Etiket arşivi: suriye

Kim ölüyor?

Malumumuz Suriye’deki iç savaş 2.5 yılını doldurdu. Halkın maddi imkanları tükendi, manevi halleri nasıl bilmiyoruz. Çocuklar, yaşlılar perli perişan halde. Uluslararası yetkisi olan teşkilatlar duruma kalıcı bir iyileştirme müdahalesinde bulunmuyor. İnsanî yardım kuruluşları Avrupa’dan ve ülkemizden elden geldiğince bir şeyler yetiştirmeye çalışıyor. Lakin tahribat ve ihtiyaç çok fazla olduğu için yapılanlar kâfi gelmiyor. İHH Suriye durum tesbit raporuna göre açlıktan ölümler başlamış..

Biz Türkiye’deyiz; doğalgazlı sıcak evimizde, akşam çayımız elimizde Suriye haberlerini okuyor veya izliyoruz, 2.5 yıldır olduğu gibi.. Vicdanımızın bağırtısına biraz bağış göndermekle mukabele ediyoruz. İçimizde o insanları hissedebildiğimiz kadar.. 2.5 yıldır Suriye’de insanlar evlerini terk edip meçhule doğru göç ediyor; kalanlar savaşıyor veya bekliyor.. Neyi mi? Ne zaman düşeceği belli olmayan bombayı veya camdan girecek serseri kurşunu. Çocuklar ölüyor, insanlar hastalanıyor ama tedavi olamıyor, yaşlılar bekliyor.

Ümitsizliği hiç yaşadınız mı..?

 2.5 yıldır Suriye gün gün ölüyor. Ve biz de.. vicdanımızın sesini bastırıp uyuyabiliyorsak, insaniyetimizle beraber biz de ölüyoruz bu imtihanda. Hakikaten, kim ölüyor bu süreçte? Onlar mı, biz mi?

Rabbimiz vicdanımıza hayat ihsan etsin de bu imtihanda insaniyetimizi kazanabilelim. Suriyeli kardeşlerimiz nasıl ki maddeten ölürken manevi hayatı kazanıyor; biz de maddi, manevi yardım ve dua ile onlara yoldaş olabilelim.

Nabi

Nurnet.org

Mısır ve Suriye için Bediüzzaman’ca bakış!

Risale-i Nur Külliyatının en merkezî risalelerinden biri, Kur’ân’ın mucizeliğini pek çok yönden isbata adanmış “Yirmibeşinci Söz”dür. Bu risalenin “Üçüncü Ziya” başlığını taşıyan en son bölümünde ise, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ın mucizeliğinin en parlak işaretlerinden biri olarak, ondaki bütünlük, uyum ve dengeye işaret eder. Bir olan hakikatin pek çok rengi, pek çok veçhesi vardır ve Kur’ân’da bütün bu renkler ve veçheler tam bir uyum ve denge içinde bize sunulur. Kur’ân’daki bu dengenin izini sürebildiğinde mü’minler de hayatlarında dengeyi ve kıvamı bulur. Bu dengeyi kuramadığında ise, hakikat yolunda bile olsa, hakikatin bir renginde odaklanarak, Kur’ân’ın sunduğu dengeden ve bütünlükten mahrum olur.

Ondan bu denge, bütünlük ve uyum dersini alan bir Kur’ân talebesi olarak, Bediüzzaman’ın hayatında ve eserinde de bu dengenin tezahürleri ile karşılaşır insan. Hakikatin hangi durumda nasıl tatbik olunacağı, hangi muhataba ne şekilde sunulacağı, hakikatin değişik veçhelerinden hangisinin hangi şartlarda öne çıkacağı… Bu ve benzeri sorular, hep bir ‘denge’ meselesidir. Ve Bediüzzaman, Kur’ân’ın izini sürerek, bu noktada bize yol gösterir, yordam öğretir.

Bu bütünlüğü ve dengeyi kavradığımız ölçüde, Risale-i Nur’a bütüncül, dengeli bir kavrayışa ulaşırız. Bu bütünlüğün izini sürmediğimiz takdirde ise, hakikatin bir rengini, uysa da uymasa da her zemine tatbik eden ve bunu yaparken hakikatin bütün renklerini gözden kaçıran bir arızalı bakışa ve düşünüşe duçar oluruz.

