Etiket arşivi: son şahitler

Koca Halil Yörür Ağabey

Halil Yürür ağabey, ‘Koca Halil’ olarak da bilinir. 1930 Antalya-İbralı doğumludur. 1983 yılından beri Eskişehir’de yaşayan Halil ağabey 1954 yılında Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ile görüştü. Ciddi manada hizmetlerle hemhal oldu. Hizmetlerin yokluk döneminde cefa çeken ve teksir hizmeti döneminde teksir makinesiyle sürekli olarak bu hizmeti ifa etmek gayretinde olmuştur. Zübeyir ağabeyin de çok yakınında bulunmuştu. Hizmetin her safhasında en küçüğünden büyüğüne kadar ciddi manada emekleri var.

Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüt ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşiniz, bir veliden ziyade mevki alıyor.”[1]

“Hem yalnız livechillah, rıza-i İlâhi için, fazilet için amel eder, çalışır.”[2]

Ahmet Gümüş Ağabeyden: “1962’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne devam ettim”

İmam Hatip Okulu’nu bitirince 1962’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne devam ettim. Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitiremedim, 1964’de ayrıldım. Belgelenmiş oldum. Yüksek İslam Enstitüsü’ne kayıt olurken, dokuz bin lira yatılı parası vardı. Halil Yürür Ağabey benim velim oldu, bana kefil oldu. Okuldan ayrılınca, bu paranın -Ecevit affı ile faizleri kalkınca- asıl miktarı olan 3.295 lirayı yatırdım.

Arapçayı da öğrenmek istiyordum. Bunun için Şam’a gittim. Şam’da üç ay kaldım. Bu arada faaliyetlerim bulunuyordu. Şam’dan sonra tekrar İstanbul’a Zübeyir ağabeyin yanına döndüm. O da beni Ankara’ya gönderdi. Ankara/Cebeci’de Dr. Mehmet Akay’la yedi-sekiz ay beraber kaldım. Tekrar İstanbul’a döndüm, Zübeyir ağabeyin yanında epey kaldım. Eyüp Ekmekçi ile beraberdik. Zübeyir ağabey: “Kim Risale-i Nur’u çok okursa, Risale-i Nur’a o vâkıf olur” derdi. Risale-i Nur’u devamlı okuyan kazanır.

TEKSİR KOLUNUN YÖNÜNÜ RUSYA’YA, ÇİN’E, JAPONYA’YA ÇEVİRİN

Bir gece İstanbul Zeyrek’te teksir yapıyoruz. Teksir kolu malum elle çevriliyor. Halil Yürür baş mimarımızdı, bizler hizmetçisiydik yani. Çok güzel teksir çıkarırdı o. Zübeyir Ağabey Halil Yürür’e demiş ki: “Kardeşim, sen böyle teksir kolunu çevirdikçe o çıkan nur sayfalarından fışkıran haleler, ışınlar; cisimler hiç mani olmadan her şeye nüfuz eder. Teksir ederken teksirin kolunu Rusya’ya, Çin’e, Japonya’ya çevirin.” Halil Ağabey teksir yaparken bize hem bunu anlatıyor, hem de teksir makinesinin yönünü çeviriyordu.

Zübeyir Ağabey: “Bu nurlar basılıp çıkıp satıldığı zaman İstanbul’un bahar çiçekleri açıyor. O çiçekleri arılar keşif kolu olarak tespit ediyorlar, kovana işaret veriyorlar, sabah arılar kalktığında doğru bahar çiçeklerinin olduğu yere gidip orada tozlaşma yapıyorlar, o tozlaşmalar Kur’an’ın ballı ve Nurlu meyveleridir. Kur’an bahçesi, İslam bahçesine çevriliyor” diyordu.

Hendek Muharebesinde hendek kazılırken Selman-ı Farisi güçlü kuvvetli imiş. Bir taşa rast geliniyor, kazma kürek işlemez olmuş. Peygamber Efendimize (a.s.v.) haber veriliyor. Efendimiz, Bismillah deyip taşa vurduğu zaman taştan bir ışık parlıyor, İran’ın sonu; bir daha vurduğu zaman Bizans; Hindistan… Bunun gibi işte…”

Halil Yürür’ün fedakârlığı

Abdulkafi Talu Ağabeyden: “İstanbul’da bir de Süleymaniye Kirazlı mescid Sokakta 46 Numara denilen bir dershane vardı asıl. Orada Ahmed Aytimur ağabey kalıyordu. Yalnız 46 Numara küçüktü.. Halil Yürür vardı orada da. O zamanki teksir işlerine katılırdık hep beraber. Çok teksir kolu çevirdik… Risale sandıklarını sırtımıza alır postaneye götürürdük. Ahmed Aytimur, ağabeyimizdi, çok ihlâslıydı… Ben daha bekârım tabi…

Biz Yenikapı’da oturuyoruz. Halil Yürür de Süleymaniye’de oturuyor, orada Risale-i Nur’un teksir işlerini yapıyordu. Biz aklımıza estikçe birbirimize gider gelirdik, gece yarısı bile… Bir gün gittik Halil’in yanına. Çay falan derken acıktık biz… Garibanlık var ya, çayı kaynatıp kaynatıp içerdik. Acıkınca “Bir şeyin yok mu len Halil acıktık biz” dedik. “Var ama siz yemezsiniz onları” falan diye mırıldanmaya başladı. “Yeriz canım ekmek değil mi bu?” dedik. Meğer çöpten topluyormuş ekmekleri mübarek… Hâlbuki Halil çok ticaretli bir adamdır, çalışsa iyi kazanırdı… Ekmekleri getirdi ama belli, yani yere düşüp kalktığı… “Bunlar var, ben teksir yapıyorum, hizmet var, bir iş’te çalışamıyorum” dedi. Ağzımız açık kaldı. İçimiz çekmese de yedik artık biraz…”

Mustafa Ekmekçi Ağabey: “Risale-i Nuru okusanız yüz istifadeniz olur”

“Üstadı ikinci ziyaretim 1958 senesinin yaz mevsiminde oldu. İstanbul’dan Halil Yürür’le birlikte trenle yola çıktık. Üstad o zaman Isparta’da idi. Isparta’da Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânına gittik. Bayram Ağabey bizi alıp Üstad’ın yanına götürdü. Önce Tahirî, Mustafa Sungur, Zübeyir, Bayram ve Ceylân Ağabeylerin kaldığı odada bir müddet sohbet ettikten sonra Üstad bizi çağırdı.

“Üstad’ın yanına vardığımızda çok hiddetliydi. Bize şöyle hitap etti:

‘Niye şahsımı ziyarete geliyorsunuz? Benim yerime Risale-i Nur’u okuyunuz. Beni görünce bir istifadeniz oluyorsa, Risale-i Nur’u okursanız yüz istifadeniz olur.’

“Önceki ziyaretimizde olduğu gibi, yine anne ve babamızı sordu. ‘Valideyniniz sizi Risale-i Nur’a vermiş’ dedi. İstanbul’a dönünce de, Gönenli Mehmed Efendi, Sinan Omur ve Mücellit Halil’e selâmlarını iletmemizi söyledi.”

Ali Demirel Ağabey:Üstadla Son Görüşmemiz ve Milliyet Gazetesi”

1960 senesinin birinci veya ikinci günü hanımım derse gitmişti, eve gelince dedi ki: “Müjde, Üstadımız geliyormuş İstanbul’a.” Hemen yemeğimi yedim, sivil elbiseleri giydim, Kirazlı mescid 46 Numaraya gittim, orası dershane. “Kardeşler Üstadımız geliyormuş, nereye gelecek?” diye sorunca, “Valla bizim haberimiz yok.” dediler. Oradan çıktım, arkama Risalelerin Anadolu’ya sevkini yapan Halil Yürür takıldı. Ne yapar eder bu Üstadı bulur, görür diye geliyordu arkamdan. Gelme desem de geliyordu. Doğru Avukat Bekir Bey’in yazıhanesine gittim. Yazıhane o zaman Cağaloğlu’ndaydı, Atay Apartmanı’nda. Rahmetli Atıf Ural’ın ağabeyi Kemal Ural vardı orada. Onun haberi varmış, üstadın Piyer Loti Oteli’ne gittiğini söyledi. Vardık otele. Sonradan isminin (Birinci Şubeden) Faruk Eriş olduğunu öğrendiğim bir İrticai Şefi otelin kâtibi kılığında karşımıza dikildi, “Buyurun efendim, ne istiyorsunuz?” dedi.

