Etiket arşivi: sünnet

Sevgiliniz en çok nelerden hoşlanır?

Tam da en müteşekkir olanlar bunu nasıl ifade edeceklerini bilmezler…” Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsünden.

Bu yazıyı okuduktan sonra “Lafazanlığın buna mıydı a aklı şaşıbeş Ahmed!” diyebilirsiniz. Hakkınızdır kârilerim. Fakat çaresiz yine de yazmayı deneyeceğim. Çünkü dilime bir şeker değdi. Aklım başımdan alındı. Güzel bir haber duymuş çocuk gibi paylaşasım geliyor. Ne dilimde tutabiliyorum ne yerimde durabiliyorum. Muteber bir nesneyi farketmiş karıncanın kardeşlerini istifadeye çağırması gibi çağırıyorum sizleri de. Aşağı kalır yanımız yok. Benim çağırdığım da bir rızk-ı manevî. Yani kardeş ısırığı bu lokmayı azaltmaz. Paylaşması daha bereketli olur bunların. Çoğalır. Zaten yazmak bundan başka ne ki? Ne için ki?

Hem, öyle ya, kalbin zevki de hakikatin bir delilidir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet-i cemilesi bu sırra da işaret eder. Hem yine denilebilir: İnsanın kalben tatmin oluşu da zikrin burhanıdır. Hakikat, zıttının asla başaramayacağı bir şekilde, kalbin damağında güzel bir iz bırakır. Yanlış bunu beceremez. Bâtıl sek olarak katlanılır zehir değildir. Ancak başka bir doğru için, bazen yalnız bir dane-i hakikat için, yani tadının arada bir dile değmesi için, dadanılandır o. İptiladır. Bir üzüm hatrına içilen bir tencere hoşaftır.

Halbuki doğru rahat ettirendir. Vicdan bu tatlı izi kendindeki nakışlara muvafık bulduğundan onunla ünsiyet eder. Kaynaşır. Yalanla ise hırlaşır. Belki ‘vicdan sızısı’ denilen şey de buradan çıkıyor. Yani aslında o bir hırlaşmadır. İçte çıkan bir anlaşmazlıktır. Hırlaşmaların olmadığı yerde ise huzuru yaşarsınız.

Mürşidim Birinci Söz’ünde diyor:Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Şimdilerde bana öyle geliyor ki: Buradaki sual-cevap fıtratımızdaki bir açlığa ve doyumuna karşılık geliyor. Çünkü her insan kendisine bağışlanana ‘bir fiyat vermek’ ister. Yani size yapılan her tesir ve onunla oluşan her etki, mukabili bir dalgalanma/tepki yaratır. Göle atılan taş gibi. Halka halka dalgalanır. Sinenize düşen herşey kendisi kadar dışarıya taşırır sizi. Size katılan herşeyle ‘tekrar karar buluncaya kadar’ hareketlenirsiniz. İşte, bu eşikten bakınca mürşidim de sanki bizlere der ki: İnsana her nimet ulaştığında tetiklenen etkileniş de üç dalga/tepki boyuyla gösterir kendisini:

Başta ‘Bismillâh’ zikirdir. Âhirde ‘Elhamdülillâh’ şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir. Evet. İnsan, güzel bir etkilenişe uğradığında, bu etkiyi kimin yaptığını bilmek ister. Tanımak ister. Bahsetmek ister. Konuşmak ister. Ona teşekkür etmek ister. Ve bu güzel etkileyişten dolayı meraklandığından, ki diline şeker değenin tatlıya meraklanması gibidir bu, etkileyen hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak/düşünmek ister. Aşamaların ilki zikir, ikincisi şükür, üçüncüsü fikirdir.

Bahsimize göre çok aşağı bir misal olmakla birlikte vermekten çekinmeyeceğim: Bir sevgilinin etkisi altına girdiğinizde de süreç bundan farklı işlemez. Onun varlığıyla bıraktığı güzel etkinin ardından yapmak istediğiniz üç şey:

1) İsmini bilmek/anmak/bahsetmektir.