Birçok örneği vardır bunun. Bir örneği, Bediüzzaman’ın Meyve Risalesi’nin “Dördüncü Mesele”si başta olmak üzere birçok bahiste karşımıza çıkan, ‘daireler’ tahlilidir. Bu bahiste de gördüğümüz üzere, insanların en başta kendi iç dünyasını, sonra ailesini, sonra yakın çevresini hakikatle hemhal kılma sorumluluğunu atlayıp; en geniş daire olan ‘küresel siyaset’le meşguliyetinin tehlikelerine karşı sıklıkla uyarıda bulunur Bediüzzaman. Ahireti unutacak şekilde dünyaya meşgul olmak, dünya içinde en yakın dairedeki vazifelerini unutacak veya ihmal edecek derecede en uzak daireye bakmak, bütün bunlar birer arızadır ve birer dengesizlik işaretidir. İnsan, yakından uzağa bir ehem-mühim sıralaması yapmakla mükelleftir.

Doğru bilgiye ulaşmak

Diğer taraftan, birşeye daha dikkat etmelidir insan. Doğru bilgiye ulaşmanın zor, hatta imkânsız olduğu bir zeminde, yanlış bir bilgiyle yanlış düşüncelere, kanaatlere, kararlara ulaşıp yanlış fiillere de yönelebilir. Âyetin bildirdiği üzere, haberi ‘fâsık’ın getirdiği, ama bu haberin doğruluğunu sınama imkânının olmadığı zeminlerde en doğrusu, bilgiyi saklayan veya saptıran ‘dezenformasyon’a kulağını kapatmaktır.

İşte, İkinci Dünya Savaşı şartlarında, böylesi hikmetlere binaen, “Dördüncü Mesele”yi yazmıştır Bediüzzaman. Yanısıra, birçok mektubuyla da, talebelerini ve mü’minleri, insanı en birinci sıradaki vazifesinden alıkoyan, zihin dünyasını altüst eden, iç dünyasını eksik veya saptırılmış haberlerle dağıtan ‘fâsık haberleri’ne kulağını kapatmaya çağırmıştır. Öyle ki, kendi tabiriyle o ‘Harb-i Umumî’ şartlarında ‘yedi sene’ hiç radyo haberi dinlememiş, hiç gazete okumamıştır.

Ama bu durum, dünyada neler olup bittiğinden habersiz bir Bediüzzaman portresi de çıkarmaz karşımıza. Bilakis, dün İslâm dünyasını ve mazlum milletleri sömürgeleştirme hesabına girişmiş küresel güçlerin tabir yerindeyse ‘birbirini yediği’ bu savaş şartlarından, hiç radyo dinlemediği ve gazete okumadığı halde, haberbar olması gereken yönüyle, haberdardır da Bediüzzaman. Kastamonu Lâhikası’ndaki ilgili mektuptan öğrendiğimiz üzere, o savaş hengâmında soğuk kış şartlarında bombalar altında inleyen çocuklar, yaşlılar, hastalar ve masumlar, Bediüzzaman’ın zihin ve kalb gündemindedir. “Onüçüncü Şua”nın sonundaki mektuptan anlaşıldığı üzere, modern zamanların zalimâne topyekün savaş mantığının bu büyük savaşta yol açtığı tahribattan da haberdardır. Yine, “Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme”nin belgelediği üzere, bu savaşın insan fıtratında yol açtığı buhranların da farkındadır ve bunlara karşı Kur’ânî bir tedavinin nasıl sunulacağı üzerine zihni ve kalbi meşgul olmaktadır.

Yani, Bediüzzaman’ın o büyük savaştan kulağını uzak tutmasının bir dizi sebebi vardır: Savaşın her iki tarafı da zalimdir. Savaş âlem-i İslâm’ın mukadderatı ile doğrudan ilgili değildir. Savaşla ilgili sahih bilgiye erişme imkânı neredeyse yoktur. Savaşın bu yönüyle asla ilgilenmez Bediüzzaman. Ama bu savaştan imana, Kur’ân’a, âlem-i İslâm’a ve insanlığa dair bir vazife, bir sorumluluk veya bir ders çıkarma noktasıyla ise ‘yedi senedir bakmadığı halde’ ilgilidir

Bediüzzaman’ca sorumluluk

Hele ki doğrudan ümmeti ilgilendiren meselelerde, Bediüzzaman’ı sorumluluğunu müdrik bir âlim olarak görürüz. Onun, doğrudan hilâfet merkezi Osmanlının, dolayısıyla İslâm âleminin ve ittihad-ı İslâm’ın hedef alındığı Birinci Dünya Savaşı şartlarında Kur’ân’ın mucizeliğini gösterecek bir tefsir yazma sorumluluğunu da atlamadan Ruslara karşı fiilen cihad vazifesini deruhte etmesi; İngiliz işgali ve İstiklal Harbi şartlarında İstanbul’da İngilizlerin propaganda ve psikolojik savaş mekanizmalarına karşı mücadele vermesi, bunun bir nişanesidir. Onun, bu şartlarda, şöyle dediği de, Tarihçe-i Hayat’ında aşikâr biçimde bildirilmektedir: “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiği­ni hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşallah.

