Etiket arşivi: senai demirci

Bediüzzaman’ın hadis savunması

İnsan, sahip olduklarını hak ettiğini sanır. Kendi varlığına öyle alışır ki, kendisini ezelden beri var sanır.  Oysa yeryüzü binlerce yıldır kendisi olmaksızın var olmuştur. Üstelik, kendisinin eksikliği kimseyi üzmemiş, kendisinin olmadığı binlerce sabaha pırıl pırıl güneşler doğmuştur. Hiç olduğu yüzyıllarda “hatırlanmaya değer bir şey” bile olamamıştır. Hem zaten yolu gözleniyor da değildi. Bekleniyor ya da umuluyor değildi. Doğmamış olsaydı hiç, bugün aranıyor bile olmayacaktı.

Şimdi ve buradaki varlığı sürprizdir; beklenmedik bir olayların birincisidir. Kendisi sürprizdir kendisine. “Ben” diyebilen bir insan olmak, insana sunulmuş akıl almaz bir hediyedir.

İnsanın bilmesi gereken en temel ve en sade gerçektir bu.

Başka tüm bilmeler bu bilmenin ipine dizilirse ancak, anlamlı olur.

Bediüzzaman On Dokuzuncu Söz’de Hazreti Peygamber’in[asm] ‘Resul’ kimliğini anlatmaya hazırlanırken, On Sekizinci Söz’ün sonuna kısa ama sarsıcı bir bakış açısı yerleştirir. İki Söz’ün birbirinden bağımsız olduğunu sananlar bu sürprizi fark etmeyebilir:

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:

Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rububiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san’at.

Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır—ki, ikinci daire, bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

Said Nursi’nin bize nezaketle bellettiği gibi, Peygamberlere iman, Peygamberlerin varlığına iman etmekten ibaret değildir. Peygamberlerin varlığına iman da, Peygamberlerin isimlerini ezbere sayabilmek hiç değildir, sadece menkıbelerini bilmek de değildir. (Peygamberlere iman, Peygamberlerin isimlerini bilmek sayılsaydı, gelip geçtiği söylenen 124 bin peygamberden sadece 28’ini bildiğimize göre, imanımız sadece 28/124,000 olurdu. Bu da en fazla yüzbinde birlik bir iman olurdu!) Peygamberlere iman, peygamberlerin ‘olmazsa olmazlığına’ ikna olmaktır. Nübüvvete iman etmek, ‘elbet bir resul gelecekti, başka türlü olamazdı ki!” diyecek bir akıl patlaması yaşamakla başlar.

On Sekizinci Söz’ün sonuna, o patlamayı hazırlayan ‘nüve’yi yerleştiriyor Said Nursi. Demek istiyor ki, bu kadar parlak, akıl çelici, göz alıcı, özenli, parıltılı, albenili, süslü, çiçekli bir güzellik levhası karşında, bunca hayret ve minnet zevkiyle, bunca ince tefekkür yeteneğiyle, bunca güzelleme aşkıyla donanmış muhataplar topluluğu hiç tepkisiz, hiç hareketsiz kalır mı? Hiç hayretsiz hiç minnetsiz durmayı kendilerine yakıştırırlar mı?

Bu kaçınılmaz tefekkür, istihsan, teşekkür, elbette ki bunca anlamı, bunca güzelliği, bunca iltifatı anlatacak rehberlerin, yani resullerin var olmasını gerektirir. Bediüzzaman’ın Onuncu Söz’deki muhakemesiyle konuşursak: “Hiç mümkün müdür ki resuller gelmesin! Hiç mümkün müdür ki elçiler insanların önüne geçmesin!” Yani, şaşılması gereken peygamberlere iman etmek değil, iman etmemektir.

Peygamberliği hayret ve minnet duyguları üzerinden kavramaya çağırır bizi Said Nursi. Dışarıdan bir telkinle ezber vermeye kalkmaz, bize kuru din kültürü eğitimi vermez. Peygamberlik gerçeğini fıtratımızda karşılığı olan, varoluşumuzun gereği olan bir b/akışın sıcacık meyvesi olarak kalbimizin odacıklarına bırakır. ‘Risalet-i Ahmediye’ hayret ve minnet bardağını taşıran son damladır artık. Şahitliğimizin konusudur, ihtiyacımızın karşılığıdır, arayışımızın cevabıdır.  İçimizde uyuyan hayret ve minnet duygusunun uyanmasıyla, peygamberlere yoldaş oluruz, elçilerin yanında yürümeye başlarız.

İmdi, nasıl olur da insan kendi varlığına alışır? Nasıl olur da bir insan olarak var olmayı hak ettiğini düşünür? İnsanın sadece kendi varlığı bu kadar şaşırtıcı ise, insana verilenler ne kadar şaşırtıcı olmalı! “Ben” demeyi bile hak etmemişken gerçekte, “benim” dediklerimizi nasıl hak etmiş olabiliriz!

