Etiket arşivi: sevgisi

Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi Nasıldı?

Sultan İkinci Murad’ın vasiyeti, hamdele ve salvaleden sonra şöyle deniyordu: “Saruhan vilâyetinde bulunan malımın üçte birini -3.500 altını Mekke fukarasına, 3.500 altını Medine fukarasına- olmak üzere dağıtınız. 500’ü Mekke ahalîsinden Kâbe ve hatim arasında toplanarak 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredip defalarca Kur’ân okuyup sevabını vasiyet sahibine ita edenlere harcansın. 2.500’ü Mescid-i Aksa’da Sadre kubbesinde 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredenlere ve defalarca Kur’ân okuyanlara harcansın.”

Ve yıl 1453… Genç bir serdar, Efendiler Efendisi’nin (sallallahü aleyhi ve sellem) medhine nail olabilmek için İstanbul surlarının önünde otağını kurmuş… Fetihten sonra, Allah Resulü’nü hicretten sonra evinde misafir eden “Mihmandâr-ı Resûl”un kabrini Akşemseddin Hazretleri’ne sorar ve kabrinin bulunması hakkındaki arzularını belirtir. Onlar sadece Allah Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) değil O’nun köyünün kokusunu taşıyanlara da büyük bir sevgi beslemişlerdir.

İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf’u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider, ona bir miktar altın teslim eder ve “Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahira’nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna varınca: Ey Allah’ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), günahkâr kul Bayezid’in selâmı var… Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurunuz…” diye söylemesini tembih eder.

Yahya Kemal, Yavuz Sultan Selim’e atfen şu mısraları kaleme almıştır:

“Seyr eylesün felek kaderin şehsuvarını

Fethetti bir seferde nebiler diyarını

Sahrayı Mercidabık’a nakş etmiş kader

İslâm fikr-i vahdetinin kâr u zârını…”

 

Yavuz Cennetmekan, kendisi için hutbelerde “Hâkimü’l-Harameyn” kullanılması üzerine, bu ibareyi “Hâdimü’l-Harameyn” olarak değiştirmiştir.

Osmanlı padişahları içinde Efendimiz’i (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görüp O’ndan aldığı emir ve işaretle fetihler yapanlar da olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman‘ın gördüğü rüya buna misâl olarak nakledilmiştir. Rüyasında Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin sonra da benim şehrimi imar edesin!” diye emir buyurur. Bu emir üzerine, Kanunî hemen Harameyn’i imar ve iskân projelerine başlar. Hattâ vasiyetinde şahsî servetinden hacılar için su getirecek bir vakıf kurulmasını ister. Kızı Mihrimah Sultan da babasının bu vasiyetini yerine getirir ve Arafat’taki Ayn-ı Zübeyde Suyu’nu Mekke’ye ulaştırır. Cihanın önünde el pençe divan durduğu bu büyük kumandan, Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda O’na şöyle yalvarır:

“Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda

Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda

Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem

Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa.”

 

Sultan İkinci Ahmed, Bir gece, kimseye görünmeden Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi’ne gider. Burada Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nalınını eline alır ve şu beyitleri söyler:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün

Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir

Bahtiya, durma yüzün sür kademine ol Gül’ün”

O günden sonra Efendimiz’in ayak izinin resmini sarığındaki sorgucun içinde taşımaya başlar. Başka bir yerde de gönlünün yangını, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şu mısraları döker:

“İftirakınla Efendim bende takat kalmadı

Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı

Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza

Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı”

 

Sultan Abdülaziz bir gün hasta yatağında yattığı sırada Medine’den bir dilekçe gelir. Yanındakilere “Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem.” der. Dilekçeyi titreyen ayaklarına rağmen el pençe divan durarak dinler ve hemen gereğinin yapılmasını emreder. Âdeti oluğu üzere Medine’den gelen hiçbir postayı abdestini tazelemeden eline almaz. Çünkü bunlarda Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) köyünün tozu ve kokusu vardır. Öper, alnına koyar, koklar ve öyle açar.

İkinci Abdulhamid Han, Hicaz demiryolu projesini hayata geçirmiştir. O mukaddes beldeleri korumak ve hacıların emniyetli bir yolculuk yapabilmesini sağlamak için, İstanbul’dan Medine’ye kadar demiryolu hattı döşetir. Harem hudutlarına yaklaşılınca da, rayların döşenmesinde sadece Müslüman işçilerin çalışmasına müsaade edilir. 31 Ağustos 1908 tarihinde Medine’ye ulaşan hattın son 30 km’lik kısmına bizzat padişahın emriyle keçe döşenir. Lokomotif şehre yaklaştığında hızını keser, yavaşça perona yanaşır. Keçe döşenen raylar, günün belli saatlerinde gülsuyuyla yıkanır.

Osmanlı padişahlarının neden Hacc’a gitmediği sorusu akla gelebilir. Üç ay civarında süren yolculuğu, sürekli korunmalarının çok kolay olmayabileceği ve İstanbul’dan bu kadar uzun bir süre ayrı kalacak olmalarının yol açabileceği idare boşlukları ve muhtemel fitneler..vb. hususlar bunda etkili olmuştur. Kaldı ki, yerlerine birkaç defa vekil gönderdikleri de bir gerçek..

Hira dergisi, 18. Sayı (Ocak-şubat-Mart 2010)

www.herkul.org

Vatan Sevgisi İçimizde Yer Etmeli

Vatan sevgisi bir toplumun varlığı için çok önemlidir. “İçinde sevgi yeşeren toprağa vatan derler. Bir millet öz sevgisini yitirirse, öz vatanında bile gurbette sayılır.”

