Etiket arşivi: tabiat

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (4)

Bilim’den Büyüklere Masallar!

Önceki Yazımızda, “ateist ve materyalist” felsefe ve inançlara göre dizayn edilmiş “Bilimsellik Paradigması”nın ürün ve sonucu olan “Bilim”in ürettiği; safsata ve hurafelerle karışık, masalvârî bazı “Bilimsel Bilgi” ve İfadelerden örnekler vermiştik. Bu örnekleri tekrar hatırlamakta fayda var:

“Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…”

“Bir çok canlı, avlanmak ve av olmaktan korunmak için çok çeşitli kamuflaj ve saklanma yöntemleri geliştirmiştir…”

“Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu; hidrojeni, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…”

“Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir…, Hücre zarı, hücreyi dağılmaktan ve dış etkilerden korur. Madde alışverişini sağlayarak, hücreye faydalı olanların geçişine izin verir. Bunu da reseptörleri aracılığıyla yapar…, Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir…, Arı, bal yapar…, Mutasyon, şunu yapar. Adaptasyon, bunu yapar. Doğal seleksiyon, eleme bunu gerçekleştirir. Evrim, şunu yapar…”

Evrenin, varlık ve işleyişinin “asıl faili; yani cansız zerre ve maddeleri yerinden kaldırıp, harekete geçiren ve birşeylere araç ve sebep yapan “asıl sebebi; yani evrendeki madde – enerji’lerin (bu işleyişte) ‘alet’ ve ‘sebep’ olmasının asıl nedeni; yani bütün bu varlığı, (fiil ve eserlerinin üretiminde) “alet – edevat” gibi kullanan “Rabbimiz”i kabul etmeyen Bilimsellik Felsefesi’nin ürettiği Bilim’in düştüğü çukur, işte tam da burası.

Başlangıçta yola çıkarken, evren gözlem ve incelemelerinde; “Allah var(mış)[kâinatın “faili (yaratıcı ve ustası ve işleticisi) var(mış)”] yerine, “Allah yok(muş)”u aksiyom olarak doğru önvarsayan “Bilim/sellik”in bu durumu; tıpkı, önünde hazırlanmış bir yemeği görüp, fail ve aşçısını gör(e)mediği için, o yemeği; “bıçak – soğan hareketleri, tencere – tava uçuşmaları ve ateşin ısısı, bıçağın basıncıyla” tasvir edip; güya böylece yemeği nedenselleyip – açıkladığını düşünen bir insanın düştüğü duruma benzer.

Halbuki böyle, doğadaki cansız ve bilinçsizlere “hayat ve şuur, bilgi ve irade” atfedip; böylece evrendeki canlı veya cansızları “insansılaştırmak”; böylece onları “bilinçli ve kendi irade ve bilgileri, kuvvet ve tercihleriyle bu işleri yapıyormuş” gibi göstermek; edebî bir sanat olarak, sadece “masallarda ve çizgi filmlerde” olur biliyorduk!

Bilim’in, evrenin varlık ve işleyişinde “fail” olarak gördüğü “madde” ve “sebepler” hakkında; bu “yapar, eder, geliştirmiştir” gibi ifadeleri; edebî kaygılarla seçilmiş (Bilimsel cümlelerde “mecaz ifadelere de yer verelim” gibilerinden) kelimeler olmayıp; vitalist ve animist bir anlayış ve felsefenin ürünüdür. Daha doğrusu: Bilimsellik Paradigması’nın, ürettiği Bilimsel Bilgi’ye; fail olan “Allah”ı eklememesinin zorunlu sonucu olarak, yerine başka “sahte failler” üretmesinin sonucudur.

Çünkü mantık ve dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “usta” bulma zorunluluğu doğuyor. Yani Bilim’in, Rabbimiz’i “fail ve özne ve müessir” kabul etmemesinin zorunlu diğer şıkkı olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreçler”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir.

Evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge),bilimsellik(scientism) Filtresinden geçerek, “bilim(science) hâline dönüşmesi ve “Bilimsel Bilgi” olarak ifade edilmesi; bize böyle, sahte ve kurgusal, “sihirli ve masalsı” bir evren sunmakta!

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar gibi; düpedüz mantık ve bilgi yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor. “Bilim” de, bizden bu masallarına inanmamızı istiyor! “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilmiştir.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar böyle.

Ağaç, elma yapamaz!

Sebepler içerisinde, cihaz ve kuvvetçe en zengin ve güçlüsü olan “insan” bile; kendi vücudunda olan fiil ve işler hakkında bile; bilerek yaptığı iradî fiillerinde bile; vücudunda olanlar hakkında ne bilgisi var ve ne de olurken şuuruyla farkında işleyişin.

Örneğin: Amaçlayarak ve bilerek, yani irade ve şuuruyla yaptığı yemek yeme fiilinde bile; yaptığı sadece, ekmeği eliyle ağzına götürüp, dişiyle çiğneyip, diliyle yutağa göndermek. Bundan sonra devam eden tüm fiil / faâliyetlerin % 99’u; o insanın, irade ve şuur ve bilgisi haricinde gerçekleşiyor. Vücudunun işleyişi ve sindirim; meselâ “göze gidecek minerâl – vitamin”in, o gıdadan ayrıştırılma ve  tevzisi, dağıtım ve depolanması, ve lüzumunda hücrelere nakli gibi işler de insana bırakılsaydı…

Elhasıl: İnsan; kendi vücudundaki işler de bile; kendi iradesiyle, bilerek yaptığı, kendi fiillerinde bile; bu kadar aciz ve bilgisiz ve kudret ve şuuru ulaşamıyorken; meselâ ağaç; elmaya sebeptir, sebeplerinden biridir cümlesindeki sebep kavramı ne manâya geliyor!? Halbuki ağaca sorsak; üzerindeki elmadan haberi bile yok!

Şimdi, Bilim’in ağacı, “sebep” ve meyvesini “sonuç” olarak tanımlayıp – etiketleyen Yatay Deterministik Perspektifle olaya bakarsak. Yani, hani Bilim Kitaplarında: “Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…” gibi Bilimsel Bilgiler veriliyor ya!

Yani “bitkiler”; şuurlu ve bilgili ve ne yaptıklarını biliyorlarmış gibi; içerler, emerler, ulaştırırlar, alırlar, birleştirirler, dönüştürürler, sistemler geliştirmişlerdir vs. diyor ya, o bakımdan.

Şimdi, “Bilimsel Bilgiler”in zihnimize çizdiği evrenin; sahte ve sanal, sihirli ve masalsı bir evren; kurgusal bir ilüzyon olduğunun ispatı için, kısa bir yolculuğa çıkacağız. Bu yolculukta, “Bilim”in bu hayalî ve sihirli evreniyle, reel evrenimizin uyuşup uyuşmadığını kontrol edeceğiz.

Bu yolculuğu kısa tutmak için, bu seferimizde sadece, “elma”yı imâl edip, üreten; yani “elma”yı, dünya ve kâinattan sentezleyip, terkip ve inşa eden ve “ni’met / rızık” olarak bize hediye edip, gönderen “sebep” ve “faili” arayacağız. Diğer deyişle: Evren Sarayının, Dünya Mutfağında, “elma”yı hazırlayan aşçıyı arayacağız.

