Etiket arşivi: tesadüf

Kadere iman etmek neden kaçınılmazdır?

Bugün sizinle ‘gayba iman etmek’ ve ‘hakikati arayış şeklimiz’ arasındaki bağı konuşmak istiyorum. Çünkü bu meselede kimileri bizi ‘kolaycılık’ yapmakla suçluyorlar. Bu doğrudur. Ama doğru olarak doğrudur. Yanlış olarak doğru değildir. Sohbetimize şöyle bir yerden başlayalım: Bir insan gaybı iken varlığına iman etmediği bilginin şahidi olamaz. Onu elde edemez. Ona ulaşamaz. Bunu söylemekle kastım aslında şudur: Eğer siz, bir ‘şey’in olabileceğine (en azından) ihtimal verip (henüz vücudu müşahade edilmemişken) onun peşine düşmezseniz bilgisine de ulaşamazsınız. Yani, bir açıdan, hayaliniz dahi gaybınızdır sizin.

Nitekim ne Edison’un ampulü ne de başka bir ismin başka şeyi keşfi ‘tesadüf işi’dir. Yani, bu isimler, yolda ıslık çalarak yürürlerken aniden ceplerinden ampul veya başka bir teknolojik icad çıkmamıştır. Bizzat onu bulmaya yönelik özenli/kararlı adımları vardır. Emek emek, dilek dilek, hayal hayal duaları vardır. Onlar, bunların varolabileceğine ihtimal verip, hatta ne ihtimal vermesi, çılgıncasına iman edip çalışmalarıyla bu icadlara (yani gıyabında iman ettikleri şeyin hakikatine) ulaşmışlardır.

Tamam, meşhur hikayede Newton yerçekimini ararken başına elma düşmüştür, fakat hüner ne Nasreddin Hoca’nın kavuğunda ne de elmadadır. Elma sadece aranılanın üzerinden verildiği sebep olmuştur. Düşmesine tesadüf dense bile okunuşuna tesadüf denemez. Newton’un açlığını taşımayan bu okumayı yapamaz. Bu yüzden diyorum ki: Gayb iken iman edilmeyen şeyin marifetine ulaşılamaz. Çünkü her bilinen önce ‘bilinmeyen’dir. Kestirilmeden önce sezilendir. Tahakkuk etmeden önce tahayyül edilendir. Bilmek yolculuğunun kaçınılmaz adımlarıdır bunlar. Kimse bu adımları atlayamaz. Gaybken imanı olmayan hakikate ulaşamaz.

Bu noktada, gayet hikmetli bir şekilde, tesadüfün kollarını en çok kıran şeyin gayba iman olduğu görülüyor. Ancak tersten bir bakışla. Tesadüf eseri bilim olmuyorsa (ki olmuyor), yani herşey önce zan/tahmin içeren bir teori üretimiyle başlıyorsa, o halde hiçbir keşfediş tesadüf işi değildir. İnsan tesadüfen hiçbir harikalığa rastlamamıştır. Ancak olabileceğine ihtimal verdikleri, bu ihtimale dikkat ettikleri ve dikkatinde zaman harcadıkları şahitliği olmuştur. Yani imanı ilmini doğurmuştur.

Ne gariptir ki, elde ettiği ve pek güvendiği modern harikalara taparcasına ve onlardan kendisine ilahlık payesi çıkarırcasına rağbet eden modern insan; elde ettiği payenin ardından varlığı tesadüflerle açıklamayı seçiyor. Öncesinden hayali dünyasına girmemiş hiçbirşeye ulaşamayan beşer, her nasıl oluyorsa, varlığın ötesinde daha ‘önceki aşamalar’ ve ‘sonraki aşamalar’ olduğuna iman etmede tereddütler yaşıyor. Orada olanı şurada inkâr ediyor. Halbuki varlık âleminin bir ara âlem olduğunu beyninde yakinen biliyor. Vücudu olmayanların önce hayalde varolup sonra dünyasına teşrif etmesi; giderken de hatırasını yine başka bir vücud şeklinde bırakması; bu âlemin sadece bu âlemle açıklanamayacağının en büyük delilini oluşturuyor. Yani, insan, hayali ve hafızası üzerinden bile kadere iman edebilir kolayca. Gelenlerin gelmeden önceki sezilişinden ve gidenlerin hatırlanmak kaydıyla gidişinden şu çıkarımı yapabilir.

Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi âlem-i misâlde mahfuz kalır. Hem hayatının etvâriyle ‘mukadderat-ı hayatiye’ denilen sergüzeşte-i hayatiyesi, âlem-i misâlin defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider.

Unutmaya çalışmak bile bir tür hatırlamaktır. Buradan kadere de önemli bir delil vardır. Nasıl? Belki şöyle: Dünyasında, hayal/tasavvur/akıl sahalarında bir ‘takdir’den geçirmeden varlık sahasına hiçbirşey çıkaramayan insan ve yine bunları kendince yokettikten(!) sonra hiçbir şekilde tam anlamıyla dünyasındaki izlerini yokedemeyen aynı canlı; nasıl oluyor da dışındaki âlemde varoluş ve yokoluşu sadece burayla açıklıyor?