Hak etmediği halde alan bizlerin, hak etmeden aldıklarına yaslanarak hak etmediği halde daha çok şey isteyen bizlerin hakkını vermesi gereken bir hâl vardır. Geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığını gören Hz. Aişe[ra] kendisine bizim de soracağımız şu soruyu sorar: “Niçin bu kadar sıkıntıya katlanıyorsun ey Allah’ın Resulü? Allah senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlamıştır.” Cevabı şu olur Hazreti Peygamberin[asm]: “Şükreden bir kul olmayayım mı?”  İşte budur Muhammedî varoluşun başlığı. İşte budur her birimizin kalbine emanet düşünüş. İşte budur peygamberce var olmanın, O’nun yanında sayılmanın varoluşsal karşılığı… İşte bu olmalı, içimizde saklı cevheri kâinat ağacının güzelline katmak için önümüze konulan kabuk kırma fırsatı…

Şimdi iyice hissetmeyi deneyelim bu cümlenin iletmeye çalıştığı duyguyu… “Fazladır bize bu var oluş…” “Hiç umulmadık bir ikramdır hayat…” “Akla hayale gelmez iken şimdiki varlığımız, bundan da ötesine, sonsuzluğa aday gösterilme sürprizi için ‘akla hayale gelmez’ ifadesi bile yetmez …”

Niye mi vurguluyorum bunu?

Peygamberimizin varlığını birkaç kuru iddia üzerinden ‘tartışılır’ hale getiren ‘zahir uleması’nın yitirdiğini görelim diye… Ne ‘hadis inkârcısı’ diye anılanların sırf zahirine bakarak çirkin gördüğü sözlerle yok edilir peygamberlik ne hadis inkârcısı dediklerinin zahiriyle inkâr ettiğini zahiriyle kabul eden ‘hadis savunucuları’nın kabullenmeleriyle doğrulanır peygamberlik… ‘İnkarcılar’ da ‘savunucular’ da hadisin gerçeğini inkâr ettiğini bilmiyor gibi…

Kendi varlığını ve kendisi için var edilenleri hak etmediğini bilen, hakkını veremediğini de bilen bir kalbin hayretle ve minnetle çırpınışına katılarak doğrularız Hazreti Peygamberi. “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cümlesini kendi kalbimizin cümlesi olarak yaşamadığımız sürece, asıl gündemi kaçırırız. Peygamberliğe iman etmeyi tartışmalı bilgilere bağlarız ya da onlar üzerinden iman etmekten vazgeçeriz…

Varlığına ve varoluşa en çok hayret edenimiz, en ateşlice teşekkür edenimiz Muhammed Aleyhisselâtu Vesselâmın durduğu yerde durmak için çırpınmadıkça, kuru bilgilerin, meyvesiz malumatın ‘odun’ları altında eziliriz. ‘Sıcak bir şey’ler dokunmaz kalbimize…

Senai DEMİRCİ -Risale Haber

Risale-i Nur ‘vehbî ilim’le mi yazıldı?

Arkadaş, Katre nâmındaki eserimde Kur’ân’dan ilhamen takip ettiğim yol ile ehl-i nazar ve  felsefenin takip ettikleri yol arasındaki fark şu:
(Mesnevi-i Nuriye, Katre’nin Zeyli)

Said Nursi, ortaya koyduğu eşsiz satırların ikram olduğunu hatırlamak adına, “Bana yazdırıldı!” der. Ne var ki, onun bu nezaketini anlamayan, hayatında bu nezakete yer vermeyen ya da ona bu nezaketi yakıştıramayan kimileri, ‘peygamberlik iddia ediyor!’ gibi sakil bir ithamda bulunuyor. Bu itham sahiplerinin Hazreti Peygamber’i [asm] Said Nursî nezaketinde ve derinliğinde anlamaları ve anlatmaları mümkün gözükmüyor. Her hecesiyle herkesin gözü önünde olan sözlerini okumak dururken, niyet okuması yapıp komplo teorileri kurmak, arkadan dolanıp ‘açık yakalamak’ muradında olanları kendi hallerine bırakalım.

İçeride neler oluyor peki?

Herkese açık bir Kur’ân okulu olan Risale-i Nur’a muhatap olan bizler, bu sakil iddiaya, bu tuhaf komploya malzeme veriyor olmayalım! Risale-i Nur’u özgünlüğü üzerinden değil de, okuyucularının söylemleri üzerinden değerlendirmeyi tercih eden taklitçi ruhların, tembel araştırmacıların ellerini taşarcasına dolduruyor olmayalım!

Mesela buyurun: “Risale-i Nur kesbî değil vehbî ilimle yazılmıştır.” Risale-i Nur’un hiçbir yerinde böyle bir kayıt yok… Sözler’in arkasına eklenmiş ‘Konferans’ metninde geçiyor ‘vehbî’ kelimesi; bu da Sözler’e dâhil değil. Konferans metnini oluşturan o günkü üniversite öğrencilerine ait. ‘Vehbî ilim’den neyi kastettikleri açıklamaya muhtaç…

Diğer ‘vehbî’ kayıtlarına bakalım.

