Etiket arşivi: şükür

Oruç: Yeniden diriliş…

Sevgili dostlarım, tekrar tekrar hayırlı ramazanlar…

Emr olundu ki, “Ey iman edenler!.. Sizden evvelki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı). Ta ki, korunasınız.” (Bakara, 2/183)

Demek oluyor ki, oruçta amaç, ayette ifade buyrulduğu üzere, “korunmak”tır…

Şeytandan korunmak…

Nefsanî arzulardan korunmak…

Enaniyetten korunmak…

Bencillikten korunmak…

Gösteri ve gösterişten korunmak…

İçinden cehennem geçen her türlü günahtan korunmak…

Dünyevileşmekten korunmak.

Bunlar “ramazanda ramazanlaşmak”la mümkündür: Ramazanlaşmak, tövbe ile arınıp ibadetle temizlenerek, bir bakıma melekleşmek anlamına gelir.

Derinden bir “Bismillah”ta yeniden dirilip yeşerdik ve taze bir niyetle oruca başladık. “Bismillah” deyip geçmeyin: Bir kere “Bismillah her hayrın başıdır”!..

Öyleyse, “Allah’ın adı zikredilmeden başlanan her işin sonu bereketsiz olur”diyen Resul-i Ekrem aşkına, “Bismillah”!

Hz. Âdem ile Havva’yı cennette var eden Evvel ve Âhiradına, Bismillah!..

Hz. Nuh’u tufandan, Hz. Yunus’u denizden kurtaran Rahman’a, Bismillah!..  

Belkıs’Hz. Süleyman’ın (aleyhisselam) huzuruna taşıyan Ferman’a, Bismillah!..

Hz. İsa’yı babasız var eden Rahmet’e, Bismillah!..

Hz. Yusuf’u kuyudan kurtaran ve Züleyha’ya Yusuf’u ilham eden Hikmet’e, Bismillah!..

Nemrut ateşini gülşene, Ebucehil hâkimiyetini mağlubiyete çeviren Kudret’e, Bismillah!..

Bağışlanmamız için mübarek ramazanı ikram edip, bir de içinden af gecesi Leyle-i Kadr geçiren Zülcelâl-i vel-İkrâm’a, Bismillah!

“Ramazan-ı mübarek”in ilk günlerinde, irade imtihanının en içinde, kulluk ve dua kapısının henüz en başındayız…

Şu an tam da, “Biz Senin orucunu tutalım ey Allahım, Sen bizi tut!” diye dua etme vaktidir…

Tut elimizi: Elimizi tut ki, Sana gelen yolu bulabilelim. Tut ki, “veren el” olabilelim. Tut ki, rızana ulaşabilelim.

Tut kalbimizi: Kalbimizi tut ki, sevmeyi, vermeyi, görmeyi, hoş görmeyi öğrenebilelim. Tut ki, arınıp temizlensin kalbimiz, temizlenip cilâlansın, cilâlanıp pırıl pırıl olsun: Kin tutmasın bir daha, intikam hissi gütmesin, içinde kök salmasın, sevgisizlik.

Tut ruhumuzu: Ruhumuzu tut ki, günahlarla kirlenmesin artık…

Tut mantığımızı: Yanlışlara meyletmesin, umutsuzluğa düşmesin, hayatı dünyadan ibaret sanmasın…

Tut gözümüzü: Gözümüzü tut ki, hayrı görsün şerri görmesin, güzeli görsün çirkini görmesin; namahreme bakmasın… Ülfet ve ünsiyet perdesi inmesin gözümüze; inmesin ki, hayatın tüm güzelliklerini görüp idrak edelim; idrak edelim ki, Seni yeterince zikredelim, fikredelim, dolu dolu şükredelim…

Tut nefsimizi: Tut ki, Sana isyankâr olmasın, bizi şeytanın peşinden sürüklemesin…

Tut aşkımızı: Aşkımızı tut ki, fani şeylere meyletmesin, tüm varlığımız Seninle ve Peygamberinle dolsun…

Tut bizi Allahım!.. Bizi tut ki, kötü alışkanlıklarımızdan kurtulalım, iyi alışkanlıklar kazanalım. En yüreğimizden tut, en gönlümüzden tut, en kalbimizden tut, en ruhumuzdan tut, imanımızın en imanından tut!