Şimdi, yolumuza çıkan bir ağaca soruyoruz: “Ağaç kardeş, bir dakika! Bizim Bilimsel Kitaplarda, ‘ağaç, meyvenin sebebidir, sebeplerinden biridir’ yazıyor ve senin bu meyveyi nasıl inşa ve imâl ettiğini anlatıyorlar. Acaba bu üzerindeki meyveleri nasıl yapabiliyorsun? Hava ve topraktan, gerekli besinleri nasıl çekip – sentezliyorsun? Hem her meyvenin çekirdeğine, o ince programı nasıl yazıyorsun? Sonuçta sen tahtadan bir ağaçsın! Know-how vs. anlamazsın!”

Ağaç: “Senin bu bahsettiğin ve benim imâl ettiğimi iddia ettiğin meyveden ve çekirdeğinden haberim bile yok. Üzerimde gerçekleştiğini söylediğiniz diğer şeylerden de haberim yok! Bilgim, irade ve şuurum haricinde olan bu fiil ve sonuçlarına, sebep olabileceğimi nasıl düşünürsünüz! Benim kendimden bile haberim yok ki, sebep olduğumu iddia ettiklerinizden haberim olsun! Hem, meyvedeki çekirdeğine program yazacak aletim mi var benim! Yoksa, o programı kodlayıp – yazabilecek, birşey mi keşfettiniz yapımda! Ben değil o elmayı yapmak, resmini bile çizemem! Hem, bana hayat ve ruh üflense bile, gene de bu elmayı yapamazdım!” dedi.

Aynı soruyu toprağa soruyoruz: “Bizim Bilim Kitaplarında, ağaç ve bitkilere çok faydalı işler yaptığın söyleniyor. Bu ağacı nasıl yaptın? Meselâ: Ağacın programını, ufacık tohumunda nasıl okuyup – çözdün?” O da: “Ne alâka, haberim bile yok! Ben bilgisayar mıyım ki, CD’ye benzeyen tohumdaki bilgiyi, deşifre edip, kodlarını çözebileyim! Bir sineğin iki elinin giremeyeceği, gözle görünmeyen küçücük bir hücrede, o tohumdaki dizilimleri nasıl okuyup – çözeyim! Siz benim yapımda, öyle bir kod çözücü program ve alete rastgeldiniz mi!” dedi. Ve daha, elmanın kimyası ve tat – renk – kabuğundan bahisle; bütün bunları yapabilecek fizik – kimya laboratuvarları; boyahâne ve ambalaj – terzilik makinaları olmadığını söyledi.

Aynı soruyu “rüzgâr, bulut, hava, yağmura” sorduk. Onlar da: “Bizim gözlerimiz mi var ki, toprağı ve üzerindeki ağaç ve meyve – çiçeklerini görelim. Hem görebilseydik bile, meyve ve ağacın bize ihtiyacı olduğunu nereden bilecektik!? Bilsek bile, nasıl yardımcı olacaktık! Kaldı ki ‘meyve – ağaç – toprağı’ geç, bizim kendi varlığımızdan bile haberimiz yok. ‘Sebep’ olduğumuzu iddia ettiğiniz şeylere, biz nasıl sebep olabilelim! Mümkün mü böyle birşey!?” dediler. Daha: Rüzgâr, sadece ittiğinden”; yağmur, sadece ıslattığından bahisle; “elma”da olan fiil ve sanat, ustalık ve nakışların; kendi etki ve te’sirleriyle olamayacağını söylediler.

Güneş’e gidiyoruz: “Güneş kardeş, senin için Bilim Kitaplarında ‘Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu; hidrojeni, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…’ gibi Bilimsel şeyler yazıyor. Anlıyorum ki sen, dünyamızı ısıtıyor ve aydınlatıyorsun; bunu da hidrojeni helyuma dönüştürmekle yapıyorsun. Hasılı çok büyük işler başarıyorsun. Acaba şu ağaçtaki meyvenin sebebi veya sebeplerinden biri de sen olabilir misin?”

Güneş: “Yok kardeşim, ben ne o ağacı ve meyvesini ve ne de sizi ve dünyanızı tanırım. Bilim Kitaplarınızda benim için ‘ısı ve ışığın sebebidir’ diye yazmışsınız, yalan! Ben hidrojeni, helyuma çevirmeyi ne bilirim! Bir de hakkımda, ciddi ciddi: ‘Dünyayı aydınlatır’ demişsiniz, bu da yalan! Benim gözlerim mi var ki, ‘aydınlatmayı’ bileceğim. Isı – ışık üretmeyi, sonra bunu dünyanıza göndermeyi nereden bileceğim! Bunların kavram ve idraki, tasavvur ve tahayyülü bile yok bende! Hem o ‘ağaç ve elmada’, öyle ince sanat ve nakışlar ve ilmî programlar var ki, bunların aletleri bulunmaz dükkânımda. Hem farz-ı muhâl: Aklım ve şuurum, bilgim ve iradem olsaydı da, bütün bu saydığınız işleri benim yapmam istenseydi; vallahi kendime bile faydam dokunmaz, daha ilk ânda düşerdim!” dedi.

Gördük ki; “elma”nın “üretim hattında” dolaşmakla; elma’nın, imâl ve üretim, terkip ve inşa sebebini bulamadık. Yani: Evren Sarayının, Dünya Mutfağında, “elma”yı yapan aşçıyı bulamadık.

“Bir de su ve güneş için ‘hayatın kaynağı’ diye kitaplarda yazar! Halbuki hayatı olmayan, nasıl hayat versin!? Aynı şekilde: Bilgisi olmayan bir cahil, nasıl bilgi ve ilim öğretsin!? Şuuru olmayan şeylerden, nasıl şuurlu ve iradeli varlıklar çıksın!?… Halbuki ben; cahil ve şuursuz, cansız ve akılsız, gözsüz ve iradesiz olan ‘madde ve sebeplerin’, bir sürü şeye sebep olduğu ve yapıp – yarattığını söylüyorum! Nasıl çözeceğim ben, bu mantıksızlık ve saçmalığı!?

Acaba elma’nın icad sebebini ararken; yöntem olarak, ufaktan başlayıp, parça parça gitmekle yanlış mı yaptım?! ‘Ağaçlardaki yapraklar; fotosentezle, besin ve enerji elde ederler’ diye buradan başlasam, ikna edici olur mu acaba? Cık, olmaz. ‘Fotosentez yaparak, enerji elde ediyormuşuz, güldürmeyin bizi! Biz kim, elde etmek ve üretmek kim! Şuurlu ve iradeli ve fotosentezi bilen varlıklar mıyız biz! Fotosentezi düşünecek; düşünsek bile uygulayabilecek bir kabiliyet ve özellik yok bizde! Siz gidin bu ‘Bilimsel Hurafe ve Masalları’ çocuklara anlatın!’ derlerse, rezil olduğumuzla kalırız!

Bir de meyveye mikroskopla mı baksak acaba? Belki orada, bizi ‘fail’ arama zahmetinden kurtaracak, bir ‘madde’ ve ‘sebep’ veya ‘otomatik bir mekanizma’ bulabiliriz. Tamam buldum işte!: Ağacı ve meyveyi, toprak ve daha fazlasını; yapıtaşı ve parçaları olan ‘atomlar’ yapmış olabilir ve yapmıştır!”

Fakat atomlarla görüşmemiz neticesinde; onların da “etken” değil, “edilgen” olduklarını ve tüm olanlardan habersiz olduklarını öğreniyoruz. Diğer sebepler gibi; onların da bu işleri yapabilecek kabiliyet ve özellik, mahiyet ve tabiatlarının olmadığını; hem bu işler için kullanabilecekleri alet – edavatları olmadığını; faraza olsa bile, bunları kullanma kapasitelerinin olmadığını görüyoruz.