Aynı şekilde, özellikle Emirdağ Lâhikası’ndaki mektupları, Bediüzzaman’ın mü’minleri, İslâm âlemini ve ittihad-ı İslâm’ı ilgilendiren meselelerle meşguliyetini ortaya koyduğu gibi, bize bu meşguliyetimizin içeriği ve usulü noktasında yol da gösterir. Bediüzzaman, hiçbir zaman, vakit geçirmek, oyalanmak için, yahut âdeta maç seyreder gibi taraflardan birini tutup sonucunu takip etmek adına dünya hadiseleriyle ilgilenmemiştir. Yine Bediüzzaman, en birinci ve en yakın dairedeki vazifesini unutarak da, ülke veya dünya siyasetiyle zihnini meşgul etmiş biri değildir.

Ama aynı Bediüzzaman, zalimlerin lehine yazılacak bir suskunluktan ve ilgisizlikten de beridir. Bilakis, kimin zalim, kimin mazlum olduğunun farkında olarak; birinci, ikinci, üçüncü dairelerdeki vazifesini asla ihmal etmeden, dokuzuncu, onuncu dairelere de bakmış ve ona göre bir tavır geliştirmiştir. Dersim’de olup bitenlerden de bu sebeple haberdardır; Lozan’da neler olduğunun da farkındadır; Ayasofya’nın müze yapılmasının hangi sebeple olduğunu ve ne anlama geldiğini de bilmektedir; 1950’li yılların şartlarında Mısır’da, İran’da olup bitenleri de bilmekte ve gereken uyarıyı yapmaktadır.

Yani, Bediüzzaman ne aslî ve en birinci dairedeki vazifesini unutarak ‘onuncu daire’deki vazifesiyle meşgul olmuştur, ne de ‘birinci daire’den ötesini gözardı ederek ilgisizlik veya tepkisizlik suretiyle ülke veya dünya siyasetinde zulme taraf ve destek olmuştur. Bilakis, onun hayatının ve eserinin bütününde, bu noktada da bir dengenin dersi vardır.

Onun ayak izlerini takip edenlerin ise, bu denge dersinden hareketle, mü’minleri ve insanlığı ilgilendiren meselelerde Bediüzzaman’ca bir sorumluluğu kuşanmaları şarttır.

Unutulmasın, onun bize bıraktığı miras, ‘müsbet hareket’tir; zulme karşı tavır koyamayan, haksızlığa karşı suskun, dolayısıyla haksızların hesabına yazılan, ‘menfi’ bir ‘hareketsizlik’ değil…

Bu bağlamda Mısır ve Suriye’de yaşananların bizi ne kadar alakadar ettiği veya etmediğini yeniden değerlendirmemiz ve hareket tarzımızı ona göre şekillendirmemiz gerekmiyor mu?

Metin Karabaşoğlu

Moral Dünyası Dergisi

500 Bilim Adamı İstanbul’da Nübüvveti Konuşacak

risale-i nur nubuvvet sempozyumu 2013

22-24 Eylül tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşecek olan “Nübüvvet” konulu 10. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna dünyanın birçok ülkesinden bilim adamları geliyor.

İtalya, Somali, Brunei, Güney Afrika, Suriye, Mısır, Irak, Cezayir, Fas, Tunus, Kırgızistan, Rusya, Burkino Faso, Uganda,  Nijer, Nijerya, Yemen, Suudi Arabistan, Ürdün, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Filistin, Malezya, ABD, Almanya, İngiltere, Avustralya, Romanya, Endonezya, Sudan, Azerbaycan, Malezya, Singapur, Filipinler, Lübnan, Moritanya, Kırım, Türkiye ve daha birçok ülkeden, 13 ü bayan 83 ü erkek toplam 96 tebliğci, 300 ün üzerinde gözlemci katılıyor. Ayrıca gözlemci olarak da 50 kadar bayan akademisyen geliyor.

