Etiket arşivi: sonsuzluk

Sonsuz Cehennem Adalet mi?

Detaylı incelemeye başlamadan önce kısa ve öz cevabı verelim:

Allah hem peygamberleri hem de kitapları aracılığıyla bazı suçların cezasının ebedî Cehennem olduğunu bildirmiş midir?

Bildirmiştir.

Bu suçları işleyip işlememe tercihini de kuluna bırakmış mıdır?

Bırakmıştır.

O halde ceza adildir. Bu cezayı kul kendi iradesi ile tercih etmiştir.

Uyarı ve tehditlere rağmen bu suçları işlemek fiilen “Yap da görelim!” diye meydan okumaktır ki belki bu da işlenen suç kadar büyük bir suçtur.

Şimdi konuya başka bir açıdan bakalım.

Eğer bu soru aklımıza geliyorsa şöyle bir mantık silsilesi sonunda ortaya çıkıyordur:

  • İnsan sınırlı bir sürede imtihan oluyor.
  • Bu sınırlı sürede sınırlı günahlar işliyor.
  • Bu adam bütün hayatını günahla geçirse, haydi her günahı için de on katı süre ceza çekse altı, yedi yüz sene sonra Cehennem’den çıkması lâzım.
  • Allah bize kendisinin Adil olduğunu söylüyor AMA böyle bir ceza nasıl adaletli olabilir?

Burada büyük harfle yazdığımız “AMA” büyük bir tehlikenin habercisidir. Bu “AMA’yı” kullanan kişi (en hafif ifadeyle) Allah’ı hakkıyla tanımıyor, hatta sonsuz ve gerçek adaleti sağlayıcı olduğundan şüphe ediyor demektir. Eğer hakkıyla tanısaydı mantığı şöyle kurması gerekirdi:

  • Allah bazı suçların cezasının sonsuz Cehennem olduğunu söylüyor.
  • Allah sonsuz ve gerçek adalet sahibidir.
  • Eğer sınırlı bir süre içinde işlenen bu günahlar sonsuz Cehennem ile cezalandırılmayı gerektiriyorsa
  • Bu günahlar ilk bakışta görülenden çok daha büyük olmalılar.

İlk çıkarımdaki gibi hatalı mantık kullanımı, aslında soru olmayan pek çok soruda karşımıza çıkmaktadır: Kalplerin mühürlenmesi, engellilerin yaratılması, içinde doğup büyünen aile ve çevrenin Müslüman veya gayrimüslim olması vb.

Fakat biz konuyu dağıtmayalım ve Kur’an’da sonsuz Cehennem’le cezalandırılacağı bildirilen suçları inceleyelim:

Rab, ilah olduğunu iddia etmek: Bunlar kontrol ettikleri gücün etkisi ile kendilerini insanlardan üstün görmenin zirvesine çıkmış, tanrı olduklarını iddia etmişlerdir. Tarihte Firavun ve Nemrut gibi isimlerle karşımıza çıkmaktadırlar. Elbette böyle bir suçun cezası üç beş bin sene ile sınırlı olmayacaktır.

Allah’a ortak koşmak (Şirk): Bunlar Allah’ı kabul ettikleri(!) halde birliğini kabul etmezler. Allah ile birlikte pek çok tanrılar da edinirler. Allah’ın kendisini tanıyıp kulluk etmek için verdiği hayat, rızık, akıl, cüzî irade gibi sonsuz sayıda nimetleri başka tanrılar kurgulayıp onlara nispet etmeleri, bu fiili işleyen müşrikleri sonsuz Cehenneme namzet yapmaktadır. Allah’ın her an yeniden yarattığı sayısız nimetin karşılığında başka, hayali ilahlara şükretmenin cezası da üç beş bin sene Cehennem olmayacaktır. Bir not olarak şunu da belirtelim ki sevgili peygamberimizin hayatının büyük kısmında savaştığı kavim kâfirler değil bu gruptakilerdir.

