Etiket arşivi: senai demirci

İbrahimin Kuşları

“Ama kalbim tamamen mutmain olsun” demişti. Görmek istemişti İbrahim (as). “Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster” demişti.

Rabbi de, “Yoksa, inancın yok mu?” demişti.

İnanıyordu elbet! Görürcesine inanıyordu ama bir de görmek vardı.

“Öyleyse” demişti Allah, “dört kuş al ve onları kendine alıştır; sonra onları her tepeye ayrı ayrı sal; sonra da çağır; uçarak sana gelecekler.”

Her baharın eşiğinde İbrahim’in (as) aradığı itminanı buluyor insan. Dağılmış bahçelerden, unutulmuş tohum mezarlarından, çiçeklerin solduğu zamanlardan, yaprakların savrulduğu uzaklardan, rüzgârların dokunduğu ıssızlıklardan kuşlar dönüyor şimdi. Çürümüşlüklerden, terkedilmişliklerden, yitirilmişliklerden, dağılmışlıklardan çiçek çiçek kuşlar dönüyor gözlerimize. Bağların bozulduğu zamanlarda, güzün dağılmıştı “kuşlar”ımız. Yaz bahar tanık olduğumuz hayat, yanımıza yöremize alıştırdığımız renkler ve ahenkler nasıl da dağılmıştı sonbaharda. Ve ardından kış..

Dallar yetim kalmış, tohumlar unutulup gitmiş, yapraklar ışığa yabancılaşmış, güneş dünyadan uzaklaşmıştı. İbrahim (as) kuşlarını tepelere ayrı ayrı salmış gibi.. Baharda hayata sebep olarak görünen her şey sonuçlarıyla birlikte dağılıvermişti. Ağaca hayat verdiği sanılan su köklerden çekilmiş, meyveyi olgunlaştırdığı sanılan dallar da kurumuş, çiçeğin tutunduğu budaklar da körelmişti. Güneş, yaprakları diri tutan ışığını çekmiş, üstelik sanki küsüşmüşler gibi, günışığı daha yumuşak geldiği halde, baharda yeşerttiği yaprakları kurutmaya başlamıştı.

Baharda çiçek tozlarını birbirleriyle buluşturan rüzgâr bu defa tam bir kuru yaprakları koparıp boşluğa savuragelmişti. Güz, tıpkı “o gün”ün, yani Haşir Günü’nün tarifi gibidir. “Kimsenin kimseye fayda vermediği” gün. Babanın evlada elinin uzanmadığı, evladın babaya sözünü işittiremediği, gözlerin bile birbirleriyle buluşamadığı, tenlerin biribirine uzak kaldığı gün. Dağılmışlığın, çözülmüşlüğün, uzaklığın mutlak tarifidir bu. Bütün yakınlıkların bitişi nasıl tarif edilebilir? Herkesin dipsiz bir tekilliğe inmesi, kendisiyle başbaşa kaldığı derin bir kuyuya itilmesi…

Mekanca yanyana olabilirsiniz ama temasça sonsuz mesafeler var aranızda, mutlak uzaklıkların labirentinde yapayalnızsınız. İşte baharın öncesi böyledir. Toprağın ağaca, ağacın dala, dalın yaprağa, rüzgârın çiçeğe, kökün gövdeye, ışığın suya, suyun havaya menfaatinin olmadığı zamanlardır güz ve kış…

Şimdi önümüzde toparlanan hayat, sonsuz sayıda tepelerden çağrılan çiçekler, hiç bilmediğimiz uzaklardan koşup gelen rüzgâr kıpırtıları, İbrahim’in (as) görmek istediği ve görmemizi istediği hayat verme misalleridir. Eşya zamanın akışıyla sürekli değişiyor, dönüşüyor, şekilden şekle giriyor, bozuluyor, yapılıyor. Her daim kendimize alıştırdığımız, avucumuzda evcilleştirdiğimiz kuşları salıyor, zamanın tepelerine salıyor gibiyiz. Sonra yeni biçimler giymek üzere yeniden çağırıyoruz kuşları, koşup gelmelerini bekliyoruz avuçlarımıza.