2) Yaptığı etkiden dolayı ona teşekkür etmektir.

3) Hakkında daha fazlasını öğrenmektir.

Bunu dedik ya takılıp da kalmayalım. Başka iyiliklerde de durum değişmez. Her güzellik onu yapanın ismini bilmeye/anmaya/bahsetmeye, ona teşekkür etmeye ve hakkında daha fazlasını öğrenmeye iter bizi. Bunlar fıtraten ödemeye mecbur olduğumuz fiyatlardır. Hatta daha doğru bir ifadeyle: Fıtrî açlıklarımızdır.

Çok konuştum. Sadede koşayım: Bence bu fıtrî açlıklardan üçü de nübüvvetin varlığına muhtaçtır. Aksi takdirde her an birçok etkiye maruz kalabilen insanın düştüğü şaşkınlığı hiçbir aklediş başından alamaz. Hadi, bir şekilde deistçe tanrının varlığından haberdar olsun, fakat ismi ne olduğunu, nasıl anılmaktan hoşlandığını ve nice teşekkür edilmesi gerektiğini nasıl bilecektir? Öyle ya, zatından vahiy yoluyla ve nübüvvet eliyle bir bilgi ulaştırılmadıkça, insan Allah’ı rızasına uygun anmayı nasıl keşfedebilecektir? Hangi isimle zikredilmekten memnun olduğundan nasıl emin olacaktır? Nasıl sezecektir? Âşığın hüneri kendisini yârine sevdirmek değil midir? Daha yârinin hangi isimle anılmaktan hoşlandığını bilmeyen aşkından nasıl bahsedecektir?

Zikri geçtik diyelim. Daha bu işin şükrü var. ‘İsim’ konusunda kaçtığınız hiçbir delik sizi ‘şükür’ bahsinde kurtaramaz. Çünkü teşekkür bizzat ‘teşekkür edilenin rızasını’ hedefler. İsmini andığınız herkesin rızasını aramıyor olabilirsiniz ama teşekkür ettiklerinizinkini mutlaka ararsınız. Yani teşekkür etmek bir tür karşı tarafı razı/memnun etme çabasıdır. Ve insan mazhar olduğu iyilikler karşısında en çok teşekkür etmekte zorlanır.

“Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum” veya “Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim” türünden cümleler, hemen hemen her hayatta/kurguda karşımıza çıkan, her vakit işitmemiz mümkün şeylerdir. Bunu söylemekteki amacımız ‘teşekkür ederim’ diyemeyişimiz değil, karşı tarafı memnun/razı edecek şeyi tayinde zorlanışımızdır. Aynen. Seçeneklerin çokluğu karşısında şaşırabilirsiniz.

Sevgiliniz gül mü götürseniz memnun olur? Yoksa alacağınız küçük bir hediye midir onu mutlu eden? Veya küçük bir ikram mı yüreğinin bağlarını hemencecik çözer? Veyahut da bir ezgi? Bu şıklar zatın bilgisine sahip olmayışınızdan kaynaklanan sıkletlerdir. Eğer, teşekkür etmek istediğiniz kişiyi daha iyi tanısaydınız, teşekkürünüzün türünü de daha isabetli tayin edebilirdiniz.

İşte nübüvvet, böylesine muhtaç olduğumuz üç bilgi türünde, ancak vahiyle ulaşabileceğimiz bir marifeti taşır bize. Maşuk-u Hakiki onu nasıl anmamızı ister? Ona nasıl teşekkür etmemizden razı olur? Onun hakkında daha fazlasını nasıl öğrenebiliriz? Bu tür soruların cevabını insana taşıyan nübüvvetle gelen bilgidir. Her insan yârinin kendisini nasıl seveceğini onun en sevgilisinden öğrenir.