Varlığın en iradelisi, en akıllısı, en ihtiyarlısı olan insanın elinden bile önceden takdir edilmemiş, karar kılınmamış, planlanmamış işler varolmazken; varlık sahasındaki harikalar nasıl takdir edilmeden meydana gelebilir? ‘Nasıl olacağı önceden bilinmeyen’ nasıl düzen içinde yaratılabilir? İnsan pastanın nasıl olacağını bilmeden ununu karıştıramıyorsa ondan milyon kere milyon daha düzenli olan âlem, her an, nasıl öncesinde bir ilim olmadan varlık sahasına çıkabiliyor?

İşte kadere delil olarak Kur’an’da bize öğretilen bir hakikat: Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz. Takdir, sadece bu ayette değil, Kur’an’ın genelinde altı çizilen birşeydir. Âlem düzenlidir. Düzen takdirle olur. Takdir ise kaderi gerektirir. Tesadüf düzensizliği iktiza eder. Sanırım böyle ‘takdirli bir âlem’ algısını da aşılıyor bize Kur’an. Olanları tesadüf penceresinden okumamızı yanlışlıyor.

Buradan şuna da geleceğim: Bir mümin ile kafirin âleme bakışı, bilgiyi arayışı bu noktadan da farklılık arzeder. Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un ‘Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?’ kitabında ilk kez dikkatimi çektiği şeydi bu. Orada dinin ve felsefenin bilgiye bakışları arasında şöyle bir nüans zikrediliyordu: Din önceden varlığına iman ettiği şeyin bilgisini arar. Yani vahiy zaten mü’mine ulaşılacak sonuçların en uçlarını vermiştir. Okumalarının nihayetini bağışlamıştır.

İslam bu yüzden tefekküründen, yeni bir akide şekli değil, o akideye yeni deliller çıkarır. Akide, istikametten sapılmadıkça, hep aynı kalır. Yani, mürşidimin tabirince, ürettikleri yeni bir dava olmaz da davanın içinde bir burhan olur. Fakat felsefe için ulaşılacak sonuçlar kesin değildir. Kesin sonuçlara imanı yoktur. O hem delil hem sonuç çıkarır. Tam anlamıyla ‘bilinmeyeni’ arar… Gaybı hakikaten kayıptır. Her defasında silbaştan bulunmalıdır. Bugünün modernist müslümanlarının düştüğü hata da budur. Yani, dini de felsefe gibi algılayarak, itikadı üzerinde ‘görüş oynatılacak’ bir saha sanmalarıdır.

Felsefeyle ilgilenenler kızmasınlar. Fakat zannederim vahyi kuşananların salt felsefe ile âleme bakanlara karşı en büyük kazancı bu: Sizin tırmanmaya çalıştığınız dağın tepesinde duruyoruz zaten. Ve bu yüzden sizin kadar yamaçlarda yıpranmıyoruz. Sadeyiz. Belki sizin kadar kelime oyunları yapamıyoruz. O dolambaçlı yollardan nasıl gelinir (belki) bilmiyoruz. Çilesiyle tanışık değiliz. Sonuçların netliği nedeniyle her istediğimizi söyleme konusunda sizin kadar hür de değiliz. Ancak şu var: Daha huzurluyuz. Daha netiz. Ve ürettiğimiz marifet taş taş üstüne koyuyor. Neticenin belirginliği nedeniyle deliller birbirine yardım ediyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: “Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır.

Ene Risalesi’nin ahirindeki üç yolu hatırlayarak bitirelim: Biz Kur’anî asansörle şıp diye geldik hakikate. Siz dağları/ovaları aştınız geldiniz (o da belki). Bu çileyi çekmek sizin hüneriniz değil kabahatiniz. Hamakatiniz. Çilenizle hava atamazsınız. Nihayetinde Bediüzzaman’ın da dediği gibi: Zararsız yol zararlı yola müreccahtır. Seçmediyseniz sorumluluk kimde?

Ahmet AY – risalehaber.com

Tesadüf mü? Tevafuk mu?

Kâinat, Allah’ın kudret kalemiyle yazdığı muhteşem bir kitaptır. Bu kitap, baştan sona hikmetlerle doludur. Hiçbir yerinde bir abes, bir fazlalık söz konusu değildir. Kur’an’ın bildirdiği gibi “Çevir gözünü, bir bak! Herhangi bir kusur bulabilir misin? Sonra bir daha, bir daha çevir. Gözün yorgun ve mahrum olarak sana geri dönecektir ” (Mülk, 3-4) Bu gerçeğin en güzel bir misali, insan vücududur. İnsan vücudunda, görevi olmayan hiç bir uzuv yoktur. Sadece karaciğer, dört yüzden fazla görevi başarıyla yürütmektedir.

Kâinatta meydana gelen olaylar, tamamen Allah’ın kudreti ve tasarrufu iledir. Mesela, biz yağmurun yağdığını görürüz. Gerçekte ise, yağmur yağdırılır. Rüzgarlar rastgele değil, Allah’ın emrine göre eserler. Hiçbir olayda tesadüf yoktur. “Tesadüf, ancak cehlimizi örten bir perdedir.” (Sözler, s. 632) Bizim tesadüf olarak gördüklerimiz, hakîkatta Allah’ın tasarrufudur. (Yazır, IV, 2802) Mesela, siz evinizde otururken, birden içinize dışarıya çıkıp dolaşma hissi doğsa ve çıktığınızda sokakta, yıllardır görmediğiniz bir dostunuzla karşılaşsanız, bu bir tesadüf, bir rastlantı değil; tevafuktur, ilâhî bir tasarruftur.