Atom: “Benim, ‘elma ve ağacı ve onlarla bağlantılı şeyleri’ görebilecek bir gözüm mü var ki, elmayı yapabileyim! Görmüyor musunuz: Ben ve kardeşlerim olan diğer 114 küsur element ve atomların hepsi, temelde hammaddesi aynı olan ‘proton – elektron’ gibi parçalardan müteşekkiliz. Bizim özellik ve sıfatlarımızda olmayan, bizim alet çantamızda bulunmayan şeylere; bizden katbekat büyük olan eşyadaki özellik ve şekillere; bizi nasıl sebep gösterirsiniz! Bizler, kâtibimizin 3 boyutlu yazı yazmada kullandığı; harf veya nokta, mürekkep veya kalem uçlarıyız. Bizle ifade edilen kelime ve cümlelerin, taşıdığı ‘bilgi ve manâlara, iş ve işleyişe’ sebep olamayız. ‘Kalem’, yazının sebebidir; fakat ‘yazma’nın sebebi değildir; yazıdaki ‘bilgi ve manânın’ sebebi hiç değildir!  dediler.

Elhasıl: Etraflarını görecek gözleri ve iş yapacak elleri olmayan; üstelik şuur ve irade, bilgi ve canlılıktan mahrum olan bu “zerreler”den de, davamızı ispat için bir delil bulamıyoruz. Üstelik: Havada uçuşup, en küçük üflemede, dağılabilen bu şeylerin; “elma” inşaatında, organize olup – biraraya gelmeleri ve ittifak edebilmelerinin nedenini de, bulamıyoruz.

“Peki, bu olayları, acaba ‘fizik – kimya kuvvetleriyle’ nedenselleyip; böylece faile ihtiyaç ve zaruret olmadığını, buradan ispatlayabilir miyiz? Gerçi bu kuvvetlere sorsak, onlar da neye alet olduklarını ve nerede kullanıldıklarını ve nerede duracaklarını bilmiyorlar. Hem, değil evrendeki işleyişe sebep olabilme ihtimâlleri; kendi varlıklarından bile haberleri yok!

Üstelik: Bu ‘kuvvetleri’, şimdiye kadar hiç gören de olmamış! Ancak ‘madde’ üzerindeki etkileşme, te’sir ve sonuçlarından, farkedilip; varlık ve özellikleri biliniyor! Bu te’sirlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla da; bu ‘kuvvetler’in işi, (genelde ve son tahlilde) madde’yi ‘itme – çekme, bağlama – ayırma, ısı ve basınç’ gibi hareketlerden ibaret.

Yani bu ‘çekim / kuvvet / enerji rüzgârlarıyla’, belki atom ve yıldızların hareket etme ve çarpışma – ayrılmalarını; nedenselleyip – açıklayabiliriz. Fakat ince ayar ve hassas denge ve ölçülü hareketlerini, bu kuvvetlerle nedenselleyemeyiz! Daha da özele inersek: Örneğimizdeki ‘elma’nın tuğlaları olan atomların, niye elma kalıbında yapışıp, üstüste bindiklerini; bu ‘elma’ hacminde niye biraraya gelip – sabitlendiklerini açıklayamayız. Çünkü: Evrendeki kuvvetleri, ‘elma’ yapmaya iten veya çeken ve bu kuvvetleri, belli noktalarda frenleyen veya engelleyip, durduran ayrı bir kuvvet ve sebepte gerekiyor…

Yahu bu ‘Ateist Yatay Deterministik Sebep – Sonuç Şablonuyla’ gitmeye devam edersek; ‘sebepler’, teorik olarak sonsuza kadar gidiyor! Meselâ; her kış mevsiminde, ‘sonuç’ gibi, ‘sebebi’ de ölüyor ve baharda ikisi de tekrar diriliyor. O zaman her sebebe de ayrı bir sebep bulmak gerekiyor ve bu sebeplere de ayrı bir sebep gerekiyor! ‘Bunun sebebi şu; onun da sebebi şu; onun da şu… Sebep – sebep – sebep – sebep…’ diye diye, bu iş sonsuza kadar gidecek!

En nihayetinde, bu da bizi; deney – gözlem yapamayacağız ve ölçüp – ispatlayamayacağımız ‘Sonsuz Paralel Evrenler’ Senaryosu uydurmak ve bu metafiziğe inanmak zorunda bırakacak! Sonra da: ‘Bu sonsuz evren ihtimâllerinden birisi de, bu ince ve hayata izin veren evrenimiz olmuş’ diye inanmak zorunda kalacağım! ‘Sonsuz Evren ve Sonsuz Zaman, Sonsuz Deneme – Yanılma ve Sonsuz Olasılık inancıma göre; bu evrenin olabilmesi mümkün ve zaten olmuş!’ diyerek; bu inancıma, başka amentü ve inanç esasları da ekleyeceğim!

Offf! ‘Bilimsel değil’ diyerek, sonsuz ve herşeye gücü yeten Tek Allah’ı kabul etmiyorum ama madde – enerji veya trilyarlarca zerrenin, sonsuz ve herşeye gücü yettiğini kabul etmek zorunda kalıyorum! Sanki bu çok bilimsel! Ve sanki deney – gözlem ve ölçümle doğrulanmış!

Peki, ‘evrendeki bütün bu işleyişi ‘fizik – kimya kanunları ve doğa yasaları’ yapıyor; yani bu yasalara göre, bir makina ve bilgisayar gibi sistem işliyor’ desem olur mu! Yok, bu tez de tutmaz! Çünkü ‘fizik – kimya yasaları’ denilen şey, evrendeki varlık ve faâliyetlerin ‘sebebi’ değil, ‘neticesi.’ Neticesi derken; olayların işleyiş tasviri. Evrendeki işler, belli durum ve şartlarda hep aynı yürüdüğü için; ‘kanun’ diyoruz; yoksa ‘kanun’ olduğu için, işler öyle yürümüyor! Yani, olduğu için “kanun” oluyor; ‘kanun’ olduğu için olmuyor!

Yani; bu, “fizik – kimya – biyoloji kanunları” dediğimiz, bu “genelgeçer sabit kurallar”; sadece zihnî ve ilmî, hatta vehmî şeyler olup; “madde”nin üzerinde etki ve yaptırıma sahip değiller. Kuvvet ve enerjileri olmadığı gibi; üstelik zihin dışında, somut ve haricî vücud ve mevcudiyetleri de yok. Tıpkı bir mimarın çizdiği “plân – proje” gibi; evrendeki işleyişte, belli kural ve programlar dahilinde devam etmekte olup; o “plân – projenin”, kendi başına iş yapabilme kuvvet ve kabiliyeti yoktur…

“Offf! Evren için ‘fail ve usta’ gene şart! Hem de evrenin her noktası ve her ân’ındaki, her varlık ve işleyişi için şart! Acaba ‘içgüdü veya sevk-i tabiî’ desem; ‘içten ‘DNA’, dıştan ‘tabiat’ sevkediyor ve yönetiyor ve yapıyor bütün bunları’ desem inandırıcı olur mu? Olmaz! Çünkü; ‘sebep olduğunu iddia ettiğin ‘tabiatı’ göster bakalım, ne menem birşeymiş’ deseler; ‘tabiat’ diye parmağımla gösterebileceğim; madde veya enerji cinsinden somut bir varlık yok.

