Etiket arşivi: talebe

İlk Nur Eleştirmeni, Hulusi Yahyagil (2)

(İlk Yazı için Tıklayınız..)

Barla Lahikası’nda Hulusi Bey’in Bediüzzaman’a yazdığı kırk mektup var.

Bediüzzaman da Hulusi Bey’in kırk mektubundan gerekli gördüklerine cevaplar verir, bazı soruları açıklar, bu ayrı bir bahistir.

Bediüzzaman ve Hulusi Bey mektuplaşmaları” diye bir araştırma olarak ortaya konabilir. Üstad-ı muhterem lahikaları kendileri tamim etmişlerdir. Dünya edebiyatında mektuplar önemli yer tutar.

Bütün büyük adamların mektupları vardır ve mektupları ile davalarının, felsefelerinin, müntesiplerinin, hayranlarının, talebelerinin yetişmesini sağlamışlar ve onları yönetmişlerdir. Lahikada mektuplara tarih konmamış sona doğru Bediüzzaman Hazretleri Refet Bey’e yazdığı mektuba 11 Temmuz 1934 Çarşamba tarihini koymuştur.

Din-i Mübin İçin Yapılan Kahramanlık

Barla’ya Bediüzzaman 1925’ten sonra nefyedilmiştir. Bu ihata edilmez büyük mücadele adamı dağlara sürgün edilmiş, adeta “orada ölür gider biz de kurtuluruz” diye. Ama asırlarca dini mübinin kahramanlığını yapmış bir milletin çocukları için kader büyük bir plan yapmıştır.

Takdir-i Huda kuvve-i bâzu ile sönmez;

Bir şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez

mucibince o aslında eserlerinin laboratuvarına sürgün ediliyordu.

Barla’nın tabiatı Bediüzzaman’ın eserlerini dolduran bütün gözlemlerin kaynağı idi.

Tabiatla düşünceyi ve dini birleştirememiş hem batı hem de doğu düşüncesinin bu eksiğini büyük dava adamı Barla’ya düşmanlarının eli ile sürgün ettirildikten sonra görüyor ve o gözlemler ile nesneler ile eserlerini inşa ediyordu.

Sekiz buçuk sene kalmış bu dağlarda, güzelim yerlerde. Zaten bu eserler şehirlerin kasvetli ortamında yazılamazdı.

O yıllarda eserlerini telif eden ve çevresine kurduğu posta ağı ile dağıtan Bediüzzaman Hazretleri çevresinde oluşan talebeleri ile mektuplaşıyor, onları teşvik ediyor, zulüm ve istibdad ve ceberut devrinde bir dava adamları çekirdeği oluşturmaya gayret ediyordu.

Birbirimize Nasıl Ümit Verebiliriz?

Bundan sonraki mektupların başlarında olmadığı kadar teşvik cümleleri vardır. Bediüzzaman ümit adamıdır, hiç ümitsiz olmayan bu insan, büyük bir davanın âlemşümul çekirdeğini oluştururken çok ince bir dil ve sevgi lisanı kullanır.

Bizim hiç yapmadığımız teşvik lisanını kullanır, kusurları görmez, her şeyi umumi hedefe endeksler.

Nasıl bu adamı okuruz da hep birbirimizi eleştiririz?

Garip kalmış küçük su damlalarını bir göle çeviren bir mantık nerede?

Büyük gölleri bile eleştiri ile kurutmaya çalışan mantık nerede…

Bu sekiz buçuk yıl içinde onun önde gelen muhatapları:

Hulusi Bey, Abdülmecit, Sabri, Abdurrahman, Ali, Tevfik, Seyyid Şefik, Hakkı, Hafız Zühtü, Refet Bey, Hüsrev Abi, Emrullah oğlu Bekir, Doktor Yusuf Kemal, Zekai, Asım, Süleyman, Ahmet Zekai, Hafız Sabri, Rüştü, Mehmet Reşit, Saatçi Lütfü, Ahmet Galip, Murat, Küçük Zühtü, Bekir, Hafız Ali, Şeyh Mehmet, Zeki, Muhammed Sabri, Mustafa Hulusi, Hafız Halid, Hafız Ahmet, Ali Ulvi, Hacı Mehmet, Hafız Mustafa, Şamlı Hafız, Muhacir Hafız Ahmet, Osman Nuri, Ahmet Feyzi, İbrahim, Babacan, Müzeyyene, İsmail, Doktor Şevket, Ahmet Nazif, Mesud’tur.

Bunlar mektuplarını gönderirler, Bediüzzaman da yazdığı mektuplarda hem bunlara cevap verir, hem davanın çeşitli sorunlarını çözer.

Onlara dava ruhu,

Metanet,

hizmet-i imaniye,

ibadet- taat

daha bir çok mesele hakkında fikirler öne sürer.

Bir dava nasıl oluşturulur, bu insanlar bir davanın etrafında güneşin etrafındaki gezeğenler gibi nasıl döndürülür bu kitabın büyük bir yönetim derinliği var.

Bir Bina ve Küçük Taş

Bediüzzaman’ın dava stratejisini anlatacak şahıslar bunları tahlil etmeli ve bir de dünya tarihindeki benzer olayları –benzeri de yok ya– bulup sonuçlara varmalılar.

