Etiket arşivi: sosyal medya

İstifade ve mahremiyet

Risale-i Nur hizmeti, ahirzaman ümmetinin temessük etmiş olduğu ve sadece Türkiye sınırlarında kalmış olan bir hizmet hareketi değildir. Gerçekten bir hareket haline gelmiş ve nur talebeleri birbirlerine ciddi sevgi, saygı içindeler. Her ne kadar birbirlerini tanımamış olsalar da bu uhuvvet ve muhabbet hasletlerinden bir şey kaybetmemekteler. Yakın zamanda ekmek fırınına girdiğimde “bu kardeşler bana hiç yabancı gelmiyor” diyerek birisi bana yaklaştı ve tanıştık. Abimiz İstanbul–Bostancı’da medreselerimize giden birisi olduğunu belirtti. Hiç görmemiş ve görüşmemiş olmamıza rağmen nur talebelerinin arasında var olan bu muhabbet ve uhuvvet devreye girerek bir cazibe-i manevi olarak kendisini hissettirdi. 

Allah, dünya genelinde nur talebelerinin teşkil ettirdiği şahs-ı manevi-yi nuriden hissemizi, istifade ve istifazamızı azim eylesin. Zaten istifade ve istifaze lazım ve melzum gibidir. Biri birisiz olması mümkün değildir. Birisi istifade ediyorsa bunun zahir alameti istifazadır (feyiz). Feyzi varsa muhakkak bir şekilde istifade etmiş gibidir. 

Okumak anlamayı, anlamak istifadeyi, istifade ise istifazayı iktiza eder şeklinde ifade edebiliriz. Çünkü insanın latifeleri bu surette tatmin olmaktadır. 

Doğru okumak ve okuduğunu anlamak için insanın elinden geleni yapması gerekmektedir. Bazı metodlar başkalarına ters veya yanlış gelebilir. Bunu da normal karşılamak gerekir. Çünkü farklı fıtratlar ve zeka türlerinin istifadesi farklıdır. 

Mesela, işitsel zeka sahipleri en fazla istifadesi okunması ve metnin işitilmesidir. İşitsellere müzakere ve müteala yapılamaz. 

Görsellere, bir şeylerin dimağda teşekkülü için izah etmek gerekmektedir. Görsellere sadece okuma yaparak onların fazla miktarda istifazalarını beklememeliyiz.  

Bir de dokunsal olanlar var. Bunlara daha detaylı anlatımlar yapılarak hatta şekiller çizilerek maketler üzerinde anlatım yapılarak istifade edebilirler. 

Bu yazmış olduğum sıralamada birbirini hoş görmeyenler birbirini reddederek farklı bir halete bürünebilirler. Zaten şahsen anlamadığım şey budur. Anlayış ve metod farklarının hoşgörülmemesi ve tek bir anlayışın hakim kılınarak diğerlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik teşebbüslerdir. 

Özden, istikametten, nurlardan kopmamak şartıyla ne kadar okumalar, müzakereler, mütealalar yapılırsa yapılsın hepsini kabul edip hepsinin neticesine bakıp ortak bir paydada istifade edebilmeye çalışmalıyız. Ötekileştirerek ancak kendimize zarar veririz. Sürekli olarak bunlarla meşgul olmak insanlarda kusur aramaya, bulmaya sebep olmaktadır.  

Nur talebelerinin medar-ı niza ne ihtilaf şeyleri sümenaltı ederek uhuvvet ve muhabbetini muhkemleştirmeye çalışması elzemken bu farkları ötekileştirmeye sebep sayarak adeta tekfir etmesi de içler acısı bir durumdur. 

Mahrem mesele ve hatıraların sanal ortamlarda paylaşılarak naehillerin meselelere müdahil olmasına zemin hazırlamak ise, en kibar ifade ile içler acısı bir tutumdur. 

Bu sebeple ihtilafi şeylerle meşguliyetin zihinde olumsuz izler ve psikolojide yaptığı tahribatlar ve insanlarda kusur avcısı gibi hallere sebep olunacağı için bunlarla meşgul olunmamalı. 