Bir padişaha gittiğinizde öncelikle ‘nasıl davranmanız gerektiğini öğreten’ teşrifatçılar karşılar sizi. Yol ve yordam öğretirler ki padişahın huzurunda onun şanına ve muhabbetinize yaraşır şekilde davranın. Ne demek bu? Şu demek: Mehmet ağa, evladını, ensesine tokat atarak sevebilir ama padişah öyle sevilmez. Torununun önünde takla atarak onu güldürebilir ama padişah öyle güldürülmez. Sofrasında soğanı yumrukla kırabilir ama padişah sofrasında soğan kırılmaz.

Peki Allah’la muhatabiyetimizde bunları bize kim öğretecektir? Mürşidim diyor ki: Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. ‘Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı’ meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor. Elhamdülillah. Elhamdülillah. O bülbülün bal dilinden şakıyan hakikat sayısınca elhamdülillah.

Ne diyelim? Sünnet nedir bilmeden padişah huzuruna çıkmaya yeltenen kaba-sabaların kulakları çınlasın. Ayılıkları gözlerine görünsün. Teşrifatçısı olmasa saraya misafir doldurmanın, hatta inşa etmenin, ne manası kalırdı? Sorulsun. Evet. Yol-yordam bilmeyene bir tas çorba bile vermezler. Kaldı ki biz cennet istiyoruz. Ondan yücesi rıza-i ilahî istiyoruz. Beka istiyoruz. Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamdan ders almadan kim cennetten bir kokucuk kapabilir! Yola gideceksek kılavuzun ayakizlerine ihtiyacımız var. Kılavuzsuz yol gidilmez.

Ahmet Ay – risalehaber.com

Adeti ibadete dönüştürmek

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir.”

Üstat hazretlerinin  “öğrendim” dediği kelimelerden biri de “niyet”. Buradaki niyeti  en başta “ihlas” olarak anlamamız gerekiyor. Zira en büyük niyet, bir işi Allah rızası için yapmaktır. Namazımıza “Niyet ettim Allah rızası için” diye başladığımız gibi, konuşurken, ticaret yaparken, sefere çıkarken kısacası bütün işlerimizde de niyetimiz İlâhî rızaya ermek olmalıdır.

Cümlede geçen “âdi” kelimesi, yeme, içme,  konuşma, yatma gibi adet olarak yaptığımız işler demektir. Bunları sünnet niyetiyle  yaptığımızda o âdi işlerimiz ibadet olurlar. Zira, o Hak Elçisine (asm.)  uymak, Allah’ın razı olduğu şekilde hareket etmek demektir.

Meselâ, uyumak bir adetimizdir. Sünnet üzere yatıp, sabah namazına kalkmayı da niyet ettiğimizde bütün uykumuz ibadet olur.

Üstat hazretlerinin takva hakkındaki  harika bir mektubu var. O mektubunda şöyle buyuruyor:

“Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor.”  (Kastamonu Lahikası)

Sonunda  şöyle bir kayıt  koyuyor:

“Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.”

Kalabalık bir caddeden geçen bir insan, haram nazardan sakınma niyetiyle başını önüne eğerek yürüdüğünde yüzlerce vacip sevabı kazanabilir. Bir başkası da birisiyle kavga etmiş olsun;  iç âleminde onunla münakaşa ederek ve ona hakaretler yağdırarak yol alsın. Bu adam da sağa sola bakmadan yürümektedir, onun nazarına da hiçbir haram ilişmese, ama niyeti haramdan sakınmak olmadığı için birinci adamın kazandığı sevabı bu adam kazanamaz.

Bu kâinatı inceleyen bilim adamlarının niyeti İlâhî hikmet ve rahmeti insanlara ders vermek olsa, bütün çalışmaları ibadet olur. Ama, niyetleri meşhur olmak, ödül almak, ücretlerini artırmak olduğu takdirde bu çalışmaların onlara sevap namına hiç  bir faydası olmayacaktır.