Akşam olunca güneşi salıyoruz karanlığa.. Sabaha yeniden çağırıyoruz penceremize.. Dönmesini bekliyoruz güneşin salıverdiğimiz tepelerden. Her an bir önceki anın tanıdıklarını adı bilinmez tepelere, gözle görülmez kuytulara terkediyoruz. Bir sonraki anda yeniden toparlanıyor eşya, yeniden bedenimizi yanımızda buluyoruz. İbrahim (as) gibi kuşlarımızı salıyoruz, sonra da geri çağırıyoruz.

Gün geliyor bedenimizi bırakıyoruz toprağa, karanlık kuyulara cesetler salıyoruz. Yeniden çağrılmayı umarak, yeniden toparlanmayı bekleyerek. Kalbimiz mutmain mi olmak istiyor? Görmek mi istiyoruz kuşların dönüşünü? Sonsuz dağılmışlıkların, nihayetsiz uzaklıkların, derin ayrılıkların ortasında bir dağılıp bir toplanan hayatımızın ebediyen bize dönmesi konusunda emin olmak mı istiyoruz? Sebep ve sonuç arasındaki uçurumlardan gidip gelen varlığımızı uzak tepelerden geri mi çağırmak istiyoruz? Aslında uzaklık olan gerçekliğimizi sürekli yakınlığa dönmesi müjdesini almak mı istiyoruz?

İşte İbrahim’in (as) kuşları geri dönüyor salıverildiği tepelerden. Bahar geliyor. Çiçekler taç yapraklarını toparlıyor sonsuz mesafelerden. Ateş, toprak, su ve hava.. dört unsur. Ayrı tepelere salıverilmiş kuşlar gibi kanatlanıp geri dönüyorlar. Avucumuzda her bir çiçek bir İbrahim (as) itminanı. Gözümüzde her bir yaprak bir İbrahim (as) sınavı.. Kalbimizde her bir meyve bir İbrahim (as) sevdası.. İbrahim’in (as) kuşları dönüyor…

Senai Demirci

Zafer Dergisi

Birbirinize Elbisesiniz

Rabbimiz, Kur’ân’da eşleri birbirlerinin elbisesi olarak tarif eder. Bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimizin eşleri elbiseler diye tarif etmesi, hiç şüphesiz, sonsuz manalar içeriyor olmalı. “Elbise”nin anlamı ve çağrıştırdıkları üzerinden eşimizi anlamaya çalışabilir miyiz?:

Başkalarına elbisenizle görünürsünüz. Elbisenizin temizliği, sağlamlığı, rengi ve şıklığı dışarıya verdiğiniz mesajdır.Elbisenizin güzelliği ile kendinizi önemsediğinizi ve önemli olduğunuzu ifade edersiniz.

Kirli, pejmürde, dağınık, sökük, yırtık bir elbise kendinize değer vermediğiniz anlamına gelir. Şu halde, “Elbisemden bana ne?” deme hakkınız yoktur. Kendinizi elbisenizle tanıtırsınız; o kimliğiniz olur, kişiliğinizi ortaya koyar. Elbisenizde olabilecek her türlü kusur, size mal edilir; kişiliğinizden kaybettir.

Eşiniz de sizin başkalarına göründüğünüz kimliğinizdir. Onu yıpratırsanız, bakımını ihmal ederseniz, perişan hâle getirirseniz, önce kendinize zarar vermiş olursunuz. Kişiliğini kaybeden, özgüvenini yitiren, değer verilmeyen bir eş, sizin kendinizi böyle bir eşle yaşamaya mahkum ettiğinizin göstergesidir. Bu da sadece eşinizi değil, kendinizi de önemsemediğiniz anlamına gelir.