Bizi ramazanlaştır! Ramazanımızı, ilk ümmetin oruç tuttuğu ilk ramazana dönüştür.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Şükreden Bir Kul Olabilmek 27.10.2017 (Cuma Hutbesi)

ŞÜKREDEN BİR KUL OLABİLMEK

Cumanız Mübarek Olsun Aziz Kardeşlerim!

Peygamberimiz (s.a.s) zaman zaman geceleri kalkar ve ibadet ederdi. Uzunca bir süre huşu içerisinde kıyamda dururdu. Gözyaşları eşliğinde secdeye kapanırdı. Gönülden Allah’a yakarışta bulunurdu. Onun bu haline gıptayla şahit olan Hz. Aişe validemiz, “Yâ Resûlallah! Rabbin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı hâlde niçin bu kadar ibadet ediyorsun?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s), değerli eşinin bu sorusuna nice anlam ve ibretlerle dolu şu cevabı verdi: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı Ey Aişe?”1

Aziz Müminler!

Bizler, bu fâni dünyada birer misafir olarak bulunuyoruz. Gözümüzü çevirdiğimiz her yerde Allah’ın nimetlerini görüyoruz. Her lokmada O’nun ikramlarını tadıyoruz. Her nefeste O’nun bize bağışladığı hayatı yaşıyoruz. Biliyoruz ki bütün bunlar bizim içindir.

Bir an için duralım ve birkaç saat içinde sahip olduğumuz nimetleri şöyle bir hatırlayalım. O nimetlerin her biri ile nasıl buluştuğumuzun muhasebesini yapalım. O nimet, toprağın derinliklerinden çıkan bir ağacın meyvesi ise, Allah onu çeşitli aşamalardan geçirerek bizim için hazırlamıştır. Eğer o, bir damla su ise, Allah onu okyanuslardan bulutlara çıkarmış, bulutlardan yeryüzüne bizim için indirmiştir. Eğer o bir ışık ise, Allah onu uzayın derinliklerindeki güneş yoluyla bize göndermiştir.

Kardeşlerim!

Yüce Rabbimizin bu ikramlarını gördükten sonra, bir bakalım, bütün benliğimizi kaplayan o şükran duygusu bizi nerelere götürecek! İşte o zaman Rabbimizin bize bağışladığı bunca nimet arasında şükretmenin ayrı bir yeri olduğunu göreceğiz. Onun içindir ki, Yüce Rabbimiz, “Kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.”2 buyuruyor.

Aziz Kardeşlerim!

Şükür, Allah’ın emaneten verdiği nimetlerin kadrini bilmektir. Şükür, arzu ve isteklerin, hırs ve tamahın esiri olmaktan kendimizi koruyabilmektir. Şükür, yaratılış gaye ve hikmeti doğrultusunda yaşamanın bir göstergesidir. Şükür, yapılan iyiliğe kör ve sağır kesilmemektir. Sadece varlığın kıymetini bilmek değil, yokluğa da sabredebilmektir şükür. “Hani Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz gerçekten azabım çok çetindir.”3 âyetinin bilinciyle şükür, her durumda Allah’ın gazabından rahmetine sığınmaktır.

Kıymetli Kardeşlerim!

Şükretmek sadece dille “Elhamdülillah, Ya Rabbi şükür” demek değildir. Asıl şükür, her nimeti, Allah’ın razı olacağı şekilde değerlendirmektir. Aldığımız her nefesin, hayatımızın, aklımızın, sağlığımızın, bütün imkânlarımızın kendine has bir şükrü vardır.

Mükerrem bir insan olarak yaratılmış olmamızın şükrü imandır. Kalbimizin şükrü, kin, nefret gibi kötü duygulardan uzak durmaktır. Zihnimizin şükrü Allah’ın yüceliğini tefekkür ve tezekkürdür. Dilimizin şükrü, Allah’ı zikirdir.