Bediüzzaman’ın şu tesbiti son derece dikkat çekicidir: “Çok âdî (sıradan) perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar.” (Barla Lahikası, s. 313) Trafik işaretlerinden haberi olmayan birisi, polisin el-kol hareketlerine bir anlam veremez. Yoldaki işaretleri sadece seyreder. Fakat bilen birisi, o hareketlerden ve işaretlerden, sözlü birer ifade gibi mana çıkarır, istifade eder.

Üstadımızdan tesadüfle ilgili bir ders:
“Mesela, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam, üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şüphe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte, hurufat ve kelimat (harfler ve kelimeler) o maddelerdir, ağzımız o avuçtur. (Barla Lahikası, s. 65)

Bu tarz tevafuklar, her şeyde bir kasıt ve iradenin cilvesi bulunduğunu, tesadüf olmadığını gösterir… “Hiçbir şey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir.” (Kastamonu Lahikası, s. 65)

Bediüzzaman bazı tefe’üllerini şöyle anlatır:

“Bundan otuz sene evvel (I. Dünya Savaşı sonrası)eski Saîd’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi. “Elmevtü hak” (ölüm haktır) kaziyyesini düşündü, kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskar taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif, tereddüdde kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh Geylani’nin (R.A), Fütûhu’l-Gayb namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tef’eülde şu çıktı: “Sen Dâr u’l-Hikmette iken, kalbini tedavî edecek bir doktor ara .”

Acibtir ki, o vakit ben Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye azası idim. Güya, ehl-i İslâm’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. Sonra, İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm. Elime aldım. Halis bir tefe’ül ederek açtım. Acaibtendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lafzı var. O iki mektub, bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında “Mirza Bediüzzaman’a mektub” diye yazılı olarak gördüm. “Fesübhanallah, dedim, bu bana hitab ediyor.” İmam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi, çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et!” Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma!

(…)Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyaralerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakîkî tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de, en mukaddes üstad da odur.” (Mektubat, s. 355-356)

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Abdulkadir-i Geylanî ve İmam-ı Rabbanî’nin kitaplarıyla yaptığı tefe’ülde, haline uygun bir ders almış, hayatının akışına bir yön vermiştir.

Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden Sıddık Sabri’nin ayağında Bediüzzaman’da olduğu iki parmak bitişiktir. Bediüzzaman, bu talebesine gönderdiği bir mektubunda şöyle der: “Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman, bir hiss-i kable’l-vuku (önsezi) ile kalbime geldi: Bu zat, mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın.” (Kastamonu Lahikası, s. 30)

İnanç ve itikad bakımından Allahın ilmini, iradesini ve kudretini reddeden materyalistlerin saplandığı tesadüf kelimesi tamamen inkara ve küfre götürdüğünden üstadımız bu konu üzerinde şiddetle durup ikaz ediyor. Fakat miraç risalesinde olduğu gibi “gözüne ve kulağına tesadüf eden” ve buna mümasil ifadeler aynı manaya gelmez.

Buradaki tesadüf, Resulüllah (S.A.V) miraç merdiveniyle alemi gezerken kendi iradesinin dışında kendisinin kontrolü olmadan gözünün gördüğü kulağının işittiği kevni delil ve burhanlar için kullanılmıştır

“Ben de kader-i İlahînin sevkiyle pek acib bir yola girmiştim. Ve pek çok belalara ve düşmanlara tesadüf ettim”. “Enes’e ferman etti ki: “Filân, filânı çağır. Hem kime tesadüf etsen davet et.” Enes de kime rast geldiyse çağırdı.” ifadelerinde de esadüf bu manada kullanılmıştır.

Aşağıda risalelerde geçen tesadüfle alakalı bazı cümleler yer almaktadır:

“Tesadüf onun işine karışamaz.” (S: 197)
“Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.” (S: 170)
“Hangi tesadüf bu işlere karışabilir?” (S: 673)
“Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlahiyenin perdesidir”
“Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.” (M: 349)
“Fakat rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler.” (M: 379)
“Karışık tesadüf karışamaz.” (Ş: 45)
“Evet fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körükörüne, tesadüf eseri değildir.” (İ: 57)
“Âlemde tesadüf yoktur.” (Ms: 243)
“Bu tevafuk kat’iyen tesadüf değil.” (B: 255
“Birincisi: Her şeyde -ne kadar cüz’î de olsa- bir kasd ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakikî olarak olmamasıdır.” (K: 65)
En cüz’î işlerimiz de tesadüf değil, kasdî tevafuktur.” (K: 221)
“Gözümüzle bu latif tevafuktaki şirin inayet-i İlahiyenin cüz’î cilvelerini gördük ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmıyor.” (K: 222)
“Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz.” (STİ: 5)
“Bu işler tesadüfî olamaz.” (S: 35)
“Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir.” (S: 250)

Prof. Dr. Şadi Eren

sorularlarisale.com

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam edeceğiz fakat bu haftaki konumuz biraz kişisel.

Defalarca kim olduğumu sorup, merak edenler ve hakkımda bilgi veya fikir edinmek isteyenler için hayatımın bazı köşe taşlarını yazmaya karar verdim bu sefer. Artık bir daha soran olursa, bu yazıma atıf yapacağım. Çünkü devamlı aynı şeyleri anlatmak sıkıcı ve sorana göre yaşadıklarımı filtreleyip anlatmak yorucu.