Elbiseniz ayıplarınızı örter. Çıplak gezmek kadar utandırıcı bir şey yoktur herhalde… Şükür ki elbise sizi hem güzelleştirir, hem de bedeninizin saklamanız gereken kısımlarını örter. Bir bakıma sırdaşınızdır elbiseniz; en gizli saklı yerinize dokunur ama başkasına göstermez. İç yüzü çıplaklığınızı görür ama dış yüzünde bunu kimseye belli etmez. Hiç ummadığınız bir zamanda sökülüveren yahut içindekini gösteren bir elbise ayıplarınızı sergiler, sizi mahcup eder. Eşler de birbirlerinin kusurlarını örtmek için vardır.

Eşlerin kusur ve ayıpları, hata ve zaafları birbirine açıktır. Eşiniz, sizin hakkınızda başka kimsenin bilmediklerini bilir, sizde başka kimsenin görmediklerini görür. Elbette, bir “elbise” yahut “örtü” olarak, bu ayıpları ayıplamak için değil, örtmek, saklamak, ortadan kaldırmak için yanınızdadır. Eşinizin hata ve kusurlarını küçültüp saklamak yerine, daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışıyorsanız, siz “elbise” değilsiniz. Bu yüzden eşinizi kimseyle kıyaslamayın; çünkü başkalarını sadece elbiseleri üzerinden görürsünüz; başkalarının elbiselerinin bildiğini bilemezsiniz.

Elbiseye siz değer katarsınız. İçine bir insan girdiğinde değer kazanır elbiseler. Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Onu değerli kılan, bir insan bedenine uygun olması, bir insan tarafından giyilebilir olmasıdır. Bir başka deyişle, insan elbiseyi giyindiğinde, elbise de insanı giyinir. İçinde insan olan bir elbise adeta konuşur, işitir, görür, düşünür. Kendisinde kişilik olmayan bir insanı çok güzel bir elbise kişilik sahibi etmez. Elbise üzerinden sarkar, her haliyle o insana fazla geldiğini söyler.

Çoğunlukla “iyi” ve “ideal” bir eş ararız. Bu arayış kendimizin bu “iyi” ya da “ideal” eşe, “iyi” ya da “ideal” bir eş olup olamayacağımız detayını gözden kaçırtır. İyi bir elbiseyi giyinince, adam olunmayacağı gibi, iyi bir eş bulununca da, iyi bir evlilik garantisi yoktur. Öncelikle bu “iyi” eşe, “iyi” eş olmanız gerekir. Sonra da iki “iyi” eş olarak “iyi” bir ilişkiyi sürdürmenin ve geliştirmenin yollarını aramanız gerekir.

Eşler birbirlerinin elbisesidir; yani birbirlerini giyinirler. Aralarındaki uyum onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. Eşiniz de elbiseniz olduğuna göre, sadece onu giyinmekle değer kazanacağınızı düşünmeyin. Elbiseye sizin de katacağınız bir şeyler vardır. Ona göre yürümesini, ona göre durmasını, ona göre davranmasını bilmeniz gerekir. Elbise sizi korur. Elbisenin örtme fonksiyonuna ek olarak koruma fonksiyonu da vardır. Elbise soğuktan, aşırı sıcaktan, kir ve tozdan vs. korur. Canınızı ve teninizi tehdit eden şeyler karşısında, elbisenize daha sıkı bürünmeniz gerekir. Aksini yapıp böylesi tehditlerden elbisenizi sorumlu tutmanız haksızlık ve akılsızlık olur.

Hayatımız pürüzsüz ve sorunsuz değildir; eşler arasında soğukluğa sebep olabilecek sayısız sorun çıkar. Çünkü hayatı olduğu gibi, olumsuzlukları da içinde olacak şekilde paylaşmaya söz verdiniz. Bu durumda, eşinize olan sevginizin ve bağlılığınızın sorunlar ortaya çıkınca yitirilmesi değil, artması gerekir. Sorunlara karşı birbirinizi desteklemek üzere bir aradasınız. Çıkan her sorunun çözümü olarak boşanmayı düşünmek, dahası sorunlara evliliğin yol açtığını düşünmek, üşüyorum diye elbiseyi üzerinizden atmaya benzer. En çok o zamanlarda lazımdır size elbiseniz; yani eşiniz. Birbirinize sıkıca sarılmadığınız sürece gelen ilk rüzgâr elbisenizi üzerinizden sıyırıverir; eşinizle uzaklara düşersiniz.