Bedenimizin şükrü, her daim Allah rızası doğrultusunda yaşamak ve ibadetlerimizi eda etmektir. Malımızın şükrü, sadaka ve zekât vererek ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmaktır. İlmimizin şükrü, öğrenci yetiştirerek, ardımızda kalıcı eserler bırakarak insanlığa faydalı olmaktır.

Aziz Müminler!

Her birimiz, bize yapılan küçük bir iyilik karşısında dahi teşekkür etme gereği hissederiz. Peki bunca nimeti bizlere ikram eden Rabbimize karşı şükürden uzak kalmamız düşünülebilir mi? Bu nimetleri görmezden gelmek, kulluk bilinci ve mümin ahlakı ile bağdaşır mı? Elbette ki bağdaşmaz.

Öyleyse kardeşlerim! Zihnimizi, kalbimizi, dilimizi, bedenimizi şükür nimetinden mahrum bırakmayalım. Ömrümüz, şükrümüzle bereketlensin. Şükrümüz, nimetlerimizin artmasına vesile olsun. Hamdimiz, bizleri Rabbimize yakınlaştırsın ve yüceltsin.

Hutbemizi, Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in sıkça yaptığı bir dua ile bitirelim: “Allah’ım! Seni anıp zikretmek, nimetlerine şükretmek, sana en güzel şekilde kulluk etmek için bana yardım eyle!”4

1 Müslim, Sıfâtü’l-münâfikîn, 81; İbn Hıbban, Sahih, II, 36.
2 Lokmân, 31/12.
3 İbrâhîm, 14/7.
4 Ebû Dâvûd, Vitir 26.

Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü

Hırstan Sakınmak

İnsanın istikametten uzaklaşmasına yol açan en tehlikeli bir ahlak-ı seyyie hırstır. Hırs bir şeyi şiddetle istemektir. Hırslı bir kimsede hisler akla galip geldiği için, onun verdiği kararlarda isabet etme ihtimali çok düşüktür. Özellikle ticari hayatta hırsın çok menfi neticeleri görülmektedir. Bir çok iflas olayının arkasında dört temel sebep vardır. Bunlar hırs, israf, faiz ve kişinin kendi hevesine ve kanaatine göre hareket edip istişare etmemesidir. Çoğu zaman diğer sebepler de, birinci sebep olan hırstan kaynaklanır.

Peygamber Efendimiz (sav.) bazı hadis-i şeriflerinde hırsın ne kadar zararlı olduğunu şöyle ifade ederler:

“Bir koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsının dine olan zararından daha ağır değildir.”1

“Ademoğlu yaşlanır, fakat ondaki iki şey gençleşir: Mal üzerine hırs ve ömür üzerine hırs.”2

“Ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü ister. Onun gönlünü (gözünü) topraktan başka bir şey doldurmaz.”3

Bediüzzaman Hazretleri, hırsın kanaatsizlik ve şükürsüzlükten kaynaklandığını şöyle ifade eder:

Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekva ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı terk edip; gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.”4

Şükrün mikyası; kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet, hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.” 5

Öyle ise, kişi, mutlaka zengin olacağım düşüncesiyle hırs göstermemeli, İslam dinine muhalif olan hırs, israf, yalan, hile, kumar, haksız kazanç ve faiz gibi gayr i meşru yollara sapmamalı; aile fertlerine helal lokma yedirme konusunda çok titiz davranmalı, helal dairesindeki kazancına kanaat edip şükretmelidir.

“Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”6

Evet hırs, kişinin gayr-i meşru yollara yönelmesine sebeptir. Hırslı insan dünyadaki ticaretinden bir fayda göremediği gibi, ebedi hayatının da felaketine sebep olabilir. Kazancın en güzeli ve en efdali, kesb-i helaldir. “Helal mal talep etmek, her Müslüman üzerine vaciptir.” ve büyük bir cihattır.

Bu bakımdan, ticaret erbabı olan bir kişi, çok zengin olayım, lüks bir hayat süreyim niyetiyle değil, aile fertlerine helal rızk yedireyim, zekât ve hac görevlerimi yerine getireyim, sadaka vereyim, İ’la-yı kelimetullah için çalışanlara ben de malımla iştirak edeyim niyetiyle zengin olmayı istemeli ve meşru yollarla servet elde etmeğe çalışmalıdır.