Zaten; ‘ağacı tabiat yaptı, toprağı tabiat yarattı, şunu tabiat sevketti’ diye diye, herşeye ‘tabiatı’ sebep gösterirsem; ortada ‘tabiat’ diyebileceğim birşey kalmıyor! Hem DNA’yı ‘sebep’ ve ‘senarist’ göstermem de doğru olmaz. Çünkü, küçücük bir sineğin bile iki elinin giremediği ve çıplak gözle görmenin mümkün olmadığı ufacık bir yere; binlerce cilt bilgiyi kim yazıp – sığdırıp – kodlamışsa; asıl sebep o olmalı!

‘Bilim/sellik Paradigmasındaki’; bu ‘Ateist Yatay Deterministik Felsefeyi’ bıraksam mı acaba!? Çünkü sebepleri sonsuza kadar uzatabilirim ve gördüğüm kadarıyle, hiçbirisi de ‘sebep ve etken, özne ve fail, illet ve neden’ değil. Daha ilk adımda tıkanıyorum! Sebep – sonuç illiyet ve etkileşiminin ispatını yapamıyorum! Daha ‘elma’nın sebep – sonuç illiyyetini ispat edemedim; ‘elma’yı yapan şu veya şunlar’ diye; ‘elma’nın, halâ fail ve aşçısını gösteremedim!

‘Sebep’ diye etiketlediğim; ‘ağaç, toprak, güneş, bulut, hava, su, atom, tabiat, kuvvvetlerden’ sorduğum üzere; hiçbirisi bu ‘elma’ fiil / eserini üzerine almıyor! Tek tek bunların, ‘elma’da hiçbir rolü yoksa, toplamının da bu işi yapması hiç mümkün değil. Zaten kör – sağırların arttığı bir topluluğun, körlük ve sağırlığı da artar! ‘Elma’, hiç olmaz!

Galiba bu ‘sebep – sonuç’ diye, tren vagonları gibi, zincirleme birbirine bağladığım; Yatay Deterministik Şablonun kendisinde bir hata var. Daha bir tane bile, ‘sebep – sonuç vagonunu’ bağlayamadım! En iyisi, bu ‘vagon bağlama’ işini bırakayım ben. Çünkü; bir vagonu, ardından gelen diğer vagona bağlayamadığım gibi; herbir vagondan da, diğer vagonlara ayrı bir sebep ve bağlantı bulmam gerekiyor! Çünkü: Evrende her birşey, varlık ve devamında, tüm evrene muhtaç ve bağımlı.

Meselâ: “Elma”yı yaratan kim ise; o elmanın olması için gereken; gece – gündüz ve mevsimlerin gelmesi için dünyayı çeviren de aynı kişi olmalı; dünya ve elmanın bağ(ım)lı olduğu Güneşi göğe çakan da aynı kişi olmalı… Hava, yağmur, dünyanın eğimi, çekim vs. hep böyle… Bugünkü Dünya ve Güneş’in olması için, geçmiş zamanlara hâkim olan da aynı kişi olmalı…

Üstelik; “elma” için geçerli olan, bu saydığımız kopmaz ve parçalanmaz bütünlük ve birlik; evrendeki diğer herbirşey için de geçerli. Yani: Kâinatta, “sebep – sonuç” diye parçalayıp – ayıramayacağımız, bir bütünlük var. Bu “sebep, sonuç” kavramsallaştırma ve ayrımlarıyla çözemeyeceğimiz bir işleyiş var.

Çünkü: Bir kitabı yazan kim ise, içindeki cümleleri yazan da aynı kişi olmalı. Cümleleri yazan kim ise, cümlelerin kelimelerini yazan da aynı kişi olmalı. Kelimelerini yazan kim ise, o kelimenin teşkilinde kullanılan harfleri yazan da aynı kişi olmalı… Demek evrende, birşey, herşeye ve herşey de birşeye bağlı ve bağımlı ve muhtaç. Yani “birşey herşeysiz ve herşey de birşeysiz olmuyor.

Demek: Kâinat Kitabını kim yazmış ve kim fail ve sebep olmuşsa; içindeki Dünya Formasını da aynı Zât yazmış olmalı. Ve Dünyayı kim yazmışsa; içindeki yaz – kış sayfaları ve gece – gündüz satırlarındaki cümle ve kelimeleri de aynı zât yazmış olmalı…

O hâlde, “Bilim/sellik Paradigma ve Felsefesi”nden artık vazgeçip; bundan sonra; “ağaç elma veremez, verdirilir; bulut yağmur veremez, verdirilir; yağmur yağamaz, yağdırılır; dünya dönemez, döndürülür; ağaç rızkını elde edemez, kendisine gönderilir” ve “arı bal yapamaz, yaptırılır; inek süt veremez, gönderilip – verdirilir” gibi; gerçek ve olgusal, doğru ve yalın ifadeler; yani bir müslüman gibi, “İslâmî” ifadeler kullanılmalı.

“Yok, bu dediğini kabul etmiyorum ama; acaba Bilim’e, Tanrı’yı ‘fail’ olarak değil de; ‘nedenlerden bir neden’ olarak, hiç değilse ‘teori’ veya ‘hipotez’ bazında eklesem olur mu? Yok bu da doğru ve bilimsel olmaz. Sonuçta Bilimsellik İlke ve Kuralı olarak, başlangıç aksiyom ve önkabulümde; ‘evrenin varlık ve işleyişinde fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa da bu işleyişlere karışmıyor(muş); zaten nedenler, pekalâ faile gerek kalmadan bu işleri yapabilir ve yapar(mış)’ ateizm şıkkını işaretlemiştim ben! Evrendeki olayları, bu önvarsayım ve inancıma göre, tasvir ve açıklamaya mecburum! Yoksa Bilimsel olmaz, Bilim hiç olmaz!

En iyisi ben evrendeki hâdiselerin nedenine; Bilimsel olarak deneysellenemez ve ispatlanamaz da olsa ve mantık olarak delillendirilemez de olsa; yeni bir aksiyom daha ekliyeyim. En iyisi ben, evrendeki bütün bu işleyişe, en genel ve temel sebep olarak; ‘tesadüflerin doğurduğu zorunluluklar ve zorunlulukların doğurduğu tesadüfleri’ ekliyeyim. ‘Evrendeki tüm sebeplerin ‘ortak bileşkesiyle’ bütün bunlar oluyor’ diyeyim ve gerçekten olan da buymuş ve vakıa bundan ibaretmiş gibi kitaplarda anlatayım ki; böylece, ‘Bilim/sellik Kriterleri’nin dışına çıkmış olmayayım.”

Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik bilgisayar / makina” gibi işlediği ve “Madde ve Enerji + Tesadüf ve Zorunluluk + Tabiât ve Kanun + Evrim (Adaptasyon, Mutasyon, Elenme) + Uzun Zaman = Herşey Mümkün” önvarsayım ve kabül, aksiyom  ve inancına göre; bu Kâinat Modeli’ne dayanan bir kâinat kurgusu yapılır!

Bu model / metafora göre; Bilimsel İfade, denklem ve formüllerde “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri yapılır!

“Oh rahatladım! ‘Elmanın nasıl ve ne sebeple/rle olduğu’ sorusuna cevap vermek için; ‘tesadüfün doğurduğu zorunluluklar ve zorunluluğun doğurduğu tesadüfleri’ ve ‘sonsuz zamanları’ ekleyerek; böylece işin içine fail ve özne olan ‘Tanrı’yı katmak zorunda kalmadan, cevaba muvaffak oldum! Bu cevap; ‘tesadüf, zorunluluk, sonsuz zaman’ gibi başka metafizik inanç esasları barındırıyor ama olsun! Bu daha bilimsel! Hem ileride, Bilim bunu ispatlayacak! Demek ki neymiş?: ‘Elma’ için, fail olan bir özneye; yani ‘Tanrı’ya ihtiyaç ve zaruret yokmuş; evren ve sebepler, pekalâ elma yapabiliyormuş!