Senai Demirci

Zafer Dergisi

Uç Beyi; “Abdulkadir Badıllı”

Sessiz bir kale….

Uzakta ama dik…

Taşların kıyamı…

Gölgesi sakince yayılıyor ovaya…

Güneşi ilk karşılayan, son uğurlayan.

Ufkumuzu süsleyen direniş silueti…

Kalbimizin taraçalarına kanat sesleriyle dokunan kartal uçuşu…

Bir dağ başı yalnızlığı…

Pınar başlarında duru derviş bekleyişi…

Yitiğimizi arayan gece nöbetçisi…

Unuttuklarımızı hatırlatan uç beyi…

Kalemimiz, kalemiz…

Abdulkadir Badıllı

***

O, Üstadının sadece hatırasını değil hatırını da ayakta tuttu.

Üstad’ı görmüş olmanın ayrıcalığına yaslanıp hatıralara sarılanlardan olmadı.

Geçmişe sığınmadı; geleceği inşa eden altın tuğlalara omuz verdi.

Derdi Üstad’ın imajı değil mesajı oldu.

Ortalıkta görünmek yerine, uzak köşelerde, sessiz odalarda  Bediüzzaman’ca söylemenin çilesini çekti. Alın teriyle ödedi Üstad’ı görmüşlüğünün bedelini… Akıl teriyle imzaladı sadakatini.

Yapılan yanlışlara bağırarak değil, doğruyu sakince ortaya koyarak karşılık verdi.

Eserler yazdı. Üstadı doğrulamak için binlerce sayfanın, yüzlerce kütüphanenin, onlarca ülkenin nazını çekti.

İnce bir fikir işçisi o. Ne alkış bekler ne nümayiş.

Elinden geleni yaptı. Dilinden geleni söyledi. Kalbinden geleni ortaya koydu.

Risale-i Nur’u maya metin bildi, çoğalttı metni, çoğaldı Risale’yle…  Tüketmedi, üretti.

Siyasal heyecanların yol açtığı savrulmalara, hakikatin sesini yükselterek cevap verdi.

Yanlışlar çoğaldıkça, iç sancısı çoğaldı, uykudan ve rahattan, servetten ve şöhretten vazgeçip doğrunun ırmağını daha gümrah akıtmaya koyuldu.

***

Kötülükleri azaltamıyoruz bari, iyilikleri çoğaltalım dedi…

Sadece 16 yaşında bir delikanlıydı Üstadını gördüğünde.

Dudakları hasretle uzandı bilgenin güngörmüş eline..

Öptü…

Ki pek izin verilmezdi.

Abdülkadir istisna olmayı hak etti demek ki.

Sonra çekti başını delikanlının bilge.. .

Usulca öptü başını…

Bize, çağın yetimlerine, genç Abdulkadir’in saçlarından bin şefkat busesi gönderdi…

Aldık, kabul ettik…

Sevdik…

Sessizce hep yanımızda kalsın isterdik..

Olmadı…

Olamazdı da!

***

Buseyi gönderiyoruz sahibine..

Bugün…

Uç beyine veda ediyoruz tebessümle…

Ölümü bin tebessüm görenin son görüldüğü yerde…

Senai Demirci

Risale-i Nur’u Sadeleştirmediler, “Sahteleştirdiler”

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin bin bir emek ve çileler ile telif ettiği Kur’an Tefsiri Risale-i Nur’un, Ufuk Yayınları tarafından sadeleştirmesinin ardından başta Said Nursi hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur ağabey olmak üzere bütün hayattaki talebeleri çok sert açıklamalar yaparak sadeleştirmeye karşı çıkmıştı.
 