Şunu da ifade edelim ki, bir insan, kendi hakkında zenginliğin mi yoksa fakirliğin mi hayırlı olacağını bilemez. Cenab-ı Hak Eyüp (a.s) gibi sevdiği bir kulunu hastalıkla imtihan ettiği gibi, kimi insanı servet ile, kimini makam ile bazılarını da evlat ile imtihan eder. Israrla zenginlik isteyen ve Hz. Musa’nın (as.) yakın akrabası olan Karun’un elîm akıbeti bunun en çarpıcı bir misalidir. Karun, çok fakir biri idi. Her gün Hz. Musa’nın cemaatine katılırdı. Karun birkaç gün cemaate gelmeyince, Hz. Musa gidip sebebini sorar. Karun: “Ya Musa benim giyecek tek bir elbisem var, hanımla sıra ile giyip ibadet ediyoruz. Allah’a dua etsen de bana servet verse” deyince, Hz. Musa: “Belki bu durum senin hakkında daha hayırlıdır, sabret” der. Fakat Karun, Hz. Musa’yı her gördüğünde ısrarla zengin olması için dua etmesini ister. Hz. Musa (as.) onun ısrarları karşında bir gün Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur ve nihayet Karun çok zengin olur. Malı ve mülkü ile meşgul olan Karun, artık cemaate gelmez olur ve ibadetten uzaklaşır. Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya Karun’dan zekât almasını emreder. Hz. Musa, Karun’a malından dörtte bir zekât vermesini ister. Karun malının dörtte birini ayırır, fakat ayırdığı malın çok olduğunu görünce, Ya Musa bu çok fazla der. Hz. Musa, onda bir vermesini söyler, onun da çok olduğunu ifade eder. Hz Musa bu kez kırkta bir vermesini söyler, fakat o buna da razı olmaz ve “ ben o serveti kendi ilmim ve gücümle kazandım” diyecek kadar haddini tecavüz eder. Artık onun zenginliği onu azdırmış ve felaketine sebep olmuştur. Bu durum karşısında Celalli bir peygamber olan Hz. Musa Cenab-ı Hakk’a niyaz eder ve Karun ile beraber malı mülkü yerin dibine batar. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

“Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.’ Karun ise: ‘O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.’ demiştir. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken Karun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı. Hakikat şu ki o, çok büyük devlet sahibidir.’ dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, şöyle dediler: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir. Derken biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek taraftarları olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler de: ‘Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı çok da, az da verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar iflah olmazmış.’ demeye başladılar. İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.”7

Zengin olmak için ısrarla Hz. Peygamber’den dua isteyen ve büyük bir servete sahip olduktan sonra ise gözünü mal hırsı bürüyün ve zekatı dahi vermeyip elim akıbete duçar olan Salebe’nin durumu da bu konuda çok ibretamiz bir misaldir.

Medine halkından olan Salebe ısrarla zengin olmak istiyor, hakkında hayırlı mı, yoksa şer mi olacağını hiç düşünmüyordu. Bunun için de üç defa Peygamber Efendimiz’den (sav.) zengin olması için dua istemiş ve sonunda da; “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, beni zengin ederse fakirin hakkını fazlasıyla vereceğim, yoksullara yardım edeceğim. Yeter ki Rabbim istediğim zenginliği bana versin.” demişti.

Efendimiz (sav.) ise her defasında ona; “Ey Salebe! Şükrünü eda ettiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.” diyerek ikazda bulunuyor, fakat Salebe’yi zengin olma sevdasından vazgeçirmek mümkün olmuyordu. Nihayet Peygamber Efendimiz (sav.): “Ya Rabbi! Salebe’yi istediği mala kavuştur.” diye niyazda bulundu.