Ben de “Bediüzzaman’a ziyarete geldik” dedim hemen. Cebinden bir kalem çıkardı, “İsminizi söyleyin, yukarıya telefonla bildireyim” dedi. “İsme lüzum yok, bir ziyaretçi dersiniz” dedim. Halil de yanımdaydı. Aynı salonda karşıda her masada bir adam oturuyor; ya polis, ya da gazeteci bunlar. Hızlı hareket ettiğimden mi, yoksa ortamdaki insanlardan mı ne, birden içim sıkıldı içerde, nefes almaya dışarı çıktım; baktım karşıda siyah bir araba, içinde polisler. O arada Halil Yürür “Ali Abi!” diye bağırmasın mı? Hemen akabinde Üzeyir Şenler geldi. Üstada demişler ki, “Tayyareci Ali ile Halil Yürür geldi.” Üstad hemen “Gelsinler.” demiş.  Onunla birlikte yukarı çıktık. Ertesi günkü Milliyet Gazetesi şöyle yazıyordu: “İstanbul teşkilatından olduğu anlaşılan ‘Ali Abi’ isminde birisi en son saat 19.30’da vakit geçirilmeden kabul oldu.”

Rabbim hizmetin mazisinden bugüne kadar sadakat ve ihlas ile hizmet eden ağabeylerimizden razı olsun ve ahrete irtihal edenlere de rahmet eylesin.

“Yâ Rab! Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle. Âmin.” [3]

 

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 

Mehazlar:
Necmeddin Şahiner / Son Şahitler
Ömer Özcan / Ağabeyler Anlatıyor

[1] Şualar 317

[2] Sözler 132

[3] Şualar 187

Kaynak: Koca Halil Yürür Ağabey – Muhammed Numan ÖZEL

Tarikat ehli son şahitler – Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi Hz

542504_426319534109093_79230170_n

Şeyh Melek alim bir kimse idi. Talebe iken babasından okumuş, amcalarının medresesi varmış, ocaktan yetişmiş, çok edep erkan sahibi bir kimse idi. Kırk yaşlarında var idi. Elinde kitapla gezer, kimi zaman yanımıza gelir, ders dinlerdi. Bana çokça hürmet gösterir “Sen beni hayata bağladın içimdeki kötülükleri temizledin derdi” Aramızda samimi bir dostluk peydâ olmuş idi. Bana gelerek “Molla Muhammed seninle Said-i Nursî’ye gidelim” diyerek rica ediyordu. O zamanlarda maddi manevî çok sıkıntıda idik. Fakat Peygamber (s.a.v) Efendimizin telkini bizleri bu seyahate çıkmaya mecbur etti. Birlikte bahar vakti yola çıktık.

Köylerde vaaz ede ede Isparta’ya geldik. Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini bulduk. Bize de bir oda gösterdiler. Yanımıza da birkaç arkadaş verdiler. Onun yanında toplam 15-16 kişiydik. İçimizden bize göre yaşça kamil  Hüsrev gibi beş altı kişi muharrir idi. Said-i Nursî (rh.a) hazretleri gelir –kitaplara bağlı kalmaksızın- irticalen ders işler muharrirler de sözlerini hemen kaleme alırlardı. Biz de yazılanları tashih eder, noktalar, harekeler ve işaretlerdik.

 

Said-i Nursî (rh.a) değişik bir mizaca sahip idi. Ondan da bir kap ilim aldık. Yanına vardığımız zaman Şeyh Melek kardeşimiz, bizi Said-i Nursî (rh.a)’e “Benim kardeşimdir.” diyerek takdim etti. Said-i Nursî (rh.a) Şeyh Melek’i çok severdi. Bazen Kürtçe ona laf atardı.

Isparta’da Said-i Nursî (rh.a)’in yanında 2 ay kaldık, sonra 5 ay da mahkeme için gittiği Afyon-Barla’da yanında bulunduk. Zira onu takip eden talebeleri vardı. Bizler de ardı sıra gittik. Bu zaman zarfında risalelerin tashihi kimi zaman yazımı ve mütalaası ile meşgul olduk. Bazen öyle bir hal vuku bulurdu ki mütalaa esnasında evliyalar gelir yanlışları düzeltirlerdi. Ben mi böyleydim, yoksa herkeste de bu haller vuku buluyor muydu bilmiyorum. Sanki bu yedi ayı evliyalar ile birlikte geçirdik.

Said-i Nursî (rh.a) evliyaların himmetlerine nail olmuş, kimi ehlullahın meclislerinde bulunmuş onlardan el hayrı almış bir zat idi. Tasavvufî yönü vardı. Velilerin hallerine, yüce mevlanın ilhamına mazhar olmuş bir hali vardı. Kendisi veliyullahtı. Yanında iken bazı kerametlerine şahit olduk. Bir gün Said-i Nursî “Oğlum kaldığınız yerden ayrılın bu gece orası baskına uğrayacaktır” diye haber verdi. Biz de evden çıktık o gece ikamet ettiğimiz ev jandarmalar tarafından basılmış, başka yerden birkaç talebeyi götürmüşler ise de bizleri bulamadılar.

Bir gün ders okutuyordu “Ben İstanbul’a gideceğim sizden ayrılacağım, sizi seviyorum” diye konuşuyordu. O an ağlamışım, cezbeye kapılıp kendimden geçmişim, Bana seslendi “Gel” dedi. Elimden tuttu. Elini öptürmezdi. Bana dua etti. Arapça dua ederdi. Duasını “Yâ Rab bu kardeşime Mevlevi kolundan el hayrı veriyorum sen kabul eyle” diyerek bitirdi. Bana “Senin mizacın tasavvuf, Neslin tasavvufçudur. Ben Rusya’dan esaret dönüşü İstanbul Yenikapı Mevlevihânesi’nde kaldım oradan el aldım, bu el hayrını sana aktarıyorum, ileride lazım olacak bu kapıdan ilham alacaksın.” diye söyledi. Halbuki ben kendisine tasavvufî bir meşrebimin olduğunu söylememiştim fakat onun insanların hallerini ve gönüllerini gözetlediği bir hali vardı.

Said-i Nursî (rh.a) hazretleri Rusya esareti akabinde İstanbul’a gelmiş Mevlevihane’de misafir kalmış, kendisi bekar idi, çeşitli zamanlarda tekkelerde kalmış. Bizlere el hayrı verirken Hüsrev ve Şeyh Melek dahil yedi sekiz kişi vardı.

Bu olaydan kısa bir müddet sonra Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini İstanbul’a götürdüler. Biz de manevî bir işaret akabinde Kayseri’ye geri döndük.

Said-i Nursî (rh.a)’in yanında bulunduğumuz sıralarda bana içinde cifrî hesaplarının bulunduğu, gelecekle ilgili kimi çıkarımlarını anlattığı ve nice hadiselere değindiği altın yaldızlı bir kitabını hediye etmişti.

1968 yılı başlarında hakkımızda tekke kurmak, şeriat kanunlarını geriye getirmeye çalışmak, anayasayı ve yasaları zorla tebdil ve tagayyür etmeye teşebbüs etmek ayrıca  Risâle-i Nur’un hizmetinde bulunarak bu eserlerin tedrisatını yapma suçlaması ile Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesinde hakkımızda dava açıldı. 163. maddeden 24 yıl ağır ceza istemiyle yargılanıyorduk. İstanbul Barosu başkanı Av. Bekir Berk de mahkememize müdahil olarak bizleri savundu.

Mahkememiz bir yılı geçkin devam etti. Bizler bu müddet zarfında Kayseri’de Risale-i Nur okutuyorduk. 1969 senesinin ocak ayında mahkememiz beraat ile sonuçlandı. Mahkeme ardından Ankara’ya gitmem hususunda manevî bir işaret geldi. Orada bir medrese vardı. Bir müddet burada Risâle-i Nur okuttuk, çeşitli ilmî tedrisât ile meşgul olduk…

Kaynak: Tarihce-i Hayat – “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”

Şeyh Seyyid Muhammed Hoca Efendi Hz. kimdir?

Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi

 

Evlad-ı resul olan ve medrese usulü ders gören Seyyid Muhammed (k.s.) Efendi Çorakçızade Hacı Hüseyin (k.s.) Efendi`den eperye, sarf, aruz, kessaf, müntakayi, kelam; Ömer Nasuhu Bilmen`den kelam ve felsefe; Hacı Yusuf Eken`den ilm-i meani, Camii Kebir imamı Ahmet Efendi’den de farsça dersleri aldı.

 

Yurdun birçok yöresinde imanlık ve vaizlik görevlerinde bulundu. Birçok alimin ve tasavvuf ehli kimsenin sohbet halkalarına katıldı. Barla’da Said Nursi hazretlerinin altı ay kadar sohbetlerine devam etti. Vaazlarında sisteme muhalefet ettiği gerekçesiyle 1968 yılında 163. maddeden dava açılıp, Kayseri 1. Ağır ceza Mahkemesinde 24 yıl ceza istemiyle yargılandı. Av. Bekir Berk’in yaptığı savunma ile beraat etti.Seyyid Muhammed Efendi, talebelik yıllarında İslami tedrisin yasak olması nedeni ile saklılık içerisinde alimlerin meclislerine gelebiliyordu.

Başta Hunad ve Cami-i Kebir olmak üzere ilim tahisilinde bulundukları camilerin en üçra ve saklı odalarında sayıları on beşi geçmeyen bazen de birkaç öğrenciye kadar inen kimseler ile ders işleyebiliyordu.

Uzun yıllar ilim tahsiline devam eden Seyyid Muhammed Efendi dedelerinden gelen Kadiri, babasından intikal eden Halidî-Nakşi, Çorakçızade Hacı Hüseyin Efendi’den el hayrını aldığı Ebheri ve Said Nursi’den aldığı Mevlevi kollarının müşidliğinde bulunmaktadır.

Seyyid Muhammed Efendi Hazretlerinin Tevazu ve alçak gönüllülüğünün tarifini yapmak mümkün değildir. İnsanlar arasında ayırım yapmamalarına rağmen ilim sahiplerine, hafızlara, fakirlere ve edepli insanlara daha fazla zaman ayırırlar.

Yanında sükut ve edep sahibi kişilerin ayrı bir önemi vardır. Kimseye kızmaz ve kimseden incinmezler. Davete mutlaka icabet ederler, gelenlere iadei ziyarette bulunduğu gibi gelmeyene de giderler. Gerek müridlerinden, gerekse müridi olmayanlardan misafiri hiç eksik olmaz. Kimse ile münakaşaya girmez, sevenlerini üzüntüye garketmez, tam tersine kurtuluşu müjdelerler. İslamın bütün şartlarına uyduğu gibi, tebliğ emri ilahisine de mümkün olduğu kadar uyarlar. Müridlerine, her zaman Allah´ü Tealayı zikretmenin üstünlüğünün tebliğ edilmesini tavsiye eder.

Bugün İstanbul/Zeytinburnunda ikamet eden Seyyid Muhammed Hoca Efendi, her yıl geleneksel haline gelmiş “Gavs-ül Azaman Seyyid Abdülkadir Geylani Anma Günü” düzenlemekte ve programa ev sahipliği yapmaktadır. Neredeyse tüm Dünya ülkelerinden Kadiri Şeyhleri programa iştirak etmektedir. Bugün 85 yaşında olmasına rağmen bir sürü kıymetli eserler yazmıştır. En son çıkan eserleri “Seyri-i Dil” ve “Hikem-i Aşk” hayli bir ilgi görmektedir.

Ayrıca Orjinal Osmanlı Belgeleriyle düzenlenmiş olan ve 4 ciltli eseri “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”  ise bugün hem Türkiye’de hem değişik dünya ülkelerinde kaynak olarak kullanılmaktadır.

Seyyid Muhammed Hoca Efendi’nin “Askın Miracı” adlı kitabından bir alıntı.

Evliyaullah Allah’ın elinde bir kalemdir:

Kalem kâtibin elinde hareket eder. Ehlullah da Allah’ın hükmü ve hikmeti ile hareket eder. Kalemden  yazı zuhura geldiği gibi evliyâdan da hikmetler ve hayırlar meydana çıkmaktadır.

 

Allah´ü Taala himmet ve dualarını üzerimizden eksik etmesin.(Amin)

Daha ayrıntılı bilgi icin www.muhammediye.net sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

 

Arif Ağırbaş

https://www.facebook.com/arif.agirbas

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Mustafa Sungur Abi Kimdir? (1929-2012)

1929’da Eflâni’de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk sahibir. Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.

Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerindendir. Uzun süre kendisinin hizmetinde bulunmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen 1946 yılından bu yana Risâle-i Nurları aynı aşkla okuma ve yayma hizmetine devam etmiştir. Bediüzzaman’ın mânevî evlâdıdır. Mustafa Sungur, 1929 yılında bugün Karabük’e bağlı olan Eflani’de doğdu. Uzun yıllar burada kaldı. İlkokulu burada okudu. Daha sonra Kastamonu Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsüne kayıt oldu. Okulda çalışkanlığıyla dikkat çekti. Öğrenciliği boyunca çok sayıda kitap okudu.

Köy Enstitülerinde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen, dine meyilli olan Mustafa Sungur bu eğilimini devam ettirdi. Aile büyüklerinden de gördüğü destekle mânevî yönünü takviye etmeye çalıştı. Köyünde bulunan İbrahim Hoca’dan dînî dersler aldı. Enstitüden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmek istedi. Amacı, yüksek tahsil yapıp öğretmen veya müfettiş olmaktı. Ancak, babası buna izin vermedi.

Mustafa Sungur, köy enstitüsünden mezun olduktan sonra, köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğrenciliği sırasında bilgi sahibi olmaya başladığı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u, bu öğretmenliği sırasında, Emirdağ Lâhikası’nda “Hafız Ali’nin tam varisi” olarak vasıflandırılan ve ismi çok zikredilen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vasıtasıyla 1946 yılında tanıdı. Çalışlar Köyü’nde öğretmenliğini sürdürürken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etti.

Mustafa Sungur’a önce Şemsettin Yeşil’in kitapları verilir. Bilindiği gibi bu kitaplarda Risâle-i Nur’dan kaynak gösterilmeden alıntılar yer almaktaydı. İntihal yazıları öğrenen Bediüzzaman Hazretleri buna bir şey dememişti. Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Hüsnü Bayram’ın babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı. Hıfzı Bey kendisine formalar halinde bazı yazılar verip okumasını söyledi. Verilen formalar, Risâle-i Nur’dandı. Bediüzzaman’ın eseri olduğunu öğrendi. Böylece Safranbolu’da hem Risâle-i Nur, hem de talebeleriyle tanışmış oldu.

Risâle-i Nur’u tanıyıp Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi sahibi olan Mustafa Sungur, talebe olmak için büyük bir heyecan yaşamaktaydı. Daha önceden yaşadıklarını da ara sıra dile getirerek Bediüzzaman’a mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bazıları lâhikalarda yerini aldı. Heyecanla talebeliğe kabulünü beklerken, Bediüzzaman’ın gönderdiği mektupta kendi ismi de zikredilmekteydi: “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, Meyve’nin 11. Meselesi Hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” Bu ifadeler kendisi için çok büyük değer taşımaktaydı.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman Hazretlerini görmek için 1947 Eylül’ünde teşebbüse geçti. Yol masrafı için gereken parayı borç edindi. Çalışlar Köyü’nden atla önce Eflani’ye, oradan da 7-8 saat süren bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya gitti. Buradan Karabük’e ve yorucu bir tren yolculuğundan sonra Ankara’ya vardı. Ankara’dan Eskişehir’e yine trenle gitti. Buradan da Emirdağ’a hareket etti. Günlerce süren yolculuktan sonra Bediüzzaman ile görüşme şansını elde etti. Bediüzzaman; evli olup olmadığını sordu. Ancak, daha önceden evlenmişti. Bekâr olsaydı yanına alacağını söyledi. “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek iltifatta bulundu. Çünkü, Ceylan epey zamandır kendisine hizmet eden önemli bir talebesiydi.