Allah’ı inkâr edenler (Ateistler): Bunlar da Allah’ın varlığını kökten reddederler. Aslında daha doğru bir ifadeyle bir yaratıcının olmadığını iddia ederler. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım.” hadis-i kutsisinden öğrendiğimiz gibi tüm kâinatın ve insanın birinci var edilme amacı Allah’ı (cc.) bilmektir. İnsan ve cinlerin yaratılmasındaki bir başka maksat da Zariyat suresinde (51. s./56. a.) bildirildiği gibi Allah’a kulluk etmektir. Allah’ı inkâr eden bir kimse bu iki yaratılış maksadına da muhalefet etmiş olmaktadır. Çakmayan çakmak, yazmayan kalem, yanmayan lamba gibi üretilme maksatları olan görevleri yerine getirmeyen araçlar nasıl görevleri yerine getirenlerden ayrılıp çöpe gidiyorsa Allah’ı inkâr edenler için de en uygun yer Cehennem olacaktır.

Münafıklar: Bu grup kâfirlerden daha kötüdür. Çünkü hem inkâr eder hem de inanıyormuş gibi davranırlar. Cezalarının kâfirlere verileceklerden katbekat fazla olması adalet gereğidir.

Az önceki çakmayan çakmak, yazmayan kalem örneği aklımıza şunu getiriyor: Bu eşyalar var olma amaçlarını yerine getirmiyorlarsa imha ediyoruz. Allah neden bu insanları yok etmiyor?

Bu soru uzun zaman kafamı meşgul ettikten sonra şu iki sebebin olabileceği fikri benim kalbimi mutmain etti:

Ya,
Allah insana kendi ruhundan üflediğini bildiriyor. Bu sebeple, yaratılışından gelen mahiyeti itibarıyla insanı değersiz bir çöp gibi yok etmeyi tercih etmiyor

ya da

sonsuza kadar Cehennem’de bile olsa var olmak, yok olmaktan çok daha hafif bir ceza.

Dünyada bazı kişilerin yok olmayı Cehennem’e tercih ettiğini söylemesi, buna delil olarak da intihar edenleri göstermesi kafa karıştırmasın. Dünyada intihar eden kişi sadece birkaç yıllık daha ömründen vaz geçer. Fakat biz sonsuz hayattan bahsetmekteyiz. Kaldı ki intihar edenlerin çoğu bu eylemi şuurlarını kaybettikleri kriz anlarında yapmaktadırlar.

Şimdi şu adalet meselesine geri dönersek:

Yukarıda saydığım gruptaki insanlar ebedi Cehennem’de kalmasın demek, bir süre sonra çıkarılsın demek anlamına gelir.

Peki, bunlar Cehennem’den çıkarılırsa nereye gönderilecekler?

Cennet’e tabii ki!

İyi ama bu insanları Cennet’e koymak adalet olacak mı?

Muhiddin Yenigün

 

Sonsuzluk Anlaşılabilir Mi?

Bir bardağa denizin yerleşmesi mümkün olmadığı gibi, sınırlı olan insan aklının da sonsuzu kavraması mümkün değildir. Şu var ki, insan sonsuzu anlamasa bile onun varlığını bilebilir. Bilmek, inanmak başka, anlamak daha başkadır.

İnsanoğlu her şeyiyle sınırlı. Hayatının bir başlangıcı var. Her başlangıç bir sondan haber verdiği için, bu hayatın da bir sonu olacaktır. İşte, başı ve sonu olan bu kısa hayat içerisinde, insan her yönüyle sınırlı işler görebiliyor. Gözü, mevcut ışınların ancak yüzde iki buçuk kadarını görebiliyor. Kulağı sadece belli bir frekanstaki sesleri işitebiliyor.

Madde aleminde açıkça görünen bu hakikat, ruh aleminde de geçerli. İnsan aklı her şeyi anlayamıyor. Zira, öğrenmeye başlamasının bir başlangıcı var. Başlangıcı olan ilim sonsuz da olamıyor; tıpkı hayat gibi…

İnsan aklının aczinin başlangıç noktası, kendini anlayamamasıdır. Şu sınırlı akıl, henüz kendini anlamış değilken nasıl oluyor da sonsuzu anlamaya kalkışabiliyor?.. Üçün dörtten küçük olduğunu bilen insanoğlu, yine kesinlikle bilir ki, ben üçten dördü çıkarmaya kalkışırsam menfi bir netice ile karşılaşırım. Bunu bildiği hâlde, sınırlı olan aklına sonsuzluğu sıkıştırmaya çabalıyorsa, sonucun eksi sonsuz, yani sonsuz bir menfi olacağını da baştan kabul etmiş demektir.