Risale-i Nur hizmetlerinde bulunan bir çok vakıf ve dernek ve kanaat önderleri sadeleştirmenin Risale-i Nura büyük zarar vereceği konusunda ilmi açıklamalar ve tespitler yapmıştı. İşte bunlara bir yenisi daha eklendi.Yazar Dr.Senai Demirci, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi tartışmalarını Risale Haber’den İbrahim Mert’e değerlendirdi. Sadeleştirme konusunda çok değişik tespitler yapan Dr. Senai Demirci‘nin bu röportajı çok tartışılacağa benziyor. İşte O röportaj şöyle ;

YAPILAN BU İŞİN ADI SAHTELEŞTİRMEDİR

Dr.Senai Demirci, çeviri ile sadeleştirme farkının anlaşılmamasını garipsediğini belirterek, “Çeviri, eserin aslına dikkat çeker… Sadeleştirme/sahteleştirme, eserin aslının yerine geçer. Aslında “sadeleştirme” tabirini kabul etmiyorum.Sadeleştirme, Risale-i Nur’un sade olmadığına dair tezi kabul etmektir. Ben etmiyorum. Yapılan bu işin adı sahteleştirmedir. İşin adı ne olursa olsun, risale metni üzerinde müdahale hakkı olduğunu iddia etmek, bu iddiasını da küstahça icraya koymaktır” şeklinde konuştu.
 
İKİ SİYASAL MANEVRA
 
“Risale sadeleştirilmesi” denen tasarrufu, siyasal bir manevra olarak gördüğüne dikkat çeken Demirci, sözlerini şöyle sürdürdü:
 
“Bu manevranın siyasal anlamı:
Patron benim, yetkiler bende demektir. Ki olay sonrası, herkesin Pensilvanya’ya durdurun diye ricacı olması, bu amaca doğruca hizmet etti. Kendi otorite konumunu teyid ettirdi.
 
Sadeleştirme” denen operasyonun ikinci ama öncelikli mesajı, “Said Nursi’nin söylemi eskilerde kalmıştır. Risale-i Nur’un devri tamamlanmıştır. Bediüzzaman, 1930’ların kafasıyla yazan, dönemini dilini aşamayan bir müelliftir” kabullenmesini ilan etmektir.
 
“Bu iki mesaj, çok daha önemlidir. Sadeleştirme üzerinde odaklanmaktan çok, olayın arkaplanını okumalıyız.
 
RİSALEDEN BİREYSEL METİNLER ÜRETİLMELİ
 
“Bununla birlikte “sadeleştirme“nin niyeti yeni kuşaklara yeni dille bir şeyler söyleme ihtiyacı olsa bile, yapılması gereken, Risale’nin ana metni üzerinde oynamak değil, bu ana metinden beslenen bireysel metinler üretmektir. Bu konuda hepimiz, Risale’yi yüzünden okumak gibi bir hastalılkla malülüz. Risale alıntıladığımız ve tekrarladığımız bir metin değil, alındığımız ve yeniden ürettiğimiz bir metin olmayı hak ediyor.
 
İşte, iyi niyetle yaklaşırsam, “sadeleştirme“ci arkadaşların gördüğü bu olsa bile, bunun çözümü Said Nursi isminin itibarı üzerinde kolay satılacak yeni ürünler üretmekle değil, Said Nursi’ye sahiden talebe olup onun elimize verdiği oltayla, hakikatin denizinden yeni balıklar tutmakla başarırız.
 