Said Özdemir ağabeyin naklettiği hatıraya kulak verelim.  

“Kardeşim, hizmeti düşünmeyin, hizmeti en muhalife dahi Cenab-ı Hak yaptırır. Sizin düşüneceğiniz; uhuvvet, muhabbet, ittihat ve tesanüttür. En fazla düşüneceğiniz bunlardır. Bugün bize en fazla lâzım olan budur.” [1] 

“Herhangi bir yere giderken, dünya işi için bile olsa muhakkak hizmeti niyet ediniz, hizmetle alâkalı bir iş yapınız. Tâ ki başınıza gelen her hadise hizmet hesabına geçsin…” [2]  

Külliyatta o kadar mehaz varken, nice sahih bu manayı destekleyen nakiller de mevcutken kendimiz gibi düşünene muhabbet, uhuvvet, ittihad ve tesanüd göstermek gayrını tenkis ile tekfir boyutuna gitmek manevi olarak kıyamet alameti ve okunanla tatbikatın çelişmesinden başka bir şey değildir. 

Kaza ve kader-i İlahîye teslim olup düşmanını afveder ve bilhâssa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa hem maslahat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor. [3] 

Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamağa çalışacağımıza, Kur’anın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik.” diyerek, bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz. [4] 

Risale-i Nur nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevazu’ ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahib kılar. [5]

Selam ve dua ile 

Muhammed Numan ÖZEL

[1] (Son Şahitler, c. 4, Said Özdemir Hatırası) 
[2] Said Özdemir Ağabeyden bir nakil 
[3] Sözler (152) 
[4] Sözler (153) 
[5] Sözler (765)

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.org

Sosyal Medya ve Nazar

“İnsanı çıldırtan her bir gözden Allah’ın tam kelimeleriyle Allah’a sığınırım.” (İbnMâce) diyerek nazar edebilecek zararlı bakışlardan Allah’a sığınan bir peygamber'(SAV)in ümmeti olarak nazar edilebilecek neyimiz varsa itinayla fotoğraflayıp sosyal medyaya servis eden bir ümmet haline geldik. Peygamber Efendimiz (SAV)’in bile Allah’a sığındığı zararlı bakışlardan korumamız gereken her ne varsa üç beş beğeni uğruna kendi ellerimizle sosyal medyayada yayınlıyoruz.

Hiçbir zaruret olmadığı halde yeni doğmuş bebeklerimizden, mutlu mesut aile fotoğraflarımıza, düğün ve nişan fotoğraflarımızdan yeni aldığımız evlerimize, arabalarımıza, elbiselerimize kadar, insanların hayranlıkla bakıp, kıskanabilecekleri, hased edebilecekleri, nazar edebilecekleri bütün fotoğraflarımızı internette pervasızca paylaşan bir topluma dönüştük.

Özellikle hiçbir gerekçe olmadan keyfi olarak çocuklarının fotoğraflarını sürekli sosyal medyaya servis eden anne ve babalar evlatlarını her türlü zararlı bakışın tesirine terk ettiklerini unutmamalıdırlar. Efendimiz (SAV)’in huzuruna Cafer b. EbiTalib’in iki çocuğu getirilince Efendimiz(SAV) onları büyüten dadılarına: “bu çocuklar niçin bu kadar zayıf” diye sordu. Dadıları: Ey Allah’ın Rasûlü! Nazardan çok çabuk etkileniyorlar deyince Rasûlullah (SAV)Efendimiz şöyle buyurdu: “Bunlar için okuyunuz. Çünkü herhangi bir şey eğer kaderi geride bırakacak olsaydı, nazar onu geri bırakır, geçerdi.” buyurdular. (Muvatta)

Hz. Ya’kub’un güçlü ve gösterişli on bir oğlunun, Mısır’a gidecekleri zaman on bir kişinin tek bir adamın çocukları olduklarından dolayı onlara nazar değeceğinden korkan bir baba şefkatiyle;
“Ey oğullarım! Hepiniz bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber Allah’tan size gelecek hiçbir şeyi sizden geri çeviremem. Hüküm ancak Allah’ındır.” (Yusuf 12/67) diyerek onları zararlı bakışlardan korumak istemesi, günümüzde evlatlarının, kalabalık ve mutlu ailelerinin fotoğraflarını sürekli sosyal medyaya servis eden Müslüman anne/babalar ve aileler için ibretlik dersler içermektedir. (Kurtubi)