İşârâtü’l İ’caz’da geçen ‘vehbî ilim’ ifadesi, Hazreti Peygambere (asm) matuftur… Bakara Suresi’nin 23-24. ayetlerinin işaret ettiği ‘nübüvvet’ bahsini tamamlıyor. Yirmi yedinci Söz’de ‘vehbî’ sıfatı, daha da sarih hale getiriliyor, detaylandırılıyor. Meşhur misaldir: Biz güneşe uzağızdır ama güneş bize gözbebeğimizden bile yakındır. Güneşe yaklaşmak isteyen bir sürü katmanı aşmak zorundadır; işte bu kisbî (ya da kesbî) bir çabadır. Ama güneş istediği an bizim gözbebeğimize girer; bu ise vehbî bir mazhariyettir. Peygamberliğin mazhar olduğu vahiy adına şu cümleler sarf edilir: “…sırf vehbîdir, kisbî değil. İncizabdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir.”

Gelelim Üstad Said Nursi’nin eseri Risale-i Nur’un bu iki çabadan hangisine uyduğuna. Elbette ki en göze çarpan özellik Üstad’ın ifadelerindeki dolaysızlıktır. Kur’ân’ın insan fıtratının gizli seslerini ustalıkla duyar ve duyurur Üstad. Kur’ân’ın kâinatın tercümanı olduğunu iddiadan öte geçirir; seller sular gibi akan bir eylem ortaya koyar. (Bu konuda, hiç şakası yoktur Üstad’ın. Sadece Haşir Risalesi’nin Barla’nın bahar dallarındaki fısıltıları coşkuyla dillendirmesine bakalım. Olmadı, Otuzüçüncü Söz’ün zerrenin halinden yola çıkan geniş pencerelerine bir göz atalım.) Hiçbir bahsi, kâinatın şahitliğine başvurmadan anlatmaz Üstad. Gözünü eski kitap sayfalarından ayırmayan, demode mollalardan değildir; skolastik bataklıktan seslenen bir ezberci değildir. Klasik tefsir çizgisine düşen keskin bakışını İşârât’ül İ’caz’la ortaya koyan Üstad, Birinci Söz’le yeni bir usulün kapısını aralar. Kevnî ve kelâmî ayetlerle sıcak bir yüzleşmeye çağırır muhatabını. Tarifsiz bir aşkın akışına katar kalplerimizi. ‘Tefsir’ kelimesinin tanımlayamadığı bir çabadır bu.

Bu umulmadık sonucun, bu benzersiz tefekkür kayıtlarının açıklaması olarak, saf bir niyetle, anlaşılır bir hüsn-ü zanla “Risale-i Nur ‘vehbî ilim’le yazılmıştır” ifadesini kullanıyor olabiliriz. Belli ki, alışık olduğumuz yaklaşımla, yani ‘kisbî ilim’le yazılmamış olmalı bu eserler. Hazır, Üstad, “Bana yazdırıldı!” diyorsa, iyice ‘kapalı toplum’ haline gelmiş biz saf niyetliler, bu ifadelerin ‘dışarıdan’ nasıl duyulduğunu anlamadan, fikir suikastçılarının işine yarayabileceğini düşünmeden, kendi zihnî konforumuza yaslanırız. Sık sık, birbirimize böyle teşvik edici şeyler söyleriz. Dışarıya söylerken de, bir tür meydan okuma niyetiyle mızrağımızın ucuna asarız. Keyif vericidir. Rahatlatır bu yaklaşım.

İyi ama…

Muhataplarında taassup üretmek şöyle dursun, muvafık ve muhalif tüm insanları kucaklayan evrensel bir dil ve insanî bir yaklaşım oluşturmaya adanmış Risale-i Nur adına, bu ‘dışlayıcı’ dili benimsemek aklın alacağı şey değil.

Gelin, kesbî ilim ve vehbî ilim farklarını bir gözden geçirelim:

‘Vehbî ilim’ Vehhab olan Allah’ın kullarına karşılıksız verdiği nimetlere dâhildir. Meselâ kuru çubukların ucundaki lezzetli üzüm salkımları Vehhab’ın karşılıksız vehbidir. Meselâ, iki ateşin bir araya geldiği ‘iki hidrojen bir oksijen’de yudumladığımız su serinliği vehbîdir. Arıların hiç tanımadıkları çiçeklerden,  kıvamı, lezzeti, içeriği akıl almaz olan balı üretmeleri vehbîdir.

Böylece sıralanacak nice Vehhab tecellisi, illâ da sebeplerin bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Vehhab, hasiyetli üzümleri ‘kuru çubuklar’ hazır olunca ve mevsimi gelince verir. Vehhab, su serinliğini üç atom bir araya gelince gerçekleştirir. Vehhab, balı da, arılar nice kilometre çırpınarak uçunca, çiçekler de özleriyle hazır olunca verir. Vehbî olanın altında ille de ‘kesbî” diyeceğimiz bir zemin vardır. ‘Esbab dairesi’nde başka türlü tecelli etmez vehhabiyet.