Doğduğu Polonya topraklarını vatan edinmiş bir piyanistin hikâyesini izlemiştim. Hitler’in pençesindeki Almanlar yaşadığı şehri ele geçirdiler; tanklar binaları parçaladı, buldozerler devirdi, alev topları geriye kalanları yakıp yok etti. İnsanlar görüldükleri yerde kurşuna dizildi, saklanabilenler yıkıntıların altında ezildi.

Piyanist, bir bina yıkılırken ötekine kaçtı, bazen çatılarda, bazen bodrumlarda gizlendi. Almanlar şehri terk ettiğinde, geride cesetler arasında yalnız yaşadığına pişman, yiyecek ekmeği, sığınacak kimsesi olmayan bir insan kalmıştı.

Bir millet vatanının, huzurunun, barışının, esenliğinin, özgürlüğünün değerini bilmez de, küçük sorunları bahane ederek iç çatışma yolları ararsa, kaynaşmayı, dayanışmayı terk ederse, kader o milleti böyle bir ezikliğe savurur.

Biz Anadolu halkı, Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle ve tüm unsurlarıyla tek millet olmuşuz; bu topraklarda bin yıldır kader birliği etmişiz. Dev bir aile olmuşuz ve birleşen gücümüz zaman zaman dünyaya meydan okumuşuz. Nice fakirlikler, yokluklar, zulümler çağında birbiriyle dayanışmasını bilen bu millet, şimdi zenginleşirken, özgürlüğün tadını hissetmeye başlamışken tarihsel dayanışmasını terk edebilir mi?

1995 yılının kış mevsiminde Bosna Hersek’e gittik. Başkentte kurşunlar uçuşuyordu. Ağaçlar kesilip yakılmış; otobüsler devrilip siper yapılmıştı. Binalar delik deşik olmuş veya yangınlarda kararmıştı. Yiyecek ekmeği kalmayan insanlar bir deri bir kemik görüntüsündeydi. Kalacağımız bir cephesi delik deşik olan otelin önünde, ayakları çıplak, soğuktan kıpkırmızı kesilmiş bir çocuk gördük. Dediler ki “Çocuğun anne babası şehit oldu, kimsesi yok, sokakta dolaşıyor.” İki gün sonra keskin nişancılar onu da şehit ettiler. O sokaklarda bu küçük şehit gibi, yaşananlara anlam veremeyen nice çocuklar gördüm.

Şehrinize gökten bombalar düştüğüne, sevdiklerinizin süngülenip kurşunlandığına tanıklık ettiniz mi? 300 bin şehidimize mezar olan Yemen’e yazılan ağıdı hatırlayın:

Kışlanın ardında redif sesi var

Bakın çantasına acep nesi var

Bir çift kundurası, bir al fesi var

Kışlanın ardını, duman bağladı

Analar, babalar kara bağladı

Yemen’e gidene herkes ağladı

Eli yemendir, gülü çimendir

Giden gelmiyor, acep nedendir?

Yakın bir geçmişte, Anadolu halkı Çanakkale’ye akın etmişti. Yüz binlerce genç, gövdelerinde gömlek, ayaklarında çarıkla yollara birlikte koyuldular. Kürt de, Laz da, diğerleri de orada Türklerin yönetiminde buluşmuştu. Kardeştiler, birbirlerine kibirlenmiyorlardı. Şehadet şerbetini birlikte içeceklerdi. Canları birbirlerine emanetti.

Bizi yüzyıllarca bu coğrafyada özgür yaşatan, birbirimizin hakkına gösterdiğimiz saygıydı. Birbirimizin canı, namusu, malı, dini kutsaldı.

Savaş şartlarında bile atalarımız dürüstlüğü yaşattılar: Çanakkale’nin Kocadere köyünde büyük bir yaralı tedavi noktası kuruluyor. Yaralılar sedyelerle beşer onar köye taşınıyor.

Erlerden birisi nefes nefese. Ağır yaralı ve şehit olmak üzere. Komutanına sesleniyor: “Ben Lâpseki’nin Beybaş köyünden Halil. Bir pusula yazdım. Lâpsekili İbrahim’den bir mecit borç almıştım. Kendisini göremedim ve ölüyorum. Bulursanız bu pusulayı ona verin, hakkını helal etsin.”

Birkaç gün sonra, yeni gelen şehitlerin eşyaları arasındaki pusulalardan biri aynı komutanın dikkatini çekiyor: “Ben Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e bir mecit borç vermiştim. Birazdan taarruza kalkacağız. Belki dönemeyeceğim ve görüşemeyeceğiz. Arkadaşıma söyleyin, ben hakkımı helal ettim.” Biz ahıret için yaşayan böyle ataların çocuklarıyız.

Bu vatan Malazgirt’in, İstanbul’un, Çanakkale’nin hatırasıdır.

Avuçladığınız her toprakta şehitlerinizin gözyaşını ve çocuklarına dualarını okursunuz.

Bu yurdun en büyük değeri, bizi sonsuzluk yurduna hazırlamasından kaynaklanır.

“İçinde sevgi yeşeren toprağa vatan derler. Bir millet öz sevgisini yitirirse, öz vatanında bile gurbette sayılır.”

Dr. Muhammed Bozdağ