YENİ KUŞAKLARA RİSALE METNİ ÜZERİNDEN ÖZGÜRCE YORUM YAPMA BECERİSİ KAZANDIRACAĞIZ
 
“Bundan böyle her cemaat, Risale-i Nur’un (rahmetli Sungur abiden kalan miras bu) sadece yüzünden okunmayı hak etmediğini, bunun risale metni ile insan aklının buluşmasını engellediğini görmesi gerek. Yeni kuşaklara, özgürce, risale metni üzerinden yorum yapma becerisi kazandıracağız. Bu da özgür düşünce ile olur. Risale metnini yorumlamayı hatıra anlatmaya bağlarsak, sadece arkeolojik kazı yapmış oluruz. Geçmişe döner, geleceğe bir şey bırakmamış, avunmuş oluruz.
 
KADERE BU FETVAYI NİYE VERDİRDİK?
 
“Vakıflık sisteminde “yanlış anlar” diye muzakereyi havasların hobisi görme alışkanlığı devam ediyor. Yine yanlış anlar diye Kur’an adına yazılmış Risale’nin muhatabı öğrenciye Kur’an meali okutmama korumacılığı devam ediyor. Sonuçta beşer zulmeder, kader adalet eder. Sormak gerekmez mi, kadere bu fetvayı niye verdirdik? Sadece Risale’nin lafzına odaklanıp, onu da tekrarlaya tekrarlaya tükettik, sloganlaştırdık. Kendi plağımız olmadı bir türlü risale. Çaldık, çaldık, çaldık. 
 
PROFESYONEL BİR NAZARLA OKUDUĞUMUZDA KAYBEDİYORUZ
 
“Son olarak sormak gerek. Üstad bize Haşir Risalesini mesela, haşre inanmayan biri çıkarsa karşınıza, onun bütün cümlelerini boca edin diye mi okutturuyor. Yoksa, siz de bir insanınız, sevdiklerinizi toprağa koyuyorsunuz, kendinizin de gireceğini biliyorsunuz, hiç mi içiniz “ya ben topraktan çıkacak mıyım sahi diye sızlamıyor? Sızlamıyorsa, şüphenizi kendinize itiraf etmiyorsanız, siz Haşir Risale’sinin sofrasına tok oturuyorsunuz, iştahsiz ağzınıza alıyorsunuz cümleleri.
 
“İnsan” olmayı unutarak, “insan hallerimizi” kenara iterek, profesyonel bir nazarla okuduğumuzda, kaybediyoruz. Bu da, o zarif ve duru mesajı başkalarının gündemine sade anlatmamızın yolunu kapatıyor. Burası dönüm noktası, bu kırılma anı, sorgulama vaktimizin gelip geçtiğini haber veriyor hala.
 
RİSALEYİ YENİDEN YOĞURMAK
 
“Ayrıca “sadeleştirme“ye karşı çıkışın gerekçesi “abiler böyle istemiyor” olamaz. Bu tavır, zımnen, “abiler böyle isteseydi, biz de isterdik” imasını taşıdığı gibi, ileride bir vakitte abiler otorite olarak aramızda bulunmadığında şaşkın kalınacağının da belirtisi. “Sadeleştirme“ye karşı çıkış, bir metnin üzerinden olur, metnin kendisi buna müsaade etmiyor, metni yüzünden değil yüreğinden okuyan herkes bunu fark eder.
 
“İkincisi, “sadeleştirme” ile ortaya konulan ihtiyaç, yani yeni kuşakların anlaması, Risale’yi sattığımız, tekrarladığımız bir metin değil de, ürettiğimiz, yeniden yoğurduğumuz, mayalayıcı ve ateşleyici bir metin olarak görmeyi gerektiriyor ve bunu sorumluluk olarak icraya geçirmeyi gerektiriyor.
Dr. Senai Demirci
Kaynak:Risale Ajans

Said Nursi’yi Yitirdiğimiz Yerde Bulmak

Said Nursi, uzunca bir süredir ısrarlı bir gölgelemenin konusu oldu. Said Nursi’nin ortaya koyduğu duru söylem kimi takipçileri tarafından hapsedilirken dışarıdan-bu takipçilerin hapsini gerekçe göstererek- ötekileştirildi. Said Nursi üzerine düşen koyu gölgenin kalkmaya başladığ ı bu kritik dönemeçte tarihe not düşmek adına söyleyeceklerim var.

