Etiket arşivi: tarih

Ben Diyarbakır’ım! (Şiir)

 Kültür ve tarih şehriyim.

Anadolu’nun Yurt olduğu yaklaşık 50 uygarlıktan 26’sinin izi var bende.

O günden günümüze tarihi, kültürel, estetik ve sanatsal şahsiyetime izin vermeden ulaşabilmeyi başarmış bir kentim.

Ben Diyarbakır’ım,

Peygamberler, Nebiler ve Sahabeler kentiyim.

Bende 6 Peygamber ve 27’si şehit 541 Sahabe yatmaktadır. Mekke ve Medine’den sonra en çok Sahabe bağrımda barınmaktadır.

Ben Diyarbakır’ım,

Dünyanın Çin Seddi’nden sonra en uzun, en geniş ve en sağlam yaklaşık 9000 yılı aşkın bir geçmişe sahip Surlarla tanınıyorum.

Bu surlar insanlık tarihinin en büyük miraslarından biri olup, hiç kuşkusuz görülmeye değer yerlerin başında gelir.

Yapısı, sağlamlığı, taşıdığı yazıtlar, kabartmalar ve şekillerle dikkati çeken 12 değişik dönem yazıtlarını okumak mümkün.

Ayrıca, Bin yıllarca eskiye uzanan, içine çocukların sığabileceği büyüklükte Karpuzlarım var.

Ben Diyarbakır’ım,

M.Ö. 14. Yüzyıldan günümüze kadar Amed,  Amid, Amidi, Amida, Karaamid, Hamid, Karahamid, Diyar-i Bekr, Diyarbekir ve Diyarbakır isimleriyle anılmışım.

Ben Diyarbakır’ım,

Tarih öncesi dönemlerden itibaren her devirde önemini korumuş, Anadolu ile Mezopotamya, Avrupa ile Asya’ya doğal bir geçiş yolu, bir köprü görevini yapmış ve çeşitli uygarlıkların tarihi ve kültürel mirasını günümüze kadar taşımışım.

Ben Diyarbakır’ım,

Şark Bülbülü Celal Güzelses’in nağmelerini dinleyip, Gazi Köşkü’nde, Hevsel Bahçeleri’nde, Ben-u Sen’de ve Fis Kayası’nda dantel dantel işleyen inceden inceye yürekte yanar közüm.

Hele gün batımında kirpikleri ıslanarak yüreğine sızı düşen gurbetçilerin gönlünde yatan özüm.

Ben Diyarbakır’ım,

Havamı, suyumu ve toprağımın kokusunu hisseden, uykuları kaçan ve beni rüyalarında gören gönül dostlarının gerçek dostuyum.

Ben Diyarbakır’ım,

Tarih boyunca 26 medeniyete beşiklik ettim, otuz medeniyeti emzirdim. Besledim, büyüttüm. Tarihin her döneminde önemli oldum. Siyaset merkezi oldum. İdare Merkezi oldum. Ticaret Merkezi oldum, Sanat ve edebiyat merkezi oldum.

Ben Diyarbakır’ım,

İmajım, dün olduğu gibi bugün de barış, kardeşlik, huzur ve hoşgörü üzerine kuruludur. Dünyanın birçok şehrinin kıskanacağı tarih zenginliğine sahip, evrensel kültürün oluşturduğu tüm ortak paydaları bünyemde barındırmaya ve toplumsal kalkınmamla huzur ve refah başta olmak üzere ülkenin en gelişmiş kentlerinden biri olmaya devam ediyorum.

Ahmet TANYERİ

DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Tarih, Bediüzzaman’ın Müsbet İman Hizmetini Doğruladı

Tarih.Bediüzzaman.Musbet.iman.Hizmetini.DogruladiBediüzzaman’ın Şuâlar adlı eserindeki içtihadı günümüz Müslümanlar’ının hareket tarzını belirlemesi açısından hizmet metodunda bir milad hüviyetindedir. Bediüzzaman, Şuâlar’da Bakara Sûresi’nin 257. âyetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini tefsir ederken, bu ibarenin ebced ve cifir hesabıyla 1350 (miladi 1931-1932) tarihine işaret ettiğine ve bu tarihte de vicdan hürriyeti hükümetlerde siyasî bir ‘düstur’ hâline geldiğini tesbit ederek, artık yönetimin laik cumhuriyete dönmesinden dolayı, zorlama ve silahla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu, ‘iman-ı tahkikî kılıcıyla’ yapılacak olan manevî cihad döneminin başlamış olduğunu duyurmuştur. (Şuâlar, 79)

Doğru İslâmiyeti yaşamak, başlangıcından bu yana Müslümanları düşündüren bir konu olmuştur. Hz. Peygamber (asm) zamanında çıkan herhangi bir problem, anında Allah Resûlüne (asm) sorulabildiğinden büyümeden çözülebiliyordu. Ancak sonraki dönemlerde karşılaşılan problemler İslâm toplumlarında farklı yaklaşımların yaygınlaşmasına zemin hazırladı.

Müslümanların karşı karşıya bulunduğu bu olgu Dört halife devrinin sonlarından itibaren zihinleri meşgul etmeye başladı. Fakat, Emevilerle birlikte İslâm, meliklerin veya hükümdarların icraatı şeklinde uygulandığından bu konuyu yeteri kadar tartışma imkânı olmadı. Ancak, Osmanlı Devletinin son zamanlarına doğru batılı değerlerin bütün dünyada yaygınlaşmaya başlaması Müslümanın yeni veriler karşısında yerinin belirlenmesi zaruretini ortaya çıkardı.