Birkaç koyundan ibaret olan Salebe’nin sürüsü kısa zamanda öylesine çoğaldı ki, mescitten çıkmadığı için kendisine “cami kuşu” adı verilen Salebe, koyun sürüsünün peşinde koşmakta ve artık cumalara dahi gelmemekteydi. Allah Resulü (sav.) zaman zaman Salebe’yi soruyor: “Çölde koyun sürüsünün peşinden ayrılmıyor.” denince de “Yazık oldu Salebe’ye!..” diyerek üzüntüsünü izhar ediyordu.

Bu sıralarda zekâtla alâkalı âyet nazil oldu. Hz. Peygamber (sav.) zengin olanlara zekât toplayan memurları gönderdi. Salebe’yi çölde sürüsünün peşinde bulan zekât memurları, gelen ayetin emri olarak zenginlerin malının kırkta birini zekât olarak almaya geldiklerini söylediler. Salebe, vaktiyle vermiş olduğu sözü unutmuş olacak ki; “Mal benim, çöllerde bu sıcaklarda dolaşıp kazanan benim. Size ne oluyor ki benden haraç ister gibi koyunlarımın kırkta birini istiyorsunuz?” dedi.

Salebe’nin bu söylediklerini duyan Rasulullah Efendimiz (sav.) gene:

“Yazık oldu Salebe’ye. Keşke o, zengin olmayı ısrarla istemeseydi de‘Hakkımda hayırlısı ne ise onu ver ya Rab’ diyebilseydi.”

buyurdular. Bu olay üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:

“Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, O da bu yaptıklarının sonucunu kıyamet gününe kadar yüreklerinde sürüp gidecek bir münafıklığa çevirdi.”8

Bu ayetin nazil olmasından sonra Salebe’nin bir yakını hemen onun yanına gitti ve zekâtını vermediği takdirde münafıklardan biri olarak damgalanacağı ikazını yaptı… Akrabasının zorlaması sonunda zekâtını alıp Hz. Peygambere (sav.) getiren Salebe: “Yoksulların hakkını getirdiğini” söyleyince, Peygamber Efendimiz (sav.): “Artık senin yardımını alamam Salebe!” buyurarak onun zekatını kabul etmedi.

Bu hâl çok dehşetli ve ibret verici bir durumdu. Salebe’nin: “Sizin yaptığınız haraç istemekten başka bir şey değildir.” sözü Allah Resulüne çok dokunmuştu. Peygamber Efendimizin ebedi âleme irtihallerinden sonra da Salebe, sırasıyla, Hz. Ebu Bekir (r.a.) Hz. Ömer ve Hz. Osman’a (r.a.) zekâtını kabul ettirmek için müracaat etmiş, ama hepsinden de; “Rasulullah’ın kabul etmediğini biz nasıl kabul edebiliriz?” cevabını almıştır.

Hz. Osman (r.a.) zamanında vefat eden Salebe son anlarını yaşadığı sırada kulaklarında Hz. Peygamber’in (sav.): “Şükrünü yaptığın az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır. Salebe!” ikazları yankılanıyordu, ama artık iş işten geçmişti. ‘Cami kuşu’ diye bilinen Salebe’nin zenginliği onun felaketine sebep olmuş ve zekâtı kabul edilmeyen zengin olarak anılmasına sebep olmuştur.

Karun ile Salebe’nin bu elim akıbeti, her Müslüman’a ders olmalıdır.

Öyle ise, kâmil bir mümin;

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”9

hakikatine uygun yaşamalı, elinden geleni yapıp, sebepleri bihakkın yerine getirdikten sonra neticeyi Cenab-ı Hakk’tan beklemeli ve kısmetine razı olmalıdır. Zaten tevekkülün gereği de budur.

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hakk’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” 10

Dipnotlar:

1 Tirmizî, Zühd, 30.
2 Mâce, Zühd, 27.
3 Buhârî Tercemesi, 2025 nolu hadis, Tizmizi, Zühd, 19.
4 Nursî, B.S Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a.
5 Nursî, B.S Mektubat.
6 Nursî, B.S Sözler, Altıncı Söz.
7 Kasas Suresi, 28/76-83.
8 Tövbe Suresi, 9/75.
9 Nursî, B.S Mektubat.
10 Nursî, B.S Sözler.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

Hikmet, irfan, şükür, tefekkür ve tevekkül

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol,

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!” (Mehmed Âkif)

Mehmed Âkif, en zor zamanlarımızda bu haykırışıyla ümmete “hikmet”in yolunu gösteriyordu. Zira “farkındalık” bununla kaim: Hikmet olmadan tefekküre, tefekkürsüz tevekküle, tevekkülsüz şükre ulaşılmaz!