Niyet, manevî kazanç konusunda büyük bir sermayedir. Bu sermayeyi iyi kullanmak gerekir. İnsan halis bir niyetle bir hayır yapmak istese, fakat elindeki imkânlar buna izin vermediği için o hayrı yapamasa ve bundan üzüntü duysa onun bu halis niyeti ona sevap kazandırır.

İnsan, okuduğu bir hatmi bağışlarken bütün müminleri niyet ettiğinde onların her birine bir hatim sevabı hediye edebilir.

“Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.”

Bu da sevabın günaha kalbolmasına misâl oluyor.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

İnsandan kaçarak insana varılmıyor

Kalemimi önce kendime batırmayı severim. Bu, hem bildiğim bir yerden yola başlamamı sağlar ve yazmamı kolaylaştırır, hem de ilk bıçağı kendime çaldığım için ileride muhatabıma da ucu battığında “Sen kendine bak!” deme şansı kalmaz. Çünkü bilir: Ben önce bizzat kendimi yerin dibine batırdım. Bıçağın altına yatırdım. Kendimden razı değilim. Bu haltları ben de yedim. Benim de hatırladıkça kendilerinden Allah’a sığındığım kuytu köşelerim, dehlizlerim, yaralarım var.

Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez! cümlesini biraz da böyle anlarım. Ateşe senden bir adım daha önden koşan kişinin seni de ateşe koşturmasına kızmazsın. Ağır bir işte senden daha çok çalışan bir kişinin seni ağır işlere sevketmesinden gocunmazsın. Yükün fazlasının onda olduğunu bildiğin adama öfkelenmek hatırına gelmez. Sitemlerimiz, hep ‘ötekinin’ bizden çok kendini kayırdığı, canına canımızdan daha iyi baktığı durumlarla ilgilidir. Kayırmadığından emin olursak sitem de kalmaz.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olanNefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki… beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. Nasıl? Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa, onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Aleyhissalatuvesselam. “Benim nefsim de O’nun kudret elinde. Şimdi seninkinin de O’nda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim.”

Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:Hem getirdiği dine herkesten ziyade itaati ve Hâlıkına karşı herkesten ziyade ubûdiyeti ve menhiyâta karşı herkesten ziyade takvâsı kat’iyen gösterir ki, o, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mübelliğidir, elçisidir. Ve o, Mâbud-u Bilhakkın en hâlis abdidir ve Kelâm-ı Ezelînin tercümanıdır. Demek, Âsım Köksal merhumun da bir yerde işaret ettiği gibi, O (asm) önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler önce onu mübarek okumalara davet etti/emretti. Sonrakiler ise halkı da çağırmasını söyledi.

Yine Şualar’da nebilerin dilinden şöyle denmez mi:Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz.

19. Söz’ün hemen başı da şöyle söylüyor: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem’a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur’ân-ı Azîmüşşandır.

Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım.

1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım.

2) Nübüvvetle yani ‘içimizden/insandan elçiler’ üzerinden okunması lazım.

3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım.

Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence “Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur” şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden yankısı olan sünnet-i seniyyeyi kısmen veya tamamen terkeden ‘Kur’an müslümanları‘nda görünüyor.

Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek bu bilme iddiasında dengesizleşiyorlar. Kur’an’ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler tatmin etmek istedikleri şey hevaları olduğu için oluyor bu. Üçlünün ayrılmaz bir parçası olan Aleyhissalatuvesselamı denklemden çıkarmaya çalışıyorlar.

Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur’an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan oluşturuyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. Sezilecek de birşeydir. Sevilecek de birşeydir. İnsanî olan her yanımız, latifemiz ve özelliğimiz bir Allah’ı bilme şeklidir. Rabbimiz, herşeyi yaratan bir Allah olduğu için, marifetinde de ancak yarattığı her özelliği hikmetle kuşananlar ilerleyebilir. İbn-i Arabî’nin (k.s.) kalbinin köşkünden aklın sultanı Fahreddin-i Razî’ye (k.s.) dediği gibi: “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.”