Bediüzzaman’ın çevresindeki bu insanlara olan tavrının her biri bir değişik dünya ve yönetim mantığıdır.

Hepsinin derinliğini biliyor ve ona göre konuşuyordu.

Nazik ve kibar, beyefendi bir üslupla!

Bir binaya bakıp sadece çürük taşı görmek gibi değil.

Hakikata Açılan Yol

Hulusi Bey’in Barla Lahikasında kırk mektubu var, Bediüzzaman’a hitaben yazılmış. Bunlar yüz sahifeye yakın tutuyor. Kitabın üçte birlik kısmı Hulusi Abiye ayrılmış. Mektuplardaki en büyük muhatabı Hulusi Bey’dir ve Bediüzzaman böyle eleştiren, değerlendiren bir muhatab istediğini ona yazdığı bir mektubunda söyler.

Bediüzzaman da her yazar gibi yazdıklarının nasıl karşılandığını anlamak ister, böyle bir eleştirmen olarak Hulusi Bey’i görür.

Yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum.

Maksadım gördüğüm hakikat acaba hakikat mıdır diye sormuyorum.

Belki hakikata açılan yol acaba umuma yol açabilir mi? diye soruyorum.

Çünkü umumun telakkisini sizin kadar bilmiyorum.” (Barla 252)

Özellikle son cümle Bediüzzaman’ın umumun telakkisini merak ettiğini gösteriyor.

Hulusi Bey onun umuma açılan kapısıdır, çünkü o harp okullarında okumuş, farklı eğitim almış insanlar ile muhatap olduğundan onu kendinden farklı bir dünyanın temsilcisi görüyor ve nasıl karşılandığını merak ediyor.

Bazı yazarlar zeki okuyucuları yüzünden yazarlar.

Bunu kitabın başında da bu mealde yorumlar. Bu Bediüzzaman’ın telif hayatında önemli bir sorundur. Eleştirilerden müferrah olur.

Sözler hakkında hüsn- i şahadetiniz bana büyük bir teselli verdi” der. (Barla 255)

Kur’an ve İman Hizmetinde Bir Talebe ve Muin

Hulusi Bey asker olduğu için Bediüzzaman onun askerliği ile eserleri arasında bağlantı kurar.

Ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevi bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muin tayin etmiş ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.” (Barla 21)

Adeta Bediüzzaman’la Hulusi Bey bir müellifin iki parçası gibi.

Hulusi Bey, yaptığı hizmetin civar vilayet ve kasabalardaki yayılmasından dolayı sevinir.“Fesubhanallah bu kadar cüz’i ve nakıs hizmetten, bu derece faide elde edilmesi de gösteriyor ki bu Sözler ve Mektuplar hakikaten Nur isminin tecellisidir ki suhuletle intişar ediyorlar.” (Barla 244)

Hulusi Bey daha önce de bahsettiği Birinci Söz hakkında hissettiklerini kaleme alır. “Dünyaya arkasını çeviren Üstad Hazret-i Gavs’ın teşviki ile belki delaletiyle Kur’an’ın gayr-i mekşuf bir hazinesinden Bismillah ile giriyor.

Kur’anî tarlaya Bismillah diyerek Sözler tohumunu ekiyor.

Furkanî bahçeye Bismillah diyerek nurlu mektuplar çekirdeğini dikiyor.

Emr-i ilahiye imtisalen ekilen tohum ve dikilen çekirdeklerin inkişaf ve intişarları şüphesiz harika asa olur.

Birinci Sözdeki seyahat eden mütevazi zat tamamen Üstadımızdır.

Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak, kök, damarları nasıl Bismillah‘ın tesiriyle, yer altında sert taşı, toprağı delip geçiyor aynen onun gibi Bismillah ile mevki-i intişara vazolunan Sözler de harika bir tarzda arza yayılıyor ve en mükemmel ve münevver meyve olan beşerin müminlerinin kalplerine nüfuz ediyorlar.

Bu bidatların kesreti muharrilerin bolluğu devrinde Bismillah ile gars olunan nur fidanının yaprakları olan, diğer sözler ve Mektuplarla bu kudsi fidanın dal ve budakları olan Hizb’ül Kuran ve bu hizbin esası ve seyyidi olan mubarek Üstad da bu hıfz-ı gaybiye mazhar bulunuyorlar.“ (Barla 245)

Bediüzzaman Hulusi Bey ile ruhsal bir birlik hissettiğini söyler.

Şimdi anladım ki şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in’ikasat vardır.”

Daha sonra Bediüzzaman Hulusi Bey hakkında kanaatlerini açıklar.

Bunlar baştaki Mukaddemenin biraz daha gelişmiş bir izahıdır.

Kardeşim sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin, biri kardeşim Hulusi Bey’in vazifesi, bir de evlad-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir deha-yı nurani sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilave edildi.

O benim hakiki bir varisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi. Öyle de sahib oluyordu.

Sen de bundan sonra yazı ve sözleri senin hocanın yazısı diye tutma, kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahib ol.” (Barla 251)

Aynı kısımda Bediüzzaman eserleri hakkında kıymetli beyanlarda bulunurlar.