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından düzenlenen “Hakikat Arayışında Nübüvvetin Rolü: Risale-i Nur Perspektifi” konulu sempozyum için gelen bilim adamları Peygamberlerin insanlığın yolunu aydınlatmada üstlendikleri ilahi vazifenin önemine dikkat çektiler.

ÜRDÜN , Ehl-i Beyt Üniversitesinden Prof. Dr. Ziyad Halil Al Daghamin :

RİSALE-İ NUR NÜBÜVVETİN GEREKLİLİĞİNİ EN GÜZEL DELİLLERLE AÇIKLIYOR

Sempozyuma Ürdünden katılan  Prof.Dr. Daghamin tebliğinde Risale-i Nur’un kâinat kitabının tarifini ele aldığını bununla birlikte kâinatın varılması gereken maksatlarından Allah’a imanı, Tevhidi, Ahiret’e imanı, nübüvvetin gerekliliğini, peygamberlere imanı ve insanın şükür’e erişmesini en güzel delillerle açıkladığını ifade etti.

Bedizzaman Said Nursi’nin nübüvvet konusuna bakışı hakkında dünyanın farklı ülkelerinde bulunan akademisyenlerin görüşleri şöyle;

PEYGAMBER SÜNNETİ BÜTÜN DERTLERE ÇARE

Nübüvvet sempozyumuna Cezayirden katılan Prof. Dr. Rabah Dafrur, tebliğinde şu görüşlere yer verdi:

“Bediüzzaman Hazretleri, Peygamberimizin Sünnetinin insanın bütün hayatının bütün yönlerini şümullü bir şekilde ele aldığını ve bütün problemlerine çözüm getirerek bütün dert ve hastalıklarına çare olduğu tasavvurundadır. O; Sünnetin desturlarının ruhi, aklı, kalbi ve sosyal bütün hastalılara en güzel ilaç olduğunu ispat eder.”

GÖRDÜĞÜMÜZ GÜZELLİKLER YARATICININ GÜZELLİĞİNİN GÖLGELERİNİN GÖLGELERİDİR

 Yıldız Teknik Üniversitesinden  Rasim Soylu etrafımızdaki güzelliklerin kemal sahibi bir yaratıcıdan geldiğini belirterek tebliğinde şunları kaydetti.

“Bediüzzaman sevdiğimiz şeylerde gördüğümüz güzellik ve mükemmelliğin, sonsuz güzellik ve kemal sahibi bir yaratıcının güzelliğinin çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi, hatta gölgenin gölgesi olduğunu söyler.”

ABD Trinity Enstitüsünden Robert Owens Scott tebliğinde Bediüzzaman’ın bakış açısından peygamberliği kalema aldı.

‘‘Said Nursi egemenlik, istismar ve şiddet sistemlerine yol açan saptırmalara peygamberliği bir siper olarak görmektedir. Said Nursi’ye göre peygamberler lider ve eğitimcilerdir. Onların rolleri insanları İlahi irade doğrultusunda bir düzene getirmektir.’’

İNSANLIĞIN NÜBÜVVETE OLAN İHTİYACI YERYÜZÜNÜN GÜNEŞE OLAN İHTİYACI GİBİDİR

Sempozyuma Hindistan Jamia Millia Islamia Üniversitesinden katılan öğretim görevlisi Prof. Dr. Iqtidar Mohammad Khan tebliğ metninde Bediüzzaman’ın diğer İslam filozofları gibi karmaşık bir dil yerine kolay ve anlaşılır bir dil kullandığını kaydetti.

Khan ayrıca tebliğ metninde Kur’an’ın temel gayelerini ele alarak şunları kaydetti.

‘‘Bediüzzaman’ın nübüvvet hakkındaki görüşleri, diğer İslam filozoflarının görüşlerine kıyasla oldukça nettir. Kur’an’ın mesajını ve nübüvveti anlatırken diğer İslam filozoflarının kullanıldığı karmaşık dilin aksine kolay anlaşılır bir dil kullanmıştır. Üstad Bediüzzaman “Kur’an’ın temel gayeleri dörttür; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet” der. Buradan da anlaşılacağı üzere nübüvvet Nursi’nin fikir ve eserlerinde önemli bir yere sahiptir. Nursi, insanlığın nübüvvete olan ihtiyacını yeryüzünün güneşe olan ihtiyacına benzetir. Çünkü peygamberler insanlığın önderleridirler.’’