En başa dönersem: Bediüzzaman’ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin hikmetli olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman dengeli bir marifetin yine insana uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur’an’ın ifadesiyle, onun ‘içimizden birisi’ olması da bu dersin her insana dokunan yönünü temsil ediyor.

Yani biz kendi tecrübelerimiz eşliğinde Kur’an’ın, kainatın ve sünnetin mesajının insandaki izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. “Demek burada aslında şu denilmek istenmiş!” diyoruz. Belki kainat, Kur’an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölgedir şu insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.

Hiç unutmam. Sahiden hiç unutmam. İshak Özgel Hoca bir keresinde Alternatif Bakış’a konuk olmuş ve Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman’ınkiler kadar etkili olmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: “Onların insan tasavvurları eksikti.” Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli. İnsan tasavvuru eksik olanların insana tesiri olmuyor demek ki. İnsandan kaçarak insana varılmıyor. İnsandan uzaklaşılarak insana konuşulmuyor. Okuması zor ve soğuk gelen, kalbi dalgalandırmayan, canınıza dokunmayan metinleri hafızanızdan şöyle bir geçirin şimdi. Ve İshak Hoca’nın izinde tetkik edin: Belki de sorun müelliflerinin kendilerini yeterince neşter altına itmemesinde?

Ahmet AY – Risale Haber

Cemaatten kopmamak

Günün acı gerçeği

Geçtiğimiz günlerde bir grup müslüman ile ümmet olma bilinci üzerine sohbet edip dertleştik. Mevcut dini yapıların, istemeden de olsa gözle görülür bir farklılaşma, birbirleriyle ilişkilerinde derinden derine bir kopma yaşadıklarını dostça tespit ettik. Oysa bu yapıların önderleri dışında müştereklerinin ve mukaddeslerinin büyük ölçüde aynı olduğunu, aralarında sadece uygulama ve söylem yönünden farklılıklar bulunduğunu, bunun da normal kabul edilebileceğini paylaştık. Ne var ki, bu tabiiliğe rağmen birbirleriyle ilişkilerinde tam bir rekabet ve dolayısıyla da kopuş tavrını yansıtan davranışlar görüldüğünü üzülerek kaydettik.

Ümmetin birliğini ve bütünlüğünü pekiştirmesi beklenen söz konusu dini cemaat ve yapıların garip bir şekilde ayrılık sebebi niteliğine kaydıkları gerçeğini daha fazla vakit kaybetmeden yine kendilerinin olumlu yönde değiştirmeleri gereğini vurguladık, temenni ettik.

Sohbet boyunca, soğukkanlı ve hakaretten uzak değerlendirmeler yaptıkça, katılanların birer ümmet bireyi olarak mensubiyetleri ne olursa olsun, sesli özeleştiri yapmanın verdiği vicdani rahatlama ve sorumluluklarını tüm boyutlarıyla (cihad-ı ekber) “büyük cihad“[1]bilinci içinde hissettiklerine ve bunu biraz farklı ifadelerle de olsa dile getirdiklerine tanıklık ettik. Netice olarak da değişik isimlerle kendilerini farklı grupların içinde ellerindekilerle yetinmekle avunduklarını, halbuki öteki grup mensuplarıyla zaman zaman bir araya gelip dostça görüş alış-verişinde bulunmalarına -ümmet bilinci adına- büyük ihtiyaç olduğu itirafını paylaştık. Giderek bireyselleşen beşeri ilişkilerin verdiği rahatsızlıkları, gruplar seviyesinde de yaşamanın büyük bir sosyal çöküşü hazırladığını, “bir ve beraber sanılanların kalbî ve duygusal farklılıklarını“[2] yaygınlaştırdığını ne yazık ki kabullenmek zorunda kaldık.

