Etiket arşivi: tahrif

18. Lem’a üzerinden Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a saldıranlar

Çok uzun bir süre önce, I. Meclis’te elinde Kur’an, koltuğu altında hadis kitaplarıyla dolaşıp insanlara ahkam kesen genç bir mebusun, M. Kemal’in iplerini tamamen ele geçirdiği II. Meclis döneminde rakı masalarında sarhoş olup Allah’a ve dine hakaretler etme hikayesini okumuştum. Tam hatırlamıyorum ama Hasan Hüseyin Ceylan’in “Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri” başlıklı 3 ciltlik çalışması olabilir.

Kimilerin bu genç mebus gibi sapıttığı, kimi alimlerin evlerinde inzivaya çekildiği, kimisinin asıldığı, kimisinin çareyi memleketi terketmekte bulduğu şiddetli bir dönemde, manevi alanda yapılan tahribata karşı mücadele eden sayısı pek az insan kalmıştı. Üstad Bediüzzaman Said Nursi ve bir avuç kahraman talebesi, İslam dinini Anadolu’nun bağrından söküp atma operasyonuna karşı mücadele edenlerin başında geliyordu. Birçoğu rahatını, bazısı hayatını feda ederek zor şartlarda mücadele eden elleri öpülesi insanlardı bunlar.

Bugünün rahat ortamda yaşayıp dünün zor şartlarında mücadele eden Üstad Bediüzzaman’a saldıranlara bakınca, rahat dönemde mücahitlik yapıp şartlar zorlaşınca içki masalarında dini değerlere saldıran o zavallıyı hatırlıyorum. Bunlar da o dönemde yaşasaydı, herhalde onun gibi içki masalarında zil zurna zillet içinde yaşayacaklardı.

Bir müddet önce (Fehmi İlkay Çeçen’in yazdığı) “Nurculara 18. Lema Hakkında Sorular…” başlıklı bir yazıyla karşılaştım. Bunun daha sonra videosunu da yapmışlar. Yazının en başında “bu sorular bana yazdırıldı” diyerek aklınca dalga geçiyor. Yazının sonunda da “Aslında tüm bu soruların cevaplarını biliyoruz” diyerek küstahlığını sergiliyor. “Said Nursi – eğer kendisi yazdıysa – büyük bir küfür işlemiştir. Allah’a, Cebrail’e, Hz. Ali’ye ve Hz. Muhammed’e iftira atmaktadır. Bize göre Nurcular birilerine beddua edip karalayacaklarına bu küfürden kendilerini kurtarsalar çok iyi olacak” ilavesiyle cehaletini gösteriyor.

Gayri ciddi ve küstahça sordukları soruları tek tek cevaplayıp bunların ve onları “tetikçi” olarak sahaya süren Abdülaziz Bayındır’ın içinde debelendikleri cehalet bataklığını göstermek mecburiyeti doğdu. Sorular onlardan gelse de muhatabımız onlar veya arkalarındaki “ulema-is su” değil, onların iftira ve yalanlarıyla şüpheye düşenler veya düşme ihtimali olanlardır.

Okumadıkları için bir tek sayfaya önce sayfalar sonra kitap diyor

Soru 1: 18. Lema’da geçtiği gibi Cebrail’in Hz. Ali’ye yazılı sayfalar halinde “Geçmişin ve geleceğin sırları”nı verdiğine iman ediyor musunuz?

Cevap 1: Bu soruları soran genç, yazıda “sayfalar” derken videoda “kitap” diyor. “Allah geleceği/gaybı bilmez” diyerek Allah’ı (cc) tanımadığını gösteren ve bu cehaletiyle maskara olan Abdülaziz Bayındır’ın takipçisi (daha doğrusu, tetikçisi).

Bu soruları derlemek için saatlerini harcayan bu genç, zahmet edip 18. Lem’a’ya baksaydı orada “sayfalar” veya “kitap”tan değil tek bir sayfadan bahsedildiğini görebilirdi. Üzerinde 6 isim (İsm-i Azam) yazılı TEK bir sayfa… Ama onun ve akıl hocası Bayındır’ın bir tek gayesi var; o da Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u çürütmek. Bediüzzaman’ı çürüteyim derken çürüklüklerini ifşa ediyorlar.

Yukarıda bahsi geçen yazı/sorular ve video aslında 2009’da Bayındır’a ait Süleymaniye Vakfı’nın internet sahifesindeki “Onsekizinci Lem’a” başlıklı bir yazıya dayanıyor. Risale-i Nur’dan yapılan alıntıda “sayfa” ifadesi geçtiği halde (“bir sayfada yazılı İsm-i Âzam…”) not/sorular bölümünde “kitap” ifadesi kullanıyor Bayındır (“Cebrail aleyhisselam Ali radiyellahu anh’a bir kitap getirdiyse, onun da nebi olması gerekir.”) Kin gözlerini kör etmiş. Kör etmekle kalmamış, ahmaklaştırmış.

Hz. Cebrail, tek sahifeyi Hz. Peygamber’e (asm), Hz. Peygamber de İmam Ali’ye vermiş

Soru 2: Allah’ın meleği Cebrail neden Hz. Muhammed’e (asm) değil de, Hz. Ali’ye vahiy getirsin? Size göre Hz. Ali Peygamber mi?

Cevap 2: İmam Ali (kerremAllahu veche) tarafından kaleme alınan ve 18. Lem’a’da bahsi geçen Ercuze Kasidesi, Şeyh Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi’nin (1813-1893) Mecmuatü’l-Ahzab isimli üç ciltlik eserinin 582-597 sahifelerinde bulunmaktadır. Kasidenin tamamının aslı ve Türkçe çevirisi internette mevcuttur.

Hz. Ali, üzerinde 6 İsm-i Âzam’in (Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, ve Kuddüs) yazılı bulunduğu sahifenin kendisine verilişi hakkında şunu yazar (sayfa 24):

“Allah Teâlâ’nın bana gönderdiği bir hediyedir
Onu Cebrâil aleyhisselâm Muhtar’a (Hz. Peygamber’e) getirdi.”

Demek Hz. Cebrail, üzerinde 6 İsm-i Âzam bulunan TEK bir sahifeyi (sahifeler değil, kitap hiç değil!) Hz. Peygamber’e (asm) getirmiş. Birkaç sayfalık 18 Lem’a’yı bile okumaktan aciz birisinin bu kadar araştırma yapıp Hz. Ali’nin sözkonusu kasidesini bulmasını bekleyemeyiz. Haydi bu genç cahil, hocası Bayındır da mı araştırma yapamamış? Gençteki kindarlık hocasından gelme. Dertleri hakikati ortaya çıkartmak değil ki araştırma yapsınlar!

Soru 3: Meleklerin nebi olmayan kimselere yazılı vahiy getirdiği Kur’an’ın neresinde yazıyor? “Yazmıyor” diyorsanız öyleyse Allah’ın nebilerine vermediği yazılı vahyi Hz. Ali nasıl aldı? Bu durumda tüm nebilerden üstün olmuyor mu?

Cevap 3: Aslında yukarıda verilen iki cevaptan sonra İbni Hibbân gibi “ahmağa verilecek en güzel cevap ancak sükuttur” diyerek yazıyı burada kesmem gerekiyor ancak muhatabımız bu ahmaklar olmadığı için cevaplamaya devam edeceğiz.

Bu sorunun cevabı, ikinci soruya verilen cevapta saklıdır. Yani, Hz. Cebrail, sözkonusu tek sahifeyi direk Hz. Peygamber’e (asm) getirmiş. Hz. Peygamber de onu İmam Ali’ye vermiş.

Kaside’nin Türkçe çevirisinin 25. sahifesinde bununla ilgili şu bilgiler mevcut:

“O anda Beşir (Hz. Peygamber) aleyhisselâm beni çağırdı
Ve buyurdu ki; “Senin basîr olan Rabbin şu müjdeyi verdi

Sana öyle tılsım hediye etti ki, onunla düşmanlar
Kahr olup zehr olur. Öyleyse o Hâdiye (Allah’a) şükür et.

Bunun üzerine kucağıma sahife düştü
Onun yazısı şerefli bir dâire şeklinde idi

Cebrâil aleyhisselâm dedi ki; “Yâ Ali! Onu al
Çünkü o Yüce Rabbinin sekinesidir.

Seni korktuğun kötülükten korur
Düşmanla karşılaşınca onları zayıflatır.

Sesini iştim fakat hayalini (kendisini) göremedim
Fakat bana gök kuşağına benzer olarak göründü.”

Soru 4: Cebrail getirdiği yazılı sayfaları kimden aldı? Eğer Allah’tan aldıysa, Allah ne diye kâinatın sırlarını Hz. Ali’ye yollasın? Hangi nebi bu bilgilere sahipti?

Cevap 4: Bu sorunun cevabı da bir önceki cevaplarda mevcut. Soruyu soran arkadaş “sayfalar” ifadesini kullanmakta ısrar ediyor. Sebebi de, Efendimiz’den (asm) önceki Peygamberlere getirilen “sahifeler” arasında bir bağlantı kurmak. Böylece “Said Nursi ve Nurcular Hz. Ali’nin Peygamber olduğunu iddia ediyor” iftirasını bilinç altına sokmaya çalışıyor aklınca. Nitekim, yedinci soruda “Nurcular Hz. Ali için peygamber diyorlar” iftirası atıyor.

Soru 5: “Verilenler vahiy değil ilhamdır” diyorsanız, öyleyse bize Allah hangi insana yazılı ilhamda bulunmuş bunu kanıtlayın. Allah birine ilham etmek isterse ona Cebrail’i yollayıp kâinatın tüm sırlarını sayfalar halinde mi veriyor?

Cevap 5: Kaside’nin Türkçe çevirisinin 24. sahifesinde açıkça ifade edildiği gibi, Hz. Cebrail’in Hz. Peygamber’e (asm) getirdiği, O’nun da Hz. Ali’ye verdiği bir kitap değil, tek bir sahifedir. Bir müjdedir, bir hediyedir.

İddia ettikleri yalan ne 18. Lem’a’da, ne Risale-i Nur’da ne de Ercuze Kasidesi’nde var

Soru 6: Hz. Muhammed’e gelen vahiyde evrenin sırları yok ama Hz. Ali’ye gelen yazılı sayfalarda peygamberimize verilmeyen bilgiler de var. Bu nasıl bir ilhamdı ki, hiçbir nebiye nasip olmamış?!

Cevap 6: “Hz. Ali’ye gelen yazılı sayfalarda peygamberimize verilmeyen bilgiler var” iddiası ne 18. Lem’a’da, ne Risale-i Nur’un herhangi bir yerinde ne de Ercuze Kasidesi’nde var. Kinden gözleriyle birlikte vicdanları de körleşmiş ahmakların iftirası.

Türkçe kasidenin 20. sahifesinde şunu yazar İmam Ali:

“Ey bana soru soran, “Bana ne sorarsan sor
Benim ilmim mirastır ve ledünnidir.”

Burada kullanılan “mirastır”dan kasıt Peygamber Efendimiz’den (asm) öğrendiği ilimdir.

“Ledünni”den kasıt, Cenab-ı Allah tarafından kendisine ihsan edilen keşfî ilimdir. Malum, Peygamber Efendimiz (asm), İmam Ali’nin ilmi hakkında “Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır. İlmi isteyen kimse kapıdan girmelidir” demektedir (Tirmizi).  

Hz. Ali, 7. sahifede Hz. Peygamber (asm) hakkında şunu yazar:

“Olmuş ve olacak şeylerin bilgisi
Göğsünde toplanmış ve sırlanmıştır.”

Yani bizim açımızdan “geçmis ve gelecek” olan zaman diliminde olmuş veya olacak herşeyi bilen Cenab-ı Allah, bu bilgileri Hz. Peygamber’e de öğretmiş. Hz. Peygamber de bu bilgileri (hepsini veya bir kısmını) İmam Ali’ye aktarmış.

21. sahifede, Hz. Ali (ledünni) ve Hz. Peygamber’den (miras) aldığı ilime dayanarak şunları der:

“İstersen geçmiş zamanlardan sor
İstersen gelecek zamanlardan sor

Onların bütün haberleri (bilgileri) benim yanımda açıktır
Fakat bazı zaman onların sırları ifşâ olabilir.”

Ardından, kendisine verilen ilmin dürbünüyle Abbasi Devleti’nin yıkılışını haber verir:

“Dokuz ilmi, Farslıların hesabına göre
İsyanların olduğu dokuz karndan sonra

Farslar (Fürs, yani doğu kavimleri) Araplara galip gelecek
Onları köpeklerin öldürüldüğü gibi öldürecekler.”

Bu iki beyitin 18. Lem’a’daki açıklaması şöyledir:

“Dokuz karn sonra (Fürs), yani akvam-ı Şarkiye, Â’râb üzerine hücum edecek, galebe edip Â’râbı hayvan gibi kesecek. Öyle müthiş fitneler ve karanlıktı musibetler ki: en karanlıklı gecelerden daha ziyade karanlık olacak. İşte Hazret-i Ali’nin bir keramet-i bahiresi ki kendinden beş yüz (500) sene sonra gelen ve Arab Devlet-i Abbasiyesini mahveden ve hadsiz kütüb-i islâmiyeyi nehr-i Fırat’a döken ve Â’râbı gayet zalimane katleden Hülagû vakıa-i meşhuresini haber veriyor. Çünkü meşhur olan tam kırk sene değil o zamanın istilahınca ağleb-i ömür olan altmış seneden ibarettir. Çünki bir devir altmış senede değişir. Bu suretle İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın hicretten 30 sene sonra Kûfe’de yazdığı bu Ercüze’deki 9 defa 60, otuza ilâve edilse 570 oluyor ki Cengiz’in ve Hülagû’nun hücum ve tahribat zamanıdır.”

İmam Ali’nin 40. beyitte haber verdiği bir diğer olay da, Türkiye’de İslam harflerinin kaldırılıp yerine latin harflerinin kabulüdür. 1928’deki alfabenin değiştirilmesi İslam ile yoğrulan geçmişimiz tamamen silinmiş, gelecek nesillerin geçmişle bağı tamamen kopartılmış oldu. Bir anlamda herşey sıfırlanmış oldu. Bütün alimler bir gecede “cahil” edildi; eserlerin çoğu trenlerle dışarıya satıldı, kalanlar da, okuyabilen olmadığı için kütüphanelerde çürümekte. Bu açıdan, Moğolların kütüphaneleri nehre dökerek İslam’a verdiği zarar harf devriminin verdiği zararın yanında devede kulak kalır.

“Bir takım Acem harfleri ki satır satır yazdırılmıştır
Zengin fakir onunla gecelettirilmiştir.”

Bu beytin 18. Lem’a’daki izahı da su şekildedir:

Yani, “On dördüncü asr-ı Muhammedîde (a.s.m.) bin üç yüz kırk dokuz (1349) ve Rûmice bin üç yüz kırk yedide (1347) Arabî hurufunu terk edip, ecnebî ve acemî hurufuna İslâm içinde başlanacak. Hem umum, hem fakir ve zengin emir ve işçi, çoluk ve çocuk gece dersleri ile o hurufu cebren öğrenecekler.” Çünkü bir nüshada “bate”dir; “bate” ise gece çalışmasıdır. “Bitte” ise kat’i ve cebri ifade ediyor: “ehrufu ucmin” fıkrasındaki “ucmin” ise o zamanın ıstılahınca Arabın gayri, Lâtince ve Frengî huruf demektir.”

İlginçtir, latin harflerinin kabulünden bahseden beyitten hemen sonra Deccal’dan bahseder:

“De ki gözüktü vakit gözüktü hem yaklaştı.
Deccali bekleyin, kim yalan derse azmıştır.”

Risale-i Nur’u okusa, bu kadar saçmalayarak gülünç duruma düşmeyeceklerdi

Soru 7: Risalelerde, Hz. Ali’ye sayfaların verildiği hurefesi “Gulat-ı Şia”nın iddiası ile örtüşmektedir, onlar şöyle derler: “Aslında vahiy Ali’ye gelecekti ancak Cebrail yanlışlıkla Muhammed’e verdi.” Şimdi siz de onlar gibi mi iman ediyorsunuz?

Cevap 7: Risale-i Nur’u okusa, Bediüzzaman’ı tanısa bu kadar saçmalayarak kendilerini gülünç duruma düşürmeyeceklerdi bunlar. Bırakın Risale-i Nur’u okumak, birkaç sayfalık 18. Lema’yi bile bile okumaktan acizdirler. Belki de “okursam, kindarlığım zarar görür” diye korkuyorlar. İmam Ali, bu gibi cahiller için “İnsan cahil olduğu şeyin düşmanıdır” der. İnsanın bilmediğini bilmesi fazilettir.

Bilmediğini bilmemesi ise cehalettir. Bunlarınkisi kine dayalı zır cehalettir. Bilmiyorlar, bilmediklerini de bilmiyorlar. Risalelerden az biraz haberdar olan, Bediüzzaman’ı zerre kadar tanıyan bir insan bu tür gereksiz sorular sormaz. Bu tür sorular, bu gibi gereksiz insanların ürünü.

“Benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım, İmam-ı Ali’dir (r.a.)” diyen Bediüzzaman, “gerçi manen ben Hz. Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde, ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam’ın bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılırım” ifadeleriyle kendisini Hz. Ali’nin manevi bir evladı ve Al-i Beyt’in bir ferdi olarak gorur. Ama “aslında vahiy Ali’ye gelecekti ancak Cebrail yanlışlıkla Muhammed’e verdi” gibi bir saçmalığa inanmaz.

Risale-i Nur Külliyati’nın Lem’alar adlı eserinin “Dördüncü Lem’a” bölümünde hilafet konusunda Ehl-i Sünnet’in “Hazret-i Ali Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti” inancıyla Şîalarin “Hak Hazret-i Ali’nin idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir” inancını kıyasladıktan ve detaylı cevap verdikten sonra şu sonuca varır: “Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dâvâsı haktır.”

Halifelik konusunda “Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dâvâsı haktır” diyen Bediüzzaman’a Gulat-ı Şia iftirası atmak ancak kindar ahmaklara yakışır.

O dönemde mahrem/gizli tutulması anlaşılır bir durumdur

Soru 8: Madem “18. Lema” bu kadar masum ve sakıncası yoksa neden baş kısmına “Mahremdir herkese gösterilemez” yazıyorsunuz ve sonraki baskılarınızdan komple çıkarıyorsunuz? Deşifre olma korkusu mu taşıyorsunuz?

Cevap 8: Müfteri, bu soruyla sanki Nurcular 18. Lem’a’yi saklamışlar da kendisi arayıp bulmuş, Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u deşifre etmiş havasına girmiş. Oysa, öyle tahmin ediyorum ki, 18. Lem’a’nın bir sayfasını dahi okumamıştır. O ifade, 18. Lem’a’nın neşri zamanında konmuştur. Kur’an başta olmak üzere her türlü İslami eserlerin “yakalanır da yakılır” korkusu ve endişesiyle toprağa gömüldüğü bir dönem için sıradan bir nottur o. Müfteri daha genç yaşta, tarih okumamış, tek parti döneminin zulümlerini bilmiyor. Hocası Bayındır da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’la savaşmaktan fırsat bulup cumhuriyet dönemini öğretmemiş. Bayındır’ın kendisi 28 Şubat’ın zalimlerinden olan Kemal Gürüz ve Kemal Alemdaroğlu döneminde parlatıldı; belki de Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a savaş açmanın mükâfatı olarak…

Bazı risalelerin “mahremliği/gizliliği” konusuna gelince… Risale-i Nur’un ekserisi imani konular üzerine yazılmıştır; gayesi, kalplerdeki Allah’a imanı muhafaza etmek ve zayıf imanı kuvvetlendirmektir. Allah’a imanı kaybeden bir insan ne meleklere, ne peygamberlere ne kitaplara ne de ahirete inanır. Onun için risaleler bu konulara ağırlık vermektedir. Bunun yanında, bazen siyasi konular da yazılmıştır; Süfyanizm’in, Deccalizm’in ve Mehdiyetin konu edindiği 5. Şua gibi; Süfyanizm’in rükünlerinin açıklandığı Sırr-ı İnna Ateyna gibi vs. 18. Lem’ada da harf inkılabı gibi hassas konular işleniyor; bu inkılâbın dehşetine dikkatler çekiliyor. Dolayısıyla, o dönemde mahrem/gizli tutulması anlaşılır bir durumdur. Gerçi fazla uzun bir süre “mahrem/gizli” kalmadı. Bugün isteyen kolaylıkla okuyabilir. Hatta isterse 5. Şua’yı da okuyabilir. En mahrem eserlerden olan Sırr-ı İnnâ A’taynâ 2016’da Mustafa Armağan tarafından Derin Tarih ile beraber hediye olarak dağıtıldı. Bu iftiraları atan genç ve akıl hocası için “okusun” diyemiyorum çünkü okuma alışkanlıkları yok.

Soru 9: Risaleler bu asırda en güçlü Kur’an tefsiri olarak yazdırılmadı mı? Öyleyse neden 18. Lema ısrarla gizleniyor? Hz. Ali’ye verilen sayfalarda Said Nursi’den bahsediyor da, herkes bunları anlayamaz diye mi gizleniyor? 

Cevap 9: Risale-i Nur, dönemin hücumlarına sed olan, bulaştırılmaya çalışılan dinsizlik hastalığına çare olan en tesirli Kur’an tefsiridir. Hücumlar ve dinsizlik hastalığı bitmiş değil, dolayısıyla Risale-i Nur’un önemi artarak devam ediyor. 18. Lem’a, biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, yazıldığı dönemde siyasi baskı ihtimalinden dolayı gizli tutuldu, çok geçmeden de ortaya çıktı zaten. 18. Lem’a’yı okuyan çok istifade eder. İstifade etmek herkese nasip olmuyor. Bu gibi dindar geçinen kindarların istifade etmesi çok zor zira okumaktan korkuyorlar. Allah vergisi olan ilim dürbünüyle Abbasi Devleti’nin yıkılışını gören İmam Ali, İslam’a büyük bir darbe vurmak amacıyla yapılan harf inkilabını da görmüş; bu dehşetli tahribata karşı bir avuç fedaisiyle mücadele eden talebesi Bediüzzaman’ı kasidesine yüklediği manevi mesajlarla desteklemiş, alkışlamıştır. Apaçık yazılanları anlamaktan aciz olan bu materyalist zevat, gizli/şifreli manevi mesajları hiç anlamaz.

Cehalet mi, kıskançlık mı, ahmaklık mı?

Soru 10: Ehl-i Sünnet kaynaklarının tamamına göre nebi olmayan birine Cebrail sayfa getirdi demek küfürdür. Peki, neden risalelerde bu küfür savunuluyor? Allah’ın elçisi olmayan birine sayfalar indirildi diyen kişinin hükmü nedir?

Cevap 10: Asıl sorulması gereken soru şudur: 18. Lem’a’da, Risale-i Nur’da, ve Ercuze Kasidesi’nde Hz. Cebrail’in İmam Ali’ye sayfalar getirdiği bilgisi/iddiası olmadığı halde bu yalanı ısrarla tekrarlamak bu zevatın cehaletinden mi, kıskançlığından mı, yoksa ahmaklığından mı kaynaklanıyor? Bu ahmaklık, bu gençlerin tabiatının bir parçası mı yoksa hocaları Bayındır’dan onlara geçen bir hastalık mıdır?

Sahifeyi Hz. Ali’ye veren Hz. Cebrail değil Hz. Peygamber’dir

Soru 11: Allah’tan gelmediyse Cebrail’in kendisi mi uydurdu, Hz. Ali “bana sayfa verildi” diyerek yalan mı söylüyor yoksa Risalelerdeki 18. Lema’nın kendisi mi yalan ve uydurma?

Cevap 11: İmam Ali’nin “bana sayfa verildi” gibi bir ifadesi yok. 18. Lem’a’da geçen ifade şöyledir: “Sonra Hazret-i Cebrâîl’in, Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü Vesselâm huzûr-u Nebevîde getirip ‘Sekîne’ nâmıyla bir sahîfede yazılı İsm-i A‘zam, Hazret-i Alî radıyallâhü anhın kucağına düşmüş.” Sahifeyi Hz. Ali’nin kucağına düşürenin Hz. Cebrail değil Hz. Peygamber (asm) olduğunu, yukarıda aktardığımız ama tekrarlamakta fayda gördüğümüz aşağıdaki bilgilerden anlıyoruz:

Türkçe tercümenin 24. sahifesinde:

“Allah Teâlâ’nın bana gönderdiği bir hediyedir
Onu Cebrâil aleyhisselâm Muhtar’a (Hz. Peygamber’e) getirdi.”

İmam Ali’nin “hediye” dediği şey “Sekine” isimli sahifedir (dikkat, sahifeler veya kitap değil). O sahifeyi Hz. Cebrail Hz. Muhtar’a (Hz. Peygamber’e) getirir. Muhtar (noktalı “ha” harfiyle) seçilmiş, seçkin anlamında, Hz. Peygamber (asm) için kullanılmış.

Ardından, 25. sahifede şunları okuyoruz:

“O anda Beşir aleyhisselâm beni çağırdı
Ve buyurdu ki; “Senin basîr olan Rabbin şu müjdeyi verdi

Sana öyle tılsım hediye etti ki, onunla düşmanlar
Kahr olup zehr olur. Öyleyse o Hâdiye şükür et.”

Bunun üzerine kucağıma sahife düştü
Onun yazısı şerefli bir dâire şeklinde idi.”

Hz. Ali, Hz. Peygamber (asm) ile konuştuğu esnada “kucağıma sahife düştü” diyor. Bütün bu bilgilere bakıldığında anlıyoruz ki, sahifeyi Hz. Ali’ye veren Hz. Cebrail değil Hz. Peygamber’dir. Aksi halde “Hz. Cebrail sahifeyi bana verdi” derdi. 

Dolayısıyla, ne Hz. Cebrail ne de Hz. Ali uydurdu veya yalan söyledi, haşa. Bu konuda uydurma ve yalan varsa o da Bayındır’ın ve zelil tetikçilerinin utanmadan yazdıkları ve yaptıklarıdır. 18. Lem’a uydurma değil; olsa olsa 18. Lem’a’yı anlamak şöyle dursun, okumaktan bile aciz olan bu güruhun kıt akılları ve küflenmiş mantıklarıdır uydurma olan.

Bir sürü laga lugayla eleştirdiği eseri okumamış!

Soru 12: Said Nursi 18. Lema’da “Cebrail, Hz. Ali’ye sayfa verdi ve içinde kâinatın tüm sırları vardı ayrıca Hz. Ali, Cebrail’in sesini işitti sayfaları aldı” demektedir. Bu iddiaların kaynağı nedir, Said Nursi hangi eserlerden istifade ederek yazmıştır? Yazmadıysa bunlar da mı yazdırıldı? Yoksa Cebrail olup biteni Said Nursi’ye haber mi verdi?

Cevap 12: 12 soruyla, bir sürü laga lugayla eleştirdiği eseri okumamış! Onun için, 18. Lem’a’yı kaleme alanın Üstad Said Nursi olmadığını bilmiyor. Üç yerde “üstadımız”, iki yerde de “hocamız” geçiyor; Üstad kendisi için mi bu ifadeleri kullanıyor? 18. Lem’a’yı kaleme alanlar, isimleri eserin en sonunda yazılı olan Risale-i Nur’un kahraman şakirtleridirler (Kürt Bekir, Âsım, Mustafa, Keçeci Mustafa, Ali, Süleyman, Rüşdü, Abdullâh, Husrev, Re’fet, Süleyman, Sabrî, Hulûsî, Babacan Mehmed Ali, Mes‘ud, Hüseyin, Gālib, Hâfız Ali, Küçük Lütfü, Zekâî, Abdülbâkî, Şamlı Hâfız Tevfîk, Ya‘kub Cemâl, vesâire…).

Kaynağını sorduğu iddiaları parçalara ayırıp bakalım: “Cebrail, Hz. Ali’ye sayfa verdi” iddiasi… 18. Lem’a’da böyle bir ifade/iddia yok. “(O sayfanın) içinde kâinatın tüm sırları vardı…” 18. Lem’a’da böyle bir iddia da yok. Hem, bir tek sayfaya kâinatın tüm sırları nasıl yerleşir? Daha önceki sorularda saçmaladığı gibi “kitap” deseydi “herhalde milyonlarca sayfalık bir kitaptı, küçük küçük yazılarla kâinatın tüm sırları yerleştirilmişti” diye tevil edilebilirdi ama yok öyle birşey. “Hz. Ali, Cebrail’in sesini işitti” iddiası/bilgisi doğrudur. “(Hz. Ali, Cebrail’den) sayfaları aldı” iddiası yanlıştır. Sayfalar Hz. Cebrail tarafından Hz. Peygamber’e (asm) veriliyor; ondan Hz. Ali’ye geçiyor. Biri hariç sıralanan iddiaların kaynağı bu cahil ukalaların işkembe-i kübralarıdır, kin ve garazlarıdır, kıskançlık ve takıntılarıdır.

“Yazmadıysa bunlar da mı yazdırıldı?” diye dalga geçiyor aklınca. Cenab-ı Allah’ın verdiği güç, bilgi, cüzî irade vesaire olmasaydı biz ne yazabilir ne de okuyabilirdik. Biraz materyalist takıldığımız için “yazdık”, “okuduk” diyoruz ama aslında “yazdırılıyoruz”, “okutturuluyoruz”. Yani, bize yazdıran da okutturan da Allah’tır (cc). Kolu felç olsa, beynine virüs girip işlevsiz bıraksa, yazmaya çalışsın bakalım yazabilecek mi? Gidip Bedir Savaşı ile ilgili Enfâl Süresi 17. ayete baksın; isterse hocasının mealinden okusun: “Onları öldüren siz değildiniz, onları öldüren Allah’tı. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı…”

Bütün izahattan sonra “Yoksa Cebrail olup biteni Said Nursi’ye haber mi verdi?” zırvası havada kalıyor. Bunu da onun terbiyesizliğine veriyorum. Bu kadar izahat karşısında “iftira attım, yalan söyledim, zırvaladım…” diye özür dilemeyecek, zırvasına devam edecektir çünkü bunların ar damarları arızalıdır.

Herşeye rağmen “Allah ıslah etsin bunları da hocalarını da” diye dua ediyorum. Dua edelim.

Cevdet AKBAY

Kaynak: RisaleHaber

Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (4)

Son bir husus ve bir hulâsa ile mevzuu noktalamanın zamanı geldi. “Risale-i Nurlar tahrif edildi!” propagandasının en dişe dokunan hususlarından biri de ağabeylerin kendi aralarındaki bir sohbetin “cürm-ü meşhud” gibi sosyal medyada paylaşılan bir video kaydına dayanıyor. Neşir meselesinin konuşulduğu bu kayıtta öne çıkan iki husus var. Birincisi Said Özdemir Abinin kendisine Üstad’dan intikal edip neşre esas teşkil eden Emirdağ Lâhikası’nı diğer nâşirlere vermediği ki, muhatab verdiğini ifâdeye çalışıyor. İkinci husus ise Üstad’ın dosyasında bulunmayan on iki mektubun Sungur Abi tarafından lâhikaya dahil edildiği.

Said Özdemir abinin ismi etrafında dönen mevzu, bir tahrif iddiasından çok, nâşirler arasındaki küçük bir nizadan ibarettir. Beşeriyet muktezası bir vaziyet, der geçerim. Kaldı ki, bahis mevzuu orijinal nüshanın dijital kayıtlarının arşivlerde ve görmek isteyenlere açık olduğunu işitmiştim.

İlâve on iki mektub meselesi, tamamen bir takdir meselesi iken büyük bir tertib, bir ihanet ve bozma kasdı taşıyan dehşetli bir “tahrif” gibi servis ediliyor. Üstelik de bu şenaatın başını çekenler, Üstad’ın en güzide talebelerinden Sungur abiden esirgedikleri tanzim hakkını ihanet gibi telkin ederken mollalarına Üstad’ın henüz telif edilmediğini söylediği bazı bahisleri telif ettirmekte, Risâle-i Nurların yanında tavusun yanındaki karga gibi duran bu sönük metinleri telif mütemmimi gibi pazarlamakta, karanlık mahfillerde onlarla insanları Nurlardan çekip mollalarına bağlamak için çırpınıp durmakdalar.

Sanki Sungur Abi merhum, mevcud ama neşri zamana bırakılmış mektubları değil de oturup kendisinin uydurduğu, şeni birtakım maksatlara hizmet eden mektubları Üstad’ın imzası ile Lahikaya ilave etmiş gibi, sağır sultanlara bile işittirmeye çalışıyorlar.

Şu hususu ifâde etmek isterim ki, Bediüzzaman yazmışsa, hiçbir zaman ve mazarrat ihtimali kaydı olmaksızın bilmek, muttali olmak isterim. Her Nur Talebesinin de buna hak ve liyakatinin olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir mesele de yok ki, günümüz şartlarında mahrem ve gizli kalabilsin.

Neşir iznine sahib Sungur Abinin takdir hakkını kullanmasını cinâyet gibi telkin etmek cinâyetin ta kendisidir. Olsa olsa zamanlamasının doğru olmadığını, zehabınızca söyleyebilirsiniz. İtibar görürseniz bahtiyarlığınız olur, görmezse köşenize çekilip susmanız gerekir, fitne kazanı kaynatmanız değil.

Bana soruyorsanız, Sungur Abiyi muaheze mevkiinde değilim, takdir hakkını kullanmış, der geçerim.

Detayları hacimli bir kitabın imkânlarını zorlayan zor bir bahsi birkaç makalede hulasaya çalışmanın güçlüğünü takdir edersiniz. Uzatmayacağım.

Şu kadarını da kayda geçirmek isterim ki, Nurları bozma kasdı taşıyan tek hamle Gülen mendeburundan gelen sadeleştirme hareketi idi. Zaten o su-i kasdıdır ki, elim âkibetinin kaderî sebebi oldu.

Bunun haricinde kalan mevzii sadeleştirme vakaları daha çok ticarî bir aç gözlülüğün, Nurları kullanarak para kazanma hırsının neticesidir. İnşaallah failleri için zehir, zıkkım olur.

Tahrif iddialarını besleyen kaynaklara gelince! Muhtelif… Kürt, Kürdistan kelimeleri menşeli tahrif iddialarının hissiyatları Türkçülük tahşidatları ile zedelenmiş, mağduriyet hâlet-i ruhiyesine dûçar olmuş Kürt bir kısım Nur Talebelerinden geldiğini ifâde ettiğimden tekrarına teşebbüs etmeyeceğim.

Diğerlerine kıyasen iddianın zayıf kaynaklarından biri de Üstad’ın Nurun Muallimi dediği, âlim ve fâzıl insan, şecaat ve kahramanlığı ile Hz. Ali’yi tahattur ettiren, 1950’li yıllarda Diyarbakır gibi bir yerde hemen her akşam bine yakın müdavimi ile Nur dersleri yapan, fıtrat itibariyle kendime çok yakın hissedib büyük bir muhabbetle bağlandığım merhum Mehmed Kayalar abinin yakın ehibbasıdır. 27 Mayıs darbe Cehenneminde yangının tam ortasında kalan bu kahraman ağabeyimizin Nur Talebelerince korunmadığı düşüncesi yetmiyormuş gibi, eserlerde Kayalar Abinin imza olarak kullanılan isminin bazı baskılarda yer almaması bu sâdık ve vefâkâr insanları tahrif iddialarının bir başka kaynağı haline getirmiş. İddiaları Kayalar Abinin mağduriyeti ile sınırlı olmasına rağmen neticede “Tahrif var” korosunda yer almış görünüyorlar.

Günümüzde bu haksız koroyu teşkil eden asıl damar ise Nurun Birinci Talebesi muazzez ağabeyimiz merhum Hulusi Abinin etrafında ayrık otları gibi boy atan, menşe ve maksadları karanlık iki ayrı koldan geliyor. Görüntü ve propagandaları ile 28 Şubat ihanetinin sebebi haline gelen Gündüz ve ekibi, eriyip gitmiş itibarlarına rağmen, her zeminde “tahrif” iddialarının gönüllüleri olmaya devam ediyor.

Diğer kol ise Tahşiye ve Muşlu Molla Muhammed güruhu olarak şöhret şiar olup tahrif iddialarının en aktif kaynağını teşkil ediyor. Hulusi Abiden maada Üstad’ın hemen bütün talebelerini “hain”, “ajan” ve “gladyo” ilân eden tilmizlerinin himmetiyle Mollanın kaleme aldıklarının merkezini teşkil eden tahrif iddialarının maksadı Nurlara gölge düşürmekden çok, göz yaşartıcı bu sahiplenişle kendisini Üstadın tek ve beklenen hâlifesi mevkiine çıkarmak olduğu, en basit dikkatler için bile açıkta kalan bir kurnazlıktır.

Üstad’ın Mehdi-yi Azam olmadığı yollu kitab ebadı bulmuş çeyrek asırlık iddialarının sebebinin de o payeyi kendileri için emniyete almak olduğu bugün için bedihî bir sırdır!

Evet, Bediüzzaman’dan daha büyük bir mürşid ve âlimi ümmetin imdadına göndermek Kudret-i İlahiye’ye zor gelmez, Rahmetinden de uzak değildir. Ama o zâtın Muşlu Molla Muhammed olacağına ihtimal vermek akıl ve iz’anı küre-i arzdan dehlemekle mümkün olabilir.

Herkes yerini de, haddini de iyi bilecek. Bediüzzamanla boy ölçüşmek istiyorsanız, kazanmanız gereken en küçük muzafferiyet “Birinci Söz”den daha parlak, daha derin, daha vüs’atli bir telif ortaya koymakdır. Gerisini sonra halledersiniz, paşam!

Kametinizi fersah fersah aşan bu meydan okumayı göze alamayıp kırk türlü tezviratta bulunacaksanız unutmayınız ki, Nurun milyonlarca zeki ve kahraman şâkirdlerinin sadece hizmet cehd ve gayretlerini kamçılamış olacaksınız. Kör ve şuursuz olmakdan vaz geçiniz.

Karanlık din düşmanlarının elinde İslâmiyet aleyhinde istimal edilme ihtimaliniz arşı titretecek bir ihtimaldir. İkaz ediyorum. Unutmayınız…

Hulasa-i kelam: Kader hükmünü icra edecek, küfrün bel kemiğini kıran Nurun fütühat-ı âlem-i İslâm ve insaniyette güneş gibi tezahür edecekdir. Emin olunuz…

Hüseyin YILMAZ

 

Yazı serisinin linkleri

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-1/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-2/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-3/ ‎

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-4/

Kaynak: RisaleHaber

Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (3)

“Risaleler tahrif edildi!”, diye hançerlerini yırtanların mal bulmuş mağribi gibi eğildikleri bir diğer serab İngilizlerin lehine hain bir elin Nurları tağyir ettiği iddiasıdır. Ortaya koydukları can alıcı delil, Hz. Üstad’ın mahiyet-i mâneviyesine henüz muttali olmadığı Kamal Atatürk’e hitaben bir serlevha ile 23 Kasım 1922’de takdim ettiği on maddelik beyannamenin altıncı maddesinde yer alan, “Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan İngiliz-i lain dindeki kayıtsızlığınızdan pek fazla istifade etti ve ediyor cümlesinin karşımıza Tarihçe-i Hayat’ta “Hasmınız ve İslamiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar” şeklinde, Mesnevi-i Nuriye’de ise, “Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki lâkaydlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar” olarak çıkmasıdır.

Mesnevi’deki şekli Üstad’ın Kamal Atatürk’e takdim ettiği beyannamenin giriş kısmı ile bir iki ufak tadilde bulunarak 19 Ocak 1923’de Meclise takdim ettiği nüshadan külliyata geçmiştir. Bu her iki orijinal nüshayı Ahmed Akgündüz Hoca, “Risâle-i Nurlarda Tahrif İddiaları ve İlmî Cevaplar” adlı çalışmasında neşrederek farkın Üstad’ın tasarrufuna dayandığını ortaya koydu. Müteşekkirim…

Kaldı ki, bahsin nirengi noktası olan “Hasmınız ve İslamiyet düşmanı olan ifadesi bütün nüshalarda duruyorken meçhul birtakım hainlerin “la’in” kelimesini kaldırarak İngilizleri hoş göstermeye çalıştığını söylemek şuur ve iz’anı çatlatmakdır! Bu maksadla Nurların harim-i ismetine uzanan, uzanabilen habis bir el varsa böylesine küçük tağyirlerle mi kalır?

Zerre kadar şuur kırıntısı taşıyorsanız, Hutuvat-ı Sitte Risâlesi imha edilmeden Nurları heceleyen hiç kimsenin İngilizlerin lehinde bakmayacağını idrak edebilirsiniz. İstanbul İngiliz mel’unun işgali altında iken Hz. Üstad’ın hayatı pahasına kaleme alıp neşrettikten sonra birkaç fedâkar talebesi ile birlikte İstanbullulara dağıtarak karşı bir cephe meydana getirmek için destansı bir mücadele verdiği bu eser münteşirken böylesine aptalca bir iddia ortaya atılabilir mi? Bu aptallığı irtikab edenlere itibar edilebilir mi?

Hutuvat-ı Sitte destanını bütünüyle nakletmek isterdim, hakkı da var ancak yer darlığı sebebiyle sadece bir asırdır arzın afağında çınlayan o nârâ ile iktifa edelim:

Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı itilâf kabul etmez. Muhâsım bir cereyan, atâlete mahkûm ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede eski(si) gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun! Hey ekpekü’l-küpekâ! Köpekten tekepküp etmiş köpek!” (Hey köpeklerin en köpeği! Köpekten de köpekleşmiş köpek!)

İngilizin yüzüne haykırılmış bu nârâ bir asırdır afakta çınlarken, İngilizler hoş gösterilmeye çalışılıyor, nasıl dersiniz vicdansızlar? Hadi Allah’dan korkmuyorsunuz, kuldan da mı utanmıyorsunuz? En doğrudan, en bedihî şekilde meselenin ana hedef ve maksadı ortada dururken, Üstad’ın farklı zamanlarda yaptığı tashihler arasında görülen ve mânâyı hiçbir şekilde bozmayan tadil tasarruflarına “tahrif” diyenin yüzüne Üstad’ın İngilizin yüzüne tükürdüğü gibi tükürmek gerekmiyor mu?

Hiddet ve tehevvürümün tezâhür eden kısmı bile sizi rahatsız ediyorsa, biliniz ki çok daha fazlasını yaşıyorum. Ancak kalem ve üslûbun disiplinini daha fazla bozmamak için yutkunmakla iktifa ediyorum. Zira biliyorum ki, bu şeni iftira ve iddiaların menşei kadran yüzler, hiçbir şekilde samimi ve masum değiller. Hakikati yüzlerce defa ortaya konmuş, farklı nüshalarda yeri olan, bozma kasdı taşımayan, Üstad’ın tasarrufu olan farklılıkları ikide bir korkunç bir hıyanet gibi ortaya atanların menşe ve mahiyetleri meçhulümüz değildir. Son makale ile hariç ve dahilde yeri olan bu şeni mihrakların zifirî dünyalarına hakikatin çiğ aydınlığını düşüreceğime şübheniz olmasın. Sadece şu kadarını makam münasebetiyle söylemek isterim ki, bu yersiz iddialara hizmet eden büyük ekseriyet tahkik etmeyen, hazırla beslenen samimi ama safdil bizimkilerdir. Zaten bu yazı serisinden bir muradım da onları içine düştükleri evham ve şüphelerden korumak ve kurtarmaya çalışmakdır.

“Hristiyanlık başta olmak üzere muharref semavî dinlerin hoş gösterildiği” safsatası da mahiyet itibariyle İngilizler için söylenenden farksız bir hezeyandır. Binaenaleyh misallendirmeye de, daha fazla izaha da sabır ve tahammülüm kalmadı. Yalnız şu kadarını söylemekle iktifa edeyim:

Külliyatın hemen tamamında ehl-i kitab ile küfr-ü mutlakta olanların arasındaki farka hakperestçe ve Kur’anî bir çerçevede itina gösterilmiştir. Ancak hiçbir zaman bu dinlerin muharref olduğu gözden kaçırılmamış, müntesiblerinin ehl-i Cehennem olduklarının ifade edilmesinde tereddüd gösterilmemiştir. Necadlarının da ancak İslâmiyetle şereflenmekte olduğu en sarih şekilde ifade edilmiştir. Üstad’ın en eski beyanlarından biri ile bahsi kapatalım:

Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak
Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup

terk-i silâh edecek.
Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi, purutlukta görmedi ona

salah verecek.
Perde yine yırtıldı, mutlak dalale düştü. Bir kısmı lâkin, bazı

yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.
Hazırlanır şimdiden (*) yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet

bulup İslâm’a mal olacak.
Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir:

“İsa, Şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.” (Sözler)

Hulâsa, Risale-i Nur Külliyatında Üstad’ın yıllar içinde, çoğu zaman da bir nüsha ile kıyaslamadan parlak zekâ, hafıza ve ummanlardan farksız bilgisinin telkin ettiği emniyetle mukayesesiz yaptığı tashihlerde esasa dokunmayan, bozmayan, ifade farklılıkları ile sınırlı ehemmiyetsiz farklılıklar vardır. Bu, her müellifin en tabiî hakkı iken Bediüzzaman’dan esirgemek kimsenin haddi değildir. Telifini istediği gibi kesip biçmeye hak ve selahiyeti vardır.

Bir yazar olarak kendimden hareketle söylemek isterim ki, mürur-u zaman sebebiyle eski kitablarımdan hangisini karıştıracak olsam hemen her sahifede müdahale ihtiyacı duyduğum noktalarla karşılaşıyorum. Bunların çok azı değişen yeni bilgilere bakarken, büyük ekseriyeti düşünceyi daha iyi ifade etme ihtiyacına bakıyor. Kendi eserlerimi tashih ederken yapacağım bu tasarrufun eski ve yeni baskılar arasında meydana getireceği fark ne ise Külliyat nüshaları arasındaki fark da o kabildendir.

Kaldı ki, bu farklılıklar sebebi ile ille de bir suçlu aranacaksa, o da çeyrek asır bilfiil Nurların matbaada basılmasına müsaade etmeyip yarım milyon nüshanın el ile çoğaltılmasına sebeb olan ceberrut Ankara iktidarıdır. Altı bin sahifelik bir külliyatın çok zor şartlarda bu çoklukta intişarının sebebiyet vereceği karışıklık ve farklılıklar bugün için işin içinden çıkılmaz çapta değilse bu parlak netice de Hz. Üstad ve sâdık talebelerinin büyük gayret ve fedakârlıklarının eseridir. Allah onlardan ebeden razı olsun…

Bununla birlikte gönül arzu eder ki, tarih sıralamaları da kaydedilerek, nüshalar arasındaki bu farklar dip notlarda muhafaza edilmek kaydı ile Üstad’ın en son tashihlerini esas alan yeni bir neşriyat yapılsın ve bundan sonrası da o şekilde devam etsin. Hüsnü Abinin bu ehemmiyetli meseleye, zaman kaybetmeksizin, bir ilim heyetinin muaveneti ile el atmasını hasseten rica ve temenni ediyorum. Hiç şübhesiz bu hizmeti o mübarek ağabeyimizden istemeye de beklemeye de hakkımız var.

Not: Devam edecek…

Hüseyin YILMAZ

Yazı serisinin linkleri

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-1/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-2/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-3/ ‎

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-4/

Kaynak: RisaleHaber

Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (2)

1925’de patlak veren Şeyh Said kıyamının ardından Kürt coğrafyasında başlatılan saha temizliğinde Kürt ağa ve aşiret beylerinden din adamlarına kadar ileri gelenlerden nasibsiz kalan olmaz. Doğduğu topraklardan koparılıp önce Burdur, sonra Barla’ya sürgün edilenlerden biridir devrin meşhuru Bediüzzaman Said-i Kürdî…

Kamal Atatürk’ün Hanedan ile birlikte Anadolu’nun sınırlarından harice dehlediği İslâmiyet’in yerine Türkler için inşâ ettiği Türkçülük putuna perestişin devlet ve kanun cebri ile yerleştirilmeye çalışıldığı o korkunç ve şeni devirde, kendisinden önce “Kürt” ve “Kürtçü” yaftasının ulaştığı Türk kasabası küçücük Barla’da yerleşmesi, biçare bir tohumun yekpâre mermer bir kayanın alnına Yaz sıcağında kök salmasından daha zor, daha imkânsızdır. 

Doğru dürüst Türkçe bilmeyen, konuştukları anlaşılmayan, tepeden tırnağa yabancılığını bağıran kıyafet ve görüntüsü ile öcü gibi gösterilmeye çok müsaid oluşu yetmiyormuş gibi, bir idam fermanı dehşeti ile boynuna asılan “Kürtçü” yaftasının meydana getirdiği cüzamlı yalnızlık ve çâresizliği içinde ölüp gidecektir. Zaten dağlar arasında, bir köy büyüklüğündeki bu küçük kasabaya da bu emel ve düşünce ile sürülmüştür.

Ne var ki, büyük mücadele adamı bu muvazzaf insanı yıldırabilecek, yolundan alıkoyabilecek herhangi bir mâni, bir mukabil güç çıkamamıştır. O çekirdek, dehşetli yaz sıcağına rağmen, yekpâre mermer kayanın alnına “Bismillah” deyip Allah’ın izni ile kök salacak, rahmanî bir tuba ağacı olarak boy atacak, Kur’an tezgâhından verdiği Cennet meyveleri ile önce Anadolu insanının, sonra Ümmet-i İslâmın ve nihâyet bütün beşeriyetin mânevî gıdası, Ankara’nın neşrine çalıştığı dinsizlik ve küfür zehrinin panzehri olacaktır.

Lâkin bu göz kamaştırıcı parlak zafere götürecek savaş, büyük orduları telef ettirecek bedeller istemektedir. Bediüzzaman o bedeli hayatının hiçbir safhasında sevinç ve sürurla ödemekte en ufak bir tereddüd yaşamamıştır, Barla’da da yaşamayacaktır. Yıllar önce idamla tehdid edildiği müntakim bir mahkemede, “Sen de şeriat istemişsin?” ithamına, “Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir” diye cevab verdikten sonra beraatle çıktığı mahkeme kapısından “Zâlimler için yaşasın Cehennem!” diye haykırmış bir kahramandır. Kendisinin ifadesi ile o “korkuyu bilmemekte, korku da onu tanımamaktadır.”

Barla’da izn-i İlâhî ile telifine başladığı Kur’an hakikatleri Risale-i Nurların intişarı sebebiyle ceberrut Ankara muktedirlerinin bütün yıldırımlarını üstüne çekmesi kaçınılmazdır. Kaçınamaz da… Bir taraftan onu göz hapsinde tutan Şeddadî tecrid, öbür taraftan bin türlü yalan ve iftira ile insanlarla temasını imkânsızlaştırmaktadır. “Kürt” oluşu ve “Kürtçü” olduğu yalan ve iftirası, denebilir ki hayatı boyunca ayaklarına takılmış en büyük ve en çirkin mânidir.

Yukarıda tasvirine çalıştığımız fıtrî vaziyeti gibi eski eserlerinde yer alan ve devrin şartlarında mensubiyet ve coğrafî tariften öte bir maksad taşımayan “Kürt” ve “Kürdistan” gibi birkaç kelimeyi propagandasının merkezine yerleştiren Ankara, onu Türk çocukları ile Bediüzzaman’ın arasına aşılması imkânsız bir uçurum gibi koymakta, hayasızca bir yalan ve iftiradan ibaret olan “Kürtçülük” isnadına takılan Türk çocuklarının Kur’an hakikatleri Risâle-i Nurlar’a uzanmalarını, imanları ile birlikte ebedî hayat ve saâdetlerini kurtarmalarını zora sokmakta, ekseriyeti içinse imkânsızlaştırmaktadır.

Sırf bu sebebden dolayı Üstad Bediüzzaman, eski eserlerinde yer alan “Kürt” kelimelerini “şarklı” veya “şarklı vatandaşlar”, “Kürdistan” kelimelerini de “vilâyet-i şarkiye” diye tadil eder. Kürt coğrafyasında, Kürtçeden başka dilden tek kelime bilmeyen bir âilenin çocuğu olarak dünyaya gelen, kendisini Kürt bilen, Kürt hisseden, Kürt olarak yaşayan Bediüzzaman’ı vefatından yarım asır sonra Akgündüz Hocanın Arab ve Seyyid ilan etmesinden muradını da yukarıdaki meseleye bağlamak isterim. Ne var ki, Üstad’larının Seyidliği her Nur talebesi için sürur ve sevinç kaynağı olması gerekirken bir kısım Kürt Nur Talebelerinde itiraz ve tenkid sebebi oldu. Zirâ maksadın Bediüzzaman’ı Seyyidilkle şereflendirmek değil, Kürtlükten çıkarmak olduğuna hükmettiler. Oysa Seyyidlik arayışlarında Bediüzzaman’ı Kürtlükten çıkarmaktan çok, bu tarafıyla zayıf ve eksik gibi duran Mehdiyetini tahkim etme arzusunun rol oynadığı akla daha yatkındır.

Akgündüz’ün şecere çalışmasındaki zayıflıklar kadar, son yıllarda milliyetçilik maskesi altında yeniden kıymete binen Türkçülüğün tepkisi olan bu aksülamelin öncesi ise Nurculuk tarihçesine “Risaleler tahrif edildi!” diye girmişti. Aynı çevrelerin tekrarından usanmadığı bu isnadın mahiyetini yukarıda kaydettik. Daha geniş ve müdellel tevsik ve izah isteyenler merhum Abdulkadir Badıllı Abinin kapısını çalabilir yahut Üstad’ın tasarrufunu gösteren nüshalara ulaşabilirler. Kaldı ki, tadil tasarrufundan maksadın hasıl olması ve bahsini ettiğim çevrelerin kendi neşriyatlarında ilk telif kelimelerini kullanmaları, diğer naşirleri de aynı şekilde neşre sevketti. Bir bakıma bu haksız ve yersiz mesele de kapanmış oldu.

Tamamen Üstad’a aid bir tadil tasarrufuna “tahrif” demekte ısrar etmenin hak ve hakikatle de, insaf ile de alâkası yoktur.

Not: Devam edecek…

Hüseyin YILMAZ

Yazı serisinin linkleri

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-1/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-2/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-3/ ‎

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-4/

Kaynak: RisaleHaber

Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (1)

.. son zamanlarda Risale-i Nur ve Nurculuğa alâkasını bir su-i niyete bağlamak istemem; bir ikbâl arayışı olduğu vehmi de taşımıyorum. Tamamen dinî bir hamiyetin tezahürü olduğu zan ve temennisindeyim.

Ne var ki, bu kadarcık bir hamiyetin teşvikiyle büyük bir ummanın girdablarına dalmasını, ilim ve mantık zemininde makul bir yere koymanın imkânı yok. Karadeniz mizacının coşkun bir tezahürü olması ihtimali de Külünk’ün hatalarına mazeret teşkil etmez, edemez…

Risâle-i Nur, altı bin sahifelik bir umman, tarihin kaydettiği birçok dâhiyi boğacak girdab ve fırtınaları olan bir ilim ve irfan denizi. Rehbersiz ve pusulasız yol almak ne mümkün! Bugünün nesilleri için ise büsbütün yabancı bir dünya. Ne zeminini teşkil eden ilimlerden haberimiz var, ne de diline âşinayız. Kamal Atatürk’ün harf ve dil inkılâbıyla kapı ve mazgallarını açılmamak üzere kapadığı kadîm irfân hisarımızın bu son ve en parlak külliyatını tahkik ve ihata etmek bir yana, şöyle-böyle anlamaktan bile aciziz. 

Ayıp değil, tahrib edilmiş bir medeniyetin dilini, ilmini ve düşüncesini mektepsiz sökmeye çalışıyoruz.

Külünk’ün bu büyük eser külliyatını yıllarca diz çökmeden, dirsek çürütmeden, uzun geceleri kızarmış uykusuz gözlerle sabaha bağlamadan anlaması da, ihata etmesi de mümkün değil. Risale-i Nur Külliyatı sayfaları karıştırılarak, merak ve tenkid kasdıyla göz gezdirilerek fethedilemez. Mukaddes bir mâbedin rahmanî dünyasına girer gibi huşû ve vecd ile heceleyecek, öğrenmeye, bilmeye talib olacaksınız, hürmette kusur etmeyeceksiniz ki, sonsuz hakikatlerinin büyüleyici dünyasını açsın size.

Kulaktan dolma bilgilerle, medya sayfalarına akseden dedikodularla, siyaset sahnesinin maksadlı tertibleri ile Risale-i Nur ve Nurculuk hakkında konuşamaz, ahkâm kesemezsiniz. Hayır, konuşmasına konuşursunuz da, söylediklerinizin bir değeri de, tesiri de olmaz.

Hele de Risale-i Nurların “tahrif” edildiğini söyleme cür’eti gösterecekseniz, ayaklarınız değil kafanız yere sağlam basacak, her türlü itiraz ve tenkide de hazır olacaksınız…

Şunu tehir etmeden, hiçbir şübhe ve tereddüde yer bırakmadan söylemek isterim ki, Risâle-i Nurların tahrif edildiği iddiası yalanın büyüğüdür; yalan ve iftiranın. Bu habis iddiada bulunanların tamamı aynı mevziin neferleri değil şübhesiz. Metin Bey gibi bu habis yalanı hakikat sanıp dostane yaklaşanlar gibi, bu büyük hizmetin önünü kesmek, insanların artan taleb ve alakalarını durdurmak, kafa karıştırmak için kullananlar da az değil. Ama bu şeni iftiranın asıl menşei Nurlarla ve Üstad’ın yakın talebeleri ile muarazaya giren dâhildeki şerir fırkalardır.

Önce hemen şunu kaydedelim ki, tahrif adına ortaya konanların tamamını doğru ve bozma maksadlı tasarruflar olarak kabul etseniz bile ne Nurların hedef ve maksadına halel verecek çaptadır, ne de Nur Talebelerinin istikametini bozacak vahamette. Zirâ, binde biri teşkil etmeyen bu tahrif (!) noktalarının zayıflığını ademe mahkûm edecek dokuz yüz doksan dokuz kuvvetlinin varlığı yerinde duruyor.

Önce tahrif iddialarını ana hatları ile tasnif edelim:

1–Kürt, Kürdistan ve Kürtlere dair bazı ifadelerin değiştirildiği
2–Hristiyanlık başta olmak üzere muharref semavî dinlerin hoş gösterildiği
3–İngilizlere dönük bazı sert ifadelerin yumuşatıldığı
4–Bazı mektub veya kısımların Latince baskılarında yer almadığı…

Bu iddialara tek tek eğilmeden önce “tahrif” mefhumuna bir nebze vuzuh kazandıralım. Lügatler mefhumu iki kelime ile karşılıyor: Değiştirmek, bozmak… İkisi de tahrif, ikisi de merdud. Ancak aralarında niyetten kaynaklı büyük bir uçurum var. Faraza kısa bir cümle üzerinden meseleye bir nebze aydınlık düşürelim mi?

Cümlenin aslı şöyle olsun:

“Allah dedi ki!” Bu kısa cümleden iki muharref cümle çıkaralım. Birincisi, “Allah buyurdu ki!”; ikincisi ise, “Şeytan dedi ki!” Evet, her iki cümle de muharreftir, yani değiştirilmiştir. Yine de aralarında bir uçurum var. Zirâ muharref birinci cümlede maksad, mânâ ve hakikat sadece daha farklı, belki daha doğru bir kelime ile ifade edilmiş. En azından bir iyi niyetle karşı karşıya olduğumuz bedihidir.

Oysa ikinci cümlede tahrif, değiştirmekle sınırlı kalmamış, bozma kasdına varmıştır. Mânâ, maksad ve hakikat tamamen tersyüz edilmiştir. Hak ve hakikati bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu tasarruf kimden ve nereden gelirse gelsin, merdud ve menfurdur.

Gelelim Nurların Tahrif edidiği yalanına. Öncelikle şunu hemen söylemek isterim ki, değil Bediüzzaman gibi eşsiz bir dahi ve âlimin telifatına izni olmaksızın düzeltme kasdı ile bile müdahale etmek, herhangi bir yazarın da eserine müdahale edilemez. Zirâ kitab ve düşünce en kudsî mülkiyetlerdendir, izinsiz tasarruf edilemez.

Komşunuzun duvarında beğenmediğiniz bir taşa müdahale etmemekte gösterdiğiniz hürmetin çok daha fazlasını kitaba göstermeye mecbursunuz. Buna rağmen iyi niyetli müdahale ile bozma kasdı taşıyan müdahaleyi aynı kefede tartmak insaf değildir.

Vâkıa Risale-i Nurlarda bu her iki tahrif de bahis mevzuu değildir. Her geri zekâlı gibi, her hain de yüzlerce el yazması Osmanlıca nüshası imha edilmeden Latin baskılarına müdahalenin akîm bir tasarruftan öteye geçmeyeceğini bilir.

Binaenaleyh tahrifat yapılacaksa, hele de bozma kasdı taşıyan bir tahrifat yapılacaksa hareket noktası önce Osmanlıca nüshaları imha etmek olmalıdır, Latincelerini tırtıklamak değil.

Metin Bey ile birlikte hariçten gazel okuyanların tamamı da idrak etmeliler ki, Risale-i Nurları tahrif etmek ne hain ve münafıkların haddidir, ne de ahmak dostların uzanabileceği bir fiildir.

Üstad hayatta iken baştan sona kendisinin talimat ve emirleri harfiyen yerine getirilerek Külliyatın Latince baskıları tamamlanmıştır. Fasikül fasikül Üstad’ın tashihine mazhar olmuş Latince baskılara “tahrif” gölgesi düşürmeye çalışmanın müstahak ifadesi şeytaniyetdir.

“Üstad Latince bilmiyordu!” yollu eblehçe itirazlar ise iddia sahiblerinin şuursuzluğuna tutulmuş parlak bir aynadır sadece. Zirâ, Üstad’ın bu Latince fasikülleri yakın birkaç hizmetkârı ile birlikte dikkatle tashih ettiği, ilk el birçok kaynağın şehadetiyle sabittir. Bir talebesine bu fasikülleri okuturken kendisi de bazen dinleyerek, çoğu zaman da baskıya esas teşkil eden Osmanlıca aslından takib ederek tekrar tekrar tashih ve kontrol edip, baskıya öyle gönderdiği yazılı kaynakların uhdesindedir. Hüsnü Abi yakın bir şahid olarak hayattadır, kapısı da herkese açıktır, sorulabilir.

Kadran mihrakların ikide bir sahneye buyur ettiği, tedavülden bir türlü çıkmayıp Külünk gibi kendi halinde bir siyasinin beyanat malzemesi olacak kadar da hakikat vehmedilen “tahrif” iddiası şenaatı nereden mi besleniyor?

Hüseyin YILMAZ

E-posta: oncekelam@gmail.com

Yazı serisinin linkleri

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-1/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-2/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-3/ ‎

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-4/

Kaynak: RisaleHaber