Vehhab’ın insanda tecelli etmesi, sağlam bir ‘sebep’ ister. Vehhab’ın verdiğini alabilmesi için insanın iradesini ortaya koyması, çaba göstermesi gerekir. İrade ortaya koymak, çaba göstermek ise kesbîdir; gayret ve yönlenme, odaklanma ve ter dökme gerektirir. Hazreti Peygamber’e (asm) vehbî olarak vahyedilen ayetlerin gelmesi için de, önce ‘Muhammed-i Emin’ olması beklenir. ‘Abd’ olarak ortaya koyduğu ‘kisb’le, özgür seçimiyle hak eder vahyin inişini. Kesben ‘abd’ olmayanın vehbî olarak ‘resul’ olması beklenemez.

Bir eserin vehbî olduğunu söylemek, müellifinin kesbini yok saymayı gerektirmez. Üstad’ın Risale-i Nur’u yazmadan önce ortaya koyduğu çaba, Tarihçe-i Hayat’ını okuyan herkesin malumudur. Küçük yaşlarda başlayan ağır medrese tahsili… Davası için savaş meydanlarına at sürmeler… Kamus’u gece gündüz tersinden ezberlemeler… Van’da Tahir Paşa’nın kütüphanesindeki eserleri yıllarca okumalar… Kızıl İ’caz, Muhakemât, Sünuhât, Mesnevi-i Nuriye gibi teorik eserler yazmalar…

Tüm bu ‘kisbî’ çabaları göz ardı edersek, Üstad’ın gayretsiz ve emeksiz yazdığını var sayarız. Üstad’ın Kur’ân’a muhatap olma çabasını yok sayınca da, Risale-i Nur’un Kur’ân’la sıcak temasını gözden kaçırırız. Böylece “Kur’ân yerine Risale okuyorlar!” suçlamasına bir güzel malzeme veriyoruz. Yüzünden okumakla yetindiğimiz Risale’nin, Kur’ân’ı yüreğinden okuyarak yazıldığını akla getirmeyince, Risale-i Nur’u Kur’ân’ın yüzünden yüreğine doğru yaptığı yolculukta adım atmayız. Böylece hem Risale’ye haksızlık eder hem Kur’ân’a haksızlık ederiz. Kur’ân’ı yüreğinden okutacak son joker eserin de hakkını vermeyerek kendimize haksızlık ederiz.

Ezcümle, Risale-i Nur, vehbî olan Kur’ân ayetlerini anlamak için ortaya konmuş yoğun bir kesbî eserdir. Bu kesbî gayrete ortak olursak, vehbî olan ilmi Vehhab’dan almayı hak ederiz.

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com

Biz dahi başta onunla mı başlarız?

“Bismillah her hayrın başıdır.”

Bu cümle Risale-i Nur’un omurga ifadesidir. Felsefi tabirle ‘tractatus’udur. Eksen cümledir. Nüve fikirdir. Öyle ki, Risale-i Nur’un binlerce cümlesini bu sözün ipine dizebiliriz ve Risale-i Nur’un her cümlesine buradan hareketle varabiliriz. Hakikatin her cümlesi bu omurga cümleye bağlanır ve hakikat buradan hareket alır.

Google’a “‘Bismillah her hayrın başıdır’ ne demek?” diye yazarsanız, şöyle bir cevap düşer önünüze: 

“… hayır olmayan şeylere başlarken “besmele” çekilemez. Mesela, bir hırsız yaptığı soyguna “besmele” ile başlayamaz. O halde, insan öyle işler yapmalıdır ki onlara “besmele” ile başlayabilsin; bunlar da ancak hayırlı işlerdir.”

Bu tür bir açıklama yanlış değil ama işi zahirinde bırakıyor, yüzüne hapsediyor.  Gerçeği yüzünden ibaret sanırsak, gerçeğin kalbine giden yol kapanır, özüne varan yürüyüş biter. Risale-i Nur’un kronolojik olmasa da metodolojik başlangıcı olan bu cümle, zahiren anladığımız gibi olsaydı, müellif bir sonraki cümleyi şöyle kurardı: “Biz dahi başta onunla başlarız.” Neredeyse ezbere biliyoruz ki öyle değil o cümle: “Biz dahi başta ona başlarız…”