Günün birincil görevi

Bu duruma elbette çare aramak ve çözüm bulmak için çalışmanın, samimiyetle gayret göstermenin, müslüman gruplar arası diyaloglar, birliktelikler gerçekleştirmenin, günümüzün birincil görevi olduğu ortadadır. Farklı grup isimleriyle anılan din kardeşlerimizden kopup uzaklaşarak değil, -ümmet bilincinin tabii gereği- safları sıkı tutup birliktelik fırsatlarını yoksa icad etmek; varsa, artırmak suretiyle “günün birincil görevi”ne sahip çıkılabilir. Bu konuda ilk hareketi başkalarından beklemek, bu hayırlı işte gönülsüzlük anlamına gelir. Konuya ait teşebbüs yarışmasına öncülük yapmak ve tanıklık etmek ise büyük bir bahtiyarlıktır.

Birliktelik fırsatlarının artırılması hizmeti, ocak gayreti ile hareket etme eğiliminde olan grupları ve daha ötede ümmet fertlerini dikkate alarak, cemaat önderleri tarafından başlatılıp kolaylaştırılmalıdır. Bu da önderlere düşen günün birincil görevi durumunda gözükmektedir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, “benim ve ashabımın yolu üzere olanlar” diye çerçevesini çizdiği Kitap-Sünnet  bağlıları topluluğu (“cemaat”) içinde kalabilmek ancak bu yolla mümkün olacaktır. Aksi ise, korkarız, Âkif merhumun şu mısralarını paylaşmak anlamına gelecektir:

“Şu vahdet târumâr olsun” deyip saldırma İslâm’a

Uzaklaşsan da imandan, cema’atten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-i kat’î var ki istînafa yok meydan:

“Cemaattan uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan!

…….

Nasıl yekpâre milletler var etrafında bir seyret,

Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret! [3]

Ümmet’in birliğine hizmet etmeyen eğilimler, gayretler, gruplar ve yapılar iddiaları ne olursa olsun, böylesine acı bir sonucun paylaşanları olup “ibret al” ihtarının muhatabıdırlar. Oysa tam anlamıyla “mezleka-i akdam/ayakların kayacağı yer” demek olan cemaatten uzak kalmak, “ümmet olma bilinci“nin bütünleştiriciliğinden mahrum olmaktır. Oysa gurup liderlerinin önce bilinç sonra tavır birlikteliğine öncülük ve önderlik etmenin yollarını arayıp bulmaları ve bağlılarına ısrar ve öncelikle bunu telkin etmeleri, hep birlikte “mü’minlerin yolu“nu[4] tutmuş olmak için olmazsa olmaz bir gerekliliktir.  Atalarımız  ne güzel söylemişlerdir: “Sürüden ayrılanı kurt kapar.”

Hablullâhi’l-metîn

Allah’ın ipine (kitabına) hep birlikte sımsıkı sarılın, ayrışıp fırkalaşmayın“[5]âyetinin devamında, Müslümanların geçmişteki parçalanmışlıkları/iç düşmanlıkları, Allah Taala’nın, kalblerini birleştirmesi  sonucunda önlenmiş olduğu hatırlatılmaktadır. Daha sonra da söz konusu birlikteliğin, cemaat ruhu ve uygulamasının devamını sağlamak ve sürdürebilmek bakımından “Aranızdan hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/kadro bulunsun“[6] diye yol gösterilmektedir.

Ayrıca ve özel olarak, “kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra ihtilafa/anlaşmazlığa düşüp birbirleriyle çekişen/didişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır“[7] uyarısında bulunulmaktadır. Daha sonraki âyetler de ise, ümmet-i Muhammed ve ehl-i kitabın topluluk/ümmet olarak nitelikleri ve yapıp ettiklerine dikkat çekilmekte, -aralarında farklı kesimlerin bulunmasına rağmen- ehl-i kitabın iman etmiş olmaları halinde kendileri için hayırlı olacağı[8] vurgu- lanmaktadır. “İnsanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış hayırlı ümmet Müslümanlar”ın[9] ehl-i kitaba örnek gösterilmesi, ümmet-i Muhmmed’in varlığına, yapısına ve niteliklerine uygun davranmak konusunda her dönemde müslüman bireylere ve özellikle de Müslüman grup ve cemaatlere sorumluluklarınının ciddiyetini ihtar anlamına gelmektedir.