Hem bu kitap çalışmamızda yazarın da özgeçmişinin bulunması şart. Böylelikle dinleyen, söyleyenin ruh lâbirentlerinde dolaşabilsin ve muhatabın, mütekelliminin kişiliği hakkında bir fikri olsun ve olaylara nereden baktığını bilsin. Hem böylece belki de, kitaptaki cümlelerde yazarın ne kasdettiği ve maksadı ve hangi makamda, neden böyle yazdığına isabet etme ihtimâli artsın.
kiyidaki cocukOkuyanın yazara ünsiyet ve yakınlık kurabilmesi; belki ortak paydalar yakalayabilmesi; yani konuşanla dinleyen arasında bilgi aktarımından başka, duygusal aktarım ve bağ kurulabilmesi için de bu gerekli. [Burada Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) 27. Söz’de geçen “sohbet, muhabbet, yakınlıkta; insibağ, in’ikas, boyanma, çift yönlü aktarım olur” anlamına gelen cümlelerini hatırlamak gerekli. ]

Bununla birlikte bir de tanıdıkların senelerdir; “hayatını yazsan, bu yazılarından çok daha fazla merak ve ilgi uyandırır ve okunur” şeklinde tavsiyelerine uymaya ve doğruluğunu test etmeye karar verdim denilebilir.

Elbette burada mantıkî, duygusal, felsefî, ekonomik ve sosyâl bir sürü sebep veya bahane sayabilirim; fakat beni bu yazıya iten veya çeken asıl saik ve gaye nedir; hikmet ve illet, daî ve muktazî nedir emin değilim veya bilemiyorum. Yani yazarın niyeti karışık!

Fakat size yol göstermesi açısından şu kadarını söyleyebilirim: “Bunları niye yazdığım” sorusunun cevabından daha çok, “bunları niye okuduğunuz”un cevabı çok daha önemli. İşte benim hikâyem:

Küçükken en çok istediğim şeylerden biri evliya olmaktı! İlkokul zamanlarımda evliya olmayı çok istiyordum. Böylelikle babamın dövmelerinden ve evdeki diğer nahoş şeylerden; evliyalar gibi duvardan geçerek, havada uçarak kurtulacak; tayyı mekân yaparak, bir ânda çok güzel yerlere gidecektim! O zamanlar okuduğum evliya menkıbelerinden; benim gözümde evliya, “süpermen” gibi birşeydi! Evliya (evet haklısınız tekil olarak “veli” demem gerek) olursam, elimdeki bu muhteşem güçle fizik kanunları bana işlemeyecekti!…

21. Nisan. 1973’te Bursa’nın Yenişehir İlçesi’nde sabaha doğru doğmuşum. Şimdi buradan geçmişime baktığımda ilk hatırladığım şeylerden birisi: Babamın beni dövmek için mahallede sopayla kovalarken, benim bisikletten bile inme fırsatım olmadığı için bisikletin pedallarına var gücümle basarak kaçışımdır!

Fakat bugün düşününce tuhafıma giden bir olay var orada: Babam elinde sopa, ben bisiklette kaçarken; TV’den naklen yapılan canlı yayımın birden kesilmesi gibi birşey oldu orada ve benim yaşadığım o olayla bağlantım koptu bir ân ve bu babamdan kaçış sahnesini ve kendimi bir ân yukarıdan izler gibi oldum! Bilemiyorum yaşadığım korkudan ruhum vücudumu mu terketmeye karar verdi veya geçici şoktan dolayı bilincimin beyin arayüzüyle bağlantısı koptu veya vücudumla iletişim hatları mı kısa devre yaptı!? Yani kısa bir “aydınlanma(!)” yaşadım orada! Neyse, bu soruları burada bırakalım.

O günlerden hatırladığım canlı ve net bir görüntü de: Babamın beni dövmek için kovaladığı evimizin bahçesinde, beni yakaladığı ânda yüzünde gördüğüm o öfke ve haz karışımı ifadedir! (Bir panterin avını yakalamasında duyduğu veya birisine öfkelenenin hedefini ele geçirdiğinde duyduğu haz gibi. ) Bunu da geçelim.

Gene babamın beni dövdüğü rutin günlerden birindeyiz: Ellerim bahçedeki ceviz ağacına bağlı ve ben iplerden kurtulmaya çalşıyorum! Siz burada yokken, biraz önce babam beni hortum gibi şimdi hatırlayamadığım birşeyle dövmüş, fakat bunun kifayetsiz olduğunu düşünmüş olacak ki; kaçmamam için beni ellerimden ağaca bağlamış ve bahçeden çok daha uygun (odun, sopa gibi) birşey arıyordu! Bu olayı da burada keserek, devamını sizin hayâl gücünüze bırakıyorum!

Babamın beni dövdüğü zamanlarda kendi kendime sorduğum sorulardan biri: Evlâtlık alınıp alınmadığım olmuştur. Şimdi düşünüyorum da; sanki bu kurguda “üvey evlât” rolünde olursam, taşlar yerli yerine oturacak, olanlar bir mânâ kazanacakmış gibi; ne komik!