1. Said Nursi, hakikati ‘insan’ temeli üzerinden dillendirir. Bu, hem onun Eski Said dönemindeki ülke ve ümmet tabanlı söyleminden hem de Yeni Said’e (yani Risale-i Nur’a) çağdaş olan ve sonradan gelen ilahiyatçı söyleminden ayrılır. Mesajını ‘Biz Müslümanlar…’ ekseninde vermez. Muhatabın hazır Müslümanlığını askıya alır; teslimiyeti yeni baştan inşa etmeye niyetlenir. Gerçeği dışarıdan seyrettirmez, gerçeğin içinden geçerek konuşur. İnsanlığın temel acılarını hisseder; duygularını kenara çekmez. Nakilci değil sahicidir. Varoluş sancısıyla titrer. Muhataplarını kendi kalbine doğru yaptığı sancılı yolculuğa şahit olmaya çağırır.

2. Said Nursi, Kur’an kelimeleriyle konuşan Türkçe’nin farkındadır; bunu Risalelerde inşa eder, dolaşımda tutar. Dili dönemsel değildir. Risale’deki ağırlık Kur’an kelimeleri ağırlığıdır. Ve bu ağırlık taşınmaya değer bir ağırlıktır. Harf inkılabının yapılacağını ve dilin laikleştirileceğini fark eden Said Nursi, Türkçeleşmiş Kur’ân kelimelerini aktifleştirir, ‘eşyanın hakikî hakikati’ dediği esma tefekkürünü ayakta tutar. ‘Risale’yi sadeleştirme’ projesi yürütenler belli ki Said Nursi’nin ‘Kur’ân nöbeti’ni anlamamışlardır.

SAİD NURSİ VE SİYASET

3. Said Nursi, siyasetle ilişkisini ilkesel düzeyde yürütür. Siyaset etmeyi hakkı bilir; siyaseti etkileme imkânını meşru görür. Onun dillere pelesenk olan ‘Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ sözü yanlış anlaşılır. Bu sözle kastedileni anlamak için insanlığın ilk sahnesine dönelim. Âdem [as] henüz yeni çıkmıştır sahneye. Meleklerin ve İblis’in karşısına getirilir. Malum; İblis Âdem için secde etmez; ‘çünkü ben ateştenim o topraktan’ der. Zımnen şunu söyler: ‘Âdem ateşten ben de topraktan olsaydım secde ederdim.’ Konjonktüre göre hareket eder. Melekler ise şart koşmaz, hakka hak olduğu için tâbi olurlar. Şartsız ve ilkesel bir tavır ortaya koyarlar. Said Nursi’nin şeytanı ve siyaseti eşleştiren bu tavrı mikro-yaşam alanlarının konusudur. Şöyle ki, ‘taraftarım Ali söylerse yanlışa da taraftarım, muhalifim Ahmet derse doğruyu da karşıma alırım.’ Hakikati taraftarlığın cephelerine mahkûm etmektir bu. Said Nursi, ‘siyasetten bana ne!’ diyecek bir çileci değildir. Siyasi partilerle pazarlık etmeyi önermez. Bakanlık ve vekil gibi avantajlar verse bile devletçi ve ırkçı partilerin çizgisine yanaşmaz. Pazarlık etmek prensibi değil pragmayı öne alır. Duruşu değil eğilişi ima eder. İlke satın alınabilir/satılabilir bir şey değildir. Oyunuz kime diye sorulduğunda net cevap veremeyen biri, militarist devletçiliğe, dinsiz laikliğe, Kemalist ırkçılığa, darbeci vesayetçiliğe karşı duruşunu netleştirememiş demektir. Bu, bir ilkeye tutunamamanın belirtisidir.