Yakın geçmişte malum örgüt, elebaşının 70’li yıllardan beri kursağında sakladığı kültürel ihanet hamlesini, gücü ele geçirdiğini sandığı anda, “Risale-i Nur’u sadeleştirme” başlığı altında Risale-i Nur’u sahteleştirmeye ve gözden düşürmeye kalkarak başlatınca, ilk işim, rengini sarıya açtıkları ‘imitasyon Sözler’in ilk cümlelerine bakmak oldu. Tahmin ettiğim üzere ukala projeciler ‘düzeltmişti’ metni. “Biz de onunla başlarız” diye konuşuyordu güya Said Nursi ‘sarı kitaplar”da. Güya Risale-i Nur anlaşılsın diye çırpınan ama aslında Risale-i Nur’u  miadı geçmiş diye paketleyip kendi ‘büyükleri’ne alan açmaya çalışan bu muhteris ve hasudlar, kaderin cilvesine bakın ki, Risale’nin henüz ikinci cümlesinde savruluyor, niyetlerini ele veriyordu. (Belki de Üstad’ın ne yapmak istediğini çok iyi biliyorlardı da, taklidi tahkike yoğuran bu esaslı metni pasifize etmek istiyorlardı. Tek parti döneminde Mevlana’nın Mesnevi’sine de aynı şey, Abdulbaki Gölpınarlı’nın sadeleştirmesi’ ile yapılmış ve Mesnevi-yi Şerif tüm Kur’ânî telmihlerinden arındırılmıştı.) 

Müceddid diye bildiğimiz Said Nursi’nin “Bismillah her hayrın başıdır” sözünü, hem de henüz ilk temel cümlede, öteden beri bilinen anlamıyla, hep söylenegelmiş imasıyla anlıyorsak, ‘müceddid’den, yani ‘yenileyiciden,‘yeni bir şey’ anlamıyoruz demektir.  Böyle anlıyorsak, yazarı ‘müceddid’ biliyoruz ama yazdığını ‘müceddid’/’yenileyici’ saymıyoruz demektir. Yazdığını yorumlarken yazdığında tecdid bulmayı ümit etmiyoruz demektir. (Kabul edelim ki yine de Üstad zahirin hatırını gözeterek iner derine. Batını anlatırken zahire takılanları incitmeyecek bir şefkatle konuşur.)

Şu cümleleri şuraya mıh gibi çakalım:

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler’i zaten bilinenleri tekrarlamak için yazmadı. Risale-i Nur’u öteden beri söylenenleri yinelemek için kaleme almadı. Yeni şeyler söylemekti Said Nursi’nin muradı… Yeni şeyler duyacak muhataplar aradı. “Acele ettik kışta geldik…” derken, gelecek baharın kuşaklarından, belki de bizden, umutlandı.

İşte o Said Nursi, “onunla başlıyoruz” değil de, “ona başlıyoruz” demeyi tercih ederken, ne dediğini bilir. Dalgın değildir. Kafası karışık değildir. Türkçesi kıt değildir. Özensiz yazıyor değildir. Şimdiye kadar söylenenleri tekrarlamakla yetinecek de değildir.

Birinci Söz’den başlayarak, muhatabına şu gerçeği hatırlatır Said Nursi. Dile gelen her ayetin bir varoluş karşılığı vardır.  Kur’ân’ı, kâinat kitabının tercümesi olarak okuyacağımız bir dergâha çağırır bizi. Her hecesinde şu gerçeği belletir: “Kevn”de/varoluşta karşılığı olmayan hiçbir şey söylemez Kur’ân. Varoluşsal temeli olmayan hiçbir şeyi dilimize yerleştirmez, ağzımıza koymaz.

Mesela, ben şimdi buraya şunu yazabilirim: “Ben usta bir terziyim.” İnanın, hiç zorlanmadım yazdım bu cümleyi. Hatta bu cümle makalenin en kolay cümlesi oldu diyebilirim. Ne var ki, bende bu cümlenin varoluşsal karşılığı yok. Terzi değilim. Terzi olmayanın terziyim deme hakkı yoktur.

“Terziyim” cümlesini kevnî karşılığı olmadan ağzıma almama razı olmayan Allah, her defasında dilimde olmasını istediği, ‘vird-i zeban’ diye öğrettiği “Bismillah” cümlesinin kevnî karşılığını bende var etmiş olmalı değil midir? Ben “Allah adına…” demesi gereken bir halde olmayayım! Laf olsun diye “Terziyim” dememi istemeyen,  laf olsun diye “Allah adına başlarım…” dememi ister mi hiç? Nerede o varoluşsal/kevnî karşılık?

Birinci Söz, bizi, tam da, o varoluşsal gerçeğimizle tanıştırır, anlayana eşsiz bir iyilik yapar. “Dünya çölü”ndeki konumumuzu açık eder. Hadsiz acz, nihayetsiz fakr içinde olduğumuzu hatırlatır. Hadsiz düşmana ve sınırsız türden engele karşı elimizden bir iş gelmiyordur. Sınırsız ihtiyaç ve isteklerimize karşılık elimizde de bir şey yoktur. İşte bu varoluşsal gerçeğimizi açıklarken, dilimize “Bismillah” demeyi bir ihtiyaç olarak koyar.