“Araplardan bir kimse iki ya da üç gün hiçbir şey yemeksizin durur, sonra da çadırın yan tarafına kaldırılır, önünden develer ya da koyunlar geçince: ben bundan daha güzel deve ya da koyun görmüş değilim, derdi. Aradan fazla geçmeden hemen onlardan bir kaçı ölü olarak yere yıkılıverirdi.” (Kurtubi) Kalem suresinin 51. ayetinde “Neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi” bölümünün nüzul sebebiyle ilgili tefsir kaynaklarımızda anlatılan bu hadise, nazarın ne derece tehlikeli olduğuna dair oldukça ciddi bir örnektir. Sırf gösteriş yapmak, muhatabını etkilemek ya da gündem olup birkaç beğeni alabilmek adına insanların heves edip gözlerini alamayacağı eşyalarını, evlerini, arabalarını, fotoğraflayıp sosyal medyaya servis edenler, aslında nazarla gelebilecek musibetleri kendi elleriyle çağırdıklarının farkında bile değildirler.

Amir bin Rebia adındaki bir sahabi yakışıklı ve beyaz tenli birisi olan Sehl b. Huneyf’e bakıp, “ben bunun gibi bir adam görmedim” deyince Sehl’i şiddetli bir karın ağrısı tutmuştu. Durumdan haberdar olan Efendimiz’(SAV)’in “Sizden bir kimse ne diye kardeşini öldürmeye kalkışıyor? Niçin bârekallah demiyor? Şüphesiz nazar haktır.” (Tirmizi) buyurarak yaptığı uyarı, her hangi bir zaruret olmadığı halde sosyal medyaya fotoğraf servis ederken bir kez daha düşünmemizi gerektiren önemli bir uyarıdır.

Çetin KILIÇ

Kaynak: Alıntıdır.

BİLGİ KİRLİLİĞİ

Eskiden bilgiye ulaşmak çok zormuş. Bir âlimden bir bilgi alabilmek için insanlar aylarca yol kat eder, o âlimin yanında belli süre eğitim-öğretim görür, sonra ya geri döner ya da başka bir bilgi için başka bir yolculuğa çıkarlarmış.

Belki yüzlerce, binlerce yıl boyunca bu şekilde yayılan, toplanan bilgiden hasıl olan öz, şu anda ortaokul seviyesindeki çocuklara, toplasanız birkaç saatlik ders sırasında verilmekte.

Hakeza bundan birkaç yıl önce bir konuda araştırma yapmak veya merak ettiğimiz bir bilgiye ulaşmak istediğimizde o konudaki kitapların bir araya toplandığı kütüphanelere gitmek; binlerce kitap arasında araştırma yapmak zorundaydık.

Bugün ise bu işlem birkaç saniyemizi ancak alıyor. İnternet denen icat üzerinden istediğimiz konu hakkında bilgi dışında, o bilgi ile ilgili eleştiri ve yorumlara bile yerimizden kalkmadan, saniyeler içinde ulaşabiliyoruz. Bu da daha kısa zamanda daha fazla bilgiyi hafızamıza yüklüyoruz demek oluyor.

Bu açıdan bakınca internetin ne kadar faydalı bir icat olduğunu görüyoruz. Fakat insanoğlu her faydalı icadı kendine zarar verecek bir hale getirmenin yolunu mutlaka buluyor.

İnternet de bu kuralın dışında değil maalesef. Artık öyle bir hale geldi ki, şu anda faydasının mı yoksa zararının mı daha fazla olduğu belirsizleşti.

Pek çok insan internete ulaşamadığı zaman eli ayağına dolanır, kilitlenip kalır hale geldi. Psikolojisi bozulanlar, tedaviye ihtiyaç duyanlar o kadar çok ki!