“İcab-ı asra intibak” reddedilemez bir vakıa olarak İmparatorluğun kurumsal yapısına olduğu gibi toplumsal yapısına da giriyordu. Bu asrın icaplarına uyma süreci, Cumhuriyet döneminde elitistlerin kendi belirledikleri kodlara uygun toplum yapısı üretmesi şeklinde anlaşıldı. Bu eğilimi modernleşme ideolojisinin yeni yeni girmeye başladığı bütün İslâm toplumlarında görmek mümkündü. Bağımsızlığını yeni kazanmış İslâm ülkelerindeki yönetici elitler “Batılı bir toplum yapısı” inşa etme çabası içine girmişlerdi.

Yirminci yüzyılın ilk yarısı, Müslümanların her açıdan çıkış noktası aradığı bir zaman dilimi oldu. Yerkürenin kuzeyinde yaşayan İslâm toplumları, Stalinizmin ağır baskısı altında ezilirken, Kuzey Afrika, Arabistan ve diğer Ortadoğu ülkeleri fakirlik ve Batının manevî istibdadı altında eziliyordu. Hilafet-i İslâmiyeyi temsil eden Devlet-i Âliye’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti giderek tamamen dünyevî esaslar üzerine oturmuş, ve din ‘laiklik’ adı altında tamamen kamusal alandan uzaklaştırılmıştı.

Bu şartlarda modern dönemin verilerini dikkate alan yeni bir yaklaşım gerekiyordu. İslâm düşüncesinin yeniden inşası anlamına da gelecek bir tutumla doğru İslâm yeni görünümünü kazanacaktı. Bu amaçla farklı İslâm toplumlarının içerisinden çıkan birçok öncü yeni fikirler üretiyordu. Bu öncülerin arasındaki en temel bir fark hem içerikte, hem de metotta kendini gösteriyordu.

“Böyle bir zamanda İslâmı nasıl yaşamak gerekmektedir? Kur’ân’ın ve hadislerin gösterdiği hakikatleri nasıl anlayabiliriz?” gibi sorular bu öncü âlimler tarafından çözümlenmeye çalışılıyordu. Bu çabalar iki ana noktada düğümleniyordu:

Bunlardan ilki, devlet kadrolarının elde edilmesi ile herşeyin düzeleceğine inanan siyasî görüşlerdi. İkincisi ise iman ve insan merkezli bir yaklaşımı savunarak, gelişmenin tavandan değil tabandan olacağını savunuyordu. Bu iki görüşün en yerinde ve kayda değer örnekleri Mısır’da kurularak gelişen İhvan Hareketi ve Türkiye’deki Risale-i Nur hareketidir. Her iki hareketin de tarih içerisinde yer aldıkları süreç hemen hemen aynı zaman dilimine rastlar.

Müslümanlar geçen asrı bu iki ekolün tecrübeleriyle geçirdi. Yirminci yüzyıl adeta bir “toplumsal laboratuvar” olmuş, bu hareketlerin başarısı test edilmiştir.
Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’nda (390) İsa Abdülkadir’in Bağdat’ta yayınlanan Eddifa’ gazetesindeki yazısından yaptığı alıntıda belirttiği gibi farklılık hem içerikte, hem de yöntemde idi.

YÖNETİME TALİP OLMA/OLMAMA

İsa Abdülkadir, İhvan hareketi ile Nur Talebeleri arasındaki farkı, “Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil. İhvan-ı Müslimin ise, memleket ve vaziyet sebebiyle, siyasetle din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.” şeklinde ifade eder. (390) 1928’den itibaren bütün planlarını devleti ele geçirmek üzerine yapan İhvan hareketi etkili olduğu ülkelerde sürekli baskı altında tutularak iktidara yaklaştırılmamıştır. 1966’da hareketin öncülerinden Seyyid Kutup’un yargılanarak idam edilmesi ve 1982’de Suriye’nin Hama kentinde Hafız Esed tarafından binlerce hareket mensubunun öldürülmesi olaylarından sonra, kendini yeniden gözden geçirmek durumunda kalmıştır.

Bu hareket mensupları amaç edindikleri iktidarı elde edememelerine rağmen, İran’daki mollalar 1979 Tahran baharı ile amaca ulaşmışlardı. Ancak İran devrimi, Şiî-Caferî anlayışının pratiğe dökülmesi anlamına geliyordu. İlk defa İslâm adına bir halk ayaklanması yapılmış ve iktidar elde edilmişti.

Caferî mezhebi teorisine göre, imamet (yönetim) imanın bir cüz’ü sayıldığından hilafeti ihya etmek zaten imanî bir vecibe kabul ediliyordu. Bundan dolayı iktidarın kazanılmasında dinî duygular etkili olmuştu. Yönetim müstebit şahın elinden alınmış, Mollalara teslim edilmişti. Fakat geçen zaman içerisinde, yönetimde mollalar hâkimiyetinin kurulduğunu gören insanlar, “Toplumun menfaatini dinî lider mi daha iyi bilir? Yoksa halkın ma’şeri viçdanı mı?” sorularını tekrar ederek mevcut durumu eleştirmeye başladılar. Son seçimlerde Cumhurbaşkanı Hatemî yanlılarının başarılı olması Humeyni teorisinin yara alması anlamına geliyordu. Dini lider Ali Hamaney’in sadece din adamı olmaktan kaynaklanan yetkileri (Velayet-i Fakih) tartışılmaya başlıyordu.

İran’da İslâm adına yapılan devrimi The Guardian gazetesinin İran üzerine uzman yazarı Davit Hirsti, “İslâm devrimi İranlıların sonunda yalnızca mollalar tahakkümüne karşı değil, bizzat İslâm inancına karşı da tavır almalarına yol açtı” şeklinde değerlendiriyordu. Bunun “dinî okullara gidenlerin sayısındaki azalmadan, anne babaların çocuklarına İslâm-öncesi, Fars isimlerini vermelerine kadar uzanan işaretleri her yerde görülüyor. Eğer İranlılar kendi öz kültürlerine bağlı kalma arzusunda iseler, şimdilerde bunu dinde değil milliyetçilikte arıyor.” (International Herald Tribune, 19 Şubat 00) Bu örnek dinin siyasallaştırılmasının dine zarar getirdiğini gösteriyordu.

İhvan hareketi ve buna müteakip İran devrimi Türkiye’deki Müslümanların da bu yaklaşımlardan etkilenmesine neden oldu. Seyid Kutup, Hasan El Benna, Ali Şeriatî, Mevdudî, Humeyni gibi kişilerin eserleri Türkçe’ye çevrilerek İslâm’ın siyasal yönü olarak takdim edildi. Hâlbuki, bu bağlamdaki düşünceler Caferî mezhebinin ilkelerine uygunluk arzettiği hâlde Ehl-i Sünnet anlayışına uygun düşmüyordu. Çünkü Ehl-i Sünnet’e göre yönetim meselesini imanın bir cüz’ü gibi saymak yada din adamları teokrasisinden söz etmek mümkün değildi.

Bu açıdan Bediüzzaman, devleti kutsallaştırmak yerine bir “hizmet organı” olarak kabul ediyor; yöneticileri ise hâkim yerine, hizmetçi olarak tanımlıyordu. Teknik bir kavram olarak devlet, içinde yaşayan insanların temsil yetkisini almış seçilmişler tarafından yönetilmeliydi. Bir kişinin “din adamı” veya “dindar” olması ona yönetimde söz sahibi olmak için bir imtiyaz sağlamazdı. İnsanın bozuk saatini tamir ettirmek için, mahir olmayan dindar bir kişiye götürmesinden, mahir bir gayr-i müslim ustaya götürmesi daha uygun olduğu gibi, devleti de yönetim sanatında mahareti olanlar yönetmeliydi. Aksi hâlde din, iktidarı elde etmek için siyasî bir araç konumuna düşebilirdi. Yönetimi ele geçirmek için din, hiçbir zaman araç olarak kullanılmamalıydı.

Siyasî bir parti veya cemiyet şeklinde organize olarak yönetime talip olmanın elmas hükmündeki hakikatlerin değerini düşüreceği için, din adına siyaset yapılmamalıydı. Böyle bir yaklaşım hak ve hakikatin tekel altına alınması anlamına da geleceğinden Bediüzzaman, buna şiddetle karşı çıkıyordu.

Günümüzde ise, 28 Şubat 1997’de başlayan süreç, bu ölçülerin test edildiği bir dönem oldu. Mısır’da, Cezayir’de, İran’da olduğu gibi, Türkiye’de de siyasal İslâm’ın başarısızlığını gösteren örneklere bir yenisi eklendi. Zamanın Refah Partisi’nin iktidara gelişi ile birlikte toplumun belli bir kısmı tarafından dinin siyasallaşma eğilimi tepkiyle karşılandı. Yukarıda İran için söylediğimiz gibi toplumun belli bir kesiminin İslâmiyete karşı bir tavır takınması söz konusu oldu. Toplumda laik-antilaik şeklinde bir cepheleşme meydana geldi.

Oliver Roy’un 1992’de yayınlanan “Siyasal İslâm’ın İflası” adlı eserinde siyasal İslâm’ın iktidara gelebileceği fakat tutunamayacağı tezi bir bir gerçekleşmeye başladı. Fakat, bu olgu İslâm’ın zaafı değil, Bediüzzaman’ın tanımladığı doğru İslâm’ın zaferinin habercisiydi.

CİHAD ANLAYIŞINDA MİLAD

Yakın geçmişte devleti ele geçirmeyi hedeflemiş siyasal İslâm’ı temsil eden hareketlerden önemli bir kısmı bu amaca ulaşmak için şiddet kullanımında herhangi bir beis görmemişlerdir. Bu şiddet eğilimleri İslâm toplumlarının tarihî tecrübeleriyle (özellikle Haçlı seferleri) birleştirilince İslâm ve şiddet kavramı yan yana düşünülmeye başlanmıştır.

Hâlbuki, İslâm’da sulh esastır. “Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Aralarında barışın kalıcı olmasını temin ediniz.” (Hucurat, 49/9) gibi birçok âyet-i kerîme Müslümanlar arasındaki barış ve kardeşliğe dikkat çekmektedir. (Fetih, 48/29; Hucurat, 49/9; Maide, 5/32; Nisa, 4/93)

Gayr-i müslimlerle ilişkilere gelince, Hz. Peygamber (asm) herhangi bir saldırı olmadan savaş açmamıştır. Kur’ân’daki savaşla ilgili bütün âyetler Müslümanlara karşı yönelmiş fiili bir tehdit ve tecavüzü bertaraf etmek üzere nazil olmuşlardır. İnsanlığın siyasî-sosyal tarihi boyunca kaçınılmaz olan harp hukukunu ve savaşın kurallarını tanzim etmektedirler. Hz. Peygamber’in (asm) savaşları bu prensibin ve kuralların hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları hep müdafaa savaşlarıdır.

Mekke’nin fethi dahi Kureyşliler ve müttefiklerinin Hudeybiye Barış Antlaşması’na aykırı olarak Müslümanlara saldırmaları nedeniyle olmuştur. Huneyn Seferi de keza Müslümanlara karşı başlatılan saldırı nedeniyle yapılmıştır. Tebük Seferi ise kuzey Araplarının Bizans’ın kışkırtmasıyla Medine aleyhine birleşmekte oldukları haberinin alınması nedeniyle yapılmıştır.

Çağımızda da Bediüzzaman, dahilde ve hariçte yapılan cihadı birbirinden ayırmıştır. “Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı manevîyedeki fark pek azimdir” diyerek dahilde kuvvet kullanımını uygun görmemiştir. Ona göre, ancak ülke haricinden gelen tecavüzlere karşı kuvvet kullanılabilir ve askerlik vazifesi de bunun içindir. (Emirdağ Lâhikası, 456)

Bütün bunlara bir örnek daha verecek olursak, İhvan hareketinin öncülerinden Seyyid Kutup’un Maide Suresinin 44. âyetinin, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” meâlindeki kısmını yorumlayış biçimi, dahilde yöneticilere karşı kuvvet kullanımını meşrulaştırmıştır. Aynı âyet-i kerîmeyi Münazarat adlı eserinde tefsir eden Bediüzzaman ise, “…kim hükmetmezse…”den anlaşılması gerekenin, “…kim tasdik etmezse…” olduğunu belirtir. (Münazarat, 124) Bediüzzaman’ın bu yorumu, namaz kılmayan ya da İslâm’ın herhangi bir emrine uymadığına vehmedilen bir yöneticiye karşı kuvvetle müdahale eğiliminin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Bununla haricî refleksleriyle hareket eden kesimlerin haksızlıkları da ortaya konulmuş oluyordu.

Bediüzzaman’ın Şuâlar adlı eserindeki içtihadı yeni zamanlarda yaşayan Müslümanlar’ın hareket tarzını belirlemesi açısından hizmet metodunda bir milad hüviyetindedir.

Bediüzzaman, Şuâlar’da Bakara Suresinin 257. ayetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini tefsir ederken, bu ibarenin ebced ve cifir hesabıyla 1350 (miladi 1931-1932) tarihine işaret ettiğine ve bu tarihte de vicdan hürriyeti hükümetlerde siyasî bir ‘düstur’ hâline geldiğini tesbit ederek, artık yönetimin laik cumhuriyete dönmesinden dolayı, zorlama ve silahla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu, ‘iman-ı tahkikî kılıcıyla’ yapılacak olan manevî cihad döneminin başlamış olduğunu duyurmuştur. (Şuâlar, 79)

Bu dönem, kılıçların kınına girdiği; aklın, ilmin ve marifetin hakim olduğu bir dönemdir. Dinin hakikatlerini gözlere gösterecek olan ‘Risale-i Nur’ ise manevî cihad vazifesini üstlenmiştir.

Bugün Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının elli üçüncü yılında, geriye şöyle bir dönüp baktığımızda tarihin şahitliklerine gözlerimizi kapatamıyoruz. Geçen asır Bediüzzaman’ın istikrarlı ve tavizsiz çizgisine şehadet ediyor. Her kafadan bir ses çıktığı günümüzde, zamanın doğruladığı hakikatlerı içeren Risale-i Nur Külliyatı günümüz insanının müracaat kitabı niteliğindedir.

Risale-i Nur Enstitüsü

Tarihimizin İlim İrfan Merkezleri Medreseler

Medrese, Müslüman ülkelerde orta ve yüksek öğretimin yapıldığı eğitim kurumlarının genel adı. Medrese kelimesi  Arapça ders kökünden gelir. Medreselerde ders verenlere müderris denir.

Medreseler de hem dini ağırlıklı Fıkıh,Tefsir,Kelam,Akaid,Hadis gibi dersler verildiği gibi.Müsbet ilimler diye adlandırdığımız Sarf, Nahv (Morfoloji, cümle bilgisi), Mantık, Adab-ı bahis (Tartışma adabı), Belagat (Güzel konuşma, retorik), İlm-i heyet (Astronomi ve astroloji),Geometri, İlm-i hesap(Matematik) gibi dersler verilirdi.

Geçen akşam  Yazarlar Birliği toplantısında  Harran Ünv. İlahiyat bölümü öğretim üyesi Yrd.Doç Dr. Cüneyd Gökçe hocamızın ‘Şark Medreselerinde Dil ve Eğitim” adlı söyleşisinden Medreseler ilgili bir kaç anekdot aktarmak istiyorum.

– Medreselerde eğitim sisteminde öğrenciler

1-Fakke

2-Talip

3-Mella (Arapça İllimle dolu anlamına geliyor).

– Doğuda ders veren  Müderrislere Seyda denir.

– Medresede tatil Perşembe ikindide başlar.Cuma günü ikindide biter.Medreselerde vaktini boşa geçirmek yoktur.Talebeler tatilde bile derslerini tekrar amacı ile birbirlerine bilmeceler sorarlar.

– Medreselerde süre ve sınıf yerine Sıra kitapları vardır.Yani 1.sınıf,2. sınıf,3. sınıf yerine 1. Kitap,2.Kitap,3. kitap yar alır.Süre sınırlaması yoktur.Bir öğrenci zeki ise çok kısa zamanda medreseden mezun olup icazet alabilir.

– Medreselerde Sarf, Nahv (Morfoloji, cümle bilgisini bilmeyen birisinin ilerlemesi düşünülemez.

– Medreselerde en önemli kitapların başında Molla Cami gelir.Kitabın asıl ismi El favadil Diyaiye Fi Şerhil Kafiye’dir.Daha sonra bu kitap çok ünlü olduğundan Molla Cami ismini almıştır.

– Hoca ve talebe arasındaki ilişki çok büyük bir saygı ve sevgiye dayanır.Talebe hocaya konuşurken 3. şahısla konuşur gibi konuşuyordu. Örnek: Zatı alilerin bizden bir isteği varımıdır ?

– Doğudaki medreselerin temelinde Arapça yer alırdı.Batı ve Karadeniz’deki medreseler  ise daha çok Kuran-ı Kerim ve kıraatine önem verirlerdi.Bu durum daha sonra bazı müderrislerin etkisi ile aynı oldu.

– Seyda yani bir müdderis her ilimden anlardı.Kendisine sorulan her soruyu cevaplayacak bilgi ve birikime sahipti.Bunun içine Matematikte,fizikte,fıkıhta,kelamda olsa her ilimde belli bir bilgi birikimine sahipti

– Medreselerde en son okunan kitap cem-ul cevami’dir.Bu kitaptan sonra talebeye icazet(Diploma) verilir.Böylece talebe artık Mella olur ve ders verebilecek seviyeye gelir.

Medrese eğitiminin verildiği dönemde öğrenci hem dini yönden hemde bilimsel anlamda çok iyi bir eğitim alırdı.

Bediüzzaman Hazretleri bu eğitimi; Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir.  Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.“ (Risale-i Nur / Münazarat) sözleriyle çok güzel açıklar.

Yani nasılki midemizin gıdası ayrıdır. Gözümüzün ve kulağımızın gıdası ayrı ayrıdır. Gözün gıdası güzel manzaralar, kulağın ise seslerdir. Aynen öyle de aklımızın gıdası ile kalbimizin gıdası da farklıdır. Aklın gıdası bilim, mantık ve fenlerdir. Kalbin gıdası ise sahibini (yaratanı) bulmak onu tanımak ve ona tesbih, namaz, dua ve ibadettir. Biri eksik oldu mu, insan da eksik olur.

– Evet birileri bize hep  medreseleri geri kalmışlığımızın sebebi olarak göstermeye çalıştılar.Batıdan getirilen bazı eğitim sistemlerini kurtarıcı olarak tanıtmaya çalıştılar.Ölçüsü ,bize uymayan bir elbiseyi giydirdiler.Bu elbise hep dikkiş attı.Hep yama ile kapatılmaya çalışıldı fakat nafile bir türlü yamalar da tutmadı.Günümüz eğitim sisteminin durumu bizim aktardığımız yanlışı destekleyen en iyi örnektir.

Başka bir durum da yukarıda bahsettiğimiz Medreseler Avrupa’nın Ortaçağ diye adlandırdığı karanlık döneminde İslam dünyasını aydınlatan İlim ve İrfan yayan merkezler konumundaydı.Avrupa için karanlık olan bu dönem İslam dünyası için günümüz de çağdaş  Avrupa  Üniversitelerinde kitapları okutulan büyük İslam alimlerinin yetiştiği dönemdir.

Hamit DERMAN

Tarikat ehli son şahitler – Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi Hz

Şeyh Melek alim bir kimse idi. Talebe iken babasından okumuş, amcalarının medresesi varmış, ocaktan yetişmiş, çok edep erkan sahibi bir kimse idi. Kırk yaşlarında var idi. Elinde kitapla gezer, kimi zaman yanımıza gelir, ders dinlerdi. Bana çokça hürmet gösterir “Sen beni hayata bağladın içimdeki kötülükleri temizledin derdi” Aramızda samimi bir dostluk peydâ olmuş idi. Bana gelerek “Molla Muhammed seninle Said-i Nursî’ye gidelim” diyerek rica ediyordu. O zamanlarda maddi manevî çok sıkıntıda idik. Fakat Peygamber (s.a.v) Efendimizin telkini bizleri bu seyahate çıkmaya mecbur etti. Birlikte bahar vakti yola çıktık.

Köylerde vaaz ede ede Isparta’ya geldik. Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini bulduk. Bize de bir oda gösterdiler. Yanımıza da birkaç arkadaş verdiler. Onun yanında toplam 15-16 kişiydik. İçimizden bize göre yaşça kamil  Hüsrev gibi beş altı kişi muharrir idi. Said-i Nursî (rh.a) hazretleri gelir –kitaplara bağlı kalmaksızın- irticalen ders işler muharrirler de sözlerini hemen kaleme alırlardı. Biz de yazılanları tashih eder, noktalar, harekeler ve işaretlerdik.

 

Said-i Nursî (rh.a) değişik bir mizaca sahip idi. Ondan da bir kap ilim aldık. Yanına vardığımız zaman Şeyh Melek kardeşimiz, bizi Said-i Nursî (rh.a)’e “Benim kardeşimdir.” diyerek takdim etti. Said-i Nursî (rh.a) Şeyh Melek’i çok severdi. Bazen Kürtçe ona laf atardı.

Isparta’da Said-i Nursî (rh.a)’in yanında 2 ay kaldık, sonra 5 ay da mahkeme için gittiği Afyon-Barla’da yanında bulunduk. Zira onu takip eden talebeleri vardı. Bizler de ardı sıra gittik. Bu zaman zarfında risalelerin tashihi kimi zaman yazımı ve mütalaası ile meşgul olduk. Bazen öyle bir hal vuku bulurdu ki mütalaa esnasında evliyalar gelir yanlışları düzeltirlerdi. Ben mi böyleydim, yoksa herkeste de bu haller vuku buluyor muydu bilmiyorum. Sanki bu yedi ayı evliyalar ile birlikte geçirdik.

Said-i Nursî (rh.a) evliyaların himmetlerine nail olmuş, kimi ehlullahın meclislerinde bulunmuş onlardan el hayrı almış bir zat idi. Tasavvufî yönü vardı. Velilerin hallerine, yüce mevlanın ilhamına mazhar olmuş bir hali vardı. Kendisi veliyullahtı. Yanında iken bazı kerametlerine şahit olduk. Bir gün Said-i Nursî “Oğlum kaldığınız yerden ayrılın bu gece orası baskına uğrayacaktır” diye haber verdi. Biz de evden çıktık o gece ikamet ettiğimiz ev jandarmalar tarafından basılmış, başka yerden birkaç talebeyi götürmüşler ise de bizleri bulamadılar.

Bir gün ders okutuyordu “Ben İstanbul’a gideceğim sizden ayrılacağım, sizi seviyorum” diye konuşuyordu. O an ağlamışım, cezbeye kapılıp kendimden geçmişim, Bana seslendi “Gel” dedi. Elimden tuttu. Elini öptürmezdi. Bana dua etti. Arapça dua ederdi. Duasını “Yâ Rab bu kardeşime Mevlevi kolundan el hayrı veriyorum sen kabul eyle” diyerek bitirdi. Bana “Senin mizacın tasavvuf, Neslin tasavvufçudur. Ben Rusya’dan esaret dönüşü İstanbul Yenikapı Mevlevihânesi’nde kaldım oradan el aldım, bu el hayrını sana aktarıyorum, ileride lazım olacak bu kapıdan ilham alacaksın.” diye söyledi. Halbuki ben kendisine tasavvufî bir meşrebimin olduğunu söylememiştim fakat onun insanların hallerini ve gönüllerini gözetlediği bir hali vardı.

Said-i Nursî (rh.a) hazretleri Rusya esareti akabinde İstanbul’a gelmiş Mevlevihane’de misafir kalmış, kendisi bekar idi, çeşitli zamanlarda tekkelerde kalmış. Bizlere el hayrı verirken Hüsrev ve Şeyh Melek dahil yedi sekiz kişi vardı.

Bu olaydan kısa bir müddet sonra Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini İstanbul’a götürdüler. Biz de manevî bir işaret akabinde Kayseri’ye geri döndük.

Said-i Nursî (rh.a)’in yanında bulunduğumuz sıralarda bana içinde cifrî hesaplarının bulunduğu, gelecekle ilgili kimi çıkarımlarını anlattığı ve nice hadiselere değindiği altın yaldızlı bir kitabını hediye etmişti.

1968 yılı başlarında hakkımızda tekke kurmak, şeriat kanunlarını geriye getirmeye çalışmak, anayasayı ve yasaları zorla tebdil ve tagayyür etmeye teşebbüs etmek ayrıca  Risâle-i Nur’un hizmetinde bulunarak bu eserlerin tedrisatını yapma suçlaması ile Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesinde hakkımızda dava açıldı. 163. maddeden 24 yıl ağır ceza istemiyle yargılanıyorduk. İstanbul Barosu başkanı Av. Bekir Berk de mahkememize müdahil olarak bizleri savundu.

Mahkememiz bir yılı geçkin devam etti. Bizler bu müddet zarfında Kayseri’de Risale-i Nur okutuyorduk. 1969 senesinin ocak ayında mahkememiz beraat ile sonuçlandı. Mahkeme ardından Ankara’ya gitmem hususunda manevî bir işaret geldi. Orada bir medrese vardı. Bir müddet burada Risâle-i Nur okuttuk, çeşitli ilmî tedrisât ile meşgul olduk…

Kaynak: Tarihce-i Hayat – “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”

Şeyh Seyyid Muhammed Hoca Efendi Hz. kimdir?

Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi

 

Evlad-ı resul olan ve medrese usulü ders gören Seyyid Muhammed (k.s.) Efendi Çorakçızade Hacı Hüseyin (k.s.) Efendi`den eperye, sarf, aruz, kessaf, müntakayi, kelam; Ömer Nasuhu Bilmen`den kelam ve felsefe; Hacı Yusuf Eken`den ilm-i meani, Camii Kebir imamı Ahmet Efendi’den de farsça dersleri aldı.

 

Yurdun birçok yöresinde imanlık ve vaizlik görevlerinde bulundu. Birçok alimin ve tasavvuf ehli kimsenin sohbet halkalarına katıldı. Barla’da Said Nursi hazretlerinin altı ay kadar sohbetlerine devam etti. Vaazlarında sisteme muhalefet ettiği gerekçesiyle 1968 yılında 163. maddeden dava açılıp, Kayseri 1. Ağır ceza Mahkemesinde 24 yıl ceza istemiyle yargılandı. Av. Bekir Berk’in yaptığı savunma ile beraat etti.Seyyid Muhammed Efendi, talebelik yıllarında İslami tedrisin yasak olması nedeni ile saklılık içerisinde alimlerin meclislerine gelebiliyordu.

Başta Hunad ve Cami-i Kebir olmak üzere ilim tahisilinde bulundukları camilerin en üçra ve saklı odalarında sayıları on beşi geçmeyen bazen de birkaç öğrenciye kadar inen kimseler ile ders işleyebiliyordu.

Uzun yıllar ilim tahsiline devam eden Seyyid Muhammed Efendi dedelerinden gelen Kadiri, babasından intikal eden Halidî-Nakşi, Çorakçızade Hacı Hüseyin Efendi’den el hayrını aldığı Ebheri ve Said Nursi’den aldığı Mevlevi kollarının müşidliğinde bulunmaktadır.

Seyyid Muhammed Efendi Hazretlerinin Tevazu ve alçak gönüllülüğünün tarifini yapmak mümkün değildir. İnsanlar arasında ayırım yapmamalarına rağmen ilim sahiplerine, hafızlara, fakirlere ve edepli insanlara daha fazla zaman ayırırlar.

Yanında sükut ve edep sahibi kişilerin ayrı bir önemi vardır. Kimseye kızmaz ve kimseden incinmezler. Davete mutlaka icabet ederler, gelenlere iadei ziyarette bulunduğu gibi gelmeyene de giderler. Gerek müridlerinden, gerekse müridi olmayanlardan misafiri hiç eksik olmaz. Kimse ile münakaşaya girmez, sevenlerini üzüntüye garketmez, tam tersine kurtuluşu müjdelerler. İslamın bütün şartlarına uyduğu gibi, tebliğ emri ilahisine de mümkün olduğu kadar uyarlar. Müridlerine, her zaman Allah´ü Tealayı zikretmenin üstünlüğünün tebliğ edilmesini tavsiye eder.

Bugün İstanbul/Zeytinburnunda ikamet eden Seyyid Muhammed Hoca Efendi, her yıl geleneksel haline gelmiş “Gavs-ül Azaman Seyyid Abdülkadir Geylani Anma Günü” düzenlemekte ve programa ev sahipliği yapmaktadır. Neredeyse tüm Dünya ülkelerinden Kadiri Şeyhleri programa iştirak etmektedir. Bugün 85 yaşında olmasına rağmen bir sürü kıymetli eserler yazmıştır. En son çıkan eserleri “Seyri-i Dil” ve “Hikem-i Aşk” hayli bir ilgi görmektedir.

Ayrıca Orjinal Osmanlı Belgeleriyle düzenlenmiş olan ve 4 ciltli eseri “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”  ise bugün hem Türkiye’de hem değişik dünya ülkelerinde kaynak olarak kullanılmaktadır.

Seyyid Muhammed Hoca Efendi’nin “Askın Miracı” adlı kitabından bir alıntı.

Evliyaullah Allah’ın elinde bir kalemdir:

Kalem kâtibin elinde hareket eder. Ehlullah da Allah’ın hükmü ve hikmeti ile hareket eder. Kalemden  yazı zuhura geldiği gibi evliyâdan da hikmetler ve hayırlar meydana çıkmaktadır.

 

Allah´ü Taala himmet ve dualarını üzerimizden eksik etmesin.(Amin)

Daha ayrıntılı bilgi icin www.muhammediye.net sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

 

Arif Ağırbaş

https://www.facebook.com/arif.agirbas

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Osmanlı’da Modern Yüksek Öğretim Nasıldı?

Fenler evi manâsına gelen Dârülfünûn, Tanzimat döneminde (1839-1876) medrese dışında yeni bir yüksek öğretim müessesesinin kurulması düşüncesinin ürünüydü. Mânidar bir şekilde Dârülfünûn denilmesinden anlaşılacağı üzere, Şeyhülislâmlık makamına bağlı medreselerden oldukça farklı bir zihniyeti temsil ediyordu. Medreselerle Dârülfünûn arasındaki en önemli ayrım, medreselerde fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte öğretilmesiydi.

Fatih Sultan Mehmed döneminde açılan Sahn-ı Seman Medresesi ve ardından kurulan Süleymaniye Medreselerinde astronomiden tıbba farklı sahalarda ilimler okutulmuş; ancak bugünkü mânâda akademik unvanlar, bölümler, kürsüler kurulmamış ve yayın yapılmamıştı. Bu yönüyle Osmanlı’da yüksek öğretim, 15. asır ortalarında başlar; fakat günümüz üniversitelerine benzeyen yüksek öğrenim, Dârülfünûn’un açılmasıyla başlamıştır denebilir.

19. asırda müşahede (gözlem) ve ispata dayalı (müspet) bilimlere “fen” deniliyordu. Yani içinde ulûm (dinî ilimler) olmayacaktı. Medrese ise, ulûm ve fünûn demekti. Dârülfünûn’da kalbin ve aklın tatmin edilmesinden bahsedilmiyor; sadece görünür, tatbiki, aklî ve fennî olana atıf yapılıyordu. Burası bir Darülhadîs (hadîs ilmi okutulan yer) bir Darülkurra (Kur’ân ilmi okutulan yer) değildi.

Osmanlı tarihinde Sultan 1. Abdülmecid’in zamanında Gülhane’de Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla (Kasım 1839) başlayan Tanzimat döneminde, hukukta olduğu gibi eğitim sisteminde de köklü ıslahatlar yapıldı. Osmanlı eğitim teşkilâtı bugünkü gibi ilk, orta ve yüksek olarak yeniden yapılandırıldı. Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin plânına göre, yeni kurulacak yüksek öğrenim kurumlarının gayesi, bilgi ve ahlâkça mükemmel olmayı hedefleyen, bütün fenleri okumaya hevesli ve devlet dairelerinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir müessese tesis etmek ve kafaların aydınlanmasını sağlamaktır. Bütün masrafların devlet tarafından karşılanacağı, talebelerin gece-gündüz barınıp çalışabileceği Dârülfünûn’un binası, Ayasofya Camii yakınında üç katlı, 125 odalı olarak İtalyan mimar Fossati’ye projelendirilmiş ve 1865’te bitirilmiştir. Fakat bu bina büyük geldiği için Maliye Nezareti’ne verilmiş ve Çemberlitaş’taki Nuri Paşa Konağı’nda ders başı yapılmıştır.

Peki, bu ilk üniversitemizin eğitim dili, müfredatı ve öğretim kadrosu nasıldı? Eğitim dilinin Türkçe olması benimsenmiş; ancak yabancı hoca mecburiyeti olan derslerin Fransızca verilmesi uygun görülmüştü. Bir müddet sonra (1876) yürürlüğe giren ve Fransa, Prusya, Belçika anayasalarından da esinlenerek hukuk komisyonunun hazırladığı ilk Osmanlı anayasasında öğrenim dili Türkçe olarak belirtilmiştir. Ders kitaplarının hazırlanması için “Encümen-i Dâniş” adıyla bir kurul oluşturulsa da, kitapların çoğu Avrupa’dan getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda ise ders kitabı ihtiyacı, tercüme eserler yoluyla karşılanmıştır.

Ahmet Cevdet Paşa’nın da içinde bulunduğu Encümen-i Dâniş, maârif alanında yapılacak ıslahat ve yeniliklere yol göstermek, ilmî araştırmaları teşvik etmek için 1851’de danışma kurulu olarak kurulmuştu. Osmanlı tarihini yazan J. Von Hammer, Türkçe-İngilizce, İngilizce-Türkçe sözlükleri yazan James Redhouse bu kurulun üyeliğine seçilmişti.

Dârülfünun’da Hikmet ve Edebiyat Fakültesi, Ulûmu Tabiîye Fakültesi ve Riyaziyat Fakültesi adıyla üç fakülte kurulmuştu. Temel dersler fizik, kimya, matematik, felsefe, tarih ve coğrafya idi. 19. asırda Avrupa’da olduğu gibi bu dersler umuma açıktı. Bu şekliyle 13 Ocak 1863’te dersler başladığında büyük ilgi görmüştü. İbrahim Edhem nezaretinde kimyager Derviş Paşa’nın fizik ve kimyaya dâir adıyla verdiği ilk ders büyük bir yankı uyandırmıştı. Mecmua-yı Fünûn’un yazdığına göre, dinlemeye gelenler yer bulamayıp dışarıda kalmış, hele Derviş Paşa’nın elektrik deneyleri hayret uyandırmıştı.

Nuri Paşa Konağı’nın yanması üzerine Dârül­fünûn, Divanyolu’nda günümüzde Basın Müzesi olarak kullanılan binada eğitime devam etti. Son yıl tamamen bitirme tezi olmak üzere, dört yıllık bir okul olan üniversitede, her ne kadar Fransız materyalist felsefesi hâkim olsa, Lâtince, Roma Hukuku, Fransız Medenî Hukuku okutulsa da, bunun yanında Arapça, Farsça ve İslâm Hukuku da okutulmuştur. Siyasî çalkantıların ve döneme damgasını vurmuş iç ve dış gelişmelerin tesirinin görüldüğü bu devirde, din ilimlerinin eklenmesi, Doğu-Batı sentezi yapılmaya çalışıldığının da açık bir göstergesi olarak okunmalıdır. O dönem Batı’da en yaygın akımlar olan Hümanizm ve Pozitivizm’in bütün başucu kitaplarının sipariş edildiği ve edebiyatın bile Servet-i Fünûn olarak tavsif edildiği hatırlanırsa, bu derslerin müfredata girmesinin kolay olmadığı anlaşılır. 1900 yılına gelindiğinde üniversitenin adı “Dârülfünûn-u Osmanî” olmuş ve bir İlahiyat Fakültesi (Ulûm-u Âliye-yi Dîniye ) de eklenmiştir.

Tanzimat döneminde doğmuş olan Osmanlılık ideolojisi (din, dil, ırk farkı olmaksızın herkesin eşitliği) doğrultusunda, meselâ 1. sınıf Fransızca dersine Konstantini Efendi, resim dersine Mösyö Giz, daha sonra yine Fransızca dersine, Maarif Meclisi üyesi Jan Aristoklas Efendi girebiliyor ve bu durum yadırganmıyordu. Açılış yılında başvurular ümit verici gözükmüş, 1.000 başvuru içinden 450 kişi bir giriş imtihanından sonra alınmıştı. Bu kişilerin çoğu medrese talebesi idi.

Dönemin Maarif Vekili Safvet Paşa, Osmanlı tarihinin ilk iki yüzyılında bilim ve fen adamlarına gösterilen himaye, saygı ve teşvik, iki yüzyıl daha sürdürülmüş olsaydı, Avrupa’nın uygar milletleriyle münasebet kurulur, bu milletlerin ilerleme hızıyla baş başa gidilir ve netice olarak ülke bugünkünden çok farklı olurdu, demiştir.

12 yıl Osmanlı’nın Paris Sefareti’nin sefirlik imamlığını da yapan, Batı bilimlerine âşina ve Batı materyalizminin tesirinde kalan Dârülfünûn Rektörü Hoca Tahsin Efendi’nin, halk arasında “Gavur Tahsin” olarak anılmaya başlanması, Cemaleddin Afganî’nin okulda verdiği bir derste, “Peygamberliği bir sanat, Peygamberimiz’i de (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sanatçı olarak zikretmesi”, şeyhülislâmlığın sert tepkisine sebep olmuş ve Dârülfünûn’u tartışılır hâle getirmiştir.

Bütün bu tartışmalar yaşanmış olsa da, Dârül­fünûn’un kökleşememesinin önemli sebeplerden biri, mâlî kaynakların yetersizliğidir. Osmanlı Dev­leti’nin 1875’te dış borçlardan dolayı mâlî iflâsını ilân ettiği (Muharrem Kararnamesi) hatırlanırsa, talebe harçları, vakıf ve devlet yardımlarıyla ayakta durması plânlanan ve geniş halk kitlelerinin desteğinden mahrum bir müessesenin gerektiği şekilde gelişemeyeceği açıktır. 19. asır sonlarından itibaren Sanayi-i Nefise (güzel sanatlar), Baytar Okulu, Maden Mektebi, Dârülmuallim (öğretmen okulu) gibi birbirinden bağımsız çok sayıda yüksekokulun açılması da Dârülfünûnun önemini azaltmıştır.

Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde önemli bir isim olarak gördüğü Dârülfünûn’un Rektörü Hoca Tahsin Efendi, abartılı tenkitlere uğramıştı. Onun şahsî yanlışları koca bir müessesenin karalanmasına sebep oluyordu. Hâlbuki Dârülfünûn bu millete lâzımdı ve şahsî hataların önemli bir müesseseye mâl edilmemesi gerekiyordu.

Dârülfünûn’un kendisinden beklenen fonksiyonu icra edememesinin ana sebebi ilgisizlik, sahiplenmeme ve kaynak yetersizliği idi. Meseleyi din ilimleri-fen ilimleri tartışmasına döndürmek oldukça yersiz bir ithamdır ve konuyu açıklamaktan uzaktır. Avrupa ile aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışan bir müessese, maalesef çok verimli bir şekilde çalıştırılamamıştır. 1900 yılında şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasındaki Dârulfünûn-u Osmanî’nin kurulmasına kadar kesintili bir eğitim vermiştir.

Cumhuriyet döneminde Dârülfünûn kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi açılmıştır. Özerk olan yapısı değiştirilmiş ve rektör ataması Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Türk yüksek öğrenim tarihini “1933 Üniversite Reformu” adı verilen kanunla başlatıp, o yıl Dârülfünûn’un kapatılmasını sanki bir bayrammışçasına ele almak, akıl ve izandan uzak bir yaklaşımdır. Birçok hususta olduğu gibi bu konuda da “öncesi yokmuş” gibi davranma ve sanki bir günde, bir gecede müesseseler tesis edilip hemen meyveleri alınıyormuş gibi bir intiba uyandırma, en azından gerçeklere uygun, ilmî ve ahlâkî bir duruş değildir.

Muhammed Aksoy / Sızıntı