BÜTÜN PEYGAMBERLER AYNI MESAJI VERMİŞTİR: YARATICI BİRDİR VE TEKDİR

ABD Virjinya İlahiyat Okulundan Nübüvvet sempozyumuna katılan Prof. Dr. David Scott tebliğ metninde şu önemli konuları ele aldı:

‘‘Allah’ın tüm peygamberlerinin insanlığa bildirdiği esas mesaj, Yaratıcının birliğidir. Bütün peygamberler aynı mesajı vermiştir: Yaratıcı birdir ve tektir. Bu mesaj hayatın özüdür. Bu, post modern insanlarla iletişime geçerken yararlanılacak en önemli husustur çünkü bu gibi insanlar hayatın manasını ararlar. Ve mana ve birlik temelde birbirleriyle bağlantılıdır.’’

 

NÜBÜVVET TARİHİN ŞAH DAMARINA HAYAT VE CANLILIK VERDİ

Mısır Zegazig Üniversitesinden tebliğ metnini sunan Usama Abul Abbas Şahvan kurumak üzere olan tarihin şah damarına hayat ve canlılık veren şeyin tanımını şöyle yapmaktadır.

‘‘Nübüvvet Bediüzzaman’ın fikrinde çökmek üzere olan zamanı ayakta tutan, yükselten ve ona direnç kazandıran bir güç, kurumak üzere olan tarihin şah damarına hayat ve canlılık veren, aydınlatan ışıltılı, parlak,  nurani canlı bir kandır.’’

ÜSTAD NURSİ AKLÎ DELİLLERLE NÜBÜVVETİ İSPAT ETTİ

10. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna Suudi Arabistan Kral Halid Üniversitesi’nden katılan Prof. Dr. Ali Bin Hüseyin Musa tebliğ metninde Nübüvvetin ispatını kalema aldı.

Üstad Nursi aklî delillerle nübüvveti ispat etti. Bu konuya daha önce âlimler böyle yaklaşmamıştı. Beşeri hayatta birçok ilim vardır; tıp, astronomi gibi ve sair mevcut ilimler. İnsanın bu ilimleri öğrenmeden bilmesi çok zordur. Yani bir rehberden öğrenme olmadan mümkün değildir. Vahiy yoluyla Allah öğretti. O zaman bilim, vahiy ile olur.

Prof. Dr. Musa nübüvvetin Hz. Muhammed (s.a.v)’in yüksek ahlakı, güzel nitelikleri ve onun kişisel özellikleriyle ispat edileceğini üzerinde vurgu yaptı.

Nübüvvet sadece mucizelerden ibaret değildir. Kişisel örnekler ile nübüvvet ispat edilebilir. Yani Hz. Peygamberin yüksek ahlakı, eşsiz kişisel durumu, güzel nitelikleri, iyi davranışları, nübüvvetin doğru olduğunun delillerinden birkaç tanesidir. Üstat şöyle diyor:

“Zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-yı gàliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti, dâvâsında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.”

SEMPOZYUMA BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN HAYATTAKİ TALEBELERİ DE KATILACAK

Sempozyumun açılış oturumu 22 Eylül Pazar günü saat 10:00’da Ataköy Sinan Erdem Spor Kompleksi’nde yapılacak.

Sempozyumun oturumları ise 23 ve 24 Eylül günlerinde Yeşilköy Wow Hotel Convention Center salonlarında devam edecek.

Üç gün sürecek olan Uluslararası Sempozyum boyunca, dünyanın dört bir yanından gönderilen 400 tebliğ arasından seçilen 96 tebliğ sunulacak ve müzakere edilecek. Nübüvvet sempozyumuna Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebeleri de katılacak.

Sempozyuma 40’ın üzerinde ülkeden gelen akademisyenler tebliğleriyle katılıyor.

www.nubuvvetsempozyumu.com

İSTANBUL İLİM VE KÜLTÜR VAKFI
Kalenderhane Mah. Cüce Çeşmesi Sok. No:6 Vefa Fatih / 34134/  İstanbul
Tel :90212 527 8181 Fax:90212 527 8080
Web site: www.iikv.org     E-mail: iikv@iikv.org

Mısır ve Suriye Gecesinde Said Nursi’nin Hürriyete Hitab’ı Okundu

Mısır’daki katliamın ardından Esed güçlerinin Şam’ın Doğu Guta banliyösüne düzenlediği ve 1300 çocuk, kadın ve erkeğin öldüğü kimyasal saldırı Türkiye’de STK’ları ayağa kaldırdı. Ülkenin dört bir yanında protesto gösterileri düzenlendi. Saraçhane Parkı’nda gıyabi cenaze namazı kılındı.