Bu dünya çölünde, kendi başına ‘düşmanlar’ına karşı koyamayan, kendi imkânlarıyla temel ihtiyaçlarını karşılamayan insan başına buyruk yaşamayı mı tercih edecektir? Eğer tercihi bu olursa, kendi gerçeği hakkında aldanır. Birinci Söz’de bu aldanış ‘mağrur’ kelimesiyle kodlanır. Yoksa insan aciz ve fakir olduğu gerçeğini kabullenip Bir Başkası adına hareket etmeyi mi tercih edecek? Eğer tercihi bu olursa, kendisini doğru yere koyar, olması gereken yerde olur. Birinci Söz’de bedevi Arap çöllerinde seyahat eden iki adamdan ikincisini  ‘mutevazı’ diye nitelenmesi bu esasa dayanır. (Bu yüzden “tevazua niyet tevazuu bozar” Tevazu biricik gerçek halimizdir zaten; ayrıca tevazu yapmaya gerek duyan, kendini yanlış yerde görüyor demektir. )

Bir parantez daha açayım izninizle.

(Farkında değilizdir belki ama Said Nursi, vahyi anlama çabasındaki aklımıza iki Kur’ân kavramı ‘gurur’ ve’ tevazu’yu adeta yedirir. O ‘iki adam’dan biri olmaya çağırır bizi. Varoluşsal bir tercihin eşiğine getirir. Bu tercihin eşyaya bakışımızı da belirlediğini ima eder. Taş ve ateşin de hal diliyle ‘başlarına buyruk olmadığı’ dersini ‘aza-yı İbrahim [as] ve Asa-yı Mûsa [as] mucizelerinin şimdi ve buradaki yorumu olarak takdim eder. Artık taşa ve ateşe bakışımız dönüşmelidir. Artık, İbrahim Aleyhisselâm’ın hatırına ateşin serin ve selametli olmasına ve Mûsa Aleyhisselâm’ın asâsıyla taşların yumuşamasına dair algımız ebediyen değişmelidir. Demek ki Birinci Söz dersi, taşa her bakışımızda, ateşin yakıcılığını her tadışımızda yenileniyor, yeni baştan başlıyor. Ateş kendi adına mı yakar? Taş kendi başına mı katıdır? Bakın işte, ‘Allah adına…” başlama bilincinin bizi getirdiği bıçak sırtı çıktı ortaya… Ne sadece “Bismillah” deyince biter sınavımız ne İkinci Söz’e geçince geride kalır Birinci Söz dersimiz.)

Deyişimizin hakkını verecek bir oluş bekler bizden Allah. Tıpkı “terziyim” diyenden “terzi olma”yı beklemesi gibi.

“Bismillah” sadece bir işe başlarken söylenip geçilecek bir lafız değildir. Sadece sevap alalım şevkiyle tekrarlanması mecburi olan bir söz değildir. Kendi gerçeğimizin dillendirilmesidir. Biricik hakikatimizin itirafıdır.  Söylenip geçilmez Bismillah. Geride bırakılamaz; hep önümüzde bekleyen bir sınamadır.

“Bismillah” diyerek kendi varlığımızı Allah’ın gerisinde tutarız. Varlığımızın bize ödünç verildiğini hatırlar ve hatırlatırız. Varoluşumuzun çerçevesini çizer, başına buyruk olmadığımızı seslendiririz. Bismillah, hayat tarzımızın özetidir. Varoluşsal bir ‘oruç tutma’dır. Var olunan her alanda var olma hakkını Allah’a teslim etmektir. Eşya üzerindeki tasarrufumuzun kendi adımıza olmadığına, Allah adına olduğuna dair kavlimizi tazelemektir. Ezelî akdi yenilemektir, yeni vesilelerle yeniden yazmaktır.

Eğer bize “Bismillah”ı demek yetseydi , “Bismillah’la başlardık…” Hayır, Bismillah’a başlarız sadece…

Bütün başlamalarımız Bismillah’ın ifade ettiği, “Allah adına” var kılınan varlık alanına girmek içindir. Aciz ve fakir olan insan, hiçbir işini sonuçlandırma kudretine sahip değildir. İnsan bir iş’te iken, her an’ında yeniden başlar; çünkü an’ı an’a ulama yetkisi yoktur. Bir an’dan bir sonraki an’a Allah’ın izniyle geçebilir. Şu an’da da bir sonraki an’da da Allah adına var olabilir. İki an arasında göç ederken Allah’lıdır, Allah’ladır. Bir an’dan bir sonraki an’a varlığını aktarırken Allah’a tutunur. Kendisi de var edilmektedir, içine geçtiği, içinde kaldığı zaman, mekân ve imkân da var edilmektedir. Sadece Var Edenin var etmesiyle an’larda ve mekânlarda bir bütün olarak var olabilir.

En kritik düğümü açma vakti geldi. “Hayır” kelimesini, Risale-i Nur’da ‘vücud’/’varoluş’la denk anlamda kullanır Said Nursî. Kur’ân’a talebe olanın emin olduğu bir gerçeğin izdüşümüdür bu: “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir!” Âlemde her ne varsa hayırdır. Çünkü var olan her bir şey var edilmektedir. ‘Şey’ dediklerimiz Var Eden’in dilemesinin, yani ‘şae’sinin göstergesidir. Var Edenin her tercihi ise hayırdır, hayırlıdır. Şer bile görünse bir ‘şey’, o şer halk edenin ‘şae’si, dilemesi olduğu için hayırdır. Şer gözükenin var edilmesi değildir şer olan, insan tarafından tercih edilmesidir.