Öyleyse: Ağaç, elma yapar; arı, bal yapar! Gerçi; neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen ‘ağaç ve arı’ hakkında; ‘yapar’ ifadeleri; mantıksız ve saçma ama yukarıda dediğim gibi: ‘Yaptırılır’ demek, ‘bilimsel’ değil!

Öyleyse, ‘failsiz ve ustasız’ (sizin ifadenizle ‘sahte failli’) Bilimsel Bilgilere devam: ‘Güneş, ısı ve ışık verir. Dünya, döner. Yağmur, yağar. Arılar, bal yapar. Bitkiler; fotosentez yaparak, besin ve enerjilerini kendileri üretir. Şu mutasyonla; bu adaptasyonla olur; doğal seleksiyon, eleme de bunu gerçekleştirir. Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir. Hücre zarı, işine yaramayanı içeri almaz. Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir. Hayvanlar; sevk-i tabiî ve içgüdüyle şunları yapar. Zaten evrimsel olarak…’ Bütün bunlar için, fail ve faâl olan bir Tanrı’ya ne gerek var; bak sebeplerle herşey mümkün!”

Halbuki, yukarıdaki yolculuğumuzda görüldüğü gibi: Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için “mümkün”(müş) zannediyoruz!

 

Gelecek Yazımızın konusu: Metabilim: Sihrin Yapısı

 