Dünya harekete geçmeli

Saraçhane Parkı’nda aralarında AK Parti İstanbul Milletvekili Harun Karaca’nın da bulunduğu binlerce kişi Mısır ve Suriye’deki kurbanlar için toplu dua etti. Yeni Şafak’taki habere göre vatandaşların yoğun ilgi gösterdiği gecede Bediuzzaman Said Nursi’nin Hürriyet Risalesi okundu. Karaca dünyanın harekete geçmesi gerektiğini belirterek, ‘Dünya sussa da biz susmayacağız.’ dedi. Suriye Şam Alimler Derneği Başkanı Şeyh Usame Rıfai ise ‘Çok şükür ki her yerde direniş var hak haykırılıyor, Irak, Mısır,Şam her yerde.’ dedi. Eyleme Dursun Ali Erzincanlı şiirleriyle, Grup Genç ezgileriyle, Ömer Döngeloğlu dualarıyla destek verdi. Suriye’de katledilenler için gıyabi cenaze namazı kılındı.

İŞTE BEDİÜZZAMAN’IN HÜRRİYETE HİTAB’I

Bismillahirrahmanirrahim

HÜRRİYETE HİTAB

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedevîyi tabakât-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve ûmum millet zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşîr ediyorum. Eğer aynelhayat Şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûmenin de eski zamana nisbeten bin derece terakkî edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse…

Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, (Ölümden sonra dirîliş haktır.) hakîkatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı umûmiyede arayan ve istibdadı arzu edenler (Ne olaydı olaydı da, toprak olaydım. (Nebe’ Sûresi: 40.)) demeye başladılar. Yeni hükûmet-i meşrûtamız mu’cize gibi doğduğu için, inşaallah, bir seneye kadar (Çocukken beşikte konuşuruz. (Meryem Sûresi: 29.)) sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki; azapsız, cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hakimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kânun-u Şer’î, hazin-i Cennet gibi, bizi duhûle davet ediyor.

Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dahil olalım. Birinci kapısı Şeriat dairesinde ittihad-ı kulub, ikincisi muhabbet-i milliye, üçüncüsü maarif, dördüncüsü sa’y-i insanî, beşincisi terk-i sefahettir; ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum…

Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde laubaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkar-ı fasideye ve ahlak-ı rezîleye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı, Şeriat-ı Garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti; onları susturdu.

Sakın ey ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı Şeriat ve lezaiz-i nameşrua ile tekrar ihya etmeyiniz. Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrûtiyet ile, rahm-ı madere geçtik; neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkîden, inşaallah, mu’cize-i Peygamberî ile şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz; bu vahşetengiz sahra-i kebîri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zîra, onlar kah öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz, birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz; geçeceğiz. Belki, camî-i ahlak-ı hasene olan hakîkat-i İslamiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i îmanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshîl yardımı ile fersah fersah geçeceğiz-nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebna-i vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; ta elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.

Zira, hürriyet, müraat-ı ahkam ve adab-ı Şeriat ve ahlak-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşv ü nema bulur. (Tarihçe-i Hayat 1. Kısım)

risale haber

Bediüzzaman İslam Dünyasına Müjde Veriyor

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, Suriye, Mısır ve daha bir çok yerde Müslümanların başına gelen olaylardan herkesin üzüldüğünü ancak ümitsizliğe kapılmaması gerektiğini söyledi. Sıkıntıları İslam âleminin birliği gibi büyük bayramın doğum sancıları” olarak tanımlayan Akgündüz, Bediüzzaman Hazretlerinin İslam dünyası ile ilgili müjdelerini anlattı.

Bedîüzzaman, Arap Baharı ve Mısır

Son zamanlarda Mısır’daki acı olaylar sebebiyle, ehl-i iman matem tutmakta ve bazan da ümitsizliğe kapılmaktadır. Ben de üzülenlerden ve dua edenlerden olmam ile birlikte, asla ümitsiz olanlardan değilim. Bilakis bu acıların İslam âleminin birliği gibi büyük bayramın doğum sancıları ve mukaddimeleri olduğuna inanıyorum. Bu sebeple konuyla alakalı Bedîüzzaman Hazretleri’nin İslâm âleminin kaderini tesbit eden bir cümlesini aktaracak ve tahliller yapacağız.