Burada annemden hiç bahsetmediğimi farkettim şimdi. Okuldan (ilkokuldan) eve döndüğümde annemi sedirin üzerinde her yeri dövülmekten morarmış, ağlarken bulduğum o günü hiç unutmuyorum!

Başka bir seferinde bir akşam babamın evdeki bakır sürahiyi annemin alnına indirdiğini, annemim hastaneye kaldırılıp, alnına dikiş atıldığını hayâl meyâl hatırlıyorum! (Yeri değil belki ama sürahi, bakır olmayabilir. ) Gene başka birgün, annemi boğmaya çalışırken, elinden dedemin kurtardığını hatırlıyorum!

Diğer birgün eve geldiğimde babamın dinî kitaplarımı bahçede yakmış olduğunu hatırlıyorum. Bir konuşmasında, Peygamberimiz hakkında (S. Â. V. ) terbiyesizce ettiği birkaç iftirayı da!

Hafızamda kalan şeylerden bazıları da: Babamın beni elinde kıvrandırarak ağzımı çakmakla yakmaya çalıştığı; başka bir gün de kiremitle sırtımı keseleyip(!) banyo yaptırdığı bir görüntü.

Annemin kaçıncı evden kaçışı ve bizi terkedişiydi hatırlamıyorum. Fakat biz 3 kardeşten en küçük kardeşim olan kızkardeşimin henüz kundakta olduğu zamanlardaki kaçışından sonra bir daha hiç dönmedi. Sonra boşandılar, sonraki yıllar annem başkasıyla evlendi.

Evden o son gidişinde anneme yazdığım bir mektubu hatırlıyorum şimdi. Mektupta babamı evdeki fare zehiriyle zehirlemeyi düşündüğümü yazmıştım! Bir çocuğun babası hakkında böyle düşünmesi ne kadar korkunç bir şey! Fakat bundan daha korkuncu oldu: Annemden gelen mektup babamın eline geçti! Gelen mektupta “babanı zehirleme, beni yaptırdı derler” anlamında birşeyler yazıyordu! Tabii o günden sonra babamın şiddet katsayısının arttığını söylemem sizin zekânıza hakaret olur!

Dedemin (babamın babası) kaç defa babamı polise şikâyet edip; bir de babamın karakoldan döndüğü günlerden birinde her yeri kanlar içinde eve geldiğini hatırlıyorum!

Sonra dedemin emekli maaşından çaldığım parayla akşam üzeri çarşıda lokantada tas kebap yiyişim; dedemin hırsızlığımı farkedip, beni babamın müşfik kollarına teslim edişini hatırlıyorum!

Başka? Babamın tabancasının elimde taşıyamayacak kadar ağır olduğunu, sahibi olduğu meyhanede bana sosis verişini, onu değişik cezaevlerine annemle ziyarete gidişimi hatırlıyorum. Bir keresinde evin bahçesinde bir kedinin arka ayağını nacakla kestiğini; zavallı hayvanın, derisinin tuttuğu ayağını sürükleyerek can havliyle kaçtığını hatırlıyorum! Gene bahçeden eve girmiş bir kediyi sıkıştırıp, değnekle vurarak, top gibi duvarlara savurduğu geldi şimdi aklıma!

Sonra, faturaları ödemeyemediğimizden dolayı evdeki elektrik, suyun kesik olduğunu; sokak çeşmesinde bulaşık yıkadığımızı; aynı çayı sabah akşam içine su koyup, kaynatıp, içtiğimi; çaya ekmek bandırıp dedemle yediğimi hatırlıyorum.

Babamın mahalledeki evlerin önündeki yığınlardan odun – kömür çaldığını; pazarcı veya köylülerin kaldırım kenarındaki çuvallarından soğan, biber çaldığını hatırlıyorum. Benim o çuvallara para sıkıştırdığımı; içki şişesine doldurttuğu yağla yaptığı yemeği, akşam karanlığından istifade yemeyip, kardeşimin yemesi için yiyor gibi yaptığımı hatırlıyorum. Bir de o zamanlardan; çarşı camiindeki yaşlı Yusuf amcaya, haram yakacakla ısınmanın zararı ve ne yapabileceğim hakkında sorduğum sorular var aklımda.

Babamın karşısında yemek yiyemeyip, hepsinin boğazıma takıldığını; eve geldiği birgün dövmek için üzerime sıçrarken, yalınayak pencereden dışarı atladığımı; bazı zamanlar böyle evden kaçıp, sokaklarda dolaştığımı; akşamın karanlığında ışık yanan evlerden gelen çatal – kaşık, çay karıştırma sesleri, çocuk seslerini hatırlıyorum! Benim ıssız ve karanlık, giremediğim o evle; o akşamlarda yalınayak ve yalnız yaşadığım bu durum; yani çok zıt bir arka plân oluşturuyordu mahalledeki bu dekor!

Birgün babamın beni çarşıda yakalayışı ve arkasında sakladığı sopayla ayaklarıma vurdukça vurduğu ve benim bir süre ayaklarımın üzerine basamayışım geldi aklıma. Bugün yaşadığım o dehşet ve ayaklarımdaki o acı geçti, hafızamda daha derinlerde bıraktığı uzun süreli acı da geçti; fakat insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve tecrübenin etkisi uzun süre geçmedi!

