Etiket arşivi: tefekkür

Ay Konuşuyor!

Güneşin etrafında gezegenler, gezegenlerin çevresinde uydular vardır. Ay; semaya asılı ve dünyaya bağlı bir uydu olarak gökyüzünde yerini alır. Bugünkü hesaplamalara göre 4.47 milyar yaşında olduğu düşünülüyor.

Güneş, Dünya ve Yıldızlar gibi Ay da, bizleri kendisini tanımaya davet ediyor. Acaba onu gerçek yönüyle tanıyabilecek miyiz?

* Yahu, bakın kamere. Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisânla, “Ehlen sehlen, merhaba,” derler. “Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?” (SÖZLER, Lemaat)

Allah’ın binbir isimleriyle Güneş, Ay, elementler, madenler, bitkiler ve hayvanlar intizam altına alınmışlardır ve hayatın hizmetine sunulmuşlardır. Allah’ın bir ismi de Güneş’i Ve Ay’ı istediği gibi hareket ettiren yani “Musahhiru’ş-Şemsive’l-Kamer” dir. Bu isim; ikilinin özelliklerine, onlara yüklenen görevlere dikkatlerimizi daha çok çekmelidir. Gökyüzü meydanında yıldızlar ordusunun iki komutanı vardır, bunlardan birincisi Güneş ise ikincisi de Ay dır.

*semâvat meydanında, şems ve kamer kumandası altında yıldızlar ordusunu harekete getirmekle, (MEKTUBAT, 20.Mektup)

*Sani-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiçle yerlerine çakıyorsa, (MEKTUBAT, 29.Mektup)

*Musahhiru’ş-Şemsive’l-Kamer isimleri (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Ay; şu gökkubbenin tepesine takılmış bir gece lambası olarak durmaktadır. Işığı yoktur, ışığını diğer gezegenler gibi Güneşten alır. Karanlıktır, koyu renkli ve yoğun bir yapısı vardır. Üzerinde dünyadaki gibi herhangi bir hayat izi de bulunamamıştır. Dünya, Güneş ve Ay üçlüsü arasında gayet ince hesaplarla ayarlanmış öyle hareketler vardır ki insanları hayretler içinde bırakır. Ve insanları ”Bunları böyle düzenleyen kim ise, her şeyi yapan da O dur” fikrine götürür. Evrenin ustası kimse Ay ve Güneşin ustası da O dur.

 Ay; kendi ekseni etrafında, dünyanın etrafında ve dünyanın bir uydusu olarak birlikte Güneş’in etrafında döner. Ay’ın kendi ekseni ve Dünya etrafında dönüş süresi eşittir. (29, 5 gün) Bu sebeple Dünya’dan Ay’ın hep aynı yüzü görülür. Güneşin etrafında ise Dünya ile birlikte 365 günde döner.

ayin gorunen yuzu ve gorunmeyen yuzu

ResimKaynak: www.wikipedi.org

Dünyadan bakıldığında Ay’ın bazı evreleri görülür. Yeniay, Hilal, Dolunay, v.b.gibi evreleri vardır. Menzilden menzile daireden daireye pek çok yere uğrar, çeşitli şekiller alır. Hem bir takvim ölçüsü hem de bir gece lambası görevi görür. Ancak Ay’ın binlerce görevleri arasında bu yalnızca bir tanesidir.

* Evet, kamerin takdiri ve tedviri ve tedbir ve tenviri ve zemine ve güneşe karşı gayet dakik bir hesapla vaziyetleri o kadar hayretfezâ, o derece harikadır ki, “Onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîre hiçbir şey ağır gelmez; onu öyle yapan herşeyi yapabilir(MEKTUBAT, 3.Mektup)

*Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtât ve hayvanâtı bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi, o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden (SÖZLER,14.Lemanın 2.makamı)

*Bak, şu sarayın kubbe-i âlîsinde mühim lâmba (SÖZLER, 22.Söz)

*kameri bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. (LEMALAR, 1.Lema)

*hem bu kainatın sobası olan güneş bir, lambası olan kamer (ŞUALAR, 2.Şua)

*Evet, bir mü’min, güneşi kendi hanesinin damında asılmış bir lüküs, kameri bir idare lâmbası addedebilir. Bu itibarla şems, kamer, kendisine bir nimet olur. (ŞUALAR,29.Lemadan 2.Bab)

*güneşten, kamerden ve kevkeb-i münirden bütün kainat tenevvür ve tezeyyün ve bütün eşya neşvünema ve hayat buluyor. (E.LAHİKASI,27.Mektubun Lahikasının Zeyli)

* takvimcilik eden kamerden (SÖZLER, 33.Söz)

*Herbir gününe, ayrı bir şekilde bir kameri göstererek, evkatın hesabı için takvimcilik yaptırır (MEKTUBAT, 3.Mektup)

* Ve evkât ve hesâbı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakîk hesablarla azîm hikmetlerle ona takılmış; ve o kamere, başka menzillerde, ayrı seyr ü seyahat verilmiş. (SÖZLER, 33.Söz)

*Mesela: “Ay için de menziller takdir ettik.” Yasin Sûresi: 36:39. “Vaktinizi ve hesabınızı bilesiniz diye.” Yunus Sûresi: 10:5.  ayet-i kerimeyle zikredilen fayda, takdir-i kamerin binlerce faydalarından biridir. Yoksa, takdir-i kamer bu faydaya münhasır değildir. Yani, kamer yalnız bu gaye için değildir. Bu gaye onun gayelerinden biridir. (M.NURİYE, 10.Risale)

*Meselâ, güneşin kendi Halıkının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var. Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyârelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

….İkincisi, güneşin kamere ve seyyârelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra Kamer, o ziyânın gölgesi hükmünde olan nuru güneşten küllî bir sûrette istifade eder. (SÖZLER, 24.Söz)

*Bak, kamer kendi zâtında kesâfetli, zulümâtlıdır; ne ziyâsı var, ne hayatı. (SÖZLER, 24.Söz)

* Küre-i arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlûkat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar, gözümüzün önünde olup göremiyoruz. (MEKTUBAT, 1.Mektup)

*Kamerin bir menzili var ki, Süreyyâ yıldızlarının dairesidir. Kameri hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder (SÖZLER, 25.Söz)

            Zaman saati akıp gidiyor. Bazı camilerin yüksek minareleriyle saat kulelerinin büyük saatlerinde parlayan akrepler vardır. Gökyüzü kubbesinin büyük saati olan Ay da, farklı hilalleriyle bir akrep gibi zamanı gösteren bir gökcismi olarak ince hesaplarla hareket ettirilmektedir.

*yüksek minâre ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semâda kameri zamanın saat-i kübrâsına bir akrep yapmak; mütefâvit çok hilâller sûretinde her geceye güyâ ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak; menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakîk hesapla hareket ettirmek; (SÖZLER,32.Söz)

         Kur’an, Yasin suresiyle Ay’ın hareketlerine, geçirdiği evrelere ve ona yüklenen görevlere dikkat çekmiştir.

“Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” (Yâsin Sûresi: 39.)

         Ay dolunay zamanında; kendi yörüngesinde Dünyanın etrafında dolaşırken bazen Dünyanın gölgesinde kalır ve ay tutulması meydana gelir. Bu olay yılda iki kez ve Ay’ın düğüm noktalarına yakın olduğu zamanlarda olur. Ve yaklaşık 40 dakika ile 1 saat arasında sürer, sonra bu ilahi olay dünya işleri içindeki insanların dikkatini çekerek sona erer.

* Medâr-ı şems ve kamer tekâtu’ noktaları olan re’s ve zenebde arzın haylûletiyle, bir emr-i İlâhiyle münhasıf olur kamer. (SÖZLER, Lemaat)

12 burcun bulunduğu tutulma dairesi ile ayın gezdiği yörüngenin birbiri üstüne geçmesiyle, o iki daire kesişir iki yay şeklini alır. Geçmiş devirde Astronomlar o 2 yayı büyük 2 yılana benzetmişler, baş kısmına Re’s, kuyruk kısmına Zeneb ismini vermişler. Ay bu yayın baş kısmına, Güneş ise kuyruk kısmına gelince Dünya ikisinin ortasına girer ve Ay tutulur. Bir teşbihle anlatılmak istenen bu olayda Ay, sanki yılanın ağzına girmiş gibidir. Fakat bu ilmi benzetme zamanla unutulmuş, maalesef halk dilinde Ay’ı yutan gerçek bir yılan anlamına da büründürülmüştür.

*derecât-ı şemsiyenin medârı olan “mıntıkatü’l-burûc” tabir ettikleri daire-i azîme, menâzil-i kameriyenin medârı bulunan mâil-i kamer dairesi birbiri üstüne geçmekle, o iki daire, herbiri iki kavis şeklini vermiş. O iki kavise felekiyun uleması, lâtif bir teşbihle, büyük iki yılan namı olan “tinnîneyn” namını vermişler. İşte, o iki dairenin tekatu’ noktasına, “baş” mânâsına “re’s,” diğerine “kuyruk” mânâsına “zeneb” demişler. Kamer re’se ve şems zenebe geldiği vakit, felekiyun ıstılahınca “haylûlet-i arz” vuku bulur. Yani, küre-i arz, tam ikisinin ortasına düşer. O vakit kamer hasf olur. Sabık teşbihle, “Kamer tinnînin ağzına girdi” denilir. İşte bu ulvî ve ilmî teşbih, avâmın lisanına girdikçe, mürur-u zamanla, kameri yutacak koca bir yılan şeklini almış. (LEMALAR, 14.Lema)

Güneş ve Ay tutulmalarının vakti; Allah’ın büyüklüğünü ilan eden semavi olaylardan ikisidir. İslamda Ay tutulması aynı zamanda Yaratıcıya karşı özel ibadetlerin yapılacağı yani “Husuf namazı” nın kılınacağı özel bir zamandır. Yıl içinde ancak bazı ülkelerden nadiren görülebilen bu özel anı gören bir Müslümanlar için onu kutlamak, yani Rabbini bu vesileyle bir daha anmak önemlidir. Gündüzün, bir anda gece gibi karanlık olması ancak onu yaratanın işi olabilir. Bu olay nedeniyle yüce yaratıcıyı tekrar hatırlamak bir müslümanın görevidir. Yoksa o ibadet, ay tutulmasını sona erdirmek için değildir.

*hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. (SÖZLER, 23.Söz)

* kamervârî menzilden menzile, daireden daireye (SÖZLER, 31.Söz)

İslam toplumlarında Ay; ayrıca Ramazan orucunun başlaması ve sonunda Bayramın başlangıcının tesbitinde de bir rol üstlenmiştir. Ama en önemli özelliği Hz.Muhammed’e inanmayanlara karşı bir mucizenin gösterilme aracı olmuştur. İlahi izinle bir gece vaktinde ona işaret eden parmağıyla Peygamberimiz ayı ortadan ikiye ayırmıştır. Bu olay Kamer suresinde de geçmektedir.

* Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.) nassı ile, şakk-ı kamer gibi (SÖZLER, 31.Söz)

*İnşikak-ı kamer, dâvâ-i nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden; hem, ihtilâf-ı metâlî ve sis ve bulutlar gibi rü’yete mâni esbâbın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususi kaldığından ve tarassudât-ı semâviye pek az olduğundan; bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. (SÖZLER,31.Söz)

*arza bağlı, semâya asılı olan kameri bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine o arzlının risâletine öyle bir mu’cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nurânî kanadı gibi (SÖZLER, 31.Söz)

         Ay’ı parmağıyla ikiye ayırmak insanlara Peygamberliğe inandırmak için gösterilen bir mucize ise Mi’raç hadisesi de semayı dolduran meleklerin gözü önünde cereyan eden bir mucizedir.

* Meleklerde Mi’rac, insanlarda Şakk-ı Kamer gibidir (SÖZLER, Lemaat)

*İnşikâk-ı kamer kendi kendine, bâzı esbâba binâen vukû bulmuş, tesâdüfî, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kânunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resûlünün risâletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, hârikulâde olarak o hâdiseyi îkâ etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risâletin iktizâsıyla, hikmet-i Rubûbiyetin istediği insanlara ilzâm-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktizâ etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-i nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâlî haysiyetiyle, bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bâzılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbâbâ binâen, gösterilmemiş. (MEKTUBAT, 19.Mektup)

        Ay, dünyada yaşayanlar için her asırda merak konusu olmuştur. Apollo 11 ile aya ilk kez giden Neil Armstrong 20 Temmuz 1969 da ayak basmıştır. İnsanların bu merakını günü gelince gidereceğine, 1928-30 yılları arasında yazılan 31.Söz de Bediüzzaman 40 yıl önce işaret etmiştir.

* Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü’l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervâz eder (SÖZLER, 31.Söz)

         Ay’dan başka merak edilen bir gezegen de Jüpiter adı verilen Güneş sisteminin en büyük gezegenidir. Şu anda uzaya gönderilen uydularla ondan bilgiler alınmaktadır. Henüz Ay’a gönderilen Astronot gibi insan gönderilmesi söz konusu değildir. Ancak o kadar gezegen varken Jupiter’in Ay ile birlikte örnek gösterilmesi, bu örnekten 40 yıl sonra Ay’a insanın gitmesi ileride Jüpiter’e de insanın indirilebileceğini düşündürmektedir.

*eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin. (MEKTUBAT, 19.Mektup)

*kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair ita-i malümat eden adama, bütün mamelekini ona feda etmeye hazırsın. (M.NURİYE,10.Risale)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Amaçsızca koşuştururken anlamlı ‘hayat trenini’ kaçırırız!

Metropol, şehir hayatı, kaos, trafik ve daha bir çok kavram insana durmaksızın hareket eden bir yaşamın tüyolarını veriyor. Oradan oraya yetişmek, bir programdan diğerine gitmek, hızlanmak, duraklamamak…

Yazarken bile insanın içini huzursuz eden bu kavram ve yaşam şekli maalesef ki yaşadığımız çağın iskeletini oluşturuyor. Bu iklimde yaşıyoruz. Durup bir düşünmeye, niçin bu kadar koştuğumuzu tefekkür etmeye fırsatımız yok. Zaman elimizin altından kaçıp gidiyor sanki…

Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ise bize hep durup düşünmeyi, maddeden geçip manaya bakmayı öneriyor. Düşünmeye, hissetmeye davet ediyor. Merter ile yaptığımız söyleşide çağımızın koşuşturmacasında bizi mutsuzluğa iten nedenleri, “hızın” kişiliğimiz üzerindeki olumlu ve olumsuz etkisini, histen, şükürden, tefekkürden uzak hızlı yaşamın sebeplerini irdeledik.

Günümüz dünyasında hızlı, koşturucu bir tempo ile yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Başarı için koşuyoruz, yetişmek için koşuyoruz…  Bu, sürekli telaş içerisinde insanın iç âleminde, kişisel dünyasında nasıl etkiler oluşturuyor?

İnsanı bir noktadan diğerine yönlendiren motivasyon, en basit bir şekilde ifade edersek iki yönlü olabilir. Birincisi kişiye şahsî menfaat sağlayan koşuşturmalar, ikincisi ise insanlığa fayda sağlayan hizmetler. Eğer birinci varoluş tarzı ağır basıyorsa, bu tarz bir hayata, “ben merkezli (egosantrik, menfaatperest) hayat” denir. İkincisi ise “diğergam (altruist) hayat”tır.

Çağımızda, bahusus maddeci, tüketim toplumu hayat tarzı ağır basmakta ve insanlar, mecazi olarak ifade edersek, sürekli “nefeslerini” içeri çekip, vermeyi unuttukları için, ölesiye sıkılmaktadırlar. Halbuki dengeli bir varoluş, hem almayı ama hem de vermesini bilmeyi gerektirir. Sadece “amenu” da yetmez, “amilü’s-salihati” olmadan; “kuş” uçmaz tek kanatla, döner döner ve düşer. İngiliz şair W. Yeats bakın bu gerçeği şiirinde nasıl dile getiriyor:

Hep daha geniş dairelerle dönerken,

Şahin artık terbiyecisini duymaz,

Eşya dağılmaya başlar,

Merkez onları tutamaz…

Evet başı dönmüş insanlık, hep daha yükseklere uçacağım derken, artık mürebbisinin, yani Rabbinin “sesini” duyamamaktadır. Ve eşya da dağılır (çevre kirliliği, ekolojik dengenin bozulması), çünkü “sıratu’l-mustakim” hattından (merkez) uzaklaşırız. Bu kaos insanın derununda kaygı ve esef uyandırır, “la havfun aleyhim velâhum yahzenûn” hali (onlar ne korkarlar ne de mahzun olurlar) silinmeye başlar. Nefs-i emmare mertebesinin temel dengesi, havf (temel varoluş kaygısı) ve reca (temel varoluş ümidi), reca aleyhine bozulur ve karamsarlık artar. Batılı mütefekkirler bu yaşadığımız çağa “kaygı çağı” derler.

Hızlı koşuşturmaca içinde insanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi için ne yapması gerekir?

Eğer koşuşturmaca anlamlı ise ve rıza-yı ilahîye uygunsa, insan farkına varmadan tekâmül eder. Veya nefis psikolojisi diliyle ifade edersek, nefs-i mülhime (ilham alan nefis) mertebesine uruc edebilir (yükselebilir) ve Rabbimiz biz bildiklerimizle amel ederken, bize bilmediklerimizi, fuyuzat-ı Rabbani, ilhamat-ı Rabbani vasıtasıyla öğretir. Hadis-i şerifte “Siz bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmedikleriniz öğretir” der. Yoksa cüzî irade ile “Ben kendimi keşfedeceğim, farkındalık vs. kazanacağım” demek, delik kovayla su taşımaya benzer. Bencilliğin karşı kutbu olan amilü’s-salihati veya infak (canını acıtacak kadar sahip olduklarından vermek), isar (başkasını kendine tercih etmek) varoluş tarzlarına geçmeden tekâmül mümkün değildir.

İnsanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi ona ne kazandıracaktır?

Müşahede, mükaşefe, basiret, feraset halleri yaşanmaya başladıkça insan ontolojik olarak daha ferah, daha geniş, daha aydınlık, daha kaygısız, daha esefsiz, kedersiz ve hepsinden önemlisi daha özgür varoluş mertebelerine yükselir. Cenab-ı Mevlana’mızın buyurduğu gibi, dünya zindanından veya kuyusundan kurtulur. Nefs-i mutmainne, evliyaullah hazeratının bizlere öğrettiği gibi, aksiyon halindeyken, hatta aksiyonun en meşakkatli safhalarında bile, huzur, sekine, selam, reca (temel varoluş ümidi), itminan (temel varoluş güveni) ile hayat yolculuğuna devam etmektir.

Hızlı yaşamın insanın kişilik yapısına olumlu bir katkısı var mıdır?

Hızlı hayatın kişilik yapısına müspet tesiri… Eğer teknolojinin getirdiği fırsatlar sadece bencil amaçlarla değil de, insanlığa ve dünyaya yararlı bir şekilde kullanılırsa, hem hizmet kalitesi ve hem de hizmet etkinliği artar. Araştırmacılar, internet üzerinden bilgi alışverişi yaparak, tecrübelerini karşılaştırıp, küresel bir bilgi bankası sayesinde daha yaratıcı olabilirler. Seyahat imkânlarının artması ve harcıâlem hale gelmesi, değişik ülkeleri ziyaret edip daha sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olabilme imkânlarını getirir. Önemli olan tüm bu teknolojik imkânların, akl-ı selim (sağduyu) ve vicdan filtresinden geçirilerek tatbikata konmasıdır. Ama tekrar tekrar kendimize sormamız gereken soru, “Benim bu hızlı hayatımın dünyaya ve insanlara ne faydası var” sorusudur. Yoksa amaçsızca bir oraya, bir buraya koşuşturup, anlamlı “hayat trenini” kaçırırız.

Hayatı “hissederek yaşamak” için ne yapmalıyız?

İnsan dünyayla iki algı organı vasıtasıyla irtibat kurar. Bunlardan birincisi beş duyu organının ulaştığı akıl veya rasyonel zekâdır. Zekâ, ölçer, biçer, tartar, sıralar, tasnif eder ama temas kurduğu neyse, onun derinliğine nüfuz edemez, gerçek anlamını kavrayamaz. Bu sebeple Efendimiz (a.s.m.) “Rabbim bana eşyanın hakikatini göster” diye buyurmuştur. İşte bu hakikati “görme”, hissetme, sezme organı kalptir. Sağlıklı bir görüş ki buna bizim ıstılahımızda, müşahede, basiret, feraset, rü’yet, mükaşefe denir, ancak akıl ve kalp bir araya geldiklerinde zuhur eder, farkındalık oluşur. Hissederek yaşamak bu manada daha “kalbî” olmak demektir. Kalbî olabilirsek, temas kurduğumuz her insan ve her şey başka bir mana kazanır, daha latif (incelmiş) bir tad alır. Kanaat, şükür, hamd hallerini yaşamaya başlarız.

Sahip olduğumuz nimetlerin çok da farkında olmadığımız bir gerçek… Telaşe içerisinde sahip olduklarımızı fark edemiyoruz. Şükretmemiz gereken yerlerde şükredemiyoruz. Neler söylersiniz?

Şükür mastarı, öncelikle açmaya, meydana çıkarmaya (izhar etmeye) işaret eder. Bizim anladığımız manadaki şükr kelimesinin -keşr- den dönüştüğü rivayet edilir. Keşr, “keşf etme ortaya çıkarma” demektir.

Bunun karşıtı ”küfür”dür ve örtme manası taşır. Yani insan herhangi bir ilişki kategorisine girdiği zaman ya “gölgesi” ile o ilişki nesnesi (veya insan) neyse onu örter ya da onu gölgeden kurtarır, ışığa kavuşturur, sanki yeniden keşf eder veya modern manada, ”var eder”. Mesela alıp “kul“lanıp (kul haline getirip) derin anlamı üzerine tefekkür edilmeyen, sadece bencil nedenlerle “tüketilen” herhangi bir nesne, ne bizim nefis katlarında yükselmemize vesile olmuş, ne de başka bir insana yararlı olmuştur. Bu tarz bir varoluşta, o nesnenin üzerine, sahip olma tutkusu ile hırslı gölgemiz yansıtılmış ve o nesne bu nedenle karanlıkta kalmıştır. Halbuki o nesnenin gerçek manasını ortaya çıkarabilsek, o nesneye aslında sahip olduğu şerefi yeniden kazandırabilir, bir manada o nesneyi “aydınlık” hale getirebiliriz.

Şükür tefekkürle ortaya çıkıyor o zaman…

Nesneye şeref kazandırmak, örneğin o nesnenin yapısı üzerine tefekkür etmekle başlayabilir. Diyelim bir cep telefonu aldık ve elimizde tutuyoruz. Aslında çoğunluğu poliüretan sert plastik maddeden oluşan o telefon, milyonlarca sene önce dünya üzerinde yaşamış bitkilerin oluşturduğu petrolden elde edilmiştir. Yani elimizde tuttuğumuz o nesne bir zamanlar canlı olan bir varlık idi. Sadece bu görüş bile o nesneye değişik bir gözle bakmamıza neden olabilir (cep telefonunuzu elinize alıp, 1-2 dakika tefekkür edin, bakın kalbinizde hangi duygular oluşacak), sanki biz o telefonu yeniden keşf ediyoruzdur. Bir zamanlar rengârenk çiçekleri, yemyeşil yaprakları olan, üzerinde kuşların, böceklerin dolaştığı bir bitkiyi elimizde tutuyor olmak, mesela kalbimizde o nesneye karşı hürmet uyandırabilir.

Bu nedenle ehl-i tasavvuf herhangi bir nesneyi eline aldığında, verdiğinde, mesela bir kalem veya çay bardağı, hafifçe öperek alır, verir. Tasavvufî hayatı yaşayabilmek baştan aşağı böyle inceliklerle doludur.

Bakın o nesneye odaklaşıp, üzerine biraz tefekkür etmek nasıl yavaş yavaş bizi şükür haline getiriyor, yani nazardan müşahede haline geçerek o nesneyi “aydınlatmaya” başlıyoruz. Rasyonel görüşten, kalbî görüşe geçiyoruz. Bir sonraki aşamada o nesne, eğer bencil değil de, dünyaya ve insanlara yararlı bir amaçla kullanılırsa, o nesne bir anlam daha kazanır. Diyelim ki o telefonla anlamsız boş konuşmalar yapmak yerine, anne-babamızın hal ve hatırlarını sorduk, bir dostumuzun gönlünü aldık, hayır faaliyetlerinde bulunduk; hele hele o telefonun acil bir durumda, mesela Allah korusun, ücra bir yerde yaşadığımız trafik kazasından sonra, bizim veya bir yakınımızın hayatını kurtardığını düşünürsek, ona verdiğimiz anlam radikal bir değişimden geçer. “Çok şükür ki varsın” deyip, öpüp başımıza koyabiliriz ve sonra da belki gönlümüzde “Seni kim yarattı, sen nereden çıktın, nasıl varsın?” soruları oluşabilir.

İşte tüm bu derin düşünceler, anlam arayışları vasıtasıyla herhangi bir ilişki nesnesi ile o nesnenin ilk kaynağı arasındaki bağ tekrardan fark edilir, çünkü gerçekte bu bağ hiçbir zaman kopmamıştır, bizim yaklaşım tarzımız onu sadece örtmüştür. Demek ki insan derûnunda muhteşem bir yetenek taşır: İlişki kurduğu her şeyi ve diğer insanları, bir manada, var veya yok etmek potansiyeli.

Fatma Şenadlı Kavak

MoralDunyasi.com

Kainat Kitabından Bazı Sayfalar

Şanı yüce Allah’ımız, bizi buraya kim gönderdi, ne için gönderdi ve en son nereye gideceğiz,  endişesinden kurtarmak için, bize Kur’an-ı Kerimi gönderdi. Ta ki çok şerefli mahluku olan biz  müşkülümüzü çözelim diye. O Kur’ânı Kerim ki, Mehmed Akif’in dediği gibi “Ne mezarlıkta okumak, ne de fal bakmak için” indirilmemiştir. Belki bu şerefli mahluk olan insana, kim olduğunu bildirmek ve yapacağı vazifeyi tayin etmek için nazil olmuştur. Aynı zamanda başka kitaplar gibi geçici değil,  hükmü kıyamete kadar geçerli olan, İlâhi bir Kanun, bir yol gösterici olarak, Rabbimiz tarafından bize gönderilmiştir.

Yine Kur’an-ı Kerim; aklını kullanıp düşünenlere, imanlarını takviye etmek için, kâinat kitabını okumalarını emrediyor. Kafası çalışıp kalp gözü  kör olmayanlar için, kâinat kitabında,  büyük ibret dersi bulunduğu şüphesizdir. Zaten bu âlemde hiçbir şeyin nizamsız, intizamsız, yaratıldığını göremezsiniz. Belki her şey Allah-u teâla‘nın sıfatlarının tecelli yeri olup, Şanı Yüce olan Allah’ın   Esma-ül Hünsasını (Güzel İsimlerini) onda  görebilirsiniz.

Bu insan, vücudunu olumsuz yerlerde yıpratmaması için, Allah gönderdiği Kur’an-ı Kerimde: “İman edip yararlı işler yapanlar ise bütün insanların en hayırlılarıdır”, “ Onların mükâfatı Rableri tarafından altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. İçlerinde  ebedi kalacaklardır. Allah onlardan hoşnut, onlar da On’dan hoşnutturlar. Bu mükâfat, işte Rabbine saygı duyanlara aittir!”(Beyyineh 7-8) . buyurmuştur. Evet! Hiç şüphesiz ki: Bu âlemde o kadar nimetleri bize ihsan eden Allah, O alemde Cennet gibi mükemmel bir mekânı de yaratabilir ve yaratmış ve Allah’ı memnun etme çabasında olanları lütuf olarak oraya koyacağını va’d etmiştir.

Onun o eşsiz merhametini bu dünyada da görebiliriz. Mesela,  Allah, “Rezzak” (Rızık veren) sıfatı ile her canlı mahlûka göre rızık hazırlamış. Öyle hazırlamış ki; bitkileri hayvanların imdadına, hayvanları insanların yardımına koşturuyor. Tarlaları insan için türlü türlü mahsulatı üretebilir kapasitede akıl almaz bir fabrika, bir laboratuar yaratmış.

Bu akıllı insan küçücük tohumlara bakınca, hangisi nedir fark edemezken, kesif toprak onları fark edip içinde programlanmış en ince özelliklerini yer altında toprak ayırıp meydana çıkarıyor. Demek toprak o işi yapmıyor Allah yapıyor. Büyük bir bidona tartarak 500 kilo toprak koysak, oraya bir ağaç diksek, ağaç büyüyerek 300 kilo ağırlığında olduğu halde, topraktan 1 kilo bile noksanlaşmadığını görürüz. Acaba bu ağaç bu kiloyu nereden aldı? Aklı başında olan insan bunu düşünmeyecek mi?

 Şanı yüce Allah’ımız gül çiçeğini yaratıp, onun letafetiyle, güzelliğiyle, kokusuyla, gözümüzü ve burnumuzu okşamasını murad etmiştir. Gülü, çoluk çocuk ve kaba insanlar, ellerini sokup kolayca yok etmesinler diye, gülün çubuklarına silah olarak dikenler takıp onu muhafazaya almış. Hatta bu silahlandırma yalnız güle mahsus kalmamış. Bütün mahlûkata, kendine mahsus bir savunma kabiliyeti vermiş. her yaratığa korunabilmesi için bir çeşit silah vermiş. Sivrisineğin savunma kabiliyetini gör, kirpinin oklarına da bak, tehlikeyi gördü mü  nasıl dikenlerini çıkardığını düşün! Saldırgan tilkiden korunmak ve ev sahibinden  yardım istemek amacıyla çığlık atan tavukları dinle, bütün mahlukata hayatlarını devam ettirebilmeleri ve düşmanlarına karşı gelebilmeleri için, ayrı ayrı silahlar Allah tarafından verildiğine şahit ol.

Ormanların kralı olan aslan canavarları parçalayabiliyor, ama anne olunca, Allah tarafından onun içine konulan o annelik şefkat duygusunun hakimiyeti ile, bulduğu eti  kendi yemeyip yavrusuna yedirir. (Gayri meşru yollarla anne olup sonra çocuğun derdinden kurtulmak için yavrusunu çöplere atabilen insan kıyafetinde iki ayaklı canavarların kulakları çınlasın). Evet mahlûkata verilen savunma cihazları ve onların içine yerleştirilen bu şefkatli duyguları onlara kim verdi? Şuursuz mahlûklar bilmeseler de, biz insanlar onlardaki o halleri seyrederken, onlarda Allah’ın hikmetinin büyüklüğünü görmeyelim mi?

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Fark Etmiş Olmak ve Müjde!

Evrende daha önce var olduğu bilinmeyen bir düzenin var olduğunu öğrenmek dini uyanışa neden olurmu?

Dünyada bütün saatler 12 ye bölünmüş, bütün aylar 30 gün, tüm yıllar 365 gün haftalar 7 gün. İçerisinde yaşadığımız ve her anımızı uyarlamaya çalıştığımız tüm eylemlerimizi programladığımız bu zaman diliminin bir tesadüf olmadığını öğrendiğimizde bu düzeni kuran ve işleteni aramamız gerekmiyor mu? Hele kuranı kerimde gün(yevm) kelimesinin 365 defa geçtiğini öğrendiğimizde ne yapmalıyız?

Bu zaman dilimini tüm ülkelerin birlikte kullanması ayrı bir hayret uyandırmııyor mu? Sadece zaman kavramında bu kadar ince hesabın yapılması başımızı kaldırıp dünyayı, kâinatı tanımaya çalışmamızı gerektirmiyor mu? Bediüzzaman Hazretleri bize Rabbimizi tanıtan üç şey var diyor, Peygamberimiz(sav), Kuranı kerim ve kâinat kitabı. Her zerresinde bir kitap saklı, her harfinde Allh’ın bir mührü var.

Dünyada yaşayan insanlara bakalım; Erkek ve kadın sayısındaki oran,%51 erkek ,%49 kadın, bu oranın ülkeler nüfusuna görede aynı olduğunu görüyoruz. Örneği ülkemizden verecek olursak Türkiye’de 37 milyon 532 bin 954 erkek,37 milyon 191 bin 315 kadının yaşadığını öğreniyoruz. Bunları kim nasıl böyle nizam intizam içinde yarattı ve bu sayılar bu kadar tesadüf olabilirmi?

Yine dünya nüfusunun 5 yaş altı sayısının %6-7 olduğunu, 65 yaş ve üstü sayısının %8-8,5 olduğunu gördüğümüzde şaşkınlığımız artmalımı?

Üstün zekâlı insan sayısı dünya nüfusunun %2 sini, düşük zekâlı insanlarında dünya nüfusunun %2 sini teşkil ettiğini görüyoruz.

Ayakkabı numaralarından, uzun boylu -kısa boylu, şişman -zayıf vs. örnekleri çoğaltıp incelediğimizde karşımıza bir çan eğrisi çıkıyor.

Hiçbir kitap kâtipsiz olmuyorsa, hiçbir köy muhtarsız olamıyorsa, bir iğne bile ustasız meydana gelmiyorsa, bütün bunlar nasıl olurda bizleri alakadar etmez? Bu düzeni kuran ve işletene nasıl bi gayr kalabiliriz? Nasıl olurda Bütün bunları yapanın bizden ne istediğini sorgulamaz ve emirlerine itaat etmeyiz?

Tüm bunların cevabı Said Nursi Hazretlerinin yazmış olduğu Risale-i Nur eserlerinde var bu zamanda bu eserlere ilaçtan, havadan, sudan daha çok muhtacız.

Haber vermek, İnsan olmanın, İslam olmanın gereği.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Bediüzzaman’ın Tefekkür Dünyasında “Dağlar”ın Yeri

Bütün yaratılış insanla birlikte düşünülmüştür, bizim hayatımıza hizmet eden veya uzakta da olsa bizimle alakadar her şey bizimle birlikte düşünülmüştür.

Biz hava ile birlikte düşünülmüşüz, su ile birlikte düşünülmüşüz, arı ile birlikte düşünülmüşüz, koyun ile birlikte düşünülmüşüz, böceklerle, birlikte düşünülmüşüz, onlardan birinin olmayışı bizim hayatımızı sonlandırır.

Demek insan demek aslında bütün varlık demek, çünkü onlardan birinin eksikliği insanın hayatını bitirir. Bizim hayatımızın en önemli öğelerinden biri dağlardır.

BEDİÜZZAMAN VE KAİNAT SAHİFELERİ

Dağlar Bediüzzaman’ın en çok okuduğu kâinat sahifelerinden biridir, mukaddes kitapların da öyledir, bilimin, sanatın, resmin vazgeçemediği bir varlıktır. Otomobilin tekerleği dağlara muaraza etmek için dönmeye başladığından beri insanların hayatında dağın heybet ve azameti kısmen sona erdi.

Sevdiğine ulaşamayan âşık dağları engel gördü, askerde koşturan er dağları engel gördü, hastaneye, kasabaya at sırtında koşturduğu eşinin yarı yolda ölmesi karşısında;

Dağlar seni delik delik delerim, Kalbur alıp toprağını elerim” demiş, ya ne deseydi.

Hasret ve özlemin en önemli engellerinden biridir dağlar. Dağların engel olduğunu gören Barış

Dağlar dağlar kurban olam yol ver geçem, Sevdiğimi son bir olsun yakından görem” demiş.

Allah mukaddes kitabında;

Biz emaneti dağlara yüklemeyi teklif ettik, onlar yapamayız diye vazgeçtiler” mealinde konuşur.

O kadar azametine rağmen kulluk ve emanet-i kübrayı yüklenmekten geri durur, o dik durmanın sembolü dağlar.

Peygamberler dağlardan hoşlanırlar,

dağlar onların ruhlarının ümmetlerinin belalarına tahammülü gibi, onlar da hayata dağlarda tahammül ederler. Onların ruhları ile dağlar arasındaki psikolojik bağ nedir, bilen varsa söylesin.

Nebiyy-i Zişan Hira’ya gider bir mağaraya sığınır, orada Rabbi ile muhavere eder,

artık yeter Allah’ım bu evrenin sırrını bana bildir,

nedir bunun tılsım-ı muğlâkı, muamma-yı müşkül küşası,

nereden, nereye, necisin, güneşinden bir ışık ver!

Işıksız güneş bilinmez, biz insanlar zaifiz güneşe ışık kadar nebiler gerekli,

ama senin vahyin ışığı değmeyince ben ne yapabilirim” mealinde şeyler söyler, günlerce orda, durur.

Hz. Hatice o da bir dağ gibi eşinin direncini artırır, bir dağ gibi ona arka olur.

Hiç kimse Resulullaha onun kadar direnç ve mukavemet bilinci vermemiştir.

Hatice çile demektir, bu yüzden işler kolaya binince Allah onu dünyadan öteye alır.

Eşine getirdiği azıklarla Peygamberimiz onun mağaranın kapısında görünce “gel Hatice“ diyordu değil mi, mağarada oturup hasbıhal edip bir sürelik hasretlerini muhakkak giderdiler. Neler anlattı Hz. Muhammed ona, günlerinin nasıl geçtiği konusunda ne dedi?

Mağaranın duvarları, konuşun artık neler duydunuz. Sonra eşini mağaradan gönderdi, arkasından bakakaldı muhakkak.

Bastığınız topraklar, üzerinden geçtiğiniz yollar olaydık, Cennette bu sahneleri isteriz kâinatın büyük sinemasından, koltuklarda yer kalmaz bu sahneyi seyretmek için, biletler karaborsaya düşer mi (!) Maksat manaları çağrıştırmak.

Romanımız olmamış anlatamamışız bunları, belki de anlatan vardır.

Zavallı Osmanlının torunları yüz yıldır dini okul kapısına sokmamışız, ne büyük milletmişiz ki bizi dinden uzak, hevesata mahkûm, Allah’tan gafil hale getirmişler, modernizm yaftası. Çünkü hiç kimseyi değil bu Anadolu toprağından atalarının torunları yeni bir ruhla çıkarsa yine biz bittik derler.

Bediüzzaman “Kardeşlerim çok ileri gideceğiz“ derken bunu kasteder.

DAĞLAR BİZE NE SÖYLÜYOR?

Bediüzzaman etrafı dağlarla muhat Barla’da sekiz buçuk yıl yaşar, dört bir yanı dağ olan bir belde, inançsızlığın önünde sıradağlar gibi duran adamın arkadaşı ruhuna mümasil dağlardır. Çam dağına çıkar, o dağ ona ne sırlar söyledi, “Buraları yıldız sarayına değişmem“ diyen Bediüzzaman, Çam Dağının tepesinde evreni gözetleme ve kulesinde etrafını seyrederken dağlardan neler aldı, konuşun çam dağının tabiatı, neler söyledi size onlar da bize işte size söyledikleri onları gördü söyledi derler herhalde.

Peygamberin davasının vekili, peygamberin dağlarla sır alışverişi gibi dağlarla konuşur, aylarca dağlarda kalır. Nasıl durur oralarda yaşlı adam, hasta adam, senin aklın kesmez yazar, sussana. O fersude beden nasıl o dağlara yürüyerek çıkar, sana sus demedim mi sayın yazar.

Nereye giderse arkadaşı olan dağları arar.

İstanbul’a gider Yuşa tepesine, Van’da iken Van kalasına, yüksek yer bulamazsa minarenin şerefesinde yürür. Yüksekliklere aşina yüksekliklerle yüksek düşünceler üreten yüksek ruhlu, yüksek himmetli adam.

Allah kitabında “dağları size kazık, yeryüzünü döşek yapmadık mı? ” derken üslubu ile artık düşünün der değil mi ?

Bir gemimin dengesini sağlamak için onun direği gibi hayatın ihtiyaçlarını dağlara depolayan her şeye Müdebbir Zülcelâl bir ilah dağlar ile hayatımıza destek olur. Suyun istilasından bizi korur dağlar..

Meleklerin ruhanilerin güzelliklerini seyrettiği bir Rabbani sinema dağlar.

Biz kâinat güzel sanatlar galerisinin çok az şeyine bakıyoruz, ama dünyadaki binlerce dağlardaki güzellikler, çiçekler, böcekler bunların seyircisi melekler,

Allah adına onun sanatını seyrederler. Dünya sinemasında Allah ‘ın eserlerini ve olayları seyretmeye biz yetmeyiz sahne boş kalır Allah eserini seyretmek için meleklerini sahneye doldurur, onlar maşallah barekâllah, fetebarekâllah derler.

Biz dağların içine yığılmış çeşitli madenleri kullanır hayatımızı kolaylaştırırız, melekler ise o azametli sayfaları seyrederler. Tesbih ederler.

Kur’an’ın binbir hikmetli ayetini farklı perspektiflerden izah eder Bediüzzaman

Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.

Bir âmînin şu kelâmdan hissesi:

Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve ni’metlerini düşünür, Halikına şükreder.

Bir şâirin bu kelâmdan hissesi:

Zemin bir taban ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Haymenişîn bir edibin bu kelâmdan nasîbi:

Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i turâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder. “(Sözler)

Dağlara böyle bakılır, Bediüzzaman gibi, muhtelif idrakte insanlara bir coğrafya dersidir. Medreset’üz-Zehra’nın kitabının dağ sahifesidir.

Hadi coğrafyayı böyle nurlandıralım coğrafyacı arkadaşlar.

Bediüzzaman coğrafyasına çalışalım, bir gün ömür elden gider.. Azrail kapıyı çalmadan… Rahatı yere çalalım satırlara dalalım, ey ehl-i ilim.

Nehirler dağlardan kaynar, tantanalı bir bahane dağlardan çıkan suları biriktirsen bir süre sonra dağdan daha büyük olur, ama insanın sebeb ile müsebbep arasında düşünen bir insan yapmak için zahiren sular, nehirler dağlardan kaynar, ama asıl Rahmet-i ilahiden kaynar o sular. Her bir dağ bir çeşme musluğu gibi akar akar akar.

Dağlar yeryüzü denilen aynen insan gibi yaşayan bu büyük âlemin nefes borusudur, bazen celallenir ateşler saçar, bazen dumanlıdır, efkârlanır, sürekli büyük insan ondan nefes alır, teneffüs eder.

Dağlar büyüklüklerine rağmen Allah’ın haşmeti önünde eğilirler.

Hâlbuki taşlardan ibâret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misâk için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasâvette bulunduruyorsunuz.

Bu fıkra ile, dağlardan nebeân eden Nil-i mübârek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu’cizevârî bir sûrette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. “

Taşları dağlara çevirip bize hem heybetli süsler, hem de hayatımızın dayanağı yapar.

Herşey ona münkad, her şey ona eder inkıyad.

Dağ büyüklüğüne güvenip ona edemez isyan,

sen nesin ey kendini beğenmiş dağlar gibi yürüyüp kendini küçülten insan.

En Büyük Sebatkârlar Peygamberler ve Varisleri

Tur-ı Sina’da Hazret-i Musa,

Şam dağlarından Hazret-i İsa,

Resulullah Hira dağlarında Allah ile ulûhiyet ilişkilerini pekiştirmişler.

Allah, dağ ve peygamber bir imajın üç büyük halkası!

Sina dağına gider Musa Aleyhisselam, on emri almak için döndüğünde işe bak ki ümmetini bir buzağıya tapar görür, celallenir ama peygamber sabrı ile siz nefsinize zulmettiniz der, yoksa istese hepsini helak ettirir, defteri kapatır dı ama yok, peygamberler böyle yapmazlar, en olmadık anlarda en büyük sebatı gösterirler. Varisleri de öyle.

Bediüzzaman dağlardaki bazı hislerini arkadaşlarına ortak eder.

Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar.

İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım.“ (Mektubat)

O koca dağlar birer kuldur, büyük kul Bediüzzaman’a arkadaşlık ederler, birlikte tesbih ederler hayatın sahibini.

Bediüzzaman Barla’nın dağlarını evliyanın halvethanelerine benzetir, bütün Nurlar o halvetin sonucudur.

Barla Dağlarındaki Tefekkürler

Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüt ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. Hâlik-ı Rahîm ve Hakîm, o nefyi bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlâsı bozacak esbaba maruz o dağdaki inzivayı emniyetli, ihlâslı, Barla dağlarındaki halvete çevirdi. Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrâhimîn, bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini zayıf vücuduma yüklemedi

Peygamberlerin mağaraları gibi Barla da peygamber davasının naşiri bir zatın mağarasıdır.

Risale-i Nur dağlar büyüklüğünde duvarları olan bir büyük din kalesini tamir ediyor, hüccetleri dağlar gibi, önüne çıkan münkirleri geri püskürtüyor.

Dağlarda ne tür tasarruflarda bulunur Allah, “Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder.

Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder. İşte bu iki âlem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar, nazar-ı belagatte pek güzel görünür” (İ. i’caz)

Dağlara bu kadar farklı noktalardan bakan bir kâinat kitabı okuyucusu Bediüzzaman.

Allah Peygamberlerini de dağlar gibi ümmetlerine gelen belalara engel yaratmıştır. “Enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir. “(İ .İcaz)

Dava adamı da peygamberlere benzer, o da davasına gelen belalara dağlar gibi göğüs gerer…

Gönüllü Alay Kumandanı Bediüzzaman ve Harp Madalyası, Bediüzzaman hem tefekküründe hem hayatında dağlar ile iç içedir.

Umumi Harpte Kafkas’ ın karlı dağlarında kahraman askerlerimiz arasında gönüllü alay kumandanı olarak mücahede ve irşad için dolaşıp büyük bir harp madalyası almıştır. Normal zamanda da dağlardaki sanat-ı İlahiyeyi temaşa eder.

Neden dağları seçtiğini anlatır, ruhu ile onların uzlaşmasının nedenlerini anlatır.

EDİPLER EDEPLİ OLMALI

Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zîra bu “mim’siz medeniyet”te görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelam ve hüsn-ü niyet ve selamet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır. Bildiğime göre edibler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edep böyle ise ve efkâr-ı umûmiye böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim; bunda da dâhil değilim. ”

Sahte hürriyet ve sahte edebiyattan dağların kucağına sığınır. Onun arkadaşıdır dağlar, zişuur ibadından başka hali dağlar boş sahralar Cenab-ı Hakkın ibadı ile doludur. Üstad onlar ile ülfet eder, biz ne bilelim bu mahrem fıkrayı.

Münacatta dağları başka bir versiyondan anlatır.

Dağları sahrâları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki, tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatiyle, faydalarıyla,

hususan madeniyatın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle ve

bilhassa nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit envâlarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâniin vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi,

heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe ve mesken ve hilkat ve san’atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâniin vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki masnular, zeminin her tarafında, her bir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mâni olmadan, sair nevilerle beraber karışık iken karıştırmaksızın icadları,

Senin rububiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder.

Öyle de, zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlûkların hadsiz hâcetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştahlarını tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve madeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine delâlet ve

toprak tabakatı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde, bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere göre ihzar edilmeleriyle

Senin herşeye taallûk eden ilminin ihatasına ve her bir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve

ilâçların ihzârâtı ve madenî maddelerin iddihârâtıyla rububiyetinin rahîmâne ve kerîmâne olan tedâbirinin mehâsinine ve inâyetinin ihtiyatlı letâifine pek zâhir bir surette işaret ve delâlet ederler.

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için

koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet belki şehadet eder ki,

bu kadar kerîm ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rububiyetperver bir Sâniin, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsânâtının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.

Ayet-ül Kübra’da kâinattan Halikını soran seyyah dağlar tarafından onlardan da Halikını sormak için çağrılır.

Dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sayfalarımızı da oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır.

Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor.

Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânada hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, …. çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi membalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki:

Bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmin hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der”(Ayet ül Kübra)

MUHAKEMAT’TA DA DAĞLARDAN BAHSEDER

Demek zaman içinde Muhakemattan başlayarak dağlar onun düşüncesinde önemli bir imaj ve öğedir, manayı gittikce derinleştirir , üslubu gittikce sadeleştirir. Demek o da bir müellif gibi eserlerini zamanın değişmelerine göre yeniler,

Demir gibi dağlarıyla irsâ ve ta’mid ederek havayla iştibak ettiğinden, muvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek, dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.

Saniyen: İnkılâbât-ı dahiliyeden ihtizazat o dağlarla iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dahilî bir heyecan olduğu vakit, arz dağlarla teneffüs ettiğinden, gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.

Salisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi-i hayat olan mâ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki, şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ olduğu gibi, cezb-i rutubet hasiyetiyle havaya meşşata oluyor. Hararet ve bürudeti tâdil ettiği gibi, havaya mahlût olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebep olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.”(Muhakemat)

Buradaki üslub daha arkaik bir dil ile ifade edilmiş.

DAHİ KAHRAMANLAR VE MAKSADIN BÜYÜMESİYLE HİMMETİN BÜYÜMESİ

Divan-ı Harbi Örfi’de kendi gibi eazimın dağlar ile irtibatını anlatır.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Tâ herbiriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.“ (Divan-ı Harbi Örfi)

Şarki anadolunun dağlarını onların mektebi olarak görür Bediüzzaman.

İşte onun dünyasında dağlar, ders alsın ölüler ve sağlar.

Prof. Dr. Himmet Uç

himmetuc@hotmail.com

Kaynak: www.NurNet.Org