Bediüzzaman’ın talebelerinin kaldığı evde bir gece kalan Mustafa Sungur ertesi gün oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce Bediüzzaman kendisine 25 kuruş para gönderdi. Buradan ayrılıp Isparta’ya gitti ve buradaki talebelerle de tanışma fırsatını elde etti. Isparta’dan döndükten bir yıl sonra, Afyon dâvâsında (1948) Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini öğrendi. Babasının imamlık yaptığı Aydın Kasaplar Köyüne gitti. Bir süre burada kaldıktan sonra Afyon’a geçti. Afyon’a geldiğinde henüz mahkeme başlamamıştı. Bu arada Bediüzzaman ve talebeleri tutuklanmış, bir süre tutuklu kalan talebelerden bazıları serbest bırakılmıştı. Mahkeme günü Bediüzzaman Hazretleri ile görüştü.

Dinî kitap okumak ve Bediüzzaman’la görüşmenin suç sayıldığı o dönemde tutuklananlar kervanına Mustafa Sungur da katıldı. O da tutuklanıp Afyon hapsine kondu. Tarihçe-i Hayat’ta bu konudan şöyle bahsedilir; “Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme -güyâ kanaat-i vicdâniye ile- Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor; diğerlerini de, “Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derûnî boşluğu doldurmak için Risâle-i Nur’u okumuşlar” diye berâet veriyor; hüküm alanları da, “Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler” diye cezalandırıyor; hükmü derhal infaz edip, hepsini tevkif ediyorlar.”

Memuriyetten atılan Mustafa Sungur bir süre, tahliye edilip serbest bırakılan Bediüzzaman ve talebeleriyle birlikte kaldı. İlk defa uzun bir süre Bediüzzaman’ın yanında kalmaktaydı (1949). Bu sırada Mustafa Sungur’un babası Mehmet Efendi, memuriyetten ayrıldıktan sonra yanına gelmediği için oğlunu Bediüzzaman’a şikâyet etti. Bediüzzaman baba İmam Mehmet Efendi ile bir süre sohbet etti. Bu görüşmenin ardından Mustafa, babasının yanına gitti.

Aydın’da bir süre babasının yanında kalan Mustafa Sungur, buradan İstanbul’a geçti. Sebilürreşad’ı çıkaran ve daha önceden Bediüzzaman’a dost olan Eşref Edip’le görüştü. Akabinde köyüne geri döndü. Ailesinin yanına uğradı. Ev halkıyla helâlleşip tekrar Emirdağ’a doğru yola çıktı. Ankara’ya varınca Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile görüştü. Görüşmede Başkan, Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder: “Ben dünyada Abdülmecid (Bediüzzaman’ın kardeşi) gibi âlim görmedim… Üstadın ilmi zaten hesaba girmez, vehbîdir…” Bu arada yayınlanmak üzere Risâle-i Nur takdim edilir. Ancak, yayınlatma işi gerçekleşmez.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın verdiği görev ve hizmetleri yerine getirmeye başladı. Bu gaye ile çeşitli yerlere gönderildi. Emirdağ ve Ankara arasında gidip geldi. Bu arada Danıştay’da açmış bulunduğu dâvâ ile ilgili olarak bir davet alır. Bediüzzaman Hazretleri kendisini küçük bir köye muallim olarak göndermek istemediğini söyler. Kendisi de dâvâ için Ankara’ya gider. Ancak, müracaatı gecikmiş gerekçesiyle işleme konmaz. Ankara’dan eli boş olarak Emirdağ’a döner.

Bediüzzaman bir süre sonra kendisini tekrar Ankara’ya gönderir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan Osman Nuri Efendi’ye iletilmek üzere bir mektup verir. Bu görevlerin dışında daha başka bir çok alanda hizmet görür. Risâle-i Nur nüshalarının çoğaltılıp dağıtılması işinde de bulunur. Bediüzzaman, bir çok siyasî simaya da mektup yazarak talebeleriyle ulaştırır. Başbakan ve bakanlara mektuplar gönderir.

Mustafa Sungur Samsun’da neşredilen Büyük Cihad adlı gazeteye Ankara’dan yazılar gönderir. Bu yazıların neşrinden sonra dâvâ açılır ve 19 Şubat 1953 yılında tutuklanır. Bir süre Ankara’da hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra memleketi Eflani’ye gider. Buradan tekrar Isparta’ya Bediüzzaman’ın yanına gider. Askerlik hizmeti hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar yanında kalarak hizmet eder.

Risâle-i Nur’u tanıdığından beri hizmetini devam ettiren ve ilerlemiş yaşına rağmen iman hizmetini sürdürmüş olan Mustafa Sungur’un adı Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri 1946-58-59 yıllarında birkaç kez yazdığı vasiyetnâmesinde Mustafa Sungur’un da ismine yer vermiş, kendisi için övgü dolu ifadeler kullanmış “Sungur benim evlâd-ı mâneviyemdir” demiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1946, 1958 ve 1959’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen Mustafa Sungur’un Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu vardı. Bedüzzaman’ın vefatından sonra kendisini tamamen Risale-i Nur sohbetlerine adadı.

1954 yılından 1960’a kadar doğrudan Bediüzzaman’ın hizmetinde bulundu. Bu süre içinde Risale-i Nur’u ve hizmet düsturlarını bizzat Üstaddan ders aldı.

Rabbim ahirette beraber olmayı nasip etsin.

Kaynak: Risaletalimhaber.com

Bediüzzaman bayramda takvime göre amel ederdi!

Türkiye takvimine göre yarın yani 25.10.2012 perşembe günü bayram ama Mekke ve Medine’de bayram ise 26.10.2012 cuma günü. Şimdi asıl sorumuza gelelim bayram için kurbanı yarın mı yoksa cuma günü mü kesmemiz lazım!

Aşağıda ki hatıraya baktığımız zaman bizimde Üstadımız gibi bulunduğumuz yerin takvimine göre bayram yapmamız lazım geldiği aşikar ortadadır. Yani yarın gönül rahatlığı ile kurbanlarınızı kesebilirsiniz.

“Üstadımız Türkiye takvimine göre amel ederdi. Yeni yazı takvimden hatt-ı Kur’âniyeye çevirttirir, onu başucuna astırırdı. Şimdi olduğu gibi o zaman da Ramazan’da bazen bir gün evvel oruç tutanlar, bayram edenler olurdu. Üstadımıza söylerdik. O hiç ehemmiyet vermezdi. Hattâ birgün Tahirî Ağabey, ‘Bugün Arabistan’da bayram‘ dediğinde Üstad, takvimi göstererek; ‘Kardeşim ben Türkiye’ye göre amel ediyorum‘ diye cevap verdi. Bilâhare bir dersinde, ‘Ben de öyle yaparsam, fitneye vesile olur‘ demişti.

Bayram Yüksel / Son Şahitler, 3. Cild, s. 31

Ahmet Gümüş Ağabey Hakka Yürüdü

İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Bediüzzaman Said Nursi ile görüşen son şahitlerden Ahmet Gümüş vefat etti.

Geçtiğimiz günlerde kalp krizi geçiren Gümüş Ağabey, Gaziantep Doktor Ersin Aslan Hastanesi yoğun bakım ünitesine yatırılmıştı.

Ahmet Gümüş ağabeyin cenazesi bugün öğlen Gaziantep Bahattin Nakiboğlu camiinde kılınacak namazın ardından aile mezarlığına defnedilecek.

Risale Haber

Peki Ahmet Gümüş Ağabey Son Şahitlerde Bize Neler Anlatmıştı?

“Allah” yazılı kâğıt parçasına hürmet

Hatıralarını kendi kaleminden okuyalım:

“Küçük yaşta iken din lehinde ve aleyhinde birçok konuşmalara şahit oldum. Kur’ân’ın her asra bakan vechesini bu zamanın ilmî ve aklî anlayışına göre aksettiren bir Kur’ân tefsiri yok mu? diye kafamda bir sual vardı.

“Annemin ve aile yakınlarımın din büyükleri hakkındaki ulvî menkıbelerini dinledim, şöyle ki:

“Bir gün sabah namazı vakti, annem beni sabah namazına kalkmam hususunda zorladı. Ben ise tembelliğimden gelen müdafaa ile, ‘Bana ne öğrettiniz de namaz kılayım, Kur’ân okumasını bilmiyorum, namaz surelerini de tam öğrenemedim ki, doğru namaz kılayım’ dedim.