Bütün bu gerçekler, Ümmet’in ayrılarak küçük küçük parçalara bölünerek değil, ümmet kelimesinin çizdiği çerçevede mümkün olduğunca birleşerek ve bir araya gelerek bir anlam ifade edebileceğini ve işte o zaman “يدالله مع الجماعة Allah’ın yardım ve kudretinin cemaatle birlikte“[10] olduğunu büyük bir mutluluk olarak hayata geçirebileceğini hatırlatmaktadır.

Cemaat kelimesinden herkesin kendi mensup olduğu gurubu, ocağı değil, öncelikle ümmet yapısını, ehl-i sünnet ve’l-cemaat/Kitap ve sünnet çizgisini takip eden mü’minler topluluğunu anlaması lazım geldiği unutulmamalıdır. Çünkü ehl-i sünnet ve’l-cemaat, gruplardan bir grup, cemaatlerden bir cemaat değil, İslam ümmetinin ana gövdesini oluşturan yapıdır.

Ne yazık ki son zamanlarda ehl-i sünnet ve’l-cemaat adına, gereksiz ve asılsız beyanlar, pazarlamalar ve ticaret amaçlı reklamlar ulu-orta yapılmakta ve böylece kendi bindiği dalı kesme gaflet ve basiretsizliklerine şahit olunmaktadır. Ümmet-i Muhammed’in yapısal varlık ve nezaketi, hem sonucu parçalanmaya giden gruplaşmalardan hem de ehl-i sünnet ve’l-cemaati savunma görünümlü polemikten öte bir ciddiyet taşımayan kasıtlı-kasıtsız beyan ve çağrılardan -ne yazık ki- zarar görmektedir.

O halde dindar bireylerin, dini gurup ve yapıların ümmet-i Muhammed için ne ifade ettiklerini ve ne yaptıklarını, büyük bir soğukkanlılık ve derin bir içtenlikle sürekli gözden geçirmeleri gerekmektedir. Bu da tasavvuf ehlinin kemal yolu olarak çokça dile getirdiği murâkabe ve muhâsebenin ümmet düzeyine ulaşması ve ümmet bilincine dönüşmesi demek olacaktır.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN Altınoluk, Aralık 2017

[1] “..Reca’nâ ile’l-cihadi’l-ekber” beyanına göndermedir.