“Bismillah her hayrın başıdır” cümlesinde ‘hayır’ yerine ‘var’ı koyarsak, şöyle anlamaya başlarız: “Allah adına vardır her var olan. Allah adınadır var olan her şeyin varlık sebebi/başlangıcı…”  O halde biz de var olduğumuz her alanda, Allah adına varız. Her varlık alanındaki çabamıza Allah adına başlarız.

“Bismillah” demek, Bismillah’ın kapı olduğu hayat tarzına dâhil olma niyetinin ifşasıdır.

Bu yüzden “Biz dahi hep baştayız…”, “Biz dahi hep başlamalardayız.” “Biz dahi Bismillah’ın ifade ettiği varoluşa adım atmaktayız.”

“Biz dahi başta ona başlarız.”

 

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com

Bediüzzaman, Hz.Peygamberin(asm) saçlarını ağartan sırrın ardı sıra yürür

Bediüzzaman üslubunun, kanaatimce, en belirgin özelliği, hakikati ‘nesne’ olarak görmemesidir. Hakikat ‘özne’dir Said Nursi’nin baktığı yerden. İnsanın hakikatle ilişkisi, özne-özne ilişkisidir. Özne-özne ilişkisinin canlı sürprizlerinin kaydını tutar Said Nursi. Hakikati değerlendirmek yerine hakikatle değerlenmenin kapısını aralar. İnsana değer katan hakikat Kur’ân’daki bir ayet olabildiği gibi, kâinattaki bir hâl de olabilir. Güllerin hemen soluyor olması bir hakikattir. İbrahim’in[as] yıldızların gözden kaybolması karşısında “lâ uhibbul afilîn” deyişi de bir hakikattir.

Hakikatin her formu, âlemlerin Rabbi tarafından insana değer katmak için sunulur. Hakikati bir varlık olarak ya da söz olarak sunan Rab, kulunu terbiye etmek ister. Bu yüzden Said Nursi, bizi her an abd-Rab ekseninde tutar. Bilgileri çoğaltarak çok bilen olmaya değil, hakikatin gereğince incelmeye çağırır.

Kul olarak karşılaştığımız her şey Rabbin takdiridir ve ‘abd’i sınamak içindir. Olan bitenlerin hepsi bu parantezin içinde, abd-Rab mihverinde gerçekleşir. İnsan, her anını, her imkânını hakikatle yoğrulmaya ayırmalıdır; bundan daha acil ve öncelikli işi yoktur.

İşarat’ül İ’caz’daki ‘Besmele’ tefsirinden, Sözler’in ‘Birinci Söz’üne geçişe bakın. “Dünya çölü”nde seyahat eden, aczi ve fakrı nihayetsiz olan insan Allah adına hareket etmelidir. Çünkü, aczine karşılık dayanağı, fakrına karşılık ihtiyacını Kadir-i Rahim’in dergâhında bulacaktır. Dili “Bismillah” derken, hâlinde tevazu olacaktır. Kendi ihtiyaçlarını kendi başına karşılamayan, kendine yetmeyen insan, her daim Allah’ı önceler. Bismillah demek, Allah’ı kendimden önceye koyuyorum” demektir. Birinci Söz, bizi biri mağrur biri mutevazı’ iki adamdan biri olmaya çağırır ve sorar: “Kendi konumu hakkında yanılan bir mağrur musun? Yoksa, kendi doğru yere koyan bir mutevazı’ mısın?

Bir de İşarât’ın ‘Fatiha’ tefsirinden, Mektûbat’ın ‘nûn-u n’abudû bahsine geçişe bakalım. Fatiha’nın “iyyâke n’abudû…” diye başlayan ayetinde, hem Allah’a doğrudan ‘sen’ diliyle hitaba geçilir hem de hitap eden özne çoğullaşır. “Sade sana kulluk ederiz [biz]…” der insan. Gâibâne hitaptan [üçüncü tekil şahıs-‘o’] hazırâne/vicahî/yüz yüze hitaba [ikinci tekil şahıs-‘sen’] geçiş, incelenecek bir konu değil, yaşanacak bir değişimdir, hissedilecek bir dönüşümdür.  Fatiha’nın burasına kadar gıyabında seslendiğimiz Rabbimiz, buradan itibaren, hitabımızı perdesiz kabul eder; adeta sözün miracına yükseltir kelimelerimizi. “Nûn-u n’abudû’nun işaret ettiği hakikati anlatmak yerine bu hakikati yaşamanın kayıtlarını yazar Said Nursî. “N’abudu”nun başındaki ‘nûn’ harfi, öznenin ‘biz’ oluşunu sağlar; yüz yüze hitaba geçerken konuşanın çoğalmasını işaretler. İşte o çoğalma deneyimini anlatır Üstad: “Bir vakit, ‘iyyâke n’abudû ve iyyâke n’estaîn’deki nûn-u mütekellim-i maalgayri [çoğulluk nûn’unu] düşündüm ve mütekellim-i vahde [tekil] sıygasından n’abudu [çoğul] sıygasına intikalin sebebini kalbim aradı… Gördüm ki…”