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 11.Ekim.2017

‘Manevî Beslenme’ Yolları

Manevî hayat akan bir su gibidir. Akan su ise hayattır. Dağların ve ormanların içinden doğan su, tazelik ve sağlık getirir; çünkü akmaktadır. Bunun tam aksine, bataklık durgundur ve hastalık üretir; üstelik kendisine akan suyu tutar ve onu da bozar. Öyleyse, tutup biriktirmeye çalışan biri olmak yerine, kendi dışına akmaya ve vermeye çalışan biri olmak gerekir. Eğer içimizdeki iyilik potansiyelini saklı tutar ve onun dışarıya akmasına izin vermezsek, manevî dünyamız çürümeye yüz tutar, duygularımız cılızlaşır. İşte bu nedenle iyi yanlarımıza çektiğimiz setleri paramparça etmeli ve güzel niyetlerimizin bir nehir gibi akmasına izin vermeliyiz. Çünkü, tazelik ve hayat akmaktadır.
Evet, günümüzün artan tüketiciliği, materyalist ve dünyevî atmosferi, bu akışın önünde set olmaya çalışıyor. Ama her set, önündeki suyu bir süre tutabilirse de, ilânihaye tutmaya muktedir değildir. Su, ya seti aşar ya da deler geçer. İşte, insanın manevî dünyası da böyledir. İçindeki iyilik potansiyelini dışarıya akıtmak isteyen bir manevî gücün karşısında hiçbir set duramaz ve tutunamaz. Buna insanı ‘dünya‘ya çağıran ve onda boğmak isteyen her türlü set dahildir. Ancak bunun için gündelik hayat içinde insanın manevî beslenme yollarının farkında olması ve bunları elden geldiğince yerine getirmesi gerekmektedir. Bunlar bir dizi meleke hâline getirilmiş düşünce, tutum ve tavır ile alışkanlık hâline getirilmiş davranışı içerir.
Size yapılan iyiliklerin farkına varın:
İnsan unutkandır. Her an hayatımıza akıp durmakta olan iyilik ve lütufları unuturuz. Şefkatli Yaratıcımızın sonsuz iyiliklerini, başka insanların bizim için yaptığı iyilik ve yardımları unuturuz. Bu dalgınlığı aşmanın yollarından biri, son bir haftada ya da bir günde bize yapılan iyilikleri not etmek olabilir. Meselâ, bir gün aile üyelerinizin size yaptığı iyilikleri not edebilirsiniz. Başka bir gün, komşularınızın yaptığı iyilik ve yardımları; başka bir gün arkadaşlarınızın; başka bir gün ise bir düşmanınızın iyilik ve yardımlarını liste hâlinde yazabilirsiniz. Böylece bazı zamanlarda nefsinizin görmek istediğinin aksine, ne de çok iyilik ve lutfa mazhar olduğunuzu görebilirsiniz.
Sözlerinizde insanların iyiliğini isteyen dualara yer verin:
Dilinizi ‘Allah yardımcın olsun’, ‘Allah kalbini, seni ve tanıdıklarını huzurlu kılsın’, ‘Allah sana ve ailene merhamet etsin’, ‘Allah çocuğunuzu kendi istediğiniz şekilde yetiştirmenizi nasip etsin’, ‘Yeni işiniz hayırlı olsun’ gibi dua sözlerine alıştırın ve bunları arkadaşlarınız, dostlarınız ve tanıdıklarınız için söyleyin. Sizi ve çevrenizdeki insanları manevî olarak yükseltecek, cesaretlendirecek ve olumlu bir bakış açısına yöneltecek duaları taze ve yeni sözlerle gönülden dillendirin. Dilinizi duaya alıştırmanız, ruhunuzun kuvvet ve enerjiyle dolmasını sağlar.
Toplu ibadetlere iştirak ederek ruhunuzu besleyin:
Manevî yönünüzü güçlü kılmak için dua ve ibadet için harcadığınız zamanı artırmalısınız. Dua, namaz, tefekkür gibi ibadetleri mümkün olduğunca topluluk halinde yapmak, topluluğun ortak hareketinden doğan sinerjiden istifade etmenizi sağlar. Bu sinerji, Allah’ın cemaatle namaz emrini yerine getiren kulları için onlara lütfettiği bir ikramdır.
Allah’a tevekkül edin:
Manevî gelişme ya da yükselme, zaman içinde inançta ve imanda belirli sıçramalar yaşamak anlamına gelir. Bu sıçramaları belli ölçüde başarmış bir kişinin, elde ettiği başarıları sadece kendi şahsî gayretine ve ilmine bağlaması düşünülemez. Öyleyse iman etmenin ve manevî yükselmenin göstergelerinden biri de, ortaya konan gayretten sonra sonucu Allah’ın yarattığını teslim etmek ve hırçın bir şekilde sebeplere saldırmamaktır. Manevî yükselme yaşamış bir kişi, elinden gelen her şeyi yapar ama bütün bunları yaparken Allah’a ve kadere imanı onu huzurlu ve sakin hareket etmeye yönlendirir. O Allah’a güvenir, başarı için ihtiyaç duyduğu sebeplerin etrafında toplanmasına Allah’ın yardım edeceğini bilir.
Minnettar bir insan olun:
Her yeni günü Allah’ın bize gönderdiği bir hediye olarak görmeli ve güne O’na olan minnettarlığımızı ifade eden bir duayla başlamalıyız. O günün bize birtakım sıkıntılar getireceğini düşünüyorsak bile, güne bir şükür duasıyla başlamayı ihmal etmemeliyiz. Yine, gün içinde ne kadar zorlu olaylarla karşılaşırsak karşılaşalım, akşamın ilerleyen saatlerinde bir şükür ve hamd duası yapmalıyız.
Dostlarınızın manevî yolculuklarını paylaşın:
Manevî olarak yükselmek ve gelişmek isteyen birisini bulduğunuz zaman onunla dostluk edin. Belli aralıklarla dinî ve manevî konuları müzakere etmek üzere bir araya gelin. Göreceksiniz ki, bu düzenli görüşmeler manevî yükselmeniz için güzel basamaklar olacaktır.
Hizmet edin:
İçinde yaşadığınız topluma hizmet etmenin yollarını araştırın. Bunlar, özellikle karşılığında bir ödül almayacağınız hizmetler olsun. Sokakta gördüğünüz bir çöpü yerden almak, yaşlı birisini karşıdan karşıya geçirmek, otobüste ihtiyacı olan birine yer vermek ya da bir yayayı gideceği yere kadar arabanızla götürmek; veya geçiminizi temin ettiğiniz işte çok küçük bir yüzdeyi parasız yapmak gibi. Hem bu, emeğiniz karşılığında aldığınız ücretin de temiz olmasını sağlar.
Biraz yalnız kalın:
Bir filozofa göre yalnızlık bizi kendimize karşı daha dayanıklı; başkalarına karşı da daha müşfik yapar. Her iki açıdan da karakterimizi geliştirir. Belli aralıklarla kalabalıktan ve hayatın gürültüsünden uzaklaşmak ruhumuza iyi gelir. Gün içinde birkaç dakika sadece kendimiz ve Allah ile beraber olmaya çalışmalıyız. Sessizlik zihnimizi hayatın getirdiği problemlerden uzaklaştırır ve Allah’ın yardımıyla sessizlikte düşüncelerimiz sıhhat bulur.
Namaz kılın ve oruç tutun:
Namaz kılmak Allah ile olan bağımızı diri tutar, dinî duyarlılığımızı kalıcılaştırır. Oruç tutmak ise bir yandan her arzunun peşinden koşmak isteyen nefsimizi terbiye etmeyi, diğer yandan yoksul kişilerin hallerine yakınlaşmayı, onlara karşı empatik olabilmeyi mümkün kılar. Dolayısıyla özellikle Ramazan ayının çok verimli bir şekilde geçirilmesi manevî hayatımızı kuvvetlendirmek için kritik bir öneme sahiptir. Kuşkusuz oruç Ramazan ayı dışında da tutulabilir. Özellikle günümüz gündelik hayatının olumsuz görüntülerine maruz kalan genç bekarların, oruçtan elde edecekleri istifade muazzamdır. Gözlerini haramdan koruyabilecekleri için akıl ve ruhlarını dengede tutabilirler.
Üzüntünüzü ve sıkıntınızı Allah’a havale edin:
Canınız bir şeye sıkıldığında ya da gündelik işlerinizde bir engellemeyle karşılaştığınızda gönlünüzün rahatlaması ve önünüzün açılması için Allah’a dua edin. O size bir kapı kapalı olsa bile, başka bir kapıyı açacaktır. Öyleyse büyük küçük demeden her sıkıntı ve üzüntünüzü Allah’a havale edin ve O’ndan yardım isteyin.
Etrafınıza sevgi yayın:
Nereye giderseniz oraya sevginizi ve müspet bakışınızı da götürün. En önce kendi evinize. Gülen yüzünüz, nezaketiniz, gülümsemeniz ve sıcak selâmınızla insanları mutlu etmeye çalışın. Size gelen kişilerin yanınızdan ayrılırken kendilerini daha mutlu hissetmelerine vesile olun.
Kur’an-ı Kerim, tefsir ve hadis kitapları okuyup tefekkürünüzü genişletin:
Kutsal kitabımız ‘yaş ve kuru her ne varsa içinde yer aldığı’ bir kitaptır. Bize yol gösteren, bizi bilgilendiren, bize kim olduğumuzu bildiren, bizi uyaran boyutlarıyla ruhumuzu çepeçevre kuşatır. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’i ve onu şerh etmek için yazılmış tefsirleri okumaya ve anlamaya zaman ayırmalı, bunu düzenli bir iş hâline getirmelisiniz. Ardından okuduklarınızı tefekkür etmelisiniz. Bu tefekkür sayesinde kalbiniz inşirah bulacak ve maddeten de vücudunuzu zinde hissedeceksiniz.
Bugünü size bol lütuflu kılması için Allah’a dua edin:
Olgun ve kâmil bir mümin olabilmek ve bu yolculuğa heyecanla devam edebilmek için, Allah’ın size bunları lütfetmesi arzusunu dualarınıza taşıyın. Bunu günlük faaliyetinize henüz başlamamışken, sabahın ilk saatlerinde yapın. Bu maksatla kısa bir dua yapmayı alışkanlık hâline getirebilirsiniz: ‘Allahım, bugünü Senin lütfuna eriştiğim bir gün kıl.’ Sonra gün içinde gözlerinizi ve kulaklarınızı dört açın. Karşılaştığınız sıradan biri, yaşadığınız basit bir olay, belki de sizin o gün elde edeceğiniz kazanımı içinde barındırıyor olabilir. Allah size olan lütfunu böyle küçük sürpriz ve ayrıntılarla gönderebilir.
Zamanınızın bir kısmını doğal ortamlarda geçirin:
Dinin tabiatını hakkıyla bilenler, tabiatın dini anlamak için ne kadar önemli olduğunu bilirler. O yüzden zamanınız elverdiğince tabiatta vakit geçirmeye çalışın. Tabiattaki her şey; Allah’ın azametinin ve hüsnünün izlerini taşır. Ağaçlar, Allah’ın kudretini ve şefkatini anlatır. Gökyüzü, Allah’ın mühendisleri kıskandıracak işçiliğinden haber verir. Geceleri gökyüzünde ayın ve yıldızların saçtığı ışık, Allah’ın dünya evini karanlıkta bırakmadığını anlatır.
Tercih hakkınızı kullanın:
Ne tür bir ortamda bulunuyor olursanız olun her zaman bir tercih hakkınız vardır. Hayal kırıklığı ve üzüntü yerine, neşe ve dinamizmi seçin. Nefret yerine, sevgiyi seçin. İntikam yerine, affetmeyi seçin. Olduğunuz yerde durmak yerine, gelişmeyi seçin. Unutmayın ki karşılaştığınız her olaya olabilecek en iyi seçenekle de karşılık verebilirsiniz, en kötü seçenekle de. Tercih sizin.
Ömer Baldık / Zafer Dergisi

Tabiat Dedikleri Safsataya Bir Göz Atalım

Biz kâinat’taki yaratıklara nazar gezdirip, onlara dikkatle baktığımız zaman gözümüze dört çeşit varlık olduğunu görürüz:

          1) Cansız varlıklar; Yani dağlar, denizler, taşlar, madenler gezegenler ve bunlara benzer şeylerdir. Bunlardan hiç biri yapma veya icat etme gibi bir güce sahip değildir, Bunların tamamını Yaratıcı insanın faydalanması için yaratmış olduğu bir çeşit varlıklardır.

          2) Ağaçlar ve bitkilerdir; Şanı yüce Allah, ağaçların her şeyini, kök, dal, yaprak ve meyvelerini, insanın faydası için yaratmıştır. Onlar canlı olup şuursuz bir çeşit varlıklardır. Bitkilere gelince, onlar da ötekiler gibi yaratmaktan uzaktırlar. Büyük Allah onları insanın hizmetini görmeleri için yarattığı varlıklardır. Onlardan bazısı doğrudan doğruya, ötekiler de hayvanlar vasıtasıyla, insanın faydalanması için yaratılmış  varlıklardır.

          3) Hayvanat ve kuşlar kısmıdır; Hayvanların yabanisinden tut, evciline kadar, tamamı yapmak ve icat etme gücünden çok uzak mahluklardır. Yani hayvanlar da, insanın faydalanması için Allah tarafından yaratılmış varlıklardır. Etleriyle, derileriyle, sütleriyle, yünleriyle, insanın faydasına ve hizmetine sunulmuş varlıklardır. Hakeza kuşlarda yaratmaktan uzak mahluklardır.

          4) Akıl ve şuur sahibi olan insanlardır. Evet,  kâinatta gördüğümüz her şey ancak Allahın sanat eseri olabilir. Bu eseri filan adam icat etti dememiz yanlıştır. İcat yoktan var etmek demektir. Halbuki insanların yaptıklarının tamamı terkiptir; Allah’ın yarattığı maddeleri insan bir araya getirip ona şekil vermekten ibarettir. Görünüşte yapabilecek meydana getirebilecek güçte bir varlık varsa oda ancak insandır ama, o da yaratmak ve icat etmekten âcizdir?

Evet insan, kendisi için çok faydalı olan tek bir elmayı elde etmek için, güneşe, toprağa, suya ve havaya ihtiyacı vardır ki, insanın kudreti bunları meydana getirmekten çok uzaktır. Onu en üstün mertebeye çıkaran, onun aklı ve şuuru olduğu halde, kendini idare etmekten âcizdir. Çünkü  insanın idaresinin  % 99 unu Allah karşılar. Siz söyleyin beslenmesi için ağzına attığı lokmaları çiğnedikten sonra o minnacık parçalara insan mı emrediyor, fosforciğım sen göze git. Kalsiyum sende kemiğe git, sen DNA, sen de RNA molekülü ol. Hayır asla bütün bu işler Allahın emirlerinden oluşan işlerdir.

İşte kabiliyetçe en üstün bir varlık olan insan en ufak bir şeyi yoktan icat edemezken, nasıl oluyor da o güzelim antika sanat eserlerini şuursuz, kör ve sağır olan tabiata isnat edebiliyorlar? Onların bu tutarsız fikirlerine hayret edip şaşmamak imkânsızdır.

Çünkü, gözlüğü yapan gözlükçüye inanıp, göz kendi kendine oldu desek, ayakkabının ustası olan kunduracıya inanıp, ayak kendi kendine oldu desek, bilgisayarın hafıza kartına lüzumu var olduğuna inanıp, bilgisayarı meydana getiren insanın başındaki hafıza duygusu kendi kendine oldu desek, ne kadar akılsızlık yaptığımızı herkes anlayacak. Bu sebepten Peygamberimiz a.s.m. buyurmuş: “Kendini tanıyan Allah’ını tanır.”  Evet, kainatta en şerefli mahluk olan insana dikkatle baksak  göreceyiz ki, insanları ölü atomlardan yaradan Allah, Hazret-i Ademden bu güne kadar yarattığı insanların hiçbiri’nin simasını bir başkası ile eşit yapmamış. O ufacık yüzlerine farklı birer mühür vurmuş. Düşünün 20 x 20cm çapındaki simaları tanınmaları için, Allah c.c. onların yüzlerine özel ve güzel bir mühür damgasını vurmuş. Hatta herkesin gözleri ayni yerde, burunları ayni yerde, ağızları ayni yerde, kulakları ayni yerde oldukları  yerde oldukları gene de Hazreti Ademde bu güne kadar tüm insanları topla yine de az da olsa biri diğeri ile farkları var 100% biri diğerine benzemez Peki düşünebiliyor musunuz bu en değerli  varlık olan insanların simalarını Allah farklı yaratmasa idi ne olurdu? Anne teyzeye benzese idi ne olurdu ? Senin kız kardeşin hanımına benzese idi ne olurdu? Amcanla dayın babana benzese idi ne olurdu? ne mi olurdu? Hak hukuk, nikâh ile miras ortadan kalkardı. Ortalık hayvandan beter bir vaziyet alarak yaşanmaz hale gelirdi. Hatta ve hatta Allah c.c. insanların  seslerini dahi farklı yaratmış. Öyle ki, telefonda birini aradığın zaman, kimsin sen, diye sormadan, karşıdaki konuşunca sesinden kim olduğunu fark edebiliyorsun. Çünkü insanların simalarını farklı yaratan Allah, onların ses tellerini de farklı yaratmış ve herkesin sesi farklı çıkıyor.

İnanmazsanız deneyin, bir marangoza, biri diğerine benzememek şartı ile, fazla değil yalınız bin kapı ısmarlayın, kesinlikle olmaz yapamam cevabını alacaksınız. Çünkü her kapıyı yapınca önceden yaptıklarına bakacak ki yeni yapılanın farkı olsun. On, elli,yüze doğru ilerlerken ağırlaşacak ve marangozun  yapması imkânsız  olacak.

 Hatta Allahın yarattığı şeyleri bir araya getiren, Yani bir şeyler yapan bu insan da kendi kendine olmamıştır. Onu ne annesi nede babası yapmıştır. Kendi kendinede olmamıştır. Aptal kör sağır tabiat da yapmamıştır. bu tariflerden sonra tabiatçıların de foyası, meydana çıkmaz mı?   Halbuki: Üstadın dediği gibi: Tabiatçıların, tabiat dedikleri şey olsa olsa… “Ancak bir sanat olabilir, Sâni (sanatkâr) olamaz. Bir nakışdır, Nakkaş (nakışçı) olamaz. Ahkâmdır, (verilmiş hükümdür) Hakim olamaz….”

Tabiat ne olduğunu daha iyi öğrenmek isteyenler, Risale- Nur eserlerinden TABİAT RİSALESİNİ okuyabilirler.

Bu ciddi meseleyi sizinle paylaşmamın sebebi, hem materyalist ve naturalistlerin neticesiz boş fikirlerini deşifre etmek, hem de bizi yoktan var eden Allah’ımıza karşı vazifemizi yaparken gayretli olmaya yarar ümidiyle bu sualleri sizinle paylaşıyorum.

Bu hakikati dostlarla da paylaşmayı ihmal etmeyelim!

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Bak Allah’ın Rahmet Eserlerine! Ama İyi Bak!

Kur’ân’ın bize gösterdiği yerde bambaşka bir âlem vardır. Bizim dünyamızdaki karışıklıklara karşılık, orada huzur ve sükûn bulunur. Orası cıvıl cıvıl, rengârenk bir âlemdir.

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. (Rum Sûresi, 30:50)

Bize imanın hazzını bütün sıcaklığıyla tattıracak bir potansiyele sahip olan bu âyeti hergün tekrar tekrar okusak yeridir:

Ama sadece dilimizle değil, tüm varlığımızla.

Bir de, oturduğumuz yerde değil, âyetin “Bak” diye gösterdiği yerlerde.

Çünkü bu âyet, etrafımıza ördüğümüz duvarların arasından bizi çekip çıkarmakta ve gerçek dünya ile yüz yüze getirmektedir.

Gerçek dünya ile, evet!

Her ne kadar bizim bulunduğumuz yerden bakıldığında bizim dünyamız gerçek gibi görünüyorsa da, bu, âlemler içinde görülmeyecek kadar küçük bir nokta, zaman içinde sözü bile edilmeyecek kadar kısa bir andır. Eğer bu an içinde olup bitenler kâinatın geri kalan kısmı ile bir uyum halinde cereyan etseydi, biz âlemi gerçek rengiyle görmekte zorlamazdık. Fakat işin aslı öyle değildir.