Asya’da Âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım. (1)

Bizim tespitlerimize göre bu üç nuru İslâm âlemi açısından şöyle değerlendirmek gerekmektedir:

Birinci Nur: Bize göre, birinci nur ile iki mana kasdedilmektedir. Eski Sa’îd döneminde bu nur Osmanlı Devleti’nin ve hilâfetin yeniden ihyâsı olarak takdim edilmektedir. Ancak sonradan bakış açısının siyasî olduğunu ve dar bir vizyona sahip olduğunu ifade eden Bedîüzzaman, bunun gerçek manasının bir nevi Medreset’üz-Zehrâ’yı da temsil eden ve sadece İslâm âlemini değil bütün insanlığı kuşatan Risâle-i Nur olduğunu açıklamıştur.

Eski Sa’îd, Nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümid ve tam teselli ile, siyâset-i İslâmiyet’e âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kablelvuku’ ile dehşetli ve lâdinî bir istibdâd-ı mutlakın geleceğini bir Hadis-i Şerîf’in mânasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Sa’îd-in teselli haberlerini, o istibdâd-ı mutlak yirmi beş sene bil’fiil tekzîb edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri “Eûzü billahi mineş-şeytani ves-siyâse” deyip siyâseti bırakmış, Yeni Sa’îd olmuştur. (2)

Bir nur görüyorum, istikbâle büyük ümitlerle bakıyorum diye, ehemmiyetli bir Kur’an hizmetinin vuku bulacağını haber veriyordu. Bir hiss-i kablel-vuku’ ile Risâle-i Nur’un şimdiki mânevî hizmet-i Kur’aniye ve imâniyesini, o zamanlar siyâset âleminde olacak zannedip bütün kuvvetiyle İstanbul’da siyâseti; dine Kur’an’a âlet ederek çalışıyordu.

İkinci Nur: Bize göre ikinci nur, ‘İslâm uyandı ve uyanıyor. Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler’’ ifadesini kullanan Eski Sa’îd’in hiss-i kablelvuku’ ile 1371’de başta Arab Devletleri, Âlem-i İslâm’ın ecnebi esâretinden ve istibdâdından kurtulup İslâmî Devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermesidir. İki Harb-i Umûmî ve otuz-kırk sene devam eden istibdâd-ı mutlakı düşünmemiş, Üçyüz Yirmi Yedi’de (1327) olacak gibi müjde vermiş, te’hirinin sebebini nazara almamış.(3)

Bedîüzzaman 1910’lu yıllarda ve bugün İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı 56 Müslüman devlet yokken bunların doğacağını ve bu doğuşun asıl İslâm’ın bayramı olacak Birleşik İslâm Devletlerine mukaddime teşkil edeceğini söylemesi de çok manidardır. Ben bu kargaşalı olayların, İslâm’ın bayramı olacak büyük hâdisenin doğum sancıları olduğuna inanıyorum. Şu tespitleri tekrar tekrar okumak gerekiyor:

Çok zamandan beri esâret altında kalmış ve istiklâliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâm’ın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde; Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye (Pakistan’ın kasd ediyor), Java’da elli milyondan ziyâde bir devlet-i İslâmiye (Endonezya’yı kasd ediyor) ve Arabistan’da dört-beş hükûmet (henüz o tarihte var olmayan Suudi Arabistan, Ürdün, Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Mısır ve Körfez Ülkelerini kasd ediyor) bir Cemâhir-i Müttefika gibi, Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâm’ın bu büyük bayramının mukaddemesini. (4)

Bedîüzzaman’ın bu İslâm âleminin büyük bayramının tahakkuku için bütün Müslümanlardan isteği şudur: Hikmet ezel ufkundan kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile her tarafa dağılarak kuruyan ve buharlaşan su gibi, katre katre zayi’ olan hamiyet ve kuvvetinizi İslâmiyet milliyeti ile birleştiriniz İslâm’ın haşmet ve şevket güneşini Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye’nin (Birleşik İslâm Cumhuriyetleri) tarzında tahakkuk ettirip koruyunuz.