Biyografik bilgiler otobiyografik karakterlidir.

Bediüzzaman Hulusi Bey’i yüz ciddi talebe hükmünde görür. Hatta Hulusi Bey ve Hakkı Efendi‘yi kendi niyetini güçlendirdiğini söyler. “Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşallah niyet-i haliseniz benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir.” (Barla 252)

Bediüzzaman Risale-i Nur okuyanların tebliğ makamındaki tutumunu anlatır.

Sözleri okumak zamanında sendeki hissiyat-ı âliye fazla inkişaf ve fedakarane hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki velayet-i Kübra olan veraset-i nübüvvetteki makam-ı tebliğin envarı altına girdiğin içindir. O vakit sen dellal-ı Kur’an Said’in vekili, belki manen aynı hükmüne geçtiğin içindir.” (Barla 255)

Hulusi Bey Hastalar Risalesini maddi manevi bütün hastalıklara mükemmel deva olarak görür. (Barla 305)

Bediüzzaman Hulusi Bey’e özel bir önem verir.

Aziz kardeşim çendan Abdülmecit benim nesebi kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ne hiçbirisi benim Hulusi’me yetişemiyor.” (Barla 315)

Barla Lahikasında en çok mektup Hulusi Bey’e aittir.

Bediüzzaman da en fazla soru-cevap tarzında onunla konuşur.

Bunlar hem onun eserleri hem de biyografisi, ruh dünyası ile ilgili önemli bahislerdir. Hem de Hulusi Bey’in Bediüzzaman yanındaki kadrini ve hizmetteki yerini tavazzuh ettirir.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Kahraman Zübeyir Gündüzalp’i Rahmetle Anıyoruz (2 Nisan 1971)

Üstad Bediüzzaman’ın talebesi merhum Zübeyir GÜNDÜZALP.

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya’nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. İlkokul tahsilini Ermenek’te tamamladı.Ermenek’te ortaokul bulunmadığı için Silifke’ye gitti. 1939 senesinde ortaokulu Silifke’de bitirerek memleketine döndü. Balıkesir’in Susurluk kazasında askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Konya Postahanesi’nde telgraf muhabere memuru olarak çalıştı. 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etti.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp, gündüzler gibi aydınlık bir alp erendi. Mehmed Zübeyir Gündüzalp; bahadır bir İslâm fedâisi idi, ateşîn bakışlı, gür bıyıklı, Kafkas Kartalı İmam Şamil’in ruh ve edâsı ile dolu idi. Zaten neseben de, kendileri Kafkasyalıydı.

Bu İslâm kahramanı, Ermenek yaylasında dünyaya teşrif etmişti. Bu yayladan Malazgirt’e, Niğbolu’ya, Mohaç’a gider gibi; Konya, Akşehir, İslahiye ve Urfa’ya gitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta’nın güller dünyasında, Emirdağ’ının nur dünyasında hayatlar sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa’da kalmıştı. 27 Mayıs’tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa’dan Ankara’ya gitmiş, bilahare son on yılını İstanbul’da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur’ân’ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu

Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut. Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi. Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır. Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu. Bahtsız insanların, Kur’an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimler’in, Sinanlar’ın edası içinde, İstanbul’daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki… bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!

Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur’ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.”Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah!” diyen Sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi herşeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, bir zatı alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı, isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp’iydi bu yiğit adam.

Gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini, varını, yoğunu, hülasa herşeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ etmişti. Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946’da Emirdağ’da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, “Keçeli, neden ağlıyorsun?” diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, “Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum” demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, “Vazifene devam et, Konya’da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma” demiş. 1948 senesinde Afyon’a tevkif edilmiş, burada Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâmın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş.

Yandaki resimde Isparta Tugay Camii temel atma töreninde Üstad hazretlerine harcın döküleceği yeri işaretle gösteren merhum Zübeyir GÜNDÜZALP’dir.Yıllar sonra bu fotoğrafla ilgili olarak, muhterem Abdülvahit MUTKAN’a ”Üstadımıza harcı dökeceği yeri el işaretiyle göstererek, edebe muhalif hareket ettiğini düşündüğünü ve bu resimden duyduğu rahatsızlığı’nı dile getirmiştir.

Üstadımızla ilişkilerinde bu derece hassas ve dikkatliydi merhum Zübeyir GÜNDÜZALP.

Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahsiyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun ‘Vur! Vur! diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur’ân yolunda hizmet etmek isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi. Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş bir alp eren.

Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de, dünyaya veda ettikten sonra kıymetleri bilinir. Hasretle, takdirlerle anılırlar. Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar, koku ve meyve vermeğe başlarlar. Bu bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar..Bu büyük insan 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti. Cuma günü olan vefat hadiseleri, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin şu meâldeki hadislerini hatırlatır bana: “Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur”

Son Şahitler

Aziz Üstadım!

Senin bizi terk etmenin üzerinden 55 yıl geçti. Bizler seni yaşarken göremedik, bazılarımız daha dünyaya gelmemişti, bazılarımız da benim gibi çocuktu o zamanlar. Hem o günlerde sen zaten ziyaretçilerle görüşmüyordun ki. Çok nadiren görüştüklerinin de gidiş dönüş yol masraflarını onlara ödüyordun. Bugün bütün talebelerinle görüşsen, aynı kaideyi uygulasan onlara paran da yetmez ki.

 “Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.”  diyordun ya, bu yüzden seninle aramızdaki irtibat hiç kopmadı, Sen alem-i ervahta, bizler, alem-i şahadet’teyiz ama,  aramızda ki ”müfritane irtibat” yine eserlerin sayesinde imani bağlarla devam ediyor.

Aziz Üstadım! Talebelerin çoğaldı, dünyanın dört bir tarafına dağıldılar, Risale-i Nur’lar bugün 50 den fazla dile çevrildi. Sen1925 yılında Van’daki Medresenden ve talebelerinden koparılarak getirildiğin Burdur, Isparta, Barla, Kastamonu ve Emirdağ’dan bugünleri görüp öyle yazıyordun, her çileye bugünler için katlanıyordun, “ Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” diyordun ama, kızma Üstadım! bizler ancak şimdi anlayabiliyoruz. Bizim akıl fenerimiz yakınları görüyor, uzaklara bakamıyor ki. Ama bizler senin fenerinin ışığıyla elde ettiğimiz talebelikle iftihar ediyoruz. Sen bizi kardeş, talebe kabul ettin ya, o bizlere yeter.

Aziz Üstadım! Sen,” Risale-i Nurlar Kur’anın malıdır” diyordun, onları Diyanet işleri başkanlığı bassın diye ta o zamanlar Ahmed Hamdi Akseki’ye talebelerini göndermiştin ya, o isteğin bugünlerde kabul oldu. Onun halefi Diyanet işleri başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez beyefendi, hükümetin kararlı desteğiyle ” İşarat-ül İcaz” isimli kitabını bastırdı, ardından diğerleri de gelecek diye müjdeler verdi. Bu bizler için de çok önemliydi. 28 yıl seni sürgünden sürgüne gönderenler, 163. Madde ile seni ve talebelerini hukuksuz yere hapislere attıranlar gitmiş, çoktan toprak olmuş, çürümüşler, şimdilerde tanıyanları bile kalmamışken Risale-i Nurlar’ın devlet eliyle bastırılması, “Devlet-millet barışması” adına ne güzel bir örnek oldu değil mi?

Aziz Üstadım! Senin Risale-i Nurlarla hem dilimizi bozmak isteyenlere karşı dilimizi, hem de dinimizi koruduğunu yeni anladık. Talebelerin dimdik ayakta kaldılar, dillerini de dinlerini de korudular. Osmanlı Türkçesiyle de bağlarımız kopmadı. Kur’an öğrenmenin yasak olduğu yıllarda “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâmın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek” dir diyerek eserlerini çok uzun yıllar Arap harfleriyle elle yazdırdın, zaman geldi teksirle bastırdın, 1956 yılından sonra da yeni nesilleri Risale-i Nurlardan mahrum etmemek adına yeni harflerle onların hepsini bastırmaya izin verdin.

Aziz üstadım! Sen Risale-i Nurlar’ın sadeleştirmesine sağlığında karşıydın. Sen hakkını helal etmedin için, sana rağmen senin eserlerine sadeleştirme zulmünü yapanlar, halkın çoğunluğunun demokratik yolla seçtiği siyasetçileri ve siyaseti başka ülkelerden idare etmeye kalkışınca, anlamsız bir savaş başlattılar. Ateşi söndürmek için çok talebelerin eski günlerin hatırına araya girdiler, ama kimselere dinletemediler. Görüşme talepleri kabul görmedi. Sen, bir defa daha haklı çıktın ..husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.” demiştin ama, onlar seni anlamak istemediler. Sen şahsını, hayatın boyunca hep geri plana çekip Risale-i Nurlar’ı ön plana getirdin, kitap eksenli, Kur’an eksenli iman hizmetini esas yaptın ve her zaman tek aklı değil, meşvereti, şahs-ı maneviyi önerdin talebelerine. Kendinle özel görüşmeye sınırlar koydun, zahmete gerek yok Risale-i Nurları okuyun dedin. Şimdi bunun ne demek olduğunu daha iyi anladık. Keşke oradaki samimi kardeşlerimiz de anlasa, akıllarını ve iradelerini esir vermekten, kendilerini çoban ile koyun ikilemine girmekten kurtarsalar, yine Risale-i Nurlara dönseler, onun hizmet prensiplerini esas alsalar… Sen çok şefkatlisin Üstadım, hayatında sana zulmedenlere bile hiç beddua etmedin, oradaki samimi kardeşlerimiz için bir seferlik dua etsen kabul olur inşallah, belki kurtulurlar. Kurtulmak istemezlerse, kendileri bilir artık.

Aziz Üstadım! Sen aramızda iken bugünleri görüp sanki öyle yazıyordun, şimdi de oradan bakıp ben bunları yazdım ama sizler beni anlayamadınız demiyorsun, demezsin de. Ve bizleri asla utandırmazsın. Mesela 1910 yılında Tiflis’de Şeyh San’an tepesinde Rus polisiyle konuşurken,”Niye böyle dikkatle bakıyorsun sorusuna “Medresemin planını yapıyorum” deyince seni o zaman ne o Rus polisi anladı ne de bizler anladık, ta ki Tiflis’te 1991 yılında Risale-i Nur dershanesi açılıncaya kadar.

Bugün Rusya’dan, Tayland’a, Afrika’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya ve Kanada’ya kadar her yerde Nur dershanelerin, talebelerin var. Hani Sen üç dilde eğitim vermesini istediğin, din ilimleriyle pozitif ilimlerin birlikte okutulacağı “Medreset’üz Zehra” Üniversitesi, 2.Abdülhamid’ten istediğin ama 1913 de Sultan Reşat’ın gayretiyle Van/Edremit’te temelleri atılan o Üniversitenin devamı, 1.Dünya savaşı çıkınca olmamıştı. Daha sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1922 de sürdürdüğün azmine rağmen, yine nasip olmamıştı. Bugün Türkiye’nin her ilinde, Üniversitelerde okuyan binlerce genç, onun manasını yerine getiren Nur dershanelerinde kalıyorlar. Hem oralarda Risale-i Nurları okuyarak din dersi alıyorlar hem de Üniversitelerde pozitif ilimleri okuyorlar. Her yeni açılan dershaneden benden önce senin haberin olur ya, ben yine de söylemiş olayım.

Aziz Üstadım! . Sen, bir gün insanoğlunun Ay’a ineceğini bizlere gizli bir şekilde haber verdin. Aynen Kur’an’daki gib,i sen de bu müjdeyi eserlerinin satırları içinde sakladın, bizim bulmamızı istedin, ama bizler bu misalleri anlamadık ki. Ta 20 Temmuz 1969 da N.Armstrong bize 380 bin km uzaklıkta olan Ay’a ilk ayak basan kişi olarak karşımıza çıkıncaya kadar.

Sen Sözler’de,  Mektubat’ta ve Mesnevi-i Nuriye’de “ Evet, beşer, Kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer.”

“eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.”

*Kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair ita-i malumat eden adama, bütün mamelekini ona feda etmeye hazırsın.  “ diye yazdın, ama bizler anlamadık.

Aziz Üstadım! Sen bir müjde daha veriyorsun, birisi gelecek Müşteri’den (Jüpiter, Erendiz) sana ne var ne yok, haber getirecek, diyorsun. 1972 de gönderilen ilk uydudan sonra da çeşitli uydular fırlattılar, oradan bazı haberler geldi ama henüz insanlar oraya ayak basamadılar. Çünkü o gezegenin Dünya’ya uzaklığı 620 milyon km, yüzey sıcaklığı ise -147 °C kadar. Müşteri, gaz bir gezegen olduğundan bilim dünyası henüz oraya gidip gelecek ve yüzeyine inip Ay’daki gibi gezinti yapacak şartlara ulaşamadı.  Ama ben inanıyorum ki burada da bize gizli bir müjde var, zamanı gelince oraya gidilecek, oradan birileri haberler getirecek, ama ben göremeyeceğim herhalde.

Aziz Üstadım! Senden affımı diliyorum, sana bu mektubu yazarken Risale-i Nurlardaki kelimelerle yazmadım, bu mektup herkese açık olacağından, gençler de okusun anlasınlar ki Risale-i Nurlar’ı okuyanlar hem geçmişle bağlarını korurlar, kültürlerini muhafaza ederler, dinlerini öğrenerek yaşarlar, hem de şimdiki nesillerle iletişimlerini devam ettirirler. Çünkü onların kelime dağarcığı çok geniştir, öyle 300-500 kelime ile konuşup yazmazlar ki.

Aziz Üstadım! Bizi talebeliğine kabul ettiğin için Allah(C.C) senden razı olsun. Yarın mahşerde de Peygamberimizin sancağı altında seninle birlikte talebelerin olarak toplanmak ümidiyle, alem-i ervahtaki bütün kardeşlerimize, başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Peygamberlere, evliyalara, asfiyalara ve anneme babama sizin aracılığınızla eğer kabul ederseniz selamlarımı göndermek isterim.

Aziz Üstadım! Benim de buralarda çok vaktim kalmadı, yaşım 64, emr-i hak ne gün gelir bilinmez. “Rüyada bir hitabe”de yazdığın  “Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir “ziya gördüm.” sözlerinle ve  “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!” diye davet edildiğin o meclis var ya, yine öyle meclislere katıldığında beni de bir defa olsun “o, Benim talebem” diye yanında götürür müsün? Hani talebelerin çok ya, şimdiden adımı yazdırmak için izin istedim de. Ama yine de sen bilirsen, münasip ve layık görürsen, götürürsün belki Üstadım…

Öğrenmeye hala muhtaç, kusurlu 47 yıldır devamlı talebeniz

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Üniversite Nur Talebelerinin bir açıklaması: Risale-i Nurların inkişafı

Rusya’da evlere yapılan baskınlara bir teselli ve geçmiş olsun mahiyetinde Risale-i Nur Külliyatında geçen, üniversite Nur Talebelerinin bir açıklaması

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

İmtihan ve gazânız geçmiş olsun der, sizi tebrik ederiz. Risale-i Nur’un tahkikî iman dersleriyle iman mertebelerinde terakki ve teali edip kuvvetli imanı elde eden Nur talebeleri için öyle taarruzlar, bir cihetten bir imtihandır ve kömürle elması tefrik eden bir mihenktir. Nur talebeleri için Allah’a iman, Peygamber’e ittiba’ ve Kur’an-ı Kerim’le amelden dolayı hapisler bir Medrese-i Yusufiye’dir. Zulüm ve işkenceler birer kamçı, birer perçindir. Kader-i İlahî bize o hücumlarla işaret veriyor ki: “Haydi durma çalış!” Kur’an ve iman hizmeti uğrunda mahkemelerde konuşmak, Nur talebelerince bir dostu ile sohbet etmektir. Karakollara götürülüp getirilmek, çarşı pazara gidip gelmekten farksızdır. Kelepçeler, dinî cihad-ı ekberin birer altun bileziğidirler. Beşerin zulmen mahkûm etmesi ise, hakikatte Hakk’ın beraet vereceğine bir delildir. Bütün öyle işkence ve zulümler, Nur talebeleri için birer şeref madalyasıdır. Ne mutlu ki, otuz seneden beri Nur talebeleri ağabeylerimiz bu nimetlere mazhar olmuşlar. Maalesef bizlere ki, bizler bu şereflere nail olamadık ve olamayacağız da. Zira bunları kazandıran devir kapanmak üzeredir.

Risale-i Nur, bu vatan ve millete emniyet ve asayişi temin eden ve kalblere birer yasakçı bırakan imanî bir eserdir. İslâmiyet düşmanlarının tahrikatıyla olan müteaddid mahkemelerde Risale-i Nur’a beraetler verilmiş, Temyiz Mahkemesi ittifakla beraet kararını tasdik ederek Risale-i Nur davası kaziye-i muhkeme halini almıştır. Yirmibeş mahkeme de “Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz” diye karar vermiştir. Otuz seneden beri yüzbinlerle Nur talebelerinin bir tek vukuatı görülmemiştir. Bunun için, Risale-i Nur’un neşrine mâni’ olmaya çalışanlar, emniyet ve asayişin düşmanı ve vatan ve millet haini anarşistlerin hesabına bilerek veya bilmeyerek çalışanlardır. Risale-i Nur’a ilişen hükûmet değildir; çünki emniyet ve zabıta anlamış ki, Bedîüzzaman ve Nur talebelerinde siyasî bir gaye yoktur. Bunların meşguliyeti, sadece iman ve İslâmiyettir. İşte o gizli din düşmanlarının taarruzları karşısında Nur talebeleri Risale-i Nur’daki tahkikî iman derslerinin verdiği iman kuvvetiyle metin, salabetli ve mağlub edilmez bir hizb-ül Kur’an ve fethedilmez bir kal’a halindedirler. Din düşmanları tarafından hücumlar oldukça, Nur talebelerinin Risale-i Nur’a ve üstadlarına olan sadakat ve sebat ve faaliyetleri ziyadeleşir, perçinleşir.
Bir talebesi Üstadımıza şöyle yazmış:

“Ey benim aziz kahraman Üstadım! Muarızlarımız arttıkça kuvvetimiz çoğalıyor.. Rabb-i Rahîmimize hadsiz şükürler olsun.

Nur talebeleri, evvelâ kendi imanlarını kurtarmak, bununla beraber din kardeşlerinin de imanlarını kurtarmak için Kur’an-ı Hakîm’in yüksek ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okumuşlar ve okutmuşlardır. İmanlarını kurtarmaya çalıştıkları ve rıza-yı İlahî için Kur’ana ve imana Risale-i Nur’la hizmet ettikleri sırada maruz kaldıkları hücum ve taarruzlara hiç ehemmiyet vermeyerek o gizli din düşmanlarının tasallutlarını, saldırışlarını kendileri için iman ve Kur’an hesabına bir kamçı ve bir teşvikçi hükmüne geçtiğine kanaat getirmişlerdir.

Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hükmündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nur’un neşriyat ve fütuhatının genişlemesine, inkişafına sebebdir ve millet-i İslâmiye nazarında itimad ve emniyet kazanmasına medardır.

Risale-i Nur’un Anadolu genişliğinde ve Âlem-i İslâm vüs’atinde ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve manevî tesirat ve fütuhatına ve neşriyatına şahid olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre bu taarruzlardan sonra, hususan şark vilayetlerinde, eskisine nazaran Nur’un fütuhatı on gün içinde on misli fazlalaşmış.

Hem böylelikle halkın nazar-ı dikkati Risale-i Nur’a ve Üstadımıza çevrilmiş; uyuyanlar uyanmış, tenbeller harekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır. Bu acı taarruzlar gelip geçici olmakla beraber, sırf bir korku ve evham yaymak kasdıyla yapılan vesileler ve desiseli manevralardır. Ahmak din düşmanları güya Nur talebelerini korkutmak sevdasıyla resmî kimseleri aldatıp tahrik ve âlet etmeye çalışıyorlar. Acaba o gafiller bilmiyorlar mı ki, bizler Nur’un talebeleriyiz. Dinsizlerin, masonların, komünistlerin mahiyeti gayet derecede zayıftır. Zahiren kuvvetli gibi görünmeleri, serseri bir çocuğun bir haneyi bir kibritle mahvetmesi gibi tahribatla iş görmelerindendir. Evet onlar son derece zayıftırlar, çünki bir serçe kuşu kadar iktidarı olmayan kendi varlıklarına güvenirler. Hem son derece zillet, meskenet ve aşağılık içindedirler; çünki insanlara kul-köle olup onlara müraîlik, riyakârlık ve dalkavukluk ediyorlar. Ehl-i iman ise, hususan tahkikî iman ile imanı inkişaf edenler kavîdirler, muazzezdirler. Onların her biri bir abd-i aziz ve bir abd-i küllîdirler; çünki onlar, bir Kadîr-i Zülcelal’e ve bir Hakîm-i Zülkemal’e ve bir Hâlık-ı Kâinat’a ve bir Rabb-üs Semavati ve-l Arz’a ve bir “Ve Hüve alâ külli şey’in Kadîr”e ibadet ederler, kulluk ederler…  O’na intisab ederler, hem istinad ederler.

Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir.

Bizim hizmet-i imaniyeye nazaran cam parçaları hükmündeki siyasetle alâkamız yoktur. Diyanet Riyaseti ehl-i vukuf raporunda: “Risale-i Nur kitablarında siyaseti alâkadar eden mevzular yoktur.” demiştir. Hattâ o zaman, yine Afyon savcısı da iddianamesinde: “Bedîüzzaman ve talebelerinin faaliyeti siyasî değildir” diye hükmetmiştir. Evet Risale-i Nur şakirdlerinin meşgul olduğu vazife, en muazzam olan mesail-i dünyeviyeden daha büyüktür. Siyasetle uğraşmaya vaktimiz yoktur. Yüz elimiz de olsa, ancak Nur’a kâfi gelir. Amerika, İngiliz kadar servetimiz de olsa, yine imanı kurtarmak davasına hasredeceğiz. Hem bir takım siyasî işlerle veya bir takım bâtıl cereyanlarla ve fikirlerle uğraşmaya zamanımız yoktur. Ömrümüz kısadır. Vaktimiz dardır. Üstadımızın dediği gibi, “Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder. Fena iz bırakır.” Hususan böyle bir asırda “Bâtılı iyice tasvir etmek, safî zihinleri idlâldir.” Evet menfîlikleri öğrenerek mücadele edeceğim gibi sâf bir niyetle başlayıp, menfî şeylerle meşgul ola ola dinî bağları ve dinî salabet ve sadakatı eski haline nazaran gevşemiş olanlar olmuştur.    Risale-i Nur, nuru yerleştirerek zulmeti izale ediyor; yok ediyor. İyiyi öğreterek, fenayı fark ve tefrik ettiriyor ve vazgeçiriyor. Hakikatı ders vermekle, bâtıldan kurtarıyor ve bâtıldan mahfuz kılıyor.

Hülâsa-i kelâm: Biz, ancak Nurlarla meşgulüz. Biz mücevherat-ı Kur’aniye ile iştigal ediyoruz. Bizler, Kur’anın kâinat vüs’atindeki elmas gibi hakikatlarına çalışıyoruz. Bizler, ancak bâkiye hizmet ediyoruz. Bizler, fâni şeylere emek sarf etmeyiz. Bizim Risale-i Nur’la olan hizmet-i imaniyemiz, başka şeylerle iştigalimize ihtiyaç bırakmıyor.. her şeye kâfi geliyor…

Elhasıl: Üstadımız Bedîüzzaman’la ve Risale-i Nur’la mücadele eden insafsız gizli din düşmanları, acz-i mutlakla ebede kadar mağlubiyettedirler. Bedîüzzaman ve Risale-i Nur ise, ebediyen muzaffer ve muvaffaktır. Şahsı çürütmeye çalışmakla, Risale-i Nur çürütülemez. Zira Risale-i Nur, bizâtihî hüccet ve bürhandır. Onu ve onun müellifini çürütmeye çalışanlar, çürümeye mahkûm olmuşlardır. Nümunesi, tarih müvacehesinde meydandadır ve hem de çürüyeceklerdir. Risale-i Nur’daki yüksek hakikat, Risale-i Nur’u ebede kadar payidar kılacaktır…

Evet Nur talebeleri ağır ceza mahkemelerinde demişler ki: “Bizi Üstadımız Bedîüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur.” Evet o münafıkların atomları dahi, bu hususta âcizdir. Farz-ı muhal yapabilseler, hattâ cesedimizi öldürseler de, ruhumuz selâmet ve saadetle ebediyete gidecektir. Hem Üstadımızın Mektubat mecmuasında dediği gibi deriz: “Birimiz dünyada birimiz âhirette, birimiz şarkta birimiz garbda, birimiz şimalde, birimiz cenubda olsak; biz yine birbirimizle beraberiz.”

Birinci Cihan Harbi’nde Gönüllü Alay Kumandanı olarak esir düştüğü Rusya’da Moskof Çarlığına karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda “Âhirete gitmek için bana bir pasaport lâzımdı” diye ölümü istihkar eden böyle bir kahraman-ı İslâm Üstadımız Bedîüzzaman’ın eserlerini okumak nimet-i uzmasına mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulüme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak, bize yine ucuzdur…

Üstadımız sık sık der ki: Mesleğimiz müsbettir, menfî hareketten Kur’an bizi menediyor.

… insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur’u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadakatla hizmet edeceğiz. Onu altun mürekkeblerle yazacağız inşâallah…

Üniversite Nur Talebeleri

Risale-i Nur Talebeleri Sabırlı Olur

İnsan olmak hasabiyle hemen hemen imtihansız günümüz geçmiyor. İslami hizmette bulunanların, özelliklede bizim gibi Risale-i Nur okuyanların ne zaman neyle imtihan olacağımız belli değil.

Her an bir musibetli ve sıkıntılı hal ile karşılaşabiliriz.

Aldığımız dersler gereği sabır ve şükürle yolumuza devam etmeliyiz.

Avea İletişimin avukatı başka bir dosya ile beni karıştırıp, icraya vermiş. Bu sıkıntıyı atlatmak isterken, Rotterdam’da başörtüsü yasağı sebebiyle okumak zorunda kalan kızımın okulu, öğrenci belgesini Adalet Bakanlığına göndermeyi unutmuş. Bir yarı yıl kaybetmesine sebep oldu. Bilmiyoruz bu islamafobiden mi kaynaklanıyor.

Sizin anlayacağınız, hizmeti Kuran’iyede olanlar sürekli imtihan içindeler. Ama ben biliyorum ki nur talebeleri sabırlıdır. Yılmadan, vazgeçmeden vazifelerine devam ederler.

Ben bu haldeyken gittiğim bir mahalli derste şu satırları okudu kardeşin birisi:

Hulusi’nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin; Risale-i Nur’un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarıma ve kazançlarımda benimle berabersiniz.” (Kastamonu Lahikası. s.12) cümleleri ile kendime geldim.

Sabah namazı Ulucami’de kılıp dershaneye gittim. Orada da şu satırlarla beynimden vurulmuşa döndüm.

“Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan ettiği ezeli lûtfana karşı secde-i şükrandan başınızı kaldırmayınız! Gecenin soğuğuna aldırmayınız! Sizlere lûtfunu hiçbir hususda esirgemeyen Rabb-ı Rahime, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz.Ve bazıların düştüğü, istkbali düşünmek derdiyle maişeti sarsan hadiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız! Nur’un kutsi kerâmât ve imdadını müşahede ediniz! Dünya fanidir. Binler sene yaşamak olsa, bâki olan hayat-ı uhreviyenin yanında hiç ender hiç mesabesindedir. Fakat fani olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini ve verimli ve bereketli olan nur tohumlarını ekiniz! Zira”Eken biçer.”Atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.”(Tarihçe-i Hayat s. 432)

Uyarıcı ikazlar ardarda geliyordu. Gevşemeye fırsat vermiyordu. Çünki Nur talebelerinin vazifesi kudsidir. İstihdam ediliyorlar.

M.Ali Birand kanser ameliyatı olunca bir yazı kale almıştı.”Neden Ben” başlığını taşıyan yazıda sanki kadere teslim olmuş gibiydi. Bir tenis şampiyonunu örnek veriyordu.

İnsanlar başarılı olduklarında ve nimetler içinde yüzdüklerinde çok azı şükredebiliyor. Aslında menfi ibadet olan hastalık veya musibetlerle imtihan olduğumuzda da Allah’ı daha çok çok anmalı , O’na sığınmalı değil miyiz?

Üstad Hazretleri, yaşadıklarını mutlaka ahiret ile ilişkilendirir. Gerek hapiste gerek hapsin dışında uğradığı haksızlıkların mutlaka bize veya başkalarına bir fayda sağladığını düşünür. Ebedi hayat olan ahireti kazanmak için çekilecek acılara razıdır. Bunun için fani dünyada çekilen sıkıntı, eza ve cefaların adı ve lafı mı olur?

Bu haksızlıkları yapan adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete layık değiller. Bilerek kin ve garazla, inkârcılık adına incitiyorlar ve ve işkence yapıyorlarsa yine Allah’a havale eder. Onların, ölümün idamı ebedisiyle kabrin hapsi münferidiyle daimi sıkıntı ve azap çekeceklerini biliyor ve rahatlıyordu.

Aynen onun gibi bizde zulüm ve haksızlığa uğradığımızda da “Elhamdülillah” diyebilmeliyiz.

Ahireti dikkate almaz isek, dünya çekilmez hale geliyor. Uğradığımız haksızlıkların şiddeti ve öfkesi ancak ahiret inancıyla yatışıyor.

Ayrıca insan birilerini affedebildiği ölçüde stresten kurtuluyor, rahata eriyor. Zaten haksızlığı yapan tövbe edip helalleşmezse cezasını Cehennemde ebediyyen çekecek.

Soğuğa hiç aldırış etmeden; hem namaz için cemaate (özellikle sabah namazına) hem de Nur Sohbetlerine Bismillah”Ya Rabbi tesirini sen halk et” diyeyek evden çıkmalıyız.

Göreceksiniz, maddi bazı sıkıntılarınız olsada ahiret için çok büyük kazançlar elde edeceksiniz, İnşaallah..

Erdoğan AKDEMİR

nurdergi.com