“Annem namazı bitirdi. Duasını yaptı. Bana dedi: ‘Benim günahım başımdan aşkın, yarın mahşerde: ‘Annem bana dinimi öğretmedi diyeceksin.’ Ben senin dinî bilgilerini öğretmedikten sonra hiçbir okula okumaya göndermem (ben o zaman ilkokulu yeni bitirmiştim), ben yarın öldüğümde mezarımın başında bir fatiha da okumasını bilmeyeceksin, eline bir keman alıp mezarımı çingene mezarı yapacaksın…’

“Annem beni, medrese tahsili yapmış, ehl-i hal bir kimse olan eniştesi Molla Mehmed Efendinin yanında okumam için teyzeme teslim etti. Mehmed Efendinin dinî sohbetlerinde bulundum. Etraf köylerdeki kimseler dinî müşküllerinin hallini Hoca Efendiden sorarlar, bu sorulara cevap da, benim yanımda verilirdi. Böylece hoca efendiden biraz dinî malûmatımız oldu.

“Bir gün bana Kur’ân okuturken, Kur’ân’ı abdestli tutmamı ve hürmetli olmamı söyledi ve şu menkıbeyi anlattı:

“Bir zaman bir zat yolda giderken ‘İsmullah’ yazılı kâğıt parçasını yerde bulmuş, hürmetle bir duvar kovuğuna kaldırmış. Bir gece rüyasında Allah’ın isminin altında kendi ismini görmüş. Ona, ‘Sen Allah’ın ismine hürmet ettiğin için, senin ismine de hürmet olarak oraya yazıldı’ demişler.

“1952-1953 yılı, Ermenek Ortaokuluna devama başladım. Boş derslerimizin birinde arkadaşlarla dışarıda çalışırken, eski bir Kur’ân sayfası gördüm, onu aldım, kitabımın içine koydum. Zil çalınca sınıfa girdik, dersimiz yine boştu. Muavin sınıfa geldi. Benim çok iyidir diye tanıdığım bir zatı çok övdü. Ben de mest olmuştum. Benim sıraya yaklaştı. Kitabımın arasında o eski Kur’an sayfasını görünce, ‘Bu Arap yazısı sende ne arıyor, sen Türksün’ dedi. Ben de, ‘Bu Kur’ân sayfasıdır. Kur’ân okumasını biliyorum. Ona sonsuz hürmetim vardır’ diye cevap verdim. Bir taraftan da kendi kendime, demek ki bu şahısları sevenler dine düşman oluyorlar, diye bende bir düşünce başladı.

“Risale-i Nur’dan haberdar oluyorum”

“Dayımın hanımı beni, İbrahim Koynuk ve İbrahim Canan’la görüşmek için, PTT memuru Ali Kaynak’ın evine davet etti. İbrahim Koynuk bana Risale-i Nur’dan Bediüzzaman Hazretlerinden bahsetti, ben de hürmeten dinledim, arkadaşlığımız devam etti. Bir gün beraber ders çalışırken, İnebolu baskısı teksirle basılmış, Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayat’ı elime geçti, kitabı açtım. İlk açışımda Üstad Hazretlerinin Ankara TBMM’de Mustafa Kemal’le namazla ilgili konuşması; ikinci açışımda, ‘Risale-i Nur Talebeleri cer etmezler, izzetle hayatlarını kazanırlar’ bahsi, üçüncü açışımda ise; Üstadın bir müdafaası çıktı.

“Bu durum karşısında Risale-i nur okumak ve müellifini görmek için bende şiddetli bir arzu uyandı. Hayalimde aradığım zat budur, arzu ettiğim Kur’ân tefsiri budur, diye tahmin ettim ve araştırmaya karar verdim. Zübeyir (Gündüzalp) Ağabeyin de Afyon müdafaasını okudum, babası ve annesi ile tanıştım.

“İmam Hatip Okullarını eski zamanın medreseleri olarak görüyorum”

“1953 Ağustos’unda Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için Konya’ya geldim. Halıcı Hacı Sabri Bey de ticaret için Konya’dan ayrılmıştı. Babam geldi, beraber köye döndüm, ailem İmam Hatip Okuluna devam etmem için karar verdiler. Kış olması sebebiyle 14 gün okul kaydına yetişemedim, o sene boşta kaldım. 1954 yılında Üstad Said Nursî Hazretlerinin Barla’da olduğunu öğrendim. Kurban Bayramına bir gün kala Üstadın Barla’daki evine vardım. Zübeyir Ağabey çıktı. Isparta’dan Bayram Ağabeyin bana emanet ettiği emanetleri verdim, kendimi tanıttım, abdestli olduğumu, fakat henüz namaz kılmadığımı söyledim, ‘Kardeşim, Üstadımız mescitte tesbihatını yapıyor, sen yanına yaklaşma’ dedi. Ben müezzin mahfelinde namazımı kılarken Üstad mescitten ayrıldı. Namazı bitirdim. Zübeyir Ağabey ile Ceylân Ağabeyin odasına girdim, çağırdı, ‘Hoş geldiniz’ dedi. Babamı, annemi ve Zübeyir Ağabeyin babasını, annesini sordu. Yatsı namazını Üstadla beraber mescitte kıldık. Sabah namazını da öyle. Bayram namazı için Büyük Camiye Ceylân Ağabeyle gittim. Sonra Üstadımızın yanına geldim. Üstad Hazretleri benim İmam-Hatip Okuluna devam edeceğime çok memnun oldu. ‘Ben o okulları, eski zamanın mübarek medreseleri olarak kabul ediyorum’ dedi.

“Mevlânâ bu zamanda gelseydi Risale-i Nur yazardı”

“Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur’u yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevi’yi yazardım, o zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi Risale-i Nur tarzındadır’ dedi.

“Ben bile Risale-i Nur’a muhtacım”

“Komünist ve masonların İslâm aleyhindeki bütün plânlarını Risale-i Nur’un yerle bir ettiğini anlattı. Onlarla mücadele, ancak Risale-i Nur’ları okumakla olacağının anlattı ve ‘Bir risale en aşağı insandaki bin tecessüsün-sorunun-karşılığı olarak yazılmıştır. Bir âmîden tâ bir feylesofa kadar herkese hitap eder. Temsillerdeki hakikatları anladığınız size kâfidir. Bir bahçeye giren o bahçedeki elma ağacından boyunun yetiştiği dallarından eli yetiştiği elmaları yemesi kâfidir. Yüksekteki elmalar ise boyu uzun olanlarındır. Anlayamadık diye üzülmeyin. Ben bile Risale-i Nur’a muhtacım. Tekrar tekrar okudukça dersimi alıyorum’ dedi. Sonra devamla, ‘Dün bir mebusla bir müftü gelmişti. Onları ziyaretime alamadım. Sizlerin masum ruhunuzla Risale-i Nur için buraya kadar gelmenizi kıramadım. Bana bazı dostlarım, ‘Biz çocuklarımızı İmam-Hatip Okuluna verelim mi?’ diye sordular. Ben onlara, ‘Dünya işlerini bilmiyorum’ dedim.

“Şimdi senin İmam-Hatip Okuluna devam etmeni istiyorum, müsaade ediyorum.’

“O sırada Halıcı Sabri Beyin oğlu Ömer Halıcı tayyareden düşmüştü. Sabri Halıcı’ya benim vasıtamla taziyelerini bildirdi.’ Ömer şehit oldu’ diye müjdesini verdi.

“Karşılığını vermeden bir şey almıyordu”

“Üstadı Barlalı ailelerden ziyarete gelenler oldu.Yanlarına armut almışlar, Üstada ikram ettiler, onları kırmamak için bize sordu: ‘Bu armutlar kaç kuruş eder?’ Biz de beş kuruş yaptığını söyledik. Üstad Hazretleri, on kuruş verdi.

“İşârâtü’l-İ’caz’ın tercümesi meselesi

“Bir gün Hacı Mehmet Parlayan’ın yorgancı dükkânındaydık. Söz İşârâtü’l-İ’caz’a geldi. İşârâtü’l-İ’caz’ın at üstünde, avcı hattında şehit ruhuyla yazıldığını ifade ile, İşârâtü’l-İ’caz’ın Konya hocalarıyla olan hatırasını anlattı. Kur’ân’ın i’caz cihetini anlattığı için tercümesine Üstadın kardeşi Abdülmecit Efendiden başka kimsenin gücünün yetişemiyeceğini söyledi. Abdülmecit Efendiye, ‘Tercüme etsek olur mu?’ dedim, ‘Olur’ dedi. Ben Zübeyir Ağabeye bu arzumu yazdım. ‘Mesnevi-i Nuriye ve İşârâtü’l-İ’caz’ı Abdülmecit Efendinin tercüme etmesine, Üstadımız müsaade eder mi?’ diye, 1955 yılı içinde yazdı. ‘İmam Hatip Okulu talebelerinin demek ihtiyacı var’ diye Üstad Hazretleri kabul etmiş. Zübeyir Ağabey benim vasıtamla Abdülmecit Efendiye bir mektup yazmıştı. Abdülmecit Efendi mektubu okudu, döndü, ikinci defa bana okudu. ‘Nur’u aynım, bana hayat kazandırdın. Boştum, işsizdim. Hazret bana hizmet verdi. Buna sen sebep olmuşsun’ diye gözlerimden öptü.

“Abdülmecit Efendi tercüme eder, benim ismimle Rüştü Çakın Ağabeye gönderirdi. O sırada Abdülmecid Efendi ve Üstad arasındaki muhaberat şöyleydi: Mektuplar Hacı Mehmet Parlayan’ın dükkânına gelirdi. Ben Abdülmecit Efendiye götürürdüm.

“Üstad, bana hocalara nasıl davranacağımı anlattı”

“1955 senesinde Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Bana hocalara karşı, arkadaşlarıma karşı nasıl davranacağımı anlattı. ‘Öğretmenlerinizden biri din aleyhinde konuşmada bulunursa, öğretmenlerle münakaşa etme, Risale-i Nur’dan o mevzuyu bul, talebe arkadaşlarına oku, anlat. Çünkü öğretmeni mağlûp etsen, o anda nefsi ve enaniyeti itibarıyla mağlûbiyeti kabul etmezler’ diye ders verdi.

“1955 senesinde Zübeyir Ağabeyden bir mektup aldım. Üstadımızın Çam Dağına çıktığını, bu dağın risalelerin yazılmasına konu olan ehemmiyetini anlatıyor; seneler sonra Üstadımızın Çam Dağına çıkması için Cenab-ı Allah’ın bir lûtf-u Rabbanî olarak bu fırsatı verdiğinden bahsediyordu.

“O sıralarda Konya’da, ‘Üstad Hazretleri, Ahmed Hamdi Akseki ve Elmalılı gibi hareket etseydi daha iyi dine hizmet eder ve bu kadar da takip ve sıkıntılara maruz kalmazdı’ diye, bazı öğretmenler konuşuyorlardı. Üstadımızın tavizsiz durumunun, başına bu işkencelerin gelmesine sebep olduğunu söylerlerdi.

“Risale-i Nur radyo ile yayılacak”

“Üstad Hazretlerini Çam Dağında 1955 Haziran ayında ziyaret ettiğimde, Üstadımın meşhur çam ağacının üstündeki yerinde, ibadet ve zikir ile namaz kılmalarını aşağıdan seyrettim. Zübeyir, Sungur, Ziya Arun, ve Ceylân Ağabeyler de vardı. Üstadımız öğle namazını kıldıktan sonra bizi huzuruna aldı. Çam dağının ehemmiyetini anlattı.

“Kardeşim, biz kendi kendine hareket edenlerden değiliz, biz inayet altındayız. 1400 sene evvel mübarek bir ümmî ve öksüzün eliyle o zamanın krallarının, sultanlarının muhalefetine rağmen, bütün dünyada ilân edilen İslâmiyet nasıl yayılmışsa, Risale-i Nur da Hz. Ali’nin Celcelutiye’sinde bildirdiği gibi, gizliden gizliye inkişâf edecek, ona müştak Risale-i Nur Talebeleri vasıtasıyla da dünyaya Kur’ân’ın hakikatları ilân edilecektir. Nasıl ki, önce kalemle sonra teksirle olduğu gibi, yakın bir zamanda matbuat ve radyo vasıtasıyla olacaktır.’

“Ağabeyler ellerinde teksirle basılmış İslâm yazılı risaleleri okudular ve ben de dinledim. Üstadın talebeleri ile olan dersini o zaman gördüm. Üstadımız beni üç gün misafir olarak kabul ettiğini, fakat şimdi takip olduğundan gitmeme müsaade ettiğini söyledi. Üç gün için bir lira verdi, o zaman ekmek otuz kuruştu.

“İki kişiye Risale-i Nur’u tanıtsan kâfi”

“Ben Konya’dan ayrılıp İstanbul’a gitme arzu ve niyetinde olduğumu Zübeyir ağabeye anlattım. Zübeyir Ağabey Üstadın yanına varınca, Üstad, ‘Ahmet’le ne konuştunuz?’ diye sormuş. O da Konya’dan ayrılmak istediğimi söylemiş. Üstad, ‘Bu işte bir parmak var’ diye razı olmamış. Üstadımız bir yerde hizmet için sadakatla ve sabırla, fedakâr olarak sebat etmemizi isterdi. ‘Muallimler mağlûbiyeti kabul etmezler, talebeler ise ehl-i haktır. Sizin okulda Nur’ları okuyan kaç kişi var?’ dedi. Ben de yetmiş kişi olduğumuzu söyledim. Üstad Hazretleri hayretle karşıladı. ‘Ben o mektepte bir kişi olduğunu biliyordum, sen yetmiş kişiden bahsettin, acaib’ dedi.

“Üstad Hazretleri bana dedi: ‘Kardeşim kemiyet her zaman insanı aldatır. İş keyfiyettedir. Sen bütün talebelik hayatında Risale-i Nur’u fıtraten arayan iki kişinin Risale-i Nur’u tanımalarına vesile olsan, onlar da o vesile ile imanlarını kurtarsalar, sen vazifeni yapmışsındır. İhlâs kemiyette değil, keyfiyettedir, hizmet de budur.’

“O sırada arkadaşlardan asker olan Recep Putgül , Ceylân Ağabeye mektup yazmış, mektup savcılığın eline geçmiş, mektupta bizlerden bahsetmiş, isimlerimiz tespit edilmiş, bizleri Konya’da emniyet aradı, mahkemeye verdi, mahkeme beraat verdi. O yetmiş arkadaştan, korkudan kimse de kalmadı, hattâ korkularından aleyhimize geçtiler, bir çok kimseleri ifsad ettiler.

“Ata ot, aslana et ver”

“Bu olaylardan sonra Üstadı Isparta’da ziyaretimde, ‘Sen her gördüğüne Risale verme, ata et, aslana ot verme. Ata ot, aslana et ver. Senden birkaç defa Risale-i Nur istesinler o zaman ver. Biz kitapçılar gibi kitap satmayız. İhtiyaç duyan, müştak olan kimselere veririz’ diye Üstad ve Zübeyir Ağabey bu hususta çok dikkatli olmamız için ısrar ederler ve misaller verirlerdi.

“Üstadımız veciz konuşur”

“Babamdan para biraz fazla gelip de, fırsat buldukça, doğruca Isparta’ya giderdim. Üstad Hazretleri benim durumuma göre konuşurdu.

“Üstadın bütün bizlere anlattıkları Risalelerde ve Lahikalarda vardı. Üstadın bize anlattıklarını biz Risale-i Nur’larda ve Lahikalarda görünce bazı hatıraları unuttuk. Zübeyir Ağabey de, ‘Kardeşim, Üstadımız veciz konuşur. Üstadımızdan bir şey naklederken çok dikkatli olmalıyız, kendi kısır anlayışımızla anlattıklarımıza, karşı taraf itiraz eder, biz de, Üstaddan der, anlatırız, şahsî kabiliyetsizliğimiz ve anlayışımızdan dolayı hücumları Risale-i Nur’a ve Üstadımıza getirmiş oluruz’ derdi.