İlk çıktığı yıllarda sigarayı, margarini sağlığa yararlı diye pazarladıkları gibi internet de makyajlı bir katil mi acaba?

İnsanların internet kullanımı konusunda ölçüyü kaçırıp bağımlı hale gelmesini, hastanelerin bağımlılık servislerinde tedavi edilmeye başlanmasını yine internet üzerinden haber alıyor olmamız da konunun ne kadar trajikomik olduğunu gösteriyor aslında.

Bir de işin sosyal medya boyutu var ki!..

Eskiden, tanıdıklarımızdan ayda yılda bir haber alırdık. Görüşemediğimiz süre zarfında hayatında geçen önemli olayları öğrenir, üzülür/sevinir, sonra kendi hayatımıza dönerdik.

Şimdi ise pek çok tanıdığımızın her akşam ne yemek yediğini, o yemeği kiminle ve nerede yediğini biliyoruz. Tırnağı mı kırılmış, kendine yeni çorap mı almış haberimiz var.

Bütün tanıdıklarımızın, hatta şahsen tanımadığımız ünlülerin hayatını yakından takip edebiliyoruz.

Fakat bu arada bizim hayatımız arada kaynıyor. Başkalarının ne yaptığını takip etmek için kendi hayatımızı feda ediyoruz.

Feda etmediğimiz kısmı ise yaşıyoruz, o da ayrı bir vaka! Gizlimiz saklımız kalmadı.

Yazımızın başında yüzlerce yılda toplanan bilginin, özet olarak, bu gün her ortaokul öğrencisine, kısa bir zamanda verildiğini söyledik. Bu demektir ki; bundan yüzlerce yıl önce yaşamış insanların omuzlarının üzerinde taşıdığından çok daha fazla bir bilgi yükünü ister istemez yükleniyoruz. Tabii ki bu miktar hayatımızı devam ettirebilmemiz için yeterli değil. Bu yüzden her gün bu yüke yeni yükler ilave etmek, her gün yeni bir şeyler öğrenmek durumundayız.

Beynimizin de bir kapasitesi olduğunu düşünürsek, bu yüklemeyi yaparken çok seçici olmamız gerektiği gün gibi ortadadır. Yani bir şey öğrenirken önceliği bize en fazla gerekli olanlara vermek, akla en uygun davranış olacaktır.

Hal böyle olunca, hangi artist ne filimler çevirmiş, hangi şarkıcı hangi şarkısını kim(ler)e ithaf etmiş, hangi takım hangi maçın kaçıncı dakikasında ne yapmış, hangi siyasetçi kıytırık bir konuda ne beyanat vermiş gibi bilgiler kafaya lüzumsuz yük yükleme değil midir?

Hatta tanıdıklarımızın her akşam ne yediğini, o gün ne giydiğini, kimlerle hangi duyguları paylaştığını veya sindirim sisteminin performansını bilmemizin bize ne yararı vardır? Düğünü, mezuniyeti gibi önemli günleri dışında, her tanıdığımızın her hareketini niye bilelim ki? Hesabını bize mi soracaklar?

Neticeye gelirsek; tüm organlarımız ve gözle göremediğimiz donanımlarımız gibi aklımız ve beynimiz de bize bir amaç uğruna verilmiştir. Onu veren elbette nerede ve nasıl kullandığımızı, veriliş sebebine uygun bir şekilde sarf mı, ıvır zıvır işlerde israf mı ettiğimizi bize soracaktır.

Bu yüzden nelere kafa yorduğumuza, akıl nimetini nerelerde kullandığımıza dikkat edelim.

Yoksa maazallah adamın aklını alırlar.

Muhiddin Yenigün

“Elde var sonsuz” diyebilmek için…

Modern zamanların belki en büyük ve en kuşatıcı musibeti, ‘arzuların ihtiyaca dönüşmesi’ gerçeğidir. Arzuların ‘olmazsa mutlu olmam’ derecesinde insanların gönüllerine ve zihinlerine yer ettiği bir zeminde, gerçekte zarurî olmayan şeyler dahi insan için ‘zarurî ihtiyaç’ haline gelir; bu ise insanı bitmek bilmez bir ‘uyandırılmış arzular’ girdabında, bir dipsiz kuyuda boğar, öldürür.

