Etiket arşivi: takva

Kur’an bizi nasıl tedavi eder?

Hep iddia ederiz ama hiç altını kazımayız: Kur’an bizi nasıl tedavi eder? Allahu’l-alem kaydıyla ben diyorum ki: Kur’an bizi öncelikle ‘bütüne çağırmakla’ ve/veya ‘bütünü hatırlatmakla’ tedavi eder. Çünkü insan, yaratılışı hasebiyle parçada boğulucu, tevhid bütünlüğünü unutucudur. Muhakemat’ta geçen Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir… cümlelerinin verdiği dersin izlerini takiben farkettiğimiz, hayrın ‘ancak küllî olana bakılmakla görülecek olan asıl’ ve şerrin ise ‘kuşatamamaktan’ ve/veya ‘parçada boğulmaktan’ dolayı görülen tebeî bir ilizyon’ olduğu gerçeği, delil olarak sunabileceğimiz ayetlerle ve hadislerle birlikte, bunu söyler bize.

“Akıbet takva sahiplerinindir!” veya “Yine Ona döndürüleceksiniz!” hatırlatmalarından tutunuz daha belki yüzlercesi ‘hesaba katılmayanı anımsatma’ merkezlidir. Kur’an’da geçen cennet-cehennem, haşir, mizan, hesab günü, geçmiş kavimlerin başına gelenler, adalet, gayb ihtarlarının tamamı aslında küllî/kapsamlı bakışa bir çağrıdır. Çünkü insan, eğer bir yerde takılmışsa, ayağı sürçmüşse, yaşadığını veya eşyayı hikmetsiz sanmışsa bu onun cüz’i’de boğulması ve mezkûr takıntısını bütünün kendisi sanmasıdır. Hatta ebeveyn hukukunu anlatan ayet bile bir açıdan bütünü hatırlatmaz mı bizlere? “Biz insana ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer.” Demek emrin hikmeti ve adaleti de ancak bütüne bakılabildikçe görülür. Bütün bilgisi parçada takınılacak tavrı dengeli kılar.

Bu noktada Kur’an’ın en büyük tedavisi, insanın (yine Muhakemat’taki ifadesiyle) hurdebini olan aklıyla göremeyeceği bütünü net bir şekilde görmesidir. Ve insana/hayata dair her sorunsalda bizi ‘farkında olmadığımız bütüne’ bihakkın çağırabilmesidir. Ki mürşidim de 13. Söz isimli eserinde Kur’an’ın bu ballar balı yanını şöyle bir temsille ifade eder:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki: Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.

İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine ‘Maşaallah, bârekâllah’ deyip, ‘Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!’ demişler.

Kainatın tılsımı, derine değil, bütüne bakmakla görülendir. Uyum ve ahenk ancak bütüne bakılınca görülen şeylerdir. Denge bütündedir. Uyum bütündedir. Güzellik bütündedir. Bütüne hâkim olamayanın fikri, kuşatabildiği kadarın vurgusuyla/dengesizliğiyle ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamaz.

Kendimize dönelim. Bir taziye, bir teselli, bir ümit veya güzel bir akıl vermek istesek ne yaparız? Yine bütünü hatırlatmaz mıyız insanlara? “Geçecek bunlar!” veya “Gün doğmadan neler doğar!” veya “Allah büyüktür!” gibi tesellilerimizin tamamı aslında birer ‘bütüne çağrı’ değil midir? Hatta, diyebilirim ki, psikoloji dediğimiz bilimdalı dahi tastamam buna dayanıyor. Hastaya ‘sorununa daha geniş bir perspektiften bakmayı’ veya ‘daha farklı açılardan görebilmeyi’ öğretme meselesi bütün tedavinin içeriği. Vahiy de bunu yapmıyor mu?

Kur’an-ı Hakîm ‘bütüne çağıranların’ en hakikatlisidir. Zaten hakikat de ancak bütüne bakınca görünendir.

Önceki üç yazımızda olduğu gibi bu yazıda da Ene Risalesi’nin ahirine atıf yapalım ve soralım: Bediüzzaman neden orada Kur’an’ın ayetlerinin cilvelerini ‘asansör’ olarak tarif eder? İnsanın nazarını daha yukarıya kaldırıp bütünü temaşa etmesi ve dengesini kazanmasını sağladığı için olabilir mi?

Zaten hak ve hakikat dediğimiz şeyler de ancak bütünün kabulüne vabeste olan şeylerdir. Yani hakikat bilgisi dediğimiz bilgi, keşf gibi görecesi olmayan, izah ettiğinizde herkesin “Evet bu böyledir…” dediği bilgidir. Allah’ın bir isminin Hak oluşu da varlığın işaret ettiği hakikatin O oluşundandır. Varlık Cenab-ı Hakka dairdir. Onun hakkındadır. Yaratışının gerçeği, doğrusu, hakkı, özü… Odur. Ondan gayrısı veya Ona dair olmayan herşey varlığın hakikatinden de sapmıştır. Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.

Bu noktada esmaü’l-hüsnaya dair de birşeyler söyleyelim: Bence esma onlardan bakılınca tevhidin bütününe nazır manzaralar görünen pencerelerdir. Rahmet, hikmet, adalet, nizam vs… Bunlar bütün kainatın her köşesinde câri ve izleri okunabilen, bir yönüyle kainatı birbirine bağlamış ve bütününde rengi okunan şeylerdir. Esma tefekkürü ve bilgisi bu yönüyle bize ‘bütünlüklü bir bakış’ sağlar. Fakat isimler arasında geçiş yapabilmek (yani bir esmadan diğerini görebilmek) de bu bütünlüğün bir parçasıdır. Varlığı ‘isimlerin yansımalarından müteşekkil bir bütün’ isimleri ise ‘aynı Zat’ın isimleri olmakla bir bütün’ olarak gördükçe insan hem fikren, hem ruhen, hem yaşayış olarak rahatlar. Elhamdülillah.

Rahatlar çünkü uyum bütündedir. Daralmalarımız tamamı öncelikle ve öncelikle nazar ve iman daralmasıdır. Ene Risalesi’nin ahirine dönersek yine: Üç yoldan ikisinde ilerlemenin zorluk ifade ediyor oluşu da yine bunun bir sembolü sayılmaz mıdır? İnsan, Kur’an’ın ve Kur’an’ın bir nevi özeti olan esmaü’l-hüsnanın bakış açısına sahip olmazsa, hayat ona nasıl da zor gelir! Ayrılıklar üzerine üzerine yürümekle veya ayağına ayağına dolanmakla ilerlemesini nasıl da engeller! İntiharı isyan gibi düşünüyoruz çoğu zaman ama bence öyle değil. Hayat sizin için tünelde taşları parçalayarak ilerlemek veya türlü engellerle mücadele edilerek alınan bir zorlu mesafe gibiyse elbette yaşamak çileli gelir. İşte Kur’an asansörü bizi parçanın sarsıntılarından kurtulmaya ve bütünün tedavi ediciliğine çağırıyor.

Ahmet AY – risalehaber.com

Adaletsiz takvâ mümkün müdür?

Din ile hayatı birbirinden ayrı düşünmenin sekülerlere mahsus bir tutum olduğu zannedilir. Halbuki, aynı şeyi yapan garip ve epeyce yaygın bir ‘dindarlık’ türü de mevcut. Bu garip dindarlık tasavvuru ‘ibadetler’e dönük bir vurguyla öne çıkarken, bu ibadetlerle gündelik hayat arasında bir tutarlığın izini sürmeyi ihmal eder, dolayısıyla gündelik hayatı sözümona kendi akışına bırakır. Namazını kıldığı halde yalan söyleyebilen, namazını aksatmadığı halde faizle sınanabilen, oruç tuttuğu halde işçisinin hakkından kısabilen, orucunu tuttuğu halde dilini tutamayan, yemeğini sağ elle yediği halde haram da yiyebilen, suyu çömelerek üç yudumda içtiği halde gözünü kırpmadan cana kıyabilen.. diye uzayıp giden her türden arızalı ‘dindar’ figürü, din ile hayatı, ibadetin vakti ile vaktin bütününü ayrı düşünebilen işte bu zeminde büyür, beslenir.

Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.

Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde, tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)

Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.

Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.

Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkar karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.

Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.

Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.

Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.

Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)

Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.

Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”

Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.

O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…

Metin KARABAŞOĞLU – Risale Haber

‘Müsbet Hareket’ nedir, ne değildir? (2)

—Karşılaştırmalı bir analiz

Bu girizgâhtan sonra, ‘müsbet hareket’in ne olduğuna gelirsek:

1. Müsbet hareketin birinci esası, ‘müsbet ihtilaf’tır:

Uhuvvet Risalesi: “Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, her biri ken­di mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkârâne, adâvet­kârâne birbirinin tahribine çalışmaktır—hadîsin nazarında merduttur. Çünkü bir­biriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.”

Birinci İhlas Risalesi: “Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.”

Kastamonu Lâhikası, 156. Mektup: “Mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor.”

2. Müsbet hareketin ikinci esası, siyasetten istiaze ve içtinabdır. Bu esas, bugünkü iman hizmetini yarına ait bir siyasî hedefe basamak görmemeyi, tasarlamamayı ve yapmamayı gerektirir.

Çünkü bu;
– “Amelinizde rıza-yı ilâhî olmalı” ihlas düsturunu zedeler.

– Yapılan dinî hizmetin bir siyasî eğilime eklemlenmesi ve onun elinde araçsallaşması sonucunu üretir; dahası dini siyasete âlet etme riskini getirir.

– Siyaset adına adalet-i mahzâ ilkesinden taviz vermeye ve siyaset adına zulmü işlemeye veya savunmaya sevkeder.

– Yapılan hizmetin safiyetini bozar, inandırıcılığını zedeler, etkisini kırar.

– Siyaset tarafgirliği içinde, muhalif siyasî görüşe dinin tebliği imkânını zedeler; oysa iman hizmetinin kapsama alanı bütün insanlardır; toplumun yüzde yüzüdür.

Ondördüncü Şua:

“Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve ida­re işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü

(i) hâ­li­sâne hizmet-i Kur’âniye, onlara herşeye bedel, kâfi geliyor.

(ii) Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hiz­metin kudsiyetini bozacak.

(iii) Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek.

(iv) Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kud­sî hakikatleri, bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek.

(v) Hem mil­le­­tin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatler­de his­se­­leri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kal­mak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâ­zım gel­miş.”

Onüçüncü Mektup:

Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer dü­şe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu ka­dar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ek­se­ri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmi­si, sar­hoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bu­laştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu gö­remiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi, topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.

Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösteril­se de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner. 

İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe olan sefîhâne hayat-ı içtimai­ye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O müte­hayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak isti­yorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyan­larıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’âniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.

İşte, ben de, nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için,اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ [1] de­yip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset ce­re­yanlarında, hem muvafıkta, hem muhalif­te o nurların âşıkları var. Bütün siya­set cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkâ­râne telâk­ki­yatlarından müberrâ ve sâfi olan bir ma­kamda verilen ders-i Kur’ân ve göste­ri­len envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham et­­memek gerektir—meğer dinsizliği ve zındı­kayı siyaset zannedip ona ta­rafgir­lik eden insan suretinde şeytanlar ola veya be­şer kıyafetinde hayvanlar ola!

Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatle­ri­ni propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirme­dim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarz­da zi­ya­deleştiriyor.”

Rüyada Bir Hitabe:

“…umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, ka­vî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.”

Onikinci Şua:
“Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

“Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çün­kü mâ­sumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun iza­hını is­tediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabi­yet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zu­lüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da azlem ola­cak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden in­sanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, peri­şan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz za­yi­a­ta mukàbil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmi­sil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçare­le­ri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karış­maktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapan­mıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise, insafa, adale­te, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inziba­tın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dün­yada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoş­lanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memur­ları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr-ü mutlaka ve o zındı­kaya teslim-i silâh etmeyiz!”

3. Müsbet hareketin üçüncü esası, ‘manevî cihad’dır; şiddet kullanımının ve devrimci-ihtilâlci tutumların reddidir.

Onbirinci Şua:

“… o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve müca­hede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükü­metlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cum­hu­ri­­yete dö­ner. Fakat ona mukàbil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla ola­cak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek dere­ce­de kuv­vetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çı­­ka­cak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem, tâ [2] خَالِدُونَ kelimesine kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan ci­had-ı mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman “Nur” namında Risale-i Nur’­dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-ı i’câzı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki, Risale-i Nur şa­kirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyor­lar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar.”

Onaltıncı Lem’a:

“Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâka­dar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimalle ferec verecek bir teşebbüs et­mek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen müna­fık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki:

Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir da­lâ­letle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nur­dur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset to­puzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Mü­­nafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah et­mez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem to­puz-iki­sini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuv­ve­tim­le nu­ra sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa ol­sun bak­mamak lâzım geliyor.

Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, eh­li­ne göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fa­kat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tuta­cak elimiz yok.”

[1] Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.

[2] “Ebediyen kalıcıdırlar.” Bakara Sûresi, 2:257.

Metin KARABAŞOĞLU – risalehaber.com

Zühd bir işgalcinin korkusudur

Hiçbir tür dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez.” Daniel Quinn, İsmail’den.

Zahidlik, sadece dünya zevklerinden el etek çekme ve bu yönelişle eşyayı unutma olarak anlaşılırsa, yanlış anlaşılmaz ama, eksik anlaşılır bence. Zahidlik, özünde, varlığının Allah’ın varlığının şiddeti ve hikmeti (Vacibü’l-Vücud ikisine de bakıyor) yanında bir işgal ve mümkin (olsa da olur olmasa da) olduğunu hisseden ve bu şart olmayışın idrakiyle, Onun rızasının olmadığından şüphelendiği yerlerde daha az varolmaya çalışanın ahlakıdır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak, boş işlerden uzak durmak… Bu ‘daha az varoluş’un altmaddeleridir onlar sadece.

Zühdün sultanları, bize, okunduğunda kalplerimizi titreten menkıbeler bırakarak gittiler. Yaşanması güç. Yaşayacaklar güçsüz. Onlar gibi değiliz. Olamıyoruz. Farkındayız. Ama en azından arzusunu bırakmamalıyız. Duasını korumalıyız. Onlar gibi olamamaktan ‘keşke’ pişmanlığıyla tevbe etmeliyiz. Keşkelerin en güzeli keşke dediğin şeyin gerçekleşmesi için dua etmektir. Dua ile tevbe burada kardeş olur. Hakkında dua edilen, bir açıdan, mahrum kalınmasından tevbe edilendir. Fazlasını arzulamak eksiğinden pişmanlıktır. Hem Aleyhissalatuvesselam buyurmuş: “Pişmanlık tevbedir.”

Böylesi bir zahidlik herbirimizde birazcık olmalıdır. Takva da bunu ister bizden. Takva imanlı insanın korkusudur. İman ise gayba inanmakla başlar. Kendisinden ve şahit olduğundan daha fazlasına inanmakla. Kendinden fazlasına iman eden görünmekten rahatsız olmaya başlar. Ötesini göstermeyen görünüş zulümdür. Örtmektir. Kirletmektir. Sinemada ayağa kalkıp arkadakinin perdeyi görmesine engel olmaktır. Varlığının perdeliğini farkeder. Kaçınmak da bir ‘daha az varoluş çabasıdır’ çünkü.

Kaçtığınız her alanda (hassaten günahla ilişkili alanlarda) daha az varolmaya çalışırsınız. Kaçmak kaçılan yerde daha az varolmaktır. (Hatta mümkünse hiç varolmamak.) Sığınmak sığınılan yerde daha çok varolmaktır. Kibir, israf, gevezelik, oburluk ve cimrilik gibi pekçok kem haslet, varlığının arızîliğinin farkında olmayan ve daha çok varolma veya varlık sahasını kendi adına işgal etme ahlakında olanların özellikleridir. Günahlarda hep bu vardır. Günah varlığın ardını göstermeden varoluşudur.

Mürşidimin de pek latifçe ifade ettiği gibi: Aslolanın Onun (c.c.) esmasına ayna olmak olduğunu bilenler için ‘bir ân-ı seyyale kâfidir.’ Bu kadarcık varolmak yeterlidir. Zamanın uzunluğuna bile gerek yoktur. Ona dair olmak boyların en uzunudur. Ân-ı seyyale, zamana yayılmayacak kadar kısa bir varoluş manasını karşılıyorsa şayet, ‘varlığın en az yer işgal eden şekli’ olduğu söylenebilir. Şahitlik an ile de olur. Bundan sonrası, yani daha fazla varolma/kalma arzusu, riskli bir alana tekabül etmeye başlar. İnsan iki şekilde de varolabilir çünkü: Allah için veya kendisi için. İki şekilde de mülk edinebilir: Allah adına veya kendi adına.

Dikkat ederseniz günahların kökeninde bu ‘daha çok varolma’ arzusunun izlerini görürsünüz. Zaten kuvveler dediğimiz şeyler de aslında bizim varlığımızın devamını sağlayan üç ana damardır. Varolma arzusunun üç şeklidir. Kuvve-i şeheviye de, gadabiye de, akliye de bir şekilde varlığa ve devamına hizmet eder. İnsanın en temel arzusu (ve belki bütün diğer arzularının anası) bu varolma arzusudur. Bir kere varolan her kere varolmak ister. Biz buna en şiddetli haliyle aşk-ı beka da diyoruz. Varolmaya karşı duyulan ve fakat varedene karşı duyulması/taşınması gereken aşk.

Ene Risalesi’nde, Bediüzzaman’ın, ‘ben ve benim, o ve onun diyebilme yetisi’ olan eneyi “(…) zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir… diyerek tarif etmesi, her iki şecerenin işte bu en temel arzuya bakan tarafını anlatıyor. Yani; mülkü, Allah’a bıraktıkça cennet, işgal ettikçe cehennem. Vazgeçtikçe cennet. Tuttukça cehennem.

İsmail isimli romanında Daniel Quinn de insanları, tarihi kuşatan bir düzlemde, iki kısım olarak sınıflandırır: Alanlar ve Bırakanlar. Alanların düşünce yapısını ise şöyle ifade eder: “Bizi tek şey kurtarabilir: Dünya üzerindeki hakimiyetimizi arttırmalıyız. Tüm bu yıkımın sebebi dünyayı fethetmemiz. Ama hakimiyetimiz mutlak olana dek fethe devam etmeliyiz. O zaman, kontrolü tamamen ele aldığımızda, herşey yoluna girecek.

Çevrede gördüğün sayısız yaşam formu hep bu yasaya uyulmasıyla ortaya çıktı. Ve gezegenimiz tarihinde bir tür, o türün de tamamı değil, ‘Alanlar’ olarak adlandırdığım tek bir kolu, bu yasaya meydan okumaya çalıştı. Onbin yıl önce bu insanlar dedi ki: ‘Yeter artık. Bu yasanın insanlar için bir bağlayıcılığı yok.’ (…) Ve şimdi, beş yüz neslin ardından, bu yasaya karşı gelen tüm türlerin ödemek zorunda kalacağı cezayla karşı karşıyalar.

Hz. Âdem ile Havva’yı kandırışında iblisin şöyle bir yol takip ettiği anlatılır: Dokunmaları yasak olan ağacın meyvesinin aynı zamanda cennette sonsuza kadar kalmalarının tek yolu olduğunu söyler iblis onlara. Bu bilginin sıhhatini bir tarafa bırakırsak, en temel şeye, yani aşk-ı bekaya baktığı için anlamlı geliyor bana. Bir insanı, daha yolun başında bir insanı, günaha girme imkanı olmayan ve belki günahın ne olduğunu dahi bilmeyen bir insanı neyle yasak olana yönlendirebilirsiniz? Ona helal olmayan bir mülke (belki de cennette yasak kılınmış tek mülke) ve en temel arzusu (aşk-ı beka) ile tahrik ederek. İblisin gerçekten insanı çok iyi tanıyor.

Zahidliğe geri döneyim: Zahidlik, eğer böylesi bir mülk idrakine yaslanıyorsa insanı savaşsız bir şekilde kendinde tutar. Zahid, yapmakta olduğunu zaten olması gereken olduğunu bilirse, takvası tasannu olmaz. Çünkü zaten doğal olanın, fıtrî olanın, aksi düşünülemez olanın bu olduğunu bilir. ‘Olması gereken şey’ olduğunu düşünerek onu yaşar. Fakat bunun dışında insanın ikinci niyetlerle zahidlik yapması taklit kalır ve asıl mana idrak edilmediğinden zahidlik de kendisinden murad olunan kemali vermez. Hatta böylesinin takvası mutaassıplaştırır. Hesap soruculuğunu arttırır. Maddeten sahip olmadığı dünyaya hesap sorucu olarak sahip olmaya çalışır.

Mülke bakışı herhangi bir seküler gibi olan dindarın, dünya kollarını ona açtığında, ona hayır diyebilmesi mümkün olmaz. (Allah bizi kolaylıkla imtihan etsin.) Dünya ona gülmüyorken o da dünyaya küsebilir. Fakat ya galip geldiğinde? Ya güçlü olduğunda? Ya cebi dolduğunda? Ya… Ya…

Dikkat ederseniz, Kur’an’da ve hadislerde, zafer zamanları tevbe zamanları olarak zikredilir. En net Nasr sûresinde verilen derstir bu. “Başka bir mülkü zâhiren kendi mülküne katıyorsun, bu mülke katma işi belalı bir iştir, dikkatli ol!” demektir bence bu bir nevi. Ve nihayetinde zühd, bizzat lezzetten değil, lezzetin bağlı olduğu mülkten ve varoluştan vazgeçmektir. Mülksüzlükteki asıl lezzete erişmektir. Öyle ya! Lezzet, birşeyin varlığa hizmet eden bir yanı olduğunu hissettirendir sadece. Lezzeti bu yüzden ararız. Tanımak için kullandığımız bu aracı yaşamın esas gayesi sanmayalım. Zühd ile, lezzetlerden değil, gidişiyle acı veren lezzetlerden vazgeçiyoruz. Onlar bizi incitmesin diye biz onlardan çekiniyoruz. Allahu’l-alem.

Ahmet AY – Risale Haber

Tahribat ve günahlara karşı sığınak nedir?

Tahribat ve cazibedar hevesat zamanında yüzer günahın hücumuna karşı korunmak için neler yapılmalı?

Öncelikle ayetin“Yaklaşmayın!” uyarısına kulak vermek gerekir. Pek çok haram ve yasak öncesinde bu ikaz vardır. Haramın çekim alanına yaklaşmamak gerekir. Tez elden istiğfar ve tövbe ile ön tedbir alınmalıdır. İşlenen günahın ardındaki pişmanlığı küçümsememek lazımdır. Aksine nedameti etkin hâle getirerek davranışlarımızı tashih etmeliyiz.  Buradaki hassasiyetin kesinlikle sabır, gayret ve azimle zinde tutulması gerekir. Musîbeti şekva ile değil sabır ve hikmetle karşılamak gerekir. Kişi cisminin küçüklüğüne bakıp da günahları küçük görmemelidir. Kendisine karşı günah işlenen Zatın büyüklüğüne bakılmalı. Çünkü kalbin katılığından bir zerre, şahsî âlemin bütün yıldızlarını karanlığa tutturur.

gunahAyrıca Allah bir deyip de O’nun yerine yahut yanına koyduğumuz nice şeylerle gizli/açık şirke düşme ihtimalini de unutmamak gerekir. Bu zamanda özellikle sosyal medya marifetiyle de günah bir iken bin olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Nefsimizin her nevi şer ve kötülüğü işlemeye meyilli olduğunu bilerek, onu temize çıkarmayıp, avukatı olup savunmayıp aksine ıslahı için fiili ve kavli dua etmeliyiz. Her nevi iradenin ön kademesi olan hayalin kötü ve günahlı tahriklerden uzak tutulması lazımdır. İşte bütün bunlar için mevcut olan imanın bir an önce kuvvetlendirilerek takva ile muhafaza edilmesi lazımdır. Yapılan ibadeti, yasak savma pozisyonundan çıkarıp huşu ile icra etmek, huzurda hissetmek adına ruhanî ve manevî zevk ve hâl ile yapılmalıdır. İşte bütün bunları özetleyen ifade olan takva ve salih ameli ihlâsla yoğurup imanî derslerle uzun ömürlü hale getirilmelidir.

Tahribat ve günahlara karşı en mühim siper takvadır. İmandan sonraki işimiz budur. Bediüzzaman Hazretleri, gayet ehemmiyetli gördüğü hususu Kastamonu Lâhikası’nda bir mektupta dile getirir. Ahirzamandaki tahribat ve menfi cereyanın dehşetine karşı takvanın esas alınması gerektiğini söyler.

Takva, haram ve günahlardan Allah emrettiği için sakınmaktır. Günahtan kaçınmak Allah’ın emridir. Allah’ın emrini yerine getirmek, yasakladıklarından sakınmak ibadettir. O halde bir nevi menfi ibadet ismiyle de tanımlanan bu amelin özünde Allah rızası için yapmak anlamındaki ihlâs vardır ve olmalıdır. İfsat ederek yoldan sapmaya sebep olacak her nevi davranıştan sakınıp, büyük günahlardan uzak durmak gerekir. Bu anlayışın esas olduğu hayat; Allah’ın (cc) emrettiği, Resul-i Ekrem’in (asm) özendirdiği doğru davranışlarla tezyin edilmeli.

Ahlâkî ve Kur’anî terbiyenin sarsıntıya uğradığı, zulmetli bir anarşiliğin, zulümlü bir dinsizliğin ifsada başladığı bir zamanda doğrusu salih amelin her zaman işlenmesi mümkün gözükmemektedir. Bir haramın terki vaciptir, şarttır. Bir vacibin işlenmesi çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böylesi dehşetli bir zamanda bir günahtan çekinmek anlamındaki takvalı davranışla işlenen vacip, çok sünnetlere bedel sevabı olan bir amel-i salihtir. İhlâsla kuvvetlendirilen takva sığınağına girenleri bekleyen bir başka manevi bir ortak sığınak daha var o da iştirak-ı a’mal-i uhreviye denilen ahirete ait işlerdeki ortaklık, bu zamanda ayrı bir kuvvetli koruyucu kalkandır. Birbirimiz hakkında yaptığımız dua ve teşvikler, takva kalesine yardım ederek kalkanın mukavemetini artırmaktadır.

Takva kalesinde bütün donanımlar yeniden ve her seferinde gözden geçirilir, yenilenir, güncellenir. Zira dışarıdaki ifsat düşmanı sürekli yenilenerek gelmektedir. Tek başımıza karşı koymanın yetersiz kaldığını idrak ederek cemaatî anlamdaki manevi ortaklık bu bağlamda da çok önemlidir.

Ve ahirzamanda yaşayan mü’minler olarak gıyabımızda dua almaya ve dostlarımıza da sürekli duaya devam etmek gerekir.

Mehmet Çetin