4. Said Nursi hakikatin dili olurken iki tavrı benimser. İstiğna ve sivil duruş. İstiğna, kimseden sadaka türü bir şey istememektir. Hakikatin dili olan biri/leri ‘isteyen’ olmamalıdır; zira bu durum, hakikat ile kendini aynı pakete koyma sonucunu doğurur. Muhatap hakikati benimsemenin bir gereği olarak kendisini bedel ödemeye zorlanmış hisseder. Bedel ödediği için hakikate tâbi olmayı erteler. Bedel ödemiş olmakla hakikati benimseme sorumluluğunu üzerinden atar. Bu, hakikate ve hakikate muhtaç bireye kötülüktür. Said Nursi, bir ‘sivil itaatsizdir.’ İktidar ve güç üzerinden hizmet projesi üretmez. Ele geçirilecek mevzileri yoktur. Hizmet, bir ‘adam kazanma’ yarışı değil; adam olma çabasıdır. Saf hakikati siyasal cepheleşmenin ara yüzü yapmaz.

ŞEFFAF REFERANS

5. Said Nursi, intisabı kişilere bağlamaz-buna kendisi de dâhildir. Şahıslar üzerinden yürüyen hizmetin yerine anlam/a üzerinden yürüyen hizmeti ikame eder. Doğrudan metne intisaba çağırır. Metin herkese hemen şimdi açıktır. Risale’ye nüfuz edebilen her birey, zamansız olarak ‘Bediüzzaman’ın talebesi’dir.

6. Said Nursi, vahyin kalp atışlarını eşsiz bir metne aktaran diriltici bir nefestir. Bir medeniyet projesinin mayasını insanlığa emanet bırakmıştır. Said Nursi okumak için nurcu olmak gerekmediği gibi, nurcuların Said Nursi algısını ve takdimini mutlaklaştırmak da gerekmez.

7. Said Nursi ‘tasavvufî-tasavvuf dışı’ söylem ayrımını silmiştir. ‘Bu işin tasavvufî tarafı’ diye marjinalleştirilen kavrayışları ana-akım düşünceye dâhil etmiştir. Bile isteye ‘Sufizm’ paketine atılan nezaketli duruşları, incelikli bakışları, derin düşünüşleri İslam’ın içinde ayağa kaldırır. Parçalanıp ötekileştirilenleri ana gövdeye iade etmiştir.

Said Nursi, ‘siyasal ehl-i sünnet’ tavrını sessizce kırmıştır. Şia kaynaklı diye bir kenarda tutulan Ehl-i Beyt mektebinin (Cevşen ve Celcelutîye gibi) değerlerini ve (iman etmeyi sürekli ve aktüel bir çaba kılma) gündemini Ehl-i Sünnet’e kazandırmıştır.

Said Nursi, Kur’ân’ı daha net göstermek için yazılan eserlerin zaman içinde kataraktlaştığını fark etmiş, Risale’yi Kur’ân’ın şeffaf referansı olarak kaleme almıştır. Yazık ki, ümmetin Kur’ân’a reva gördüğü ‘yüzünden okuma’ tavrı, tam da ‘Kur’ân’ı yüreğinden’ okumaya çağıran Risale’ye de reva görülmüştür. Bu yüzden ‘yüzünden okunan Risale’ ‘yüzünden okunan Kur’ân’ın yerine konuluyor sanılmıştır. Oysa Risale Kur’ân kelimeleriyle, esma tefekkürüyle Kur’ân aklını yeniden inşa etmek içindir.

8. Risale-i Nur’un toprağında saklı muhteşem medeniyet tohumunu görmeyince, ele avuca sığmayan Said Nursi hareketinin atanmış şahıslara bağlanarak ‘ehlileştirilmesi’, olduğu gibi görünmekten korkan figürler üzerinden markalaştırılması projesinin niye bu kadar önemli ve öncelikli olduğunu da fark edemeyiz.

9. Kayıpların en talihsizi, kaybedildiği fark edilmeyen kayıplardır. Bu korkunç talihsizlik, kaybedilenin değil kaybedenlerin alnına daha derince yazılıdır!

Senai Demirci / Yeni Şafak