[2] el-Haşr ( 59 ), 14

[3] Safahat, “Alınlar terlemeli”, s. 414

[4] en-Nisa (4), 115

[5] Al-i imran (3),103

[6] Al-i İmran (3), 104

[7] Al-i İmran (3), 105

[8] Al-i İmran (3), 110

[9] Al-i İmran (3), 110

[10] Tirmizi, Fiten 7; Nesâî, Tahrîm 6

Son okçular tepesi; EVİMİZ

Okçular tepesi, ümmet olarak Kur’an ve Sünnetin talimatlarına uymayınca nasıl bir bozgunla karşılaşabileceğimizi özetleyen İslam tarihimizdeki en önemli sembollerden biridir.
Uhud savaşı sırasında Efendimiz (s.a.s)’in;
“Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin akbabalar tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayacaksınız.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 293) emrine rağmen sahabe efendilerimizin bir kısmının vaktinden önce görev yerlerini terk etmeleri nedeniyle Uhud, bir zafer olmaktan çıkmış, Hz. Hamza (r.a) ve Mus’ab bin Umeyr (r.a) başta olmak üzere 70 kadar sahabe efendilerimiz şehit edilmişti.
Ümmet olarak okçular tepesinden sonra da Kur’an ve Sünnetin ne olursa olsun terk edilmemesi talimatına rağmen birçok tepeyi terk ederek büyük bozgunlar yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Asla ayrılmamamız gereken İslam Birliği tepesini terk ettiğimiz için ümmet coğrafyamız askeri ve siyasi olarak emperyalizm ve Siyonizm tarafından işgal edildi. 
Faizsiz İslam ekonomisi tepesini terk ettiğimiz için çarşılarımız, pazarlarımız, ceplerimiz ve ekonomimiz faizci kapitalist nizamın kontrolüne girdi. 
Ümmet olarak Kur’an ve Sünnetin asla terk etmeyin dediği görev yerlerimizi terk ettiğimiz için askeri, siyasi ve ekonomik açıdan büyük bir bozguna uğradık. 
Bu bozgunla birlikte başlayan geri çekilme, elimizde kalan son okçular tepesi olan evlerimizin sınırlarına kadar dayandı.
Bu geri çekilme esnasında evlerimizi müdafaa ile görevli anne ve babalar olarak maalesef iyi bir sınav veremedik. Bu müdafaanın başkomutanlarından olan analarımız, kimi zaman haklı ekonomik gerekçeler ve geçim derdiyle, kimi zaman da diploma sevdasının, akademik kariyer planlarının, iş hayatının parlak unvanlarının, çift maaş hayallerinin dayanılmaz bir ganimet sevdasına dönüşmesiyle evlerini ve asli görevlerini terk ettiler ya da terk etmek zorunda bırakıldılar.
Analarımızın evlerimizden uzaklaştırılmasıyla birlikte nesillerimizi tehdit eden büyük facia başlamış oldu. Evde ana kalmayınca anaokulları açtık, huzur kalmayınca huzur evleri açtık. Ancak hiçbir suni tedbir bu bozgunun önüne geçemedi. 
Kreşlerin, bakıcıların ve bakım evlerinin bağrında yetişen nesillerimiz avuçlarımızdan kayıp gitti. 
O gün okçular tepeyi terk ettiği için Hz. Hamza (r.a) ciğeri parçalanarak şehit edilmişti. 
Bugün analarımız evlerimizi terk ettiği için nice Hamzalar, Mus’ablar televizyonun, internetin ve dizilerin pençesinde kalpleri, zihinleri paramparça edilerek heba edildi.
Dünyevileşmenin iliklerimize kadar işlemesiyle birlikte nesillerimizin geleceği ile ilgili önceliklerimiz değişti. Evlatlarımızın aldığı notlar ya da kaçırdığı deneme sınavları yüzünden neredeyse depresyona girerken, her gün kaçırdıkları namazlar için yüzümüzü bile ekşitmez olduk.
Dershane taksitleri ve özel ders ücretleri arasında sıkışan babalarımızın, ailelerini, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem azabından koruyacak ne takatleri kaldı ne de vakitleri.
Tapusu bize ait olan evlerimizin başköşesini televizyon, gündemini de dizler ve magazin programları işgal etti. 
Geniş odalar, salonlar, mutfaklar, mobilyalar arasında afiyeti, huzuru ve bereketi kaybettik. 
Daha konforlu bir hayat, daha iyi bir ev, daha iyi bir araba hayalleri kurarken İslami hedef ve ideallerimizi unuttuk.
Muhafazakâr demokrasinin pençesinde din ve dünya arasında gidip gelen nesillerimizi bu keşmekeşten kurtaracak ve yeniden ihya edebilecek son sığınak evlerimizdir. Okçular tepesinde Abdullah b. Cübeyr (r.a) bilinciyle müdafaa etmemiz gereken son tepe evlerimizidir. 
Bu büyük müdafaada en büyük görev, annelerimize düşmektedir. 
Bir evde asli görevinin şuuruna varmış bir anne varsa o ev yıkılmaz bir kale gibidir. Şuurlu annelerin bulunduğu evlerin gündemleri Kur’an ve Sünnettir. 
O evlerde erkeğin ya da kadının da değil sadece Allah’ın sözü geçer. 
Abdülaziz Kıranşal