Şu cümleler, sanki bugün İslâm aleminde esâret ve tahakküm altında ezilen Müslüman milletlere açıkça seslenmektedir:

Hem de hürriyet-i şer’iye denilen ve sosyal hayatınız için zaruri olan, Sübhan ve Ağrı Dağları gibi istikbalin zirvelerinde ve tepelerinde ayağa kalkmış, nefsin esâreti altına girmeyi yasak etmiş ve gayre tecâvüzü tecviz etmeyerek İslâm’a dayanan hürriyet-i şer’iye, yüksek sadâ ile sizin gibi mazinin en derin derelerinde gafil ve dağınık insanlara fen ve san’at sİlâhıyla “cehâlet ve fakirliğe hücum ediniz” emrini veriyor. (5)

Üçüncü Nur: Bize göre üçüncü nur elli yıldır bağımsızlıklarını kazanmakla birlikte, kendi içinden diktatörlerin elinde mazlum durumuna düşen Müslüman Arap kardeşlerimizin gelecekte yani bana göre Arap Baharı ile Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye’yi kuracaklarını müjdelemesidir. İslâm âleminin şu andaki halini yüz sene önce öngören Bedîüzzaman, özellikle Araplara farklı bir şekilde seslenmektedir:

Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibâha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm tâ’ifelerinin üstâdlarımız ve imâmlarımız ve İslâmiyet’in mücâhidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.

Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab tâ’ifeleri, Cemâhir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esârette kalan hâkimiyet-i İslâmiye’yi eski zaman gibi yeryüzünün yarısında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiye’den kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.

Üstâd’ın bu sözlerini yorumlayan Zübeyir Gündüzalp aynı manayı haykırmaktadır:

Ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve İttihâd-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahü Teâlâ, Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye (Birleşik İslâm Cumhuriyetleri) de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz. (6)

Bu arada Üstâd’ın;

Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfa’ati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstahak ve tam adâlet-i Rabbaniyedir. (7)

sözlerini de İslâm alemindeki zâlimler açısından unutmayalım. Avrupa ve Amerika’nın korktuğu da budur. Ancak onların da korkmasına gerek yoktur; zira İslâm’ın bu büyük bayramında onların da payı olacaktır. Bu üçüncü nur Hazret-i Mehdî’nin ikinci ve üçüncü vazifesinin tahakkuku ile taçlanacaktır.

Üstâd’ın bu iki vazife ile alakalı tesbitlerini de hatırlatmak isterim:

İkinci Vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şe’âir-i İslâmiye’yi ihyâ etmektir. Âlem-i İslâm’ın Vahdetîni nokta-i istinâd edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinâdı ve hâdimleri, milyonlarla efrâdı bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü Vazifesi: Inkılâbat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve Şerî‘at-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanûnları bir derece ta’tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imânın manevî yardımlarıyla ve İttihâd-ı İslâm’ın muavenetiyle ve bütün ulemâ ve evliyânın ve bilhâssa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmağa çalışır.(8)

Bedîüzzaman bir başka eserinde Arap Baharı’nı da kapsayacak şu müjdelerini veriyor:

Eger siz sahife-i efkârı okusaniz, tarik-i siyâseti görseniz, hutebâ-i umumi olan -doğru konuşan- cerâ’idi dinleseniz anlayacaksiniz ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Misir, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i Hürriyet’in galeyânıyla, âlem-i İslâm’ın efkârında öyle bir tahavvül-ü azim ve inkilab-i acib ve terakki-i fikri ve teyakkuz-u tam intâc etmiştir ki, bahasına yüz sene verse idik yine ucuzdu.(9)

Bu aradaSizde birbiri üstünde üç zulmet inkışa’a başlayacakdır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım” sözünü de bir iki cümle ile açmak zaruridir. Burada birinci zulmet, Çarlık Rusya’sının 1917 yılında Bolşevik İhtilali ile yıkılışı olsa gerektir. İkinci zulmet, 1990 yıllarında komünizmim çatır çatır yıkılması ve Sovyetlerin dağılmasıdır. Üçüncü zulmet de, inşallah Rusya’nın dağılarak oradaki mazlum Müslümanların hürriyetlerine kavuşup Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye’nin bir parçası haline gelmeleridir.

risale haber

DİPNOTLAR:

1-Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Tarihçe-i Hayat, sh. 78.

2-Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Tarihçe-i Hayat, sh. 82.

3-Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Tarihçe-i Hayat, sh. 89.

4-Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Tarihçe-i Hayat, sh. 521.

5-Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Dîvân-ı Harb-i Örfî, sh. 50-51.

6-Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Sözler, sh. 771.

7-Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Kastamonu Lahikası, sh. 112.

8-Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Emirdağ Lahikası, c. I, sh. 266.

9-Münâzarât, sh. 27.