Hz. Peygamber’in (a.s.m.) hadislerinden öğrendiğimiz bir derstir oysa. Canının her çektiğinin peşine düşmek, insana israf olarak yeter. Canının her çektiğinin peşine düşen, yani arzusunu ‘ihtiyaç’ gibi algılayan insan ise, gözünü ulaşmak istediği hedefe diker, zaten elinde olan nimetlere karşı körleşir. O hedefe ulaştığında, canı yeni bir şey daha çeker ve yeni bir hedef belirir gözünde. Bu defa onun peşinde derken, sonuç, hadiste bildirildiği üzere, ‘yiyen ama doyamayan adam’a dönüşmektir!

Yine Hz. Peygamber (a.s.m.) şükrün geniş kapısına girmenin de yolunu bize göstermiştir: Varlıkta bizden daha geride olana, musibette bizden daha önde olana bakmak. İnsanın eldeki nimetlerin farkına varması için nebevî formül, işte budur.

Gelin görün ki, modern zamanlar, bunun tam aksini öğretiyor insanlara. Reklamlar, habire, ihtiyaç olmayan nice nice şeyi ihtiyaç gibi göstermenin derdinde. Böylece, reklamların ağında ‘fizyolojik’ açıdan bakarsak o olmadan pekâlâ yaşayabileceğimiz halde, ‘psikolojik’ olarak o olmadan yapamam, yaşayamam noktasına sürüklüyor bizi. Televizyon dizileri, filmler derken, ‘gördüğüne imrenme’de bir adım daha ilerliyoruz üstelik. Hele bizde olmayan o şeyi yanıbaşımızdaki komşunun, işyerindeki arkadaşımızın elinde gördüğümüzde, bütün dünyamızı o şey meşgul eder hale geliyor artık.

Görenek belası

Bediüzzaman’ın ‘görenek belası’ dediği şey gerçekleşiyor işte. Reklamlarda gördüğümüz, filmlerde-dizilerde gördüğümüz, arkadaşımızın-komşumuzun elinde gördüğümüz derken, canımızın çektiği şey bizim için psikolojik anlamda bir ‘zorunluluğa’ dönüşüyor ve bu sarmal başka başka ürünler için habire tekrarlanırken, insan aslolanı, elinde olanı unutuyor. Dünyasını henüz elde edemediği şey doldurmuşken, elinde olan o kadar şeye karşı şükürsüz ve kör bir ‘elde var sıfır’ psikolojisi kuşatıyor insanı.

Halbuki, elde olan o kadar çok şey var ki… İnsanın, farkına varması gereken o kadar çok şey var ki…

Meselâ, tek taş yüzüğün hayali ve hasretiyle dolu bir insan, hakikat-ı halde en âlâ elmastan daha değerli halde her gün o kadar su damlasına muhatap olunuyor ki… Elmas ve altın yüklü devesiyle çölde susuz kalmış ölmek üzere olan bir adamı düşünelim. Bu adam, yol üzerinde rastgeldiği, yanında suyu olan adama o su karşılığı bütün yükünü de vermeye razı olur. Çünkü ya elmaslardan vazgeçecektir, ya hayatından. İşte öyle bir sınanmada çıkar insanın karşısına, elmasın mı, suyun mu daha aziz ve daha değerli olduğu. Gelin görün ki, bu karşılaştırmaları yapmadan, elde olanların kıymetini asla bilmeden ve şükrünü asla eda edemeden, akılsız ve iz’ansız bir hırsla yaşıyor insanoğlu.

Farkındalık eğitimi

Bizi şükürden alıkoyup israfa, kanaatten alıkoyup israfa sürükleyen bu hale karşı, elimizde olan nimetlerin farkına varabilmeyi mümkün kılacak; israflı ve hırslı bir hayata bedel, iktisatlı ve şükürlü bir hayata yöneltecek bir adres sunuyor bize Bediüzzaman. Bir ‘farkındalık eğitimi’ne bizi davet ediyor: Özgürlüğün kıymetini anlamak için, git, hapishanelere bak. Sağlığın kıymetini bilmek için, git, hastanelere gör. Hayatın kıymetini anlayıp aldığın her nefes için şükür borçlu olduğunu anlaman için ise, git, kabristanları, mezarlıkları ziyaret et!