İsteyen bahsi okur ve Said Nursi’nin ‘nûn gemisi’ndeki hayalî seyahatine eşlik eder. Bu seyahat gelip geçmiş bir konu değil, şu an hâlâ hayalimizi çağıran ve niyetimizi sorumlu tutan bir açılımdır; bir hakikat yürüyüşüdür. Canlıdır, ‘olmakta olan’dır. Kulun Rabbi karşısında ‘hücre hücre’ kulluğa soyunması, yıldızları ve yaprakları da yanına alarak şahsiyetini genişletmesi gibi aktüel bir ödevdir. Kesintisiz bir akıştır…

Bu kadarı kâfi olsun. Ne diyorduk? Bediüzzaman, gerçeğin bilgisini çoğaltarak ‘çok bilen’ olmayı değil, gerçeğin hakkını vermek için beli bükülünceye, saçları ağarıncaya kadar sessiz bir sorumluluk almayı önceler. Ayetleri nesne diye görmez. Ayetlerle özne olarak yüzleşir.

Sıcacık ve heyecanlı bir b/akıştır bu…  Katılacak olan beri gelsin.

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com

Yûnus’un [as] düştüğü yerde…

“O vaziyette esbab bilkülliye sükut etti.”

Birinci Lem’â’nın bu kritik cümlesini Ramazan Risalesi’nin ilk satırları eşliğinde okuyunca, irkildim.  Doğru ya; ‘o vaziyet’ ‘bu vaziyet’tir. Oruç tutan her insan, Yûnusça bir kaderden pay alıyor. Üstad, oruçla girdiğimiz o vaziyeti, Talak Suresi’nin üçüncü ayetinin anlamına vurarak resmediyor: “Hiç ummadıkları yerden [rızıklanırlar].” Ayetin anlamına meal yapıyor halimizi.

Oruç, gönüllüce bir ‘rızık kesme’ muradıdır. Alışkanlıkları kırıp yeryüzünde taze bir heyecanla var olma denemesidir. Rızıklanmanın mutat bir akış değil; hiç umulmadık, hiç beklenmedik olduğunu görme uyanışıdır.

Atıldığı ‘oruç denizi’nde öyle bir Zat’ı arar ki insan, “hükmü hem [bedenine], hem [yerküreye] , hem [zamana] geçebilsin.” Vaktin ağır akışında, yerkürenin sessiz dönüşüne, bedeninin arayışlarına kulak kesiliyor adeta. Alışık olmadığı hükümlerin geçmediğini gözleriyle görüyor. Bir tür ‘oruç gözü’, ‘oruç kulağı’ ediniyor; oruca tutunarak Yûnus’un[as] indiği kuyulara iniyor. Yeni şeyler görüyor, yeni sesler duyuyor.

Rızık umduğu her yönü perdeliyor oruç. Güvendiği her sebebi susturuyor, aşina olduğu çareleri bitiriyor. Kimseler kendisine el uzatamaz oluyor. Kendini kudretli sananları aciz bırakıyor. İmkânları tüketiyor, güvenceleri deviriyor.

Ne su çare oluyor susuzluğuna. Ne ekmek yetiyor açlığına. Gerçek sandığı rüya bitiyor. Hakikate uyanıyor insan. Dünya uykusundan doğruluyor. Hiç ummadığı yönlerden geliyor rızkı. Hiç sebepsiz doymanın tadına varıyor. Doğrudan cennette kurulmuş bir sofranın davetlisi olmak üzere terfi ediyor.

Hazır bildikleri önünden çekiliyor. Eşya ile arasındaki mesafeler açılıyor; şeffaf bir duvar örülüyor önüne. Yakınlıklarından oluyor, erişemez oluyor sıradan sandığı eşiklere. Parayla su alamaz oluyor. Ne öderse ödesin, ekmeğe erişemiyor. Kolayca geldiği için sıradan sandığı doymalar sıra dışı oluyor. Olağan diye aldandığı suya kanmaları olağanüstüleşiyor. Yeniden tanıyor ekmeği. Suyun tazeliği artıyor; billûrlaşıyor damlalar. Yeni baştan tadıyor elmayı kirazı.  Anlıyor ki kendisi kendisini doyuramaz. Görüyor ki kendisi sevdiklerine, sevdikleri kendisine rızık bulamaz. Sebepler bilkülliye susuyor, sadece Cenab- ı Hakk’ı beklemeyi öğreniyor insan.

Bir de oruç gözüyle okuyalım şu satırları, bakın, ne yeni şeyler söylüyor bize:

“Eğer bütün halk hizmetkârı[mız] ve yardımcı[mız] olsa, yine beş para faydaları olmaz. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbab’dan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördü[ğümüzden], sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf e[diyor]” değil mi?

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com