Bugün bile hayret edip, te’vil ve anlamakta zorlandığım şey; babamın vurduğu o sopalar değil, artık onu kabullendim; fakat güpegündüz çarşı ortasında, kahvehânelerin bahçesinde, dükkânlarının önünde oturan veya yoldan geçen onca amca, dede, insanın birisi bile kalkıpta “Ne yapıyorsun sen, bu kadar ufak çocuk, böyle dövülür mü!? İnsan savaşta esir aldığı düşmana böyle davranmaz!” demedi! Babamın elini tutmayı bırak, bu sözü bile demedi! Bilemiyorum belki sadece kalben buğz etmekle yetinmişlerdir! (Şikâyet mi ediyorum, isyan mı ediyorum, itirazım mı var? Hayır, bu sadece sitem!)

Elhasıl insanları tanımam ve haklarında ailem üzerinden, bilhassa babam üzerinden edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimler hiçte iyi değildi. O zamanlar genelde insanların keskin tarafı denk geldi bana.

Gene hiç yeri değil belki ama: İnsan acı çekerken ve vücuduna darbeler alırken varoluşunu ve varolduğunu çok daha derinden ve net hissediyor! Düşünsenize dişimiz ağrımasa varlığını bile farketmiyor, hissetmiyoruz! Varoluşumuzu veya herhangi bir uzvumuzun varlığını; acı veya ağrı verirken daha net hissediyoruz!

Ya da bilmiyorum belki varlığın varlığını, yokluğundan çok daha fazla hissediyoruzdur da; devamlı hissettiğimiz bu hisse ülfet veya beynimizin elbiselerimiz veya oturduğumuz sandalyenin vücudumuza temas ederken yaptığı basınç ve etkiyi filtrelemesi, şuurumuzdan gizlemesi ve farketmememiz gibi veya akvaryumdaki balıkların her yönden eşit basınçlı suyun etkisinde oldukları için suyun varlığını farketmemeleri (yani suyun zıttını, dolayısıyle suyu ve suyun içinde olduklarını farketmemeleri) gibi; biz de varoluşumuzu, varlığımızın varlığını (böyle devamlı hissetmekten kaynaklanan bir sebeple) hissedemiyor olabiliriz.

Yani şuurumuz istikrar ve devamlılıklara değil, belki bu devamlılıktaki kesinti ve istisnalara dikkat ediyor olabilir. Beynimiz sadece farklı olana yönelip, bunu kodlama ve hafızaya kaydetmeyi daha ekonomik buluyor olabilir. Her neyse, konumuz bu değil; daha doğrusu sadece bu değil; konumuz çok.

Ne zaman bu yaşadıklarımı hatırlasam veya insanların kötülük ve duyarsızlığıyla ilgili bir benzerini haberlerde seyretsem; Bakara Suresi’nde meleklerin “insan”ın halife olarak seçilip, atanmasını taaccüble karşılayıp, hikmetini anlayamamalarını hatırlarım. Bir de Yusuf Âleyhisselâm’ın kardeşlerini, bir de Habil – Kabil’i. Bu sahnelerin Kur’ân’a girmesini ayrıca mânidar bulurum.

Bilmiyorum ki babamı mı daha çok suçlamalı veya kızmalı veya acımalıyım; yoksa babamı buna sevkeden şeytana mı daha çok hınç duymalıyım!? Şeytan gerçekten insanın apaçık düşmanı! Bu ortaklıkta hisse payları nedir acaba? Hem belki eğer varsa; babamdaki genetik, psikolojik veya nörâl, beyinsel, hormonâl eksiklik – bozukluk – hastalıklara da hisse ayırmam gerekebilir. Acaba bunlar içinde babamın iradesini ortadan kaldıran veya iradesini yanlış davranışa meylettiren; meyilden öte zorlayıp, düşüren faktörler var mıdır? Ahiretteki terazi ve mizanın; insanın ruh ve amellerinin analiz ve haritasını ânında çıkarıp, görüntüleyen tomografi, emar nevinden özelliği de var bence.

Elhasıl öyle şeyler yaşadım ki, Yeşilçam Filmleri’nde bu kadar olmaz diyebilirim. Yani bunları televizyonda seyretsem; “bu kadar saçmalık ve dram olmaz; ne biçim senaryo, ne biçim kurgu bu; hiç inandırıcı değil!” deyip, kanal değiştiririm! Fakat bence “hayat”, kurgu’dan çok daha inandırıcı ve kendini izlettiriyor; yani kanal değiştirmek pek mümkün olmuyor!

Zaten Dünya Sahnesinde herkes kendi hayatının başrolünde oynuyor ve değişik Salonlar, değişik Senaryolarda “baba, oğul, eş, öğrenci, işçi, vatandaş” gibi bir sürü Rollere giriyoruz. Yani “hayat” ile “kurgu” ve “oyun” arasında öyle sanıldığı gibi, büyük bir fark ve uçurum yok.

Yazılı – yazısız Toplumsal Sözleşme ve Sözlü – sözsüz Anlaşmalarla kendi aile, iş, devlet, kurum Sahnelerimizi kuruyor ve nesilden nesile aktarılan Senaryoları oynuyor, Davranış Motiflerini sergiliyoruz. Bu tür sosyâl anlaşma / sözleşmeler neticesinde; mes’elâ “falan para birimi şu değerde” diyoruz ve alışverişte kullanıyoruz; halbuki o kâğıt parçasının zâtî / madenî bir değeri yok. Tıpkı çocukların oynadığı oyunlarda, ellerindeki değersiz oyun kâğıtlarına oyun içinde bir önem ve değer atfedilmesi gibi.