İnsan sonsuzu anlayamaz, ama sonsuza inanabilir… Bu da insanoğluna büyük bir ilahî lütuftur. Yoksa, bütün sıfatları sonsuz olan Rabbine nasıl iman edecekti?..

Bu vadide insanoğluna bir mukayese imkanı, bir fikir yürütme, istidlalde bulunma gücü verilmiş. O, bu güç sayesinde çok iyi bilir ki, bu alemde benim bir başlangıcım ve sonum olduğu gibi, her şeyin de yine bir ilk ve son noktası var.

Başlangıcı olan her şey, bize şu iki hakikati birden ders verir: 

Beni yoktan yaratan bir zat var ve onun varlığı ezelidir. Aynı şekilde her son da bize ebedi bir zattan haber verir. Kendimize şu soruyu soralım: Senin anlayamadığın sadece sonsuzluk mu? Yer çekimini anlayabiliyor musun? Güneşin, gezegenlerini nasıl çekip çevirdiğini kavrayabiliyor musun? Ruhun, aklın, hayalin, hafızanın mahiyetlerini bilebiliyor musun? Elma ağacının içindeki o manevi fabrikayı izah edebilmiş misin? Yumurta nasıl oluyor da, uçan bir kuş oluyor? Nutfe dokuz ay sonra nasıl ağlıyor, görüyor, işitiyor? Bu alemde insanın göremedikleri gördüklerinden, anlayamadıkları anladıklarından, bilmedikleri bildiklerinden çok fazladır.

İnsanın, bu fani eşyayı anlamış gibi, bekayı anlamaya kalkışması onu en azından yorar. En azından diyorum, çünkü bu gibi yersiz arayışların insanı sersem etme ve yoldan çıkarma ihtimali de vardır…

İnsanın sonsuzu anlama gayreti iki ayrı sahada cereyan ediyor. Birisi, ilahi sıfatların sonsuzluğu, diğeri de ahiret hayatının sonsuzluğu… Bu ikisi arasında, gözden kaçmaması gereken önemli bir farklılık var. Ahiretteki sonsuzluktan söz edildiğinde, zihinlerde hemen zaman ve müddet kavramları canlanır. Sonu gelmeyen, tükenmeyen, fani olmayan, arızalanmayan bir hayat… Burada verilen hayatın geri alınmaması, baki kılınması söz konusudur. Bunu aklın almaması için bir sebep olmasa gerek…

Allah ın sıfatlarının sonsuzluğuna gelince: Onun kudreti sonsuzdur, demek, “ne kadar alem yaratırsa yaratsın kudretinde bir noksanlık olmaz” demektir. İlminin sonsuzluğu, onun cehilden münezzeh olduğu manasınadır. Diğer sıfatlar da aynı şekilde, aynı mantık içerisinde değerlendirilmelidir. “Ezeli olan elbette ebedidir.” hakikati, Cenab-ı Hakk’ın zatı için de geçerlidir, sıfatları için de… Yani, onun bütün sıfatları sonsuzdur, ebedidir. Zira, hiçbiri sonradan var olmuş değildir; hepsi ezelidir.


Sorularla İslamiyet

Ömür Tek Sermayemiz

Her birimiz ayrı bir dünya yaşadık; yaşıyoruz ve yaşayacağız. Ya uzun sürdü bu ömür; ya da çocukluğumuzda bir hastalık ciğerimizi çürüttü. Belki herhangi bir insan gibi bir araba kemiklerimizi ezdi, bir bombaya kurban gittik, kalbimiz habersiz bir krizin baskınıyla dinlenmeye çekiliverdi. Tüm yaşantımızmış gibi algıladığımız dünyadaki ömür, aslında ahirette yaşayacağımız sonsuzluğa nisbeten birkaç saniyeden ibaret. Dünyadaki ömrün sonsuzluğa oranla miktarı ne kadar küçükse, aynı sonsuzluğa oranla değeri o kadar büyüktür. Çünkü sonsuzluğa değin sürecek hayatın nerede ve nasıl geçeceğini, ömür denilen birkaç saniye boyunca neler hissettiğimiz, istediğimiz ve yaptığımız belirleyecek. Dünyadaki saniyeler boyunca kazanabileceklerimizi, ahiretteki asırlar boyunca elde edemeyeceğiz. Demek ki, sonsuzluğu kazanmakta kullanabileceğimiz tek sermayenin adına ömür demişiz. Belki de bu yüzden yarışıyor karıncalar; kuşların dünyayı şenlendirmek için güneşi bekleyememelerinin sırrı da buradadır.

Niçin yaşadık? Ev, araba, ünvan ve zenginlik için çırpınışımızın, televizyon seyretmemizin, dedikodularla bütün sermayemizi yok etmemizin; kısacası ömrümüzün saniyelerini paslanmış bağ bıçağıyla milim milim parçalayışımızın sebebi nedir? Nice insan, evreni kuşatacak bir sayfayı kendi adıyla açıp doldurarak gitme fırsatı eline verildiği halde, tembellik yüzünden elleri bomboş olarak dünyadan kovulmuştur. Eğer her gece uykuya dalacakken, sermayemizle hangi ticareti yaptığımızı sorgulamıyorsak; yolumuzu biz tayin etmiyoruz demektir.

Zaman nehrinde akıp gidenlerin yolculuğu iki şekilde çizilir: Ya onlar birer saman çöpü gibidirler, rüzgârla savrulurlar; kum ve toprak parçacıklarıdırlar, sellerle yuvarlanıp giderler. Ya da onlar, kendilerini bir vadiden diğerine taşıyan arı gibidirler. İşte, büyük bir ruhu çalışmaya feda ettiren olağanüstü sözler:

”Karşımda büyük bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.” Sonra da şöyle uyandırır bizi Bediüzzaman: ”Biz gidiyoruz; aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar. Sevkiyat var.” Sonra da bizler… Kendimize kahredişimiz; haksızlık ve zulme ilgisiz kalmaktan veya sadece bunların dedikodusunu yapmaktan başka bir yolu tercih etmeyen insanlar… Elimizdeki her değerin emanet olduğunu ve pek yakında çekilip alınacaklarını biliyoruz: eşimiz, işimiz, mülkümüz ve hayatımızı paylaştığımız herşey. Herşeyin sahibi olduğunu sanan, ama ‘ömür sermayesinin saniyelerinden başka’ hiçbir şeyi olmayan insanlarız. Vücudumuz bile bize ait değil ve biz buradan ayrıldığımızda vücudumuz dahi bizimle gelmeyecek. Bizimle birlikte gelecek olan, kalbimizi güneşleştiren dualar, dilekler ve eylemlerimizle manevî hafızalarda bıraktığımız tertemiz izler olacak.

İslâm Peygamberi(a.s.m.) ”İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar” der ve uğrunda ağlaşıp çekişip durduğumuz dünyaya dünya hesabına saplanmanın anlamsızlığını hissettirir: ”Ahirete nazaran dünyanın değeri, ancak sizden birisinin parmağını denize daldırmasına benzer.”

Hatırlıyorum, 1989 yılında Akdeniz bölgesinden geçerken, Mersin iline uğramıştık, şehrin sahilinde deniz kenarına vardık ve ”Akdeniz’in suyuna dokundum” diyebilmek için elimi deniz suyuyla ıslattım. Orada geçen tüm zaman beş dakikaydı. Şimdi düşünüyorum; beş asır olsa da, fani olunca aynı şey değil midir?

Benjamin Franklin, ”Hayatı seviyorsan, zamanını boşa harcama; çünkü zaman hayatın ta kendisidir” der. Bu gerçeği ruhunun derinlerinde hisseden büyük insanların lüzumsuz meşguliyetlerle öldürülecek bir saniyeden bile kaçtıklarını görürsünüz. Pek çok insan, değil dakikalarını, saatlerini harcıyor ve bu saatleri, değil lüzumsuz işlerle meşgul ederek, hiçbir şey yapmayarak, âdeta heykel gibi donup kalarak öldürüyor. Gereksiz uykularla ve faydasız televizyon seyretmelerle yaptığımız bundan başkası mıdır?

Epiktetos, tarihin derinliklerinden şöyle fısıldar: ”Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsan, niye bugünden başlamıyorsun?” Biraz daha dikkat edince, Tolstoy’un ”Herkes insanlığı değiştirmeyi hayal eder; ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez” dediğini duyacaksınız.

Ömür sermayesiyle sonsuzluğu kazanmanın zamanı bugündür ve yolu, işe kendimizi değiştirmekten başlamaktır. İnsan, sermayesi zannettiği malını, makamını korumak uğrunda bütün enerjisini, bazen canını, hatta şerefini feda eder. Gerçek ve tek sermaye olan ‘ömür’ün hızla tükendiğinin yeterince bilincinde miyiz? Yoksa en acımasızca, israfla harcadığımız tek sermayemiz ömrümüz müdür?

Ben otuzdört yaşındayım. Beş yaşında, on yaşında çocukların dünyadan ayrılışlarını duydukça, Hz. Âdem’i(a.s.) ve Hz. Havva’yı(r.a.) Cennette sonsuzlukla kandıran şeytanın, aynı yalana onun çocuklarından olan beni de dünya hayatında inandırmaya çalıştığını fark ediyorum. O anda eğer tembellik tuzağına düşmüşsem; kulaklarım vicdanımın haykırışlarını yakalayıveriyor ve beni tehdit ettiğini duyuyorum: ”Sen öldün dostum; sen öldün.”

İnsanlar mallarını korurlar; krizler geldiğinde paralarının eriyip gitmemesi için herşeyi düşünürler. Mevki ve makamlarını rakipleri kapmasın diye, ne yapılacaksa yaparlar. Peki, ya bir saniye bile duraksamadan akıp giden günlerinin israf olmaması için; ömürlerinin ellerinden çalınmaması, krizlerle eriyip gitmemesi için ne yaparlar? Paramızı düşündüğümüz kadar ömrümüzü düşünüyor muyuz? Yoksa iki simit satamayınca ipe götürecek kadar değersiz bir can mı taşıyoruz göğsümüzde? Sonsuzluğun bedeli bu denli basit olamaz. Eğer son nefesimizi vermek üzere değilsek, henüz herşey bitmemiştir. Bizim için ‘herşeyi’ hazırlayan Yaratıcımızdan istemeye vaktimiz var demektir. Bulduğumuz her boş saniyeyi dualarımızla doldurmaya; yürürken, konuşurken, hatta uyurken kalbimizin ellerini sınırsız rahmetine uzatmaya; benliğimizi O’nun varlığının ve şefkatinin idraki ile doldurmaya fırsatımız var demektir.

Herkesin uyuduğu sessiz gecelerde tembellik beni ruhumdan yakaladığında ve dizlerime hâkim olamadığımda, Azrail’in(a.s.) pencereden ziyaretime geleceği ânı hayal etmeye çalışırdım. Üşenen kalbim ürpertiyle canlanır; ama bu yalancı hayalin etkisi yeterince uzun sürmezdi. Bir sabah henüz uyanamadan bir dakika önce, silüeti yanıma geldi ve artık sonsuzluk yolculuğuna başlamam gerektiğini haber verdi. Öylesine acıdım ki hâlime. Günlerdir beni üzen herşey birkaç saniyeye sığdı bilincimde; kalan projelerimi tek tek hatırladım. Uğrunda üzüldüklerim, sinek kanadı kadar değersizleşti ve yeterince önemsemediğim işlerimin her biri birer dağ gibi karşıma dikildi. Kazası gereken ibadetler, yazılmayı bekleyen kitaplar; helalleşmem gereken insanlar, hazırlamam gereken vasiyetname…

Ben çaresizim; çözülmesi gereken yığınlarca asıl iş var orada ve ben onların teki için bile artık harcayacak bir saniyeye sahip değilim. Rüya biraz daha uzasaydı da yalancı dünyaya geri gelmeseydim; oradaki birkaç dakika tüm saçlarımı ağartmaya yetecek kadar ağır gelecekti. Şimdi bizi çok seven sevgili Peygamberin(a.s.m.) ”Rabbinize yalvara yakara dua ediniz” sözü ruhumuzun bir parçası olabilir. Ya da, ”Eğer Allah katında sizler için neler hazırlandığını bilseydiniz, çok muhtaç olmayı dilerdiniz” sözünden ders alabilir; fırtınalı çölde annesini kaybeden çocuk gibi, dünyanın eziciliğinden kurtulup Evrenin Sahibine kavuşabilme arzusu ile ruhumuzu doldurabiliriz. Önemli olan dünyada neler elde ettiğimiz değildir. Neleri ne kadar büyük ölçekte kazandığımızın sonsuzluğumuz açısından hiçbir değeri yoktur. Zira bizim elimizle gerçekleştirilenlerin yaratıcısı değiliz ki onlara sahiplik iddia edelim. Bizim defterimize yazılacak olanlar, asıl bizden olanlar, yani bize ait olanlardır ki, onlar da sadece kalbimizden ve ellerimizden çıkanlardır.