Bu âlem içinde bizim kurduğumuz dünyanın, inşa ettiğimiz medeniyetin donuk, haşin bir çehresi vardır. Orada insanlar birbirinin kötülüğünden korunmaya çalışır. En küçük beşerî ilişkilerden ülkeler arası ilişkilere kadar her seviyedeki ilişkilerde hükmeden, çıkar çatışmalarıdır. Orada bombalar patlar, savaşlar çıkar, insanlar ağlar. Bütün bu kargaşa içinde yaşamaya çalışan insanların günleri, o işten bu işe yetişmek yahut yaralarını sarmak için çabalamakla geçer.

Kur’ân’ın bize gösterdiği yerde ise bambaşka bir âlem vardır.

Orası cıvıl cıvıl bir hayat kaynayan, rengârenk bir âlemdir.

Bizim dünyamızdaki karışıklıklara karşılık, orada huzur ve sükûn bulunur.

Bu dünyada bunalan ruhlar, o âleme girer girmez aradaki farkı hisseder; orada bir saat kalacak olsa, dinlenmiş ve dertlerini hafiflemiş şekilde geri döner.

İşte o âlem, gerçek âlemin ta kendisidir.

O âlem, rahmetin her taraftan tebessüm ettiği âlemdir.

Gerçi o tebessüm, bizim günlük hayatımızdan da hiçbir zaman eksik olmaz. Fakat biz parazitler arasında onu fark etmeyiz. Fark edilecek olsa bile, bir serçe cıvıltısı, bir çiçek açışı, bir gündoğumu, küçük dünyamızın meşgaleleri içinde önemli bir yer işgal etmez.

Her ne kadar bu durum, birçoğumuz için inançsızlık anlamına gelmese de, bir eksiklik anlamına gelir:

İnancımızda rahmetin neş’esi eksiktir.

Herşeyi kuşatan kudretiyle bir Yaratıcımızın bulunduğuna bütün kalbimizle inansak bile, Onun rahmetinin de herşeyi kuşattığından haberdar değilizdir.

İnancımız ve yaşayışımız, birbirini böylece karşılıklı olarak etkiler. Merhamet ve muhabbet gibi kavramlar, hayatımızda olması gereken yere hiçbir zaman yerleşemez.

Fakat Kur’ân, o son derece net ve keskin üslûbuyla bizim dünyamızın karanlıklarını bir anda yırtıyor; bir şimşeğin çakışı gibi âni aydınlığı ve gür sesiyle bize bir şok veriyor.

Bak Allah’ın rahmet eserlerine!” diyor.

İşte, bak. Bak da gör, ölmüş yeryüzünün dirilişinde o rahmet nasıl gülüyor.

Papatyalarla, sarıçiçeklerle, gelinciklerle bezenmiş çayırlara bak.

Çiçeklerini takınıp çayırların üzerinde sıra sıra dizilmiş ağaçlara bak.

Çiçekler arasında, bir şerbet çeşmesinden diğerine uçuşan böceklere, arılara, kelebeklere bak.

Cıvıl cıvıl kuşlara ve yavrularına bak.

Çayırlarda koşuşan kuzulara bak.

Allah’ın rahmetini müjdeleyen rüzgâra bak.

Gökten bulutlarla, yerden derelerle taşınan rahmet hazinelerine bak.

İşte, Kur’ân’ın “Bak” dediği yerde görülenler bunlardır. Ve bunlar, hayatın ta kendisidir. Bizim hayat zannettiğimiz şeyde eksik olan da bundan başkası değildir.

Ölmüş yeryüzünün dirilişine âyetin “rahmet eseri” olarak atıfta bulunması dikkat çekicidir. Oysa bunun bir kudret eseri olarak sunulması bize daha makul gelebilirdi. Gerçi âyetin sonunda “Onun gücü herşeye yeter” cümlesiyle bu husus da vurgulanmıştır; ancak kâinat kitabı bahar sayfalarında rahmetin tebessümünü apaçık gösterdiği gibi, Kur’ân da dikkatlerimizi aynı yere yöneltmekte ve “Bak Allah’ın rahmet eserlerine” buyurmaktadır.

Burası, imanımızda ve o imanı yaşayışımızda, belki de en büyük eksiğimizin ortaya çıktığı yerdir.

Hayata bakarken onun yüzünde ilk olarak gözümüze çarpan şey rahmet olduğu, hayatı yaşarken ilk yansıttığımız şey de rahmet olduğu gün, bu eksiğimizi kapatmışız demektir.

Onun yolu ise, kendi dünyamızın duvarlarını aşarak gerçek hayatla yüz yüze gelmektir.

Yani, Kur’ân’ın gösterdiği yere bakmak, Kur’ân’ın gösterdiği yerden bakmaktır.

Onun da anlamı, rahmeti görmek, bir rahmet ve muhabbet neş’esi içinde yaşamak, o neş’eyi ve o rahmetin eserlerini kendi yaşayışımızla yansıtmak demektir.

Ümit Şimşek

Dünyada Tesadüfe Dayalı Bir Olay Var Mıdır?

Kütüphanemi karıştırıyordum. Elime kabı yırtılmış bir kitap geçti. İlk sahifesinde bulunan başlık dikkatimi çekti. ‘Yegâne Dünyamız’ başlıklı yazının ilk satırlarında şunlar yazılıydı:

‘Elinize on tane marka alın, her birini birden ona kadar numaralayın. Hepsini cebinize koyup karıştırın. Sonra bu markaları, birden ona kadar numara sırası ile cebinizden teker teker çıkarmaya çalışın. Neticesi şu olacaktır:

Bir numaralı markayı çekebilme şansı onda bir; 1 ve 2 numaralı markayı çekebilme şansı yüzde bir 1, 2 ve 3 numaralı markaları arka arkaya çekebilme şansı binde bir ;1, 2, 3 ve 4 numaralı markaları sıra ile çekebilme şansı on binde bir nispetindedir. Böylece markaları birden ona kadar sıra ile çekebilme şansının, ya da ihtimalinin on milyarda bir olduğu görülecektir.’

Bu basit örneği anlatmamızdan gaye, tesadüf iddiasına karşı rakamların korkunç bir şekilde nasıl çoğaldığını okuyucuya göstermektir. Bu matematikle ilgili basit misal, dünyada hiçbir şeyin tesadüfe verilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Mesela dünyada yaklaşık beş milyar insan vardır. Bütün insanların vücudundaki organların yeri aynıdır. Sayıları da değişmemektedir. Her insanın iki gözü vardır ve yüzüne takılmıştır. İki kolu vardır ve kolları yandadır. Her insanda iki kulak, bir ağız bir burun vardır. Bütün insanlar yemeklerini ağız yoluyla yemektedirler. Yine her insanda koku alma organı burun işitme organı kulaktır. Demek, tesadüf neticesi olarak tüm insanların organlarının vücudunun aynı yerinde olması ve aynı vazifeyi görmesi matematik ilmine göre imkânsızdır.

Yine hiçbir insanın bir başkasına, yüzü, sesi ve parmak izi benzememektedir. Bütün insanlar birbirlerinden farklı yaratılmışlardır. İşte akıllara durgunluk veren bu gerçekler gösteriyor ki, kâinatta hiçbir şey tesadüf olmamıştır.

Öyle ise kâinata her şeye bilerek yön veren bir kudret vardır, o da Allah’dır. Her şey O’nun iradesiyle yapılır. Her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şeyi sonsuz ilim, irade ve kudretiyle yaratan ve idare eden yalnız O’dur.

Dr. İdris Görmez