Bir yapabilsek bunu; gitsek bu diyarlara, gitmesek bile hayalen gidebilsek, göreceğiz âlemler Rabbinin bizi hangi nimetlerle donatmış ve yaşatıyor olduğunu.

Bir başparmağı, insanı hayvanların yapamadığı nice nice şeyi yapar hale getirirken; bir el için, bir göz için, dil için, damak için, ayak için, her biri ayrı vazifeler yüklü nice nice azalarımız ve ayrı ayrı hücrelerimiz için; ve her birinin ihtiyacına cevap vermek üzere yaratılıp elimize verilen sayısız gıdalar için ne çok şükre borçluyuz oysa.

Hastanede ancak solunum cihazına bağlı halde zorlukla nefes alabilen bir insan, farkına bile varmadan, rahatça alıp verdiğimiz her nefes için ne kadar da şükretmemiz gerektiğini gösteriyor oysa…

Bir yapabilsek Hz. Peygamber’in öğrettiğini; nimet noktasında bizden geride olana, musibette ise bizden ileride olana bakabilsek…

Bir yapabilsek bu nebevî dersten ilhamla Bediüzzaman’ın teklif ettiğini; hapistekilere bakıp hürriyetin, hastanelere bakıp sıhhatin, kabristanlara bakıp hayatın bir nimet olarak farkına varabilsek…

O zaman göreceğiz ki, ‘ne var ki elimde?’ gibisinden bir soruyu asla soramaz insan. Bilakis, ‘elde var sonsuz’ idrakiyle ve buna mukabil sonsuz şükürler ederek yaşamaktır her insana yakışan…

Metin Karabaşoğlu

MoralDunyasi.com

Asr-ı Saadet’in Medya Gücü!

Hz. Aişe’den:

“Resulullahın şöyle dediğini işittim:

– Hassan, müşrikleri hicvetti.

Böylece hem şifa verdi. Hem de şifa buldu.(Müslim/Fezailussahabe, 157)

Günümüzde medya, yasama, yürütme ve yargı gücü yanında 4. güç olarak ortaya çıkmıştır. Kamuoyu oluşturmakta en büyük rol, medyanın elindedir. Medya, toplumu aydınlattığı gibi; isyana, ihtilallere de zemin hazırlamaktadır.

Ekonomileri sarsabildiği gibi, toplumları savaşın eşiğine bile getirebilmektedir.

Günümüzde medyanın gördüğü bu toplumsal işlevi, saadet asrında şair ve hatipler görürdü. Öyle ki, şairlerin bir şiiriyle, hatiplerin bir hitabetiyle toplumlar bazan çatışmanın eşiğine gelirdi. Bazen de gerçekleşmez sanılan barışlar gerçekleşir; düşmanlıklar son bulurdu. Hatip ve şairlerin fonksiyonu böylesine güçlüydü.

Şair ve hatipler, kitleleri motive de ederdi. Topluluğa yapılan saldırı ve hücumlara şiir diliyle karşılık verir, toplumu rahatlatırlardı. Böylece günümüzdeki medya savaşları gibi, o gün de şair ve hatipler arasında güç mücadelesi olurdu. Yarışmalar yapılırdı. Yarışı kazanan toplumlar, savaşı kazanmış gibi sevinirler, günlerce süren kutlamalar yapılırdı. Şair ve hatipler, âdeta toplumların milli kahramanları gibi görülürdü.

Yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerif, şairlerin asr-ı saadette oynadıkları bu büyük rollerine işaret etmektedir. İslâm şairi Hassan’ın, müşriklerin, mü’minlerin inançlarına yaptıkları hicivli saldırılarına verdiği cevaplarla, İslam toplumunu büyük bir gerginlikten, utançtan, yenik düşme duygusundan kurtardığı anlaşılmaktadır.