“İnsan, yüz kapılı bir saraya benzer”

“1956 yılı sonbaharı Isparta’daki ziyaretimde, Afyon mahkemesi beraat vermişti. Üstad Hazretleri çok sevindi. Mahkemenin bu beraat kararına göre Maarif Vekâleti ve Diyanet İşleri Riyaseti Üstada müracaat etmişlerdi. Üstad yakın bir zamanda risalelerin bütün okullara gireceğini söyledi. Her gidişimizde bize İhlas Risaleleri’ni âdeta özetletirdi. Her işin Allah rızası için olmasını ve o gaye ile hareket edilmesini anlatırdı. Yine sözden ziyade hal ve hareketin tesirli olacağını anlatırdı. Dr. Mustafa Ramazanoğlu ve arkadaşlarının okulda okurken nefislerinde İslâmiyeti yaşamaları neticesi, onları gören ve onlar gibi olmak isteyen arkadaşlarına, ‘Biz Risale-i Nur’ları okuduk, İslâmiyet dairesine böyle girdik’ dediklerini, bu sayede risaleleri okuyan çok Nur Talebesinin olduğunu ve böylece Risale-i Nur’a hizmet ettiklerini anlattı ve şunu söyledi.

“Kardeşim, İslâmiyet için fethedilmeyecek insan yoktur. Mühim olan İslâma hizmette bulunanların çok dikkatli olması. İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. Mutlaka bir kapıdan girilerek o insan fethedilir. Bin senedir Avrupa zındıklarının ve Asya münafıklarının tesiriyle bu asil Türk milletinin çocuklarının akılları yanıltılarak insandaki o 99 kapı İslâmiyete kapatılmış, fakat fıtrat icabı bir kapısı daima açıktır. İslâmî ferasetle o açık kapıyı keşfedip, oradan girilirse, diğer kapalı kapılar da içeriden İslâmiyet hesabına açılır, o insan, İslâmiyet için fethedilir. İhlasla, acelecilik yapmadan, fıtratına uygun Risale-i Nur mizanlarıyla anlatmak ve hareket etmek lazımdır. Acelecilik, lüzumsuz yere münakaşa ve ithamlarda hareket edilirse, o zaman kapalı kapılara hücum edilip, o açık olan bir kapının da kapanmasına sebep olunur. Risale-i Nur muhakeme-i akliyeye ehemmiyet verir. Ve sonra onu İslâmiyet dairsine alır.’

“Bu gibi konuşmaları ile Üstad Hazretleri, bizi Kur’ân ve iman hizmetinde şevkimizi artırarak hizmete koşturur ve bizleri muhafaza ederdi.

“Üstad Hazretlerinin yanına gidince, önce Abdülmecit Efendiyi, ailesini, çocuklarını sorar, onlarla çok alâkadar olurdu. Bir ziyaretimde, Abdülmecit Efendinin oğlu Suat Beyin bir hâdisesini anlattı. Suat Bey, bir terzi dükkânında İslâmiyete zıt bir şeyi nefretle karşılayarak, bir şeyler yapmış; o hâdiseyi, sanki Üstad Hazretleri oradaymış gibi şevkle bana anlattı. Üstad çok neşeli gördüğüm bir zaman da bu idi. Elleriyle o olayı bir tarif etti ki, o tarif hâlâ gözümün önünde canlanmaktadır.

“Ben kendimi sevmiyorum”

“O yıllarda Tarihçe-i Hayat yeni basılıyordu. Abdünnur isimli bir arkadaşım kitap için bir kapak kompozisyonu yapmıştı. Benden Üstada götürmemi istedi. Üstadın ziyaretine gittiğimde, ‘Ellerinizdeki nedir?’ diye sordu. Ben, ‘Abdünnur kardeşimizin Tarihçe-i Hayat için yapmış olduğu kapak…’ der demez, Üstad çok hiddetlendi ve kapaktaki resmi göstererek (Isparta Tugay Camii temel atma merasimi resmi) ‘Bu resim nedir? Sizler benim şahsıma ehemmiyet veriyorsunuz, benim şahsıma yapılan hürmet, bana hakarettir. Sizler Risale-i Nur’la değil de, benim şahsımla mı alakadar oluyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Ben hiçim. Benden bir şey beklemeyiniz’ dedi ve kapaktaki resmi elinde ovalayıp çöplüğe fırlattı.

“Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek”

“İmam-Hatip Okulunda talebe idim. Müdürle olan münakaşamızın neticesi, o beni Disiplin Kuruluna, ben de onu mahkemeye vermiştim. Mahkeme benim lehime tecelli etmeye başladı. Said Gecegezen de müdürle benim münakaşamı Üstada anlatmış. Üstad da, ‘Madem o Mevlânâ’nın torunudur ve namazını da kılıyor, Ahmed mahkemeden vazgeçsin’ demiş. Ben mahkemeden vazgeçtim; onlar ise bana mecburî tasdikname verdiler.

“Bu hâdiseden sonra Üstadın yanına gittim. Benim gönlümü aldı. Üzülmememi söyledi. İmtihan esnasında bir soruya verdiğim cevabı anlattım. Şöyle idi: Tarih dersinde başkalarına üçer soru sorulurken, bana farklı dördüncü soru eklendi. Üstadımız Kürt, benim ise Türk olduğumu ifade ile, ‘Kürt Teâli Cemiyetini kim kurdu?’ dediler. Ben de ‘Böyle bir mevzuyu sizler ders esnasında anlatmadınız. Tarih kitabı da yazmıyor. Bunu siz bilirsiniz…’ dedim. Netice olarak 3 vermişler. Benimle imtihan olan arkadaş, ‘Sana diğer mümeyyizler 8 verdiler, tarih hocası 3 verdi’ dedi.

“Menderes Risale-i Nur’u okullara ders kitabı olarak koyma niyetinde”

“Durumu böylece Üstada anlattım. Üstad mert bir tavırla, ‘Benim menfî cereyanlarla alâkam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risale-i Nur 650 milyon Müslümanın uhuvvet-i İslâmiyesini, hürriyetlerini müdafaa etmiştir. Bir gün Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek, bu müfterilerin sizleri görünce yüzleri kızaracak. Menderes şimdi, komünist, anarşisti ve tahribatçı dinsizlik hareketini durduracak kuvvetin Risale-i Nur olduğunu anladı, etrafını iknaya çalışıyor. Nurları okullara ders kitabı olarak koyma niyetindedir. Başvekil bunu arzu ederse, onlar ne yapacaklar?’ dedi.

Tarihçe-i Hayat önsözü

“Ziyaret esnasında İlâhiyat Fakültesi talebelerinden Kâmil, Ali Ulvi Kurucu’nun yazdığı Tarihçe-i Hayat’ın önsözünü getirdi. Üstad onu okutturdu. Başına, ‘Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin önsözüdür’ diye yazılmasını emretti. Bana dedi ki: ‘Kardeşim, Hacı Ulvi Efendi, benden çok Risale-i Nur’u övmüş, eğer beni fazla övseydi, bu önsözü kabul etmeyecektim. Madem Risale-i Nur’u övmüş, onun hatırı için kabul ettim.’

Maarif Şurası ve Haşir Risalesinin yazılış sebebi

“Bir gün Onuncu Söz’ün yazılışını bana şöyle anlattı:

“Ankara’da Maarif Şûrası toplanmış, dinden tecerrüd eden programlarındaki dinsiz görüşleri, talebelere nasıl kabul ettireceklerine dair yaptıkları istişarî toplantıda, felsefe dersleriyle öldükten sonra dirilme olmayacağının talebelere anlatılmasına karar vermişler. Bu kararın alındığı günlerde Üstadımız Haşir âyetini Barla Denizi (Eğridir Gölü) kenarında kırk defa okur ve Barla’ya döndüğünde Haşir Risalesini kaleme alır. Bilâhare İstanbul’da tab edilerek, Meclis’de mebus olan bir zata gönderilir ve Meclis kapısında mezkûr program hazırlayıcılarından biri ile karşılaşırlar. Kitabı gören şahıs, ‘Said Nursî istihbaratıyla bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor’ diyor. Bu haberi Üstada Kâzım Karabekir Paşa bildiriyor.

“Üstad şöyle diyor: ‘Kardeşim! Maariif Şûrasının böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenab-ı Hak Haşir Risalesi’nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.’