İnsan başarabildikleri kadar değerli değildir; insan sadece başarmak uğrunda dile getirebildiği duası kadar ve başarabilmek için sergileyebildiği çırpınışı kadar büyüktür. İnsanın hak edeceği sonsuzluğun değerini ve büyüklüğünü belirleyen iki faktör vardır: Bedenimizin içinde yaşadığı evrende hangi eylemleri, çırpınışları bıraktık. Başarıp başarmadığımız sonsuzluğumuz açısından önemli değil; başarabilmek için üzerimize düşeni yeterince yaptık mı? Meşhur olmayabiliriz; adımızı kimse duymayabilir dünyada. Ancak şurası kesin ki, peygamberlerin yaptıkları gibi yapmaya adananları, burada kimse tanımasa da semada tanımayan melek yoktur.

Diğer faktör de kalbimizdir. Bedenimizin parçası olduğu madde evreninde, hangi izleri ve eylemleri bıraktığımız kadar; kalbimizin içinde yaşadığı ruh evreninde de hangi duaları, duyguları ve niyetleri bıraktığımız önemlidir. Öyle insanlar vardır ki, melekut evreninde, kalpleri ve duaları adına âdeta gezegenler inşa edilmiştir. Sonsuzluğu kendileriyle paylaşacağın meleklerin seni sevip sevmediğini merak ediyorsan; senin melekleri sevip sevmediğine bak. Seninle ne kadar ilgilendiklerini anlamak istersen, senin onlarla ne kadar ilgilendiğini sorgula. Yaratıcının sevgisine kavuşup kavuşmadığını anlamak istersen; şimdi kalbine sor: ”Onu seviyor muyum?” Peki seni ne kadar seviyor? Sor kendine: ”Onu ne kadar seviyorum?” Hatırlayınca hıçkırıklara boğulabilecek kadar var mı? Eğer öyleyse, sen köyde kağnıyla yük taşıyan, dağların ötesinden habersiz fakir delikanlı/veya genç kız da olsan; senin adın semanın öteki ucunda bile meşhurdur.

Hayat geçiyor, zaman uçuyor; hazineler gaybdan akıp gidiyor. Uyuyamayız, heykeller gibi donuklaşamayız. Yaratıcımızın görevi olan sonuçları yetersiz sanıp kaderimize küsemeyiz; alacağımız asıl karşılık, sonsuzluk evreninde verilecek karşılıktır. Hiçbir akıllı insan da, tüm çabalarının karşılığını dünyada alıp, sonsuzluğa eli boş gitmek istemez. Bize düşen, karıncalar gibi durmadan ve üstelik koşarak çalışmaktır; Yaratıcımız eylemlerimizden ne yaratır; sadece ahiret mi, yoksa biraz dünya ve biraz ahiret mi?

Şu kadarını iyi biliyoruz: Her zerre eylemin ve duygunun sonsuzluk evreninde mutlaka çok büyük karşılıkları vardır. Başarı yolculuğunda attığımız her meşru adım, Cennet sarayına dikilen bir ağaçtır. Eylemlerimizin bu evrendeki karşılıklarının yanısıra; eş-zamanlı olarak, sonsuz hayattaki karşılıkları da yaratılıyor. Ruhumuzu tatmin edebilecek tek karşılık, şeytanın ütüleyip boyaladığı maddede kokuşmak değil; sonsuzluğun sahibiyle kurulacak dostluk ışığında sonsuzlaşmaktır. Sevgili Yunus bunu anladı ve şu en güzel cümleyi bize bıraktı: ”Bana Seni gerek Seni…”

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi