Etiket arşivi: Tekke

Reçete

İslam coğrafyası paramparça olmuş, kan ve gözyaşı eksik olmamaktadır, çevremizdeki muhalifler bizlerin zaaflarından istifade ederek Allah’ın hoşuna gitmeyen uygulamalarla bizleri ve gelecek neslimizi heder etmekte, geleceğimizi karartmaya devam etmektedirler.
Asrın müceddidi Bediüzzaman bu yarayı, bu hastalığı görmüş, kaleme aldığı Risale-i Nurlarda bunun reçetesini sunmuştur, bizler hala bu düşüncelere uzak ve bi gayrı kalarak ecnebiye yardım ettiğimizin farkında bile değiliz. Bunun sonucunda ülkelerimiz geri kalmakta milletimiz fakrı zaruret içine düşmekte bizlerin ve çoluk çocuğumuzun her iki dünyası da mahf olmaktadır.
Hâsılı kelam, içine düştüğümüz bütün bu olumsuzlukların sebebi, bize sunulmuş olan reçeteyi istimal etmemekten kaynaklanmaktadır.
Meselesinin önemini kavrayabilmek için, Batı hayatında büyük bir ameliyat icra etmiş olan Kalvin’le (Calvin 1509-1564) kısa bir mukayese yapmak istiyoruz. 
Herkesin bildiği üzere, Kalvin Hıristiyan dünyasında ciddi bir reform yapmıştır. Bugün kapitalizm diye ifade ettiğimiz Batı teknolojisi de varlığını Kalvin’e borçludur. Çünkü o, Batı hayatına üç temel fikir vermiş, bu fikirlerin hayata geçmesi ile Batıda ilim, fen ve teknoloji gelişmiştir. Bu üç temel fikir şunlardır:
İlim, çalışmak ve züht (dünyaya ehemmiyet vermemek).
Bediüzzaman’da  “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyerek İslam âlemine, Müslümanlara kurtuluş reçetesini özetlemiştir.
Bediüzzaman, her kötülüğümüzün temelinde cehalet vardır der, kurtuluşun da ilimde olduğunu söyler.
“Ben Vilâyet-i Şarkiyyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak.”
“Elbette nev’i beşer âhir vakitte ülûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetlerini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”
Ayrıca kuvvete dayanan hükümetlerin çabuk ihtiyarlayacağını, ilme dayanan hükümetlerin ebedi bir ömre mazhar olacaklarını” belirtir.
Bediüzzaman cehaletin izalesini, medreselerin yaygınlaştırılmasında görmüştür. 
“Bunlar gâvur okuludur, çocuklarınızı buralarda okutmayın” sloganı, dindar çevrelerde müessir olduğu devrelerde bile Bediüzzaman “Bütün fenler, kendi lisan-ı mahsuslarıyla mütemadiyen Allah’tan bahseder, siz muallimleri değil, onları dinleyin” diyerek çocukların okullara gönderilmesini tavsiye eder. 
Zaruret; Yani, Müslümanların maddi ve teknik yönden geri kalmışlığı.
Buna fakirlik, gerilik, ihtiyaç sahipliği de diyebiliriz.
İstikbalde, Müslümanlar atalet ve yeisten kurtularak, tekrar terakki edip fen ve teknikte Batılılara yetişip, hatta onların önüne geçeceklerine dair kuvvetli kanaatler vardır.
“ihtiyaç medeniyetin üstadıdır.” Yeter ki ihtiyacımızı hissedelim.
Bediüzzaman, fakr ve ihtiyacın insanları gayrete sevk ettiğini, böylece fıtratlarında mevcut olan meylü’t-terakkinin kuvveden fiile geçtiğini, teşebbüs ve çalışma sonunda terakkinin geldiğini belirtir.
“Hayat bir faaliyet ve harekettir, şevk ise onun matiyyesi (yani bineği) dir.” der.
Bütün faaliyet ve gayretin temelinde şevk yattığını söyler. Dine hizmet gibi yüce maksatlar taşıyan insanın himmetinin de yücelerek, değerinin artacağına dikkat çeker:
“Kimin himmeti milleti ise o tek başına küçük bir millettir.” der.
 
Batı terakkisinin üssü’l-esası milliyetçilik duygusudur. Bu duygunun bizde de uyandırılması lâzımdır. Ancak, milliyetçilikten kasıt İslâmcılılıktır.
 
“Milliyet bir bedendir, ruhu dindir.”
“Din milliyetin hayatı ve ruhudur” der.
Batının fen ve ilmini alalım, ama bunu yaparken kendi millî âdetlerimizden fedakârlık etmeyelim. Japon modeli buna örnektir.
 Bediüzzaman ”Maddi terakki için çalışmak Müslümanlara dinî bir vecibedir “
“Her bir Mü’min, i’la’yıkelimetullahla mükelleftir, bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir.”
Çalışmak, Cenab-ı Hakkın tekvînî (tabiata hakim) şeriatındandır. Bu şeriatın emirlerine uymanın veya uymamanın mükâfat veya cezası dünyada peşindir. Örneğin zehir içen ölür, elektriğe dokunan ölür, yüksekten atlayanın bir yerleri kırılır, soğukta kalan üşür, sıcakta oturan terler gibi, bunları yapanın kâfir veya Mü’min olması hatta insan ve hayvan olmasının bile hiçbir önemi yoktur.
Yine aynı şekilde “Çalışmanın sevabı servettir, ataletin cezası sefalettir.” Yani çalışan insan zengin olur malı mülkü artar, çalışmayanında sefaleti artar bunlar daha dünyada karşılık bulur.
 
Allah’ın emirlerini yerine getirip getirmemenin cezası veya mükâfatı ise ahrette verilecektir. Bazen hem dünyada hem ahrette verildiği de olmaktadır mesela içki içmek;
 
İçki içen insan dünyada bazı cezalara çarptırıldığı gibi, af edilmemesi halinde ahrette de cezaya müstahak olacaktır.  
Verimli bir çalışmanın olması için fıtrî meyle uygun meslek tavsiye edilmeli. Oysa günümüzde öylemi? Çok kazandıran mesleklere yönelttiğimiz çocuklarımızın o mesleği sevip sevmediğine bakmadığımız gibi kabiliyetini de sorgulamıyoruz.
Gayr-ı müslimin sanatından istifade edilebilir, kâfirin küfrü veya fasıkın fıskı maharete ve sanata zarar getirmez. 
Yerli olarak imal edilen mallar kullanılmalı. Okullarımızda kutladığımız yerli malı haftaları bunları gelecek neslimize de öğretmenin güzel bir yoludur.
Batı mamulâtı hayat boyu boykot edilmeli. Bediüzzaman bunu hayatında tatbik etmiştir. Gandi’de buna örnektir.
Bediüzzaman’a göre Osmanlı Devletindeki azınlıklar zenginleşirken Müslümanların fakirleşmesinin bir sebebi de meslek seçimi ile ilgilidir. 
“Biz gayr-ı tabii ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan amirlik maişetine el atıp belamızı bulduk” der.
 
Maişet ve geçimin “tabii” ve “meşru” ve “hayattar” yollarının: “ziraat”, “ticaret” ve “san’at” olduğunu belirtir. “Bence” der, “memuriyete ve imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir, yoksa maişet ve menfaat için girse bir nevi Çingenelik eder.
İhtilaf; Bunun zıddı ittifaktır.
Müslümanlar arasındaki ihtilaf, hem dini gruplar arasındaki ihtilaf, Medrese, mektep ve tekke  arasındaki ihtilaflar mutlaka son bulmalı. Hayat İttihattadır.
 
“İttifakta kuvvet var, ittihatta hayat var, uhuvvette saadet var”.
İslâm âlemi, aralarında tam bir birlik yapabilseler, hiçbir dünyevi güç bunun önünde duramaz.
Nasıl, dört elif ayrı ayrı oldukları takdirde dört kıymetinde olur, yan yana gelmeleri halinde bin yüz on bir kuvvetine ulaşır, keza dört tane dört ayrı ayrı iken on altı ettikleri halde omuz omuza verince dört bin dört yüz kırk dört kuvvetine ulaşır. İttifakta da böyle bir güç meydana gelir. 
Bediüzzaman, Müslümanlar arasındaki ihtilafların, iman zaafı, bencillik, en doğruyu aramak gibi bir kısım eksikliklerden ve yanlış davranışlardan ileri geldiğini belirtir. Ona göre, Müslümanları geri bırakan altı hastalıktan dördüncüsü “ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları” bilmemektir.
“Ehl-i imanı bir birine bağlayan bağları” iki kategoride değerlendirebiliriz. Bunlardan birisi inanç birliği, diğer ise amel ve ibadet birlikteliğidir.
Evet, aynı Allah’a aynı peygambere, aynı kitaba, aynı ahirete, aynı meleklere, aynı kadere aynı dini değerlere inanmak, Müminleri birbirine bağlayan en sağlam ve en kopmaz çelikten bir halat gibidir. Üstad’ın ifadesi ile bu bağlar iki gezegeni bile birbirine raptedebilir.
Yine aynı namazı kılmak, aynı hacca gitmek, aynı zekâtı vermek, aynı orucu tutmak, aynı kıbleye yönelmek gibi onlarca amel ve ibadetler de müminleri birbirine bağlayan fiili ve ameli bağlardır. Her dilden her renkten her iklimden milyonlarca insanın, aynı ihramı giyip aynı Kâbe’de tavaf edip, aynı Arafat’ta vakfeye durması, bu bağların en güzeli ve en somut olanıdır.
 Bu imânî ve dinî bağları harekete geçirmek gerekmektedir. 
“İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil” .
Din dışı, beşerî formüllerle birlik sağlanamaz.
Birliğin sağlanmasında, korku ve baskı hiçbir fayda sağlamayıp, bilakis aradaki nifak ve tefrikayı daha da artırır.
Mü’minler arasında birliği gerektiren bağların Uhud Dağı azametinde ve Kâbe hürmetinde, aralarında ihtilafa ve ayrılığa götüren sebeplerin ise çakıl taşı hükmünde olduğunu ve dini değerleri düşünmeden Mü’mine küsüp darılmanın çakıl taşlarını Uhud Dağından büyük, Kâbe’den daha hürmetli tutmak kadar bir divanelik olduğunu bilmeliyiz. 
“Âlem-i İslâmdaki ihtilafı, tadil edecek çare nedir?” sorusuna Bediüzzaman şu cevabı verir “Evvela herkesin ittifakla kabul ettiği yüce maksadlara nazar etmektir. Çünkü Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ânımız bir, zaruriyat-ı diniyyede umumumuz müttefik” der. 
Eşitlik:
Bediüzzaman bilhassa millî birliği sağlayacak hususlardan biri olan eşitliğe ehemmiyet verir.
 
Bunun kanun hâkimiyetini tam olarak sağlamakla gerçekleşeceğini söyler, aksi takdirde, her bir idarecinin müstakil bir müstebit olacağına, araya komiteciliğin girerek istibdadı artıracağına dikkat çeker. 
Maarif:
Bediüzzaman bugün Doğu bölgelerimizi kasıp kavuran anarşiyi bu asrın başlarında sezmiş, bunun maarif yoluyla önlenebileceğini söyleyerek, Doğunun ismen saydığı belli başlı merkezlerinde medreseler açılarak, devlet eliyle talebeler yetiştirilmesini teklif etmiştir.
Ehakkı Aramak:
Bilhassa mezhep ihtilaflarını ve dini gruplar arasındaki ihtilafları bertaraf edecek bir formül, budur.
“Hakta ittifak ehakta ihtilaf olduğundan bazan hak, ehaktan ehaktır.”der.
 
Herkesin kendi mesleğini “hak” bilmeye, daha güzel bilmeye hakkı olduğunu, amma başkalarının mesleğini batıl ve çirkin bilmeye hakkı olmadığını söyler. Kişinin sadece kendi mesleğine hak demesini zihniyet-i inhisar olarak tavsif eder, bunun bencillikten, “hubb-u nefs”ten geldiğini belirtir. 
 
Muhabbete Muhabbet, Adavete Adavet:
İhtilafın giderilmesinde, Mü’minlere karşı muhabbetin yaygınlaştırılmasını, husumetin yok edilmesini tavsiye eder.
“Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok.
 
“Medeniyette geri kalışımızın en büyük sebebinin, istibdaddan sonra, mürşid-i umumi üç büyük şube olan ehl-i medrese, ehl-i mekteb ve ehl-i tekkenin tebayün-ü efkârıve tehalüf-ü meşaribi” olduğunu söyler.
 
Tebayün-üefkâr,(fikir ayrılığı)ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmıştır. 
Medreselerde fen ilimlerinin okutulmasının, mekteplerde de din ilimlerinin okutulmasının şart olduğunu söyler.
Dini Cemaatlerin İttifakı:
 
Her şeyden önce o farklı cemaatlerin varlığını gerekli ve faydalı görür. Cemaatlerin gayede bir olmalarını arar. Elbette bu gaye müspet ve yapıcı olacak. Dine, millete hizmet etmek olacak. Bu varsa, metodda ve meşrebde birlik aranmaz.
(Din sevgisinin sevkiyle) teşekkül eden cemaatlerin, iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
“Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmek.
“İkinci şart: Muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak. 
 Bediüzzaman ihtilalci cemiyetlere karşıdır.
 
Bediüzzaman İslam âleminin şu ana kadar tahlil ettiğimiz her üç düşmanı da yenip, gelecekte maddi cihette  de insanlığa önderlik edip, sulh-u umumi getireceğini söylemektedir.
“Akıl ve ilim fen hükmettiği istikbalde elbette, burhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.” der.
“İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacaktır.” Der.
“Yakinim var ki, istikbal semavatı ve zemini Asya,
Bahem olur teslim yed-i beyza-yı İslâma!”  der.
“İ’lay-ı Kelimetullahın bayrağı olan hilâl-yıldız bayrağı teâli edecek, eski şevketini bulacak inşaallah.” Der.
Derleyen: Çetin KILIÇ
Kaynaklar:
Risale-i Nur Külliyatı
Bediüzzamansaidnursi.org
Prof. Dr. İbrahim CANAN
sorularlaislamiyet
 
 
 
 
 

Tekkeler tarihi misyonuna geri dönüyor

Günümüzde tekke kelimesini duymayan kalmasa da, Tekke’nin ne olduğu, ne işe yaradığını ve ne amaçla kurulduğunu birçoğumuz bilmez. Farsça dilinde „tekye“ olarak bilinen kelime, dilimize tekke olarak geçmiştir ve „dayanılacak yer“ anlamına gelir.

Tekkeler, ayırt etmeden halkın tüm kesimlerinden insanların toplandığı, bir ilahi aşk ve İslamiyet sevgisinin öğretildiği insanlar arasında gönül bağlarının kurulduğu teşkilatlar ve vakıf esaslarına uyularak kurulmuş sosyal amaçlı dini eğitim ve öğretim kurumlarıdır.

Geçmişimizde Medreselerde, dini ilimlerle birlikte fen bilgileri okutulurken, tekkelerde de her Müslümana lazım olan ahlak bilgileri talim ettiriliyor ve nasıl uygulanması gerektiği, yaşatılarak öğretiliyordu. Nitekim İslam’ın ve insanlığın temeli de güzel ahlak değil midir?

Selçuklu ve Osmanlı devletinde tekke faaliyetleri toplumsal alanda önemli mesafeler kat etmiş, hayatın ilmi, kültürel, edebi, sanatsal, musiki ve bütün alanlarına girmiş, yön vermiş ve İslam Türk kültürünün oluşmasını sağlamıştır. Tekkelerin birer ilim irfan ocakları olması ile beraber nice ham yürekler pişirip, kemalini bulması ile beraber olgunlaşmıştır ve tarihimizin en önemli şairleri, edebiyatçıları ve musikişinasları yetiştirmiştir.

eski-foto-1-encumen-arsivi-19-kuzeycephesindeki-cumle-kapisinin-gorunusuMedeniyetimizin bir parçası olan tekkelerin günümüzde eski hüviyetine dönme gayretleri, cılız da olsa, devlet bazında yeterli destek bulamasalar da, devam etmektedir. Eski birçok tekkenin varisi kalmamış veyahut kendi öz kimliklerinden uzaklaşmışlar ve tekkelerin Osmanlıdan günümüze kalan birçok tekke metruk ve virane haldedir.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında üzülerek biliyoruz ki birçok tekke yıkılmış, yakılmış veyahut tahrif edilmiştir.

Bu tekkelerden birisi de Kanuni Sultan Süleyman Han’ın vakfiyesi olan ve onun Şeyhi olan Ummî Sinan hazretlerinin Fatih Topkapı’da bulunan Ummî Sinan tekkesidir. Bu da maalesef Cumhuriyetin ilk yıllarında boşalttırılmış, yıkılmış ve yakılmış ve arazileri gece kondu yerleşimine açılmıştır. Ranta tebdil edilmiş, çay bahçesine çevrilmiş. İçerisinde sigara ve alkol tüketilen bir yer olmuş.

Umulur ki, Geylani İlim Kültür ve Eğitim Vakfı’nın (GİKEV) Ummî Sinan tekkesini yeniden ihya ve inşa etmesi ile yeni bir kapı aralanır, tekkeler tekrardan bir irfan ocağı olarak günümüzün manevi darlıktaki toplumuna tarihindeki manevi zenginlikleri tekrar iade eder.

 

Makaleyi yazan: Bahar Kemiksiz

 

 

Arif Ağırbaş

https://www.facebook.com/arif.agirbas

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Barla’da Diriliş (Şiir)

Barla’da gerçek imanın temeli atılıyor
Ankara’da da başka bir devrim gerçekleşiyor

Bin dokuz yüz yirmi dörtte Hilafet son buluyor
Okunan dini tedrisat tamamıyla bitiyor

Bin dokuz yüz yirmi beşte bir kanun çıkartılır
Tekke ile zaviyeler tamamen kapatılır

Ardından çıkan kanunla şapka devrimi olur
Halk da batılılar gibi giyinmeye zorlanır

Birbiri ardına çıkan kanunlar gerçekleşir
Kök salmış İslami doku yavaş yavaş değişir

Çağdaş batılı bir insan tipini istiyorlar
İnsanlarsa bu devrime tepki gösteriyorlar

Bin dokuz yüz yirmi sekiz harf devrimi çıkıyor
Artık Arap harfleriyle yazmak yasaklanıyor

Bu nedenle Barla’daki yazılan o yazılar
Köy ve kasabadakiler elleriyle yazarlar

Gizli yazıp insanlara hemen iletiliyor
Her kes faydalansın diye çaba sarf ediliyor

Nurun Risalelerini engel görenler vardı
Bu nedenle de Üstadı sürgün ediyorlardı

Yapılan onca sürgünler O’nu durduramadı
Verdikleri sıkıntılar O’nu yıldıramadı

Bir de imha yollarını denemek istediler
Isparta’nın merkezine Üstadı getirdiler

Bin dokuz yüz otuz dörtte bu olay gerçekleşir
Burada da hizmetine aralıksız çalışır

Sürgüne göndermek ile bir şey yapamadılar
O’nu tutuklamak için bahane aradılar

Yüz yirmi asker ve yirmi polis ile beraber
Hükümet yetkilileri Isparta’ya gelirler

Bir de Üstad’ın evinde sıkı arama olur
Kitapları toplatılıp hepsine el konulur

Emniyete götürülüp sorgulama yapılır
Suç unsuruna rastlanmaz ve serbest bırakılır

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org