Sabah dersi, ders baklavası ve kur’a

“Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir usulüydü ki, sabah derslerinden sonra talebelerine ikramda bulunurdu. Kendisinin ‘ders baklavası’ tabir ettiği bu ikramlar umumiyetle kurabiye, elma, üzüm, baklava gibi şeylerden olurdu. Bu ikramı yaparken kur’a çektirir ve kendisi de talebeler gibi kur’aya dahil olurdu. Kendisine kur’a isabet eden talebe önce alırdı. Böylelikle kendisinin de Risale-i Nur talebesi olduğunu açıkça ifade etmek istiyordu.

“Takdir hissimize tekdiri”

“Kendisine içimizden gelen bir takdir hissiyle baksak, hemen tekdir eder, ‘Niçin yüzüme bakıyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Bana haddimden fazla makam vereni de sevmiyorum’ derdi.

“Bir gün, ‘Bu kitapların müellifi olan zât elbette büyük bir zâttır’ diye içimden geçti. Bunun üzerine, ‘Bana makam veriyorsun’ diye beni azarladı, tekdir etti ve bu tavrı her zaman devam ederdi.

“Yüzüme bakarak içimdeki soruya cevap verişi”

“Bir gün Tarihçe-i Hayat’tan, Eskişehir Ak Cami’de namaz kılması mes’elesini okumuştuk. Ben içimden, ‘Ya buna ne diyeceksin?’ gibilerinden yüzüne baktığımda, ‘Kardeşim! İlm-i Kelâma göre evliyanın kerameti haktır. Bu hâdise doğrudur, fakat ben değilim. Bu öyle yüksek bir makam değildir. O zaman Kur’ân’a, Risale-i Nur’a hizmet etmek isteyen birisidir. Her Risale-i Nur talebesi hizmet esnasında bunun gibi iltifâtât-ı Rabbaniyeye mazhar olur’ buyurdu.

“Ben öyle talebe isterim ki…”

“Bir gün Zübeyir Ağabey rahatsızlanmıştı ve derse iştirak edemeyecek durumda idi. Bizden kendisini idare etmemizi istedi. Sungur Ağabey ile beraber ders için Üstadın yanına girdik. Zübeyir Ağabeyi sordu. Çarşıya filân gitti diye geçiştirmeye çalıştıksa da muvaffak olamadık. Ciddî bir tavır takındı. ‘Zübeyir olmayınca ders yapmıyorum. Zübeyir’i bulup getiriniz’ dedi. Sonra Zübeyir Ağabeyi bulup getirdiğimizde öyle bir hiddetlendi ki…

“Ben Zübeyir’i öyle zannederim ki; değil parmak, kellesi gitse başsız gövdesiyle ‘Risale-i Nur… Risale-i Nur… ‘ diye koşacak bilirdim. Bir parmak rahatsızlığı ile benim ümidimi kırdı. Ben öyle fedakâr talebe istiyorum ki, değil parmak, kol gitmiş aldırış etmeyecek. Böyle şeyler için kudsî davada tembellik gösterilmez. Said hak için hiçbir zaman kelleyi vermekten çekinmemiştir. Risale-i Nur’lara her şeyini feda edecek, fedakâr talebe lâzımdır… ‘ Ben o esnada kalbimden geçirdim ki, ‘Hey Üstadım! Siz Zübeyir Ağabeye bu derece itab ediyorsunuz. Demek Risale-i Nur, talebesini bulmamıştır, ne gariptir.’ Bunun üzerine Üstad, ‘Risale-i Nur ve ben talebemizi bulmuşuz’ dedi.

“Esasen Zübeyir Ağabeyin şahsında bütün talebelerine ders vermek istiyordu.

“Üstad basını takip ederdi”

“Üstad Bediüzzaman Hazretleri basını takip eder, Risale-i Nur’la ilgili yazılarla ilgilenirdi. Gazete okuma işini Zübeyir Gündüzalp ile yaptığı gibi içtimaî meseleleri de yalnız onunla konuşurdu. Zübeyir Ağabeye olan alâkası bambaşkaydı.’

“Menderes samimi bir Müslümandır”

“Bir gün Adnan Menderes’i çok övdü. Ben o zamanki kafamla hayret ettim. ‘Bu şahsın, Üstad ile faziletli bir zat tarafından övülmesi lâyık mıdır?’ İçimden böyle geçirmiştim ki, Üstad bana dönerek, ‘İslâmiyet için samimidir, fakat yalnızdır. Menderes İslâmiyetin ulviyetini anlayan samimi bir Müslümandır. Sen bilmiyorsun, senin konuştuğun o şahıslar da bilmiyor.’

“Hakikaten ben o zamanlar Konya’da Millet Partililerle oturup kalkardım. Onlar da Milliyetçiler Derneği’ni kapattı diye Menderes’e kızarlardı. Üstad herhalde onları kastetmiş olacaktı.

“30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?”

“Üstadımız Hazretleri bir gün beni çağırdı. Zübeyir Ağabey için, ‘Bu senin hemşehrin çok ahmak, benim için her şeyini terk etti, görüyorsun çok dövüyorum, kovuyorum, bir türlü gitmiyor, hem de maaş ve ticarî geliri 700 lira idi. Onları da bıraktı, şimdi ben hemşehrine 30 kuruş veriyorum, hiç sesini çıkarmıyor. Senin bu hemşehrin ahmak değil mi?’

“Üstadım, değil.’

“Neden? Bak babasını anasını terk etti, memuriyetini terk etti, üstelik bir de benden dayak yer. 30 kuruş gibi pek cüz’î bir para veriyorum… 30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?’

“Üstadım sizin o 30 kuruş çoktur.’

“Sen mekteplisin, hiç hesap okumadınız mı? 30 kuruş 700 liradan nasıl çok olur?’

“Üstadım Zübeyir Ağabey en iyisini yapmıştır, sizin verdiğiniz o 30 kuruş 700 liradan çok daha iyidir.’

“Nasıl iyi olur, anlaşıldı sen hem şehrini tutuyorsun, sen de ahmaksın. Hemşehrini benim yanımda müdafaa ediyorsun, anlaşıldı. Ondan sana ahmaklık bulaşmış ve seni kandırmış’ diye lâtife etmişti.

İnönü: “Beni Said Nursî yıktı”

“O sıralarda Sikke-i Tasdik-i Gaybî Risalesi yeni basılıyordu. Tashih için kolonlar gelir, Üstadımız aslı ile karşılaştırırdı. Bir gün Mustafa Sungur Ağabey okurken, Üstadımız:

“Bu âyet-i kerime, işârî mânasıyla yedi sene sonra Kur’ân’ın küfrü mağlûp etmesini ve İslâmiyetin şaşaalı günlerinin haberini veriyor. ben o günleri görmeyeceğim. Sizin aldığınız süruru, Cenab-ı Allah da bana kabrimde aynen sizin gibi ihsan edecektir. Ben de aynen sizin gibi toprak altında o zevki tadacağım. O müjdeli günleri, Mustafa Sungur kabrimin baş ucunda bana anlatır, ben de mânen mesrûrane dinlerim.’

“Ben ise içimden, ‘Böyle bir şeyin olabilmesi için meclisin üçte ikisi Nurcu ve İslâmiyete kanaatkâr olması lâzımdır. Hallbuki şimdi bir Nurcu mebus dahi yok, bu sözler gerçekleşir mi?’ gibi sözler ediyordum.

“Üstadımız Hazretleri bana, ‘Niçin yüzüme bakıyorsun, senin Kur’ân’a itikadın var mı? Ben kendimden söylemiyorum. Kur’ân haber veriyor. Bu tarihler kat’îdir, altı ay ya ileri ya geri olabilir, zaman bunu en iyi tefsir edecektir’ dedi.

“Hakikaten yedi sene sonra, o tarihten iki ay geçince 1966 Senato seçimleri esnasındaki Adalet Partisi’nin çoğunluğu alması karşısında Cumhuriyet Halk Partisi mağlûp oldu. Bu mağlûbiyet üzerine İsmet İnönü, ‘Beni Said Nursî mağlûp etti’ diye radyolardan ilân etti.”

(Son şahitler adlı eserin, dördüncü cildinden derlenmiştir…)