Osmanlılar, başlığa çıkardığım kavramları es geçmeyen insanlardı…

Ellerinden geleni yapar, sonrasında “tevekkül” ederlerdi…

O kadar ki, “Tevekkeltü alellah” cümlesini levhalara yazmış, duvarlarına asmışlar, her anlamda Allah’a dayanmışlardı…

Onca başarıya bu tek cümlenin ışığında ulaştılar…

Diri bir duruş kazandılar ve o diri duruş içinde her türlü olumsuz şarta meydan okudular. 

***

Osmanlı Devleti ve Osmanlı insanı üzerine tespitleriyle meşhur Fransız yazarlardan Brayer’in bir tespiti müthiş derecede beni düşündürür…

Diyor ki: “Osmanlı insanının yakındığını hiç görmedim. Hangi halde iseler şükrederler. Bu yüzden de istikbal endişesi taşımazlar.”

Osmanlı torunları (bizler) için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Çoktan beridir şükrün yerini şikâyet aldı…

“İstikbal endişesi” ise Allah’ın her güne serpiştirdiği güzellikleri algılamamızı ve yaşamamızı engelliyor. Durmadan şartlardan yakınıyoruz… 

Zaaflarımızı, yenilgilerimizi, korkularımızı şartlarla izah etmeye çalışıyoruz…

Bence bu, mağlubiyetimize mazeret arama çabasıdır! Çünkü aynı şartları yaşayıp paylaşan başka insanlar pekalâ şartların esiri olmadan yaşayabilmekte, hedeflerine ulaşıp başarılı olabilmektedirler.

Daha açık ifade etmeye çalışayım…

Eğer Peygamberlerimiz şartlardan yakınıp dursalardı, Hz. Âdem’in ömrü Cennet’ten çıkarıldığı için, Hz. Nuh’un ömrü tufana tutulduğu için, Hz. Yunus’un ömrü denize atıldığı için, Hz. Yusuf’un ömrü kuyuya itildiği için, Hz. İbrahim’in ömrü Nemrut’la, Hz. Musa’nın ömrü (onlara selam olsun) Firavun’la karşı karşıya getirildiği, Hz. Âlişan Efendimiz’in ömrü ise Ebucehil gibi bir düşmanla savaşmak zorunda kaldığı için…

Ve…

Hz. Havva’nın ömrü yasak meyveyi yediği için, Hz. Asiye’nin ömrü Firavun’la evlendiği için, Hz. Hacer’in ömrü çölde aç-susuz bırakıldığı için, Hz. Meryem’in ömrü iftiraya uğradığı için yakınmayla geçerdi…

Hâlbuki içlerinde mevcut imanı ve iman eksenli aksiyonlarını harekete geçirip ortaya atıldılar. “Tevekkeltü Alellah” diyerek olumsuz şartların üzerine yürüdüler…

Unutmayalım…

Hz. İbrahim’i, Nemrud gibi, kendini “tanrı” sanan bir “gurur âbidesi” karşısında galip getiren Kudret, Hz. Musa’Firavun’un sarayında büyüten Kudretin tâ kendisidir!

Aynı Kudret, Efendimiz’in üzerine de tecelli edince, Efendimiz, bir süre önce kovulduğu Mekke’ye, muzaffer bir komutan olarak dönmüştür…

Çoğumuz günlük hayatımızda benzer tecelliler yaşarız, ama fark bile etmeyiz.

Çünkü hikmet, irfan, şükür, tefekkür ve tevekkül gibi kavramlardan koptuk.

Baksanıza, baharı ve lâlezara dönen İstanbul’u bile fark etmeden yaşıyoruz! 

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit