceğini belirtiyor. Canlı bedenleri büyük oranda su içerdiğine göre, negatif duyguların, sözlerin ve müziklerin kanser oluşumuna zemin hazırlayacak derin moleküler değişikliklere de yol açabileceğine dikkat çekiyor.

Su, insan hayatındaki belkide en önemli gereksinim, ayrıca Vücudumuzun %70 inin sudan ibaret olduğunu da biliyoruz. Güzel sözler söyleyip güzel sözler dinlemek insanda eminim başka açılımlar oluşturuyor. Kelimelerin insanın biyolojik bedenine  tesirleri var. Bana öyle laflar etti ki “vücut kimyam değişti”  diyoruz ya  bazen, işte bu konuda bununla ne kadar ilişkili değil mi? Bu bakımdan, siz siz olun, sevdiklerinizin ‘huyuna suyuna gidin.’ Tek bir sözünüzün ve hatta bakışınızın bile vücut kimyasını etkileyebileceğini aklınızdan çıkarmayın.

İslamiyet inancımızda da güzel söz söylemek çok önemli.

Yunus demiş ya hani,

Söz ola “Kese savaşı”, Söz ola “Kestire başı”,
Söz ola “Agulu aşı”, “Yağ ile Bal” ide bir Söz

Hz.Musa’ ya Allah (cc), Firavuna hitabında yumuşak sözle hitap etmesini öğütlüyor. Biz müslümanlar elimize aldığımız her Nimete şükür ile bakarız, suyu içerken güzelliğini düşünürüz, önümüze gelen yemeğe ne olursa olsun nimet gözü ile bakar ALLAH’a şükrederiz. Sabah elimizi yüzümüzü yıkarken suyun güzelliğine ve varlığına şükrederiz. Her işimizde Besmele okuruz. “Bu işi ALLAH adı ile ve “O ‘ nun adına” yapıyorum”, deriz. İşlerimize güzel hislerle başlarız.


Zafer Dergisi/ Senai Demirci


Kadınlar erkeklerin tarlası mıdır?

Kısa bir öyküyü paylaşayım. Aya ilk çıkan astronotlardan biri yetmişli yılların başında dünya gezisine çıkar. Gezinin Japonya durağında da, ilköğretim öğrencilerinin hemen yerde duyduğu o bildik sorusuyla karşılaşır: “Ay nasıl bir yer?” Astronot zarif bir tebessümle, babacan bir tavırla cevap verir: “İtiraf etmeliyim ki, orada tavşanlar ve yeşil peynir bulamadım.”

Bu cevap şu anda size ne kadar anlamsız ve ilgisiz geliyorsa, o sırada Japon çocuklarına da o kadar anlamsız ve tuhaf gelmiş olmalı… Oysa aya ilk ayak basan astronota göre bir o kadar açıklayıcı ve yerinde bir cevaptı bu Astronotun bilmediği şuydu: Japon çocuklar ve çocukluklarını Türk kültüründe yaşamış bizler de, astronotun yaşadığı kültürün içinde büyümedik. Amerikan kültüründe, dolunayın, en bariz gözüktüğü anlarda, sol alt tarafındaki lekesi bir tavşana benzetilir ve bu tavşanın da ay üzerinde peynir yediğine dair masallar üretilir ve anlatılır. Astronotun kafasındaki bu imge, Japon çocukların kafasında olmadığı için bir tür anlamsızlık anı yaşanır. Astronot saçmalar, yersiz bir cevap verir.

Oysa, Türkiye’deki bir çocuk sorsaydı bu soruyu, ben de astronot olsaydım, “O kadar da yaşlı değilmiş!” deyiverirdim. Bu cevaba Japon çocukları da Amerikalı çocuklar da şaşırır ve yersiz bulur şüphesiz. Ama ay’ı hep “Ay Dede” diye tanıyan Türk çocukları tebessümle karşılar.

Bunun gibi, kendi dünyamızda yüklediğimiz anlamlar üzerinde kalarak bize sunulan kavramlara muhatap olduğumuzda işte bu kadar yanlış anlarız.

Soru şu: “Kadınlar bizim tarlamız mı?”

Elbette ki öyle… Kur’ân öyle diyor çünkü:“Kadınlarınız sizin için bir tarladır.”[Bakara, 223] Şehirli bir akıl, “tarla” kelimesinin “kadın”la eşitlenmesinde hakaret okur. Şehirli akılla okuduğumuzda “tarla” kelimesini, aklın dile eşlik etmediği, sözün anlama denk gelmediği, bağlamından koparılmış bir okuma yapıyoruz. Böylece, Kur’ân’ın kastettiği anlamı, kendimize kalan deneyim bulaşığı içinde lekeliyoruz, saptırıyoruz. Oysa, tarlanın hakkını bilen, hakkını veren bir çiftçinin tarlasıyla arasındaki ilişkiyi okursak, kadının yüceltildiğini fark ederiz.

Nasıl mı?

Bir çiftçi için tarla;

1. Olduğundan fazlasıdır; hep daha ötesini vaad eder. Göründüğünden büyüktür. Verdiğini katlayarak iade eder.

2. Göründüğünden daha güzeldir; yeter ki taşları temizlensin, ayrık otları kesilsin. Sulansın, güneşe maruz kalsın, toprağı nazlansın, gübresi eksik edilmesin.

3. Ekim ve hasat zamanları olan bir “özne”dir. Vakitlerine riayet edilmelidir. Keyfî davranmaya gelmez.

4. Değer atfedilen ve değerli görülen her şey gibi kesin bir sınırla ayrılır ve sağlam bir çitle korunur. Yabancılardan korunmaya değer, “çok özel ve biricik değer”dir.

5. Yerine ve mevsimine göre, neyin ekileceğini kendisi bilir. Zamanlama konusunda saatlerden daha hassastır.

6. Değerli tohumlardan daha da değerli ürünler çıkaran “değer katıcı” bir değerdir. Emanet edileni zayi etmez, daha değerlisiyle geri verir.

7. Ne zaman, nasıl çapalanacağı iyi bilinmelidir. Yokuşta ise başka türlü, ovada işe başka türlü… Nadasa bırakılacaksa hiç dokunulmamalıdır.

8. Azı çok yapar. Görülmeyeni görünür kılar. Tatsız tuzsuz şeylere tat katar. İçinde saklı nüveleri gelişmiş ve genişlemiş, somutlaşmış ve meyvelenmiş olarak ortaya çıkarır.

Daha da uzatılabilecek bu “ihtimam listesi”nde kurulabilecek her cümlede, çiftçi özne, tarla nesne gibi görülse de, çiftçinin her defasında tarlasına göre konum aldığı görülür. Çiftçinin gözüyle bakılınca, “tarla” göz bebeğidir. Çiftçi tarafına geçince, tarla hep “el üstünde” tutulur. Çiftçinin tarlası küçümsenemez, gözden düşürülemez. “Tarla” değerler üreten bir değerdir.

Vahyin “kadın” tarifinden şimdilik anlayabildiklerim… Her cümlede “tarla” yerine “kadın” konulursa, “işin aslı” anlaşılır.

[Vahyin Binbir Sesi’nden özetlenerek]

Senai Demirci