Hassan’ın cevapları, kendini rahatlattığı gibi, arkasında onu destekleyen müslüman kitleyi de sevince boğmuş; onurlarını kurtarmış, başlarının önlerine eğik düşmesini önlemiştir.

Peygamberimiz, müslüman şair ve hatiplere büyük değer verirdi. Onları İslam düşmanlarının sözlü saldırıları karşısında öne sürer, duasıyla desteklerdi. Hizmetlerini hep takdir ederdi.

Bir gün Kabeyi tavaf ederken, şair Abdullah bin Revaha, Peygamberimizin önünde, müşrikleri zemmeden şiirler okumaya başlayınca, Hz. Ömer dayanamamış; “burada da mı şiir?” diyerek “burası şiir okuma yeri değil, dua yeri” demek istemişti. Ancak, Peygamberimiz, bu müdahaleyi yerinde bulmadı. Hz. Ömer’e hitaben:

Bırak onu ya Ömer! İbn-i Revaha’dan sözleri, müşrikler üzerinde, askerlerin oklarından daha etkilidir, daha yaralayıcıdır, buyurdu.

Bu olay da, Peygamberimizin, asr-ı saadetin medyası sayılan şairlere ve onların sözlerine verdiği değeri gösteren bir belgedir.

Bir keresinde müşriklerden bir grup, yanlarında şairleri ve hatipleri de olduğu halde Medine’ye gelmişti. Burada Peygamberimize ve müslümanlara meydan okudular. Şair ve hatiplerine cevap verilmesini istediler. Peygamberimiz müşriklerin şımarıkça meydan okumalarına karşı şair Hassan’ı destekleyip Cebrail’in de onu teyid ettiğini ifade buyurmuştur. Hassan, müşriklerin şair ve hatiplerini edebi yönden ezici bir üstünlükle yenince, müşrikler büyük bir üzüntü içinde:

Şairleri şairlerimizden daha üstün; hatipleri hatiplerimizden daha baskın; bu müslümanlarla başetmemiz ne mümkün… diye hayıflanmışlardı.

Peygamberimiz, İslamı tebliğ ederken, en müessir metod ve vasıtaları kullanmış, mesajını geniş kitlelere ulaştırmakta en uygun zamanları ve mekanları seçmiştir.

Nitekim peygamberliğini Mekkelilere ilk duyurma girişimi, Safa tepesine halkı toplamak suretiyle olmuştur. Safa Tepesi, ancak tüm Mekkelileri ilgilendiren flaş haberleri halka duyurmak için kullanılırdı. Peygamberimiz de Mekkelilere İslâm Dinini flaş bir haber olarak duyurmuş; günümüzde ancak medya gücüyle gerçekleştirilebilecek bir duyuruyu ve kamuoyu oluşturmayı, bu yolla sağlamıştır.

Peygamberimizin İslamı duyurmada kullandığı medyatik yöntemler, sadece Safa zirvesinden ibaret değildir. Panayırlar, festivaller, şiir yarışmaları, hac mevsimleri Peygamberimizin mesajını geniş kitlelere ulaştırmak için değerlendirdiği mekanlar ve zamanlar olmuştur. Peygamberimiz panayırlarda yer alan çeşitli kabilelerin reyonlarını tek tek gezer; herbirine İslamı anlatmaya çalışırdı. İlk zamanlar onları, ortak bir paydada buluşmaya çağırırdı. La ilahe ilallah sözünde, tevhid inancında, Allah’ın birliğine imanda…

Efendimizin asr-ı saadette İslamın tebliği için kullandığı devrinin en ileri teknik ve yöntemleri, günümüzde yerini internete, TV’lere, gazetelere, dergilere bırakmıştır.

Dolayısıyla asr-ı saadette İslamın tebliğinde en ileri tekniği kullanan müslümanların, bugün de propagandanın en gelişmiş araçlarına sahip olmaları; medya alanında, haberleşme ve iletişim araçlarını kullanma sahasında zirvede olmaları, zirveyi zorlamaları şarttır.

Mehmet Dikmen

www.NurNet.Org