Burada hayat’ın kurgu ve oyundan tek farkı: Oyuncu sayısının çokluğu ve sahnenin büyüklüğü ve oyuna hiç ara verilmemesi, ayrıca belli sınırlar içerisinde doğaçlamaya müsaâde edilmesi. Bunun sonucu olarak; hayatın da kurgu’nun bir çeşidi olduğunu farketmiyor, farketsekte unutuyoruz.

Biri Bizi Gözetliyor programındaki yarışmacıların, belli bir süre sonra kendilerini izleyen kameraları ve buradan yapılan 24 saat canlı yayımı unutması gibi; biz de meleklerin yaptığı Çekimi ve üzerimize yönelen Gizli Kameraları görmüyor; görsek bile unutuyoruz!

Yalnızken “yalnız” olduğumuzu zannediyor; kimse görmüyor sanıyoruz! (“Yalnız” kelimesini tarihte ilk kim bulmuş ve kullanmış ve dilimize nereden gelmiş acaba? Anlamı: “Yanımda hiç kimse yok” mu demek, yoksa “insan cinsinden kimse yok” mu demek?!) Neyse, bu konuyu da burada açık uçlu bırakalım.

Bazen evden diğer şehirlerdeki yakın akrabalar veya anneme kaçıyordum; otobüslere, biletsiz, muavine yakalanmadan, arka kapıdan binerek. Burada da akrabamın kocasının (enişte), daha evlerinin kapısından girerken, eşinin duymayacağı şekilde “1 – 2 gün kalırsın, sonra gidersin” demesi aklımda. Bazı akrabalarımın evlerine hiç sokmaması veya karnımı doyurduktan sonra göndermesi; son otobüsü kaçırdığımızdan, dedemle bir gece kahvehanenin birinde yatışımız; başka bir zaman, benim, eve alınmadığım apartmanın merdiveninde uyuyuşum aklımda veya akrabalarımın bazen beni otogara götürüp, gerisin geriye otobüse bindirdikleri. (“Akraba” kelimesi ile “akrep” kelimesi arasında etimolojik veya semantik bir kök akrabalık bağı var mıdır acaba!?) Ben akrabamın bahçesinde oynarken; akrabamın gelen misafirine benim için “geliyor, kalıyor ama çok yemek yiyor” şeklinde serzenişleri aklımda. Bunun üzerine, benim komşu veya tanıdıkların verdiği harçlıklarımdan, o eve şeker vs. zerzavat alışım.

Kişisel tarihimde filmi biraz daha geriye sarıp, tâ ilkokul öncesi döneme gidersek; orada da bir kaç tirajikomik hâdise göze çarpar. Mes’elâ o günlerde, bir motosıkletlinin bana çarpması ve benim beyin kanaması geçirip, hastanede ameliyat olmam var. Sonra çarpan adamdan şikâyetçi bile olunmayıp, karşılığında bilmem kaç lira “kan parası” ismi verilen birşeyi amcamın alıp, harcaması var. Sonra hastanede doktorların beynimi incelemek için annemden izin istemesi var! Yok yok çok zeki olduğum veya beynimde süper zekâ izleri gördükleri için değil; stajyer doktorlara ders vermek için! (Yok, annem izin vermemiş. )

Neyse ilkokul zamanlarımda, o çok istediğim “süper evliya” olamayacağımı anladıktan sonra; “falcılık, cinler, büyü ve beyin gücü, nazar, telepati, hipnotizma” gibi şeylere merak sardım. Şehrin kütüphanesine gidip, beyin dalgalarımı nasıl güçlendirip, yönlendirebileceğimi araştırmaya başladım. Bu konuda eşya ve mahalledeki arkadaşlarım üzerinde yaptığım denemeler de başarısızlıkla sonuçlanınca; bunu “teknoloji” yoluyla başarmaya karar verdim.

Bulutlardaki elektrik yüklerini bir yerlerden okumuştum. Şimdiki amacım parmaklarıma takacağım yüzükler ve sırtıma bağlayacağım aküyle bulutları kendime çekmek; bulutlar bana gelmeyeceğine göre benim bulutlara yükselip, süpermen olmayı başarmaktı! Tabi teknik ve parasal koşullar nedeniyle bu projem de başarısız olmuştu! Daha sonraki yıllarda bunu başaramadığıma sevineceğim hiç aklıma gelmezdi! Çünkü başarsaydım bulutlara yükselmek yerine, bulutlardan bana yıldırım çarpıyormuş meğer! (Demek “olan”dan başka, “olmayan”da da hayır varmış. )

Diğer başarısız olduğum “zamanda yolculuk, uzay gemisi yapıp, uzaylılarla irtibata geçme, dünya dönerken ayaklarımı yerden kaldırıp, başka bir noktaya tekrar inmek” gibi projelerimden hiç bahsetmeyeceğim.

Suda nefes alma aleti yapma çalışmalarımdan önce mi sonra mıydı bilmiyorum bir ara “robot” olmaya merak salmıştım. Artık yürürken, konuşurken, etrafıma bakarken tüm davranış ve edâlarımı kesik kesik, robotmuşum gibi yapıyordum! Biliyordum ki eğer robot olmayı başarabilirsem hiçbir şeye üzülmeyecek ve acı çekmeyecektim! Tamam sevinç ve mutluluk gibi duygu ve hazlar da olmayacaktı hayatımda ama olsun, bu bedeli ödemeye hazırdım. Sun’î deri kaplamamın altındaki metâl alaşımlı dokuma babamın sopaları etki etmeyecekti ya, bu yeterdi bana!

Annemin son defa evden kaçtığı o yıl ilkokul 5’i bitiriyor, orta 1’e başlayacaktım galiba, orta 1’de devamsızlıktan kaldım. Sonra o sene Bursa’da Çocuk Esirgeme Kurumu Yetiştirme Yurtlarına verildik 3 kardeş. Ben burada ortaokula tekrar başladım.

Burada da dinî kitap (Risale-i Nur) okumam, dinî – irticaî ayinlere (aslı “sohbet”) gitmem ve namaz kılmam sorun olmuştu. 2 – 3 kişi olan bize bir kâğıt imzalattı müdür; bize gereken ikaz / ihtar / uyarıyı yaptığını belgelemek için. Sonra bizi yurttan atmak veya başka yurda sürgünle korkutma gibi tehditler geldi… Elhasıl gizli gizli kitap okumalar, sohbetlere gitmeler, gizlice namaz kılmalar gibi enstantaneler var yurttaki hikâyemde.

Banyo haftada bir gün olduğu ve o gün de birkaç saat sıcak su verildiği için, soğuk su banyolarımı; hele soğuk suyu kafama boşaltırken kafama demir çubuklarla vuruluyormuş hissini unutmuyorum! Ya yağ – reçel veya peynir – zeytin olarak çıkan sabah kahvaltıları; yemek kaşığını dolduracak kadar verilen 5 – 10 zeytin, işaret parmağından biraz büyükçe verilen peynirler geldi şimdi aklıma. Sol görüşlü yurttaki bazı öğretmenlerin bizi küçük düşürmeye çalışmaları, bizi alaya almaları, psikolojik baskılar var hayatımın bu sahnesinde. Bir de yaşayanlardan ümidi kesip; ölülerden, türbelerden medet arayışım!…

Yemek yediğimiz yemekhânede sandalyeme dökülen yemeği silmek için sandalyeyi kapıp, mutfağa götürüşüm üzerine, nöbetçi olan öğretmenin: “Aptal olduğun buradan belli; insan bez getirir de siler sandalyeyi; sen koskoca sandalyeyi almış mutfağa silmeye götürüyorsun” diye kalabalık içinde beni utandırmaya çalışması geldi aklıma. Cevap olarak şöyle demiştim: “Hocam mutfağa git bezi getir, sil, mutfağa bezi götür gene sandalyene geri dön, otur; 2 gidiş 2 geliş. Ben bunun yerine sandalyeyi mutfağa götürüp, silip, getiriyorum ki 1 gidiş 1 geliş; zaman ve emekten % 50 tasarruf. ” O zaman öyle demiştim ama bilmiyorum ki sandalyeyi mutfağa götürürken böyle mi düşünmüştüm!?

Gene bir başka gün aynı yemekhânede yemek yerken, orada yemek yiyen 100 küsur çocuğa baktım, sonra ağır çekimle izledim onları. Bazısı ekmeği ağzıyla koparıyor, bazısının ağzında marul var dişleriyle onu çiğniyor, kimi de çatalına taktığı bir eti ağzına götürüp, onu dişliyor gördüm! Ağır çekimle izlediğim bu film karesinde insanlar ve ben çok câni ve absürd bir tablo çiziyorduk! Yaşamak için başka canlıları öldürüyor, yiyor, sonra tuvalete gidiyor, ıkınıyor; dışarıda vatan-millet-sakarya edebiyatları yapıyorduk! Akşam hanımla evde, çay bardağının masada bıraktığı izle ilgili tartışıyor veya biraz önce tuvalette rahatlıyor; sonra takım elbise-kravatla, birilerine konferans veya ders veriyor; daha ulvî mes’eleleri tartışıyorduk! Hayatın değişik zamanlarında yaptığımız bu davranışları, girdiğimiz bu durumları üstüste koyunca veya hızlıca oynatınca; bu hayat sinemasında yaptığımız çoğu şey bana tutarsız ve zıt, saçma ve çelişkili görünüyordu!

Hele “ölüm” ve herşeyi terkedeceğimizi bilmek! Ölüm, yaşanılan herşeyi saçma veya anlamsız kılıyordu! Matematikteki sıfır gibi, çarptığı herşeyi yutuyordu! Hayatın, ölümü de kapsayacak şekilde tutarlı bir açıklaması olmalıydı! Yani “hayat” da, rü’yalarımız gibi; ta’bir, te’vil, tefsir ve yoruma muhtaç!…

Bilmesine biliyordum ama bildiğimi bilmiyordum, yani çok sonradan farkedip, anladım ki: Anlam; Allah’tı! Anlamın kendisi; daha doğrusu anlamın anlamı; yani anlama bile manâ ve vücud kazandıran ve onu sabit ve sarsılmaz yapan Allah’tı! (C. C. )

Dışarıda, pencereden, değişik yönlere koşuşturan, işe yetişmeye veya yağmurdan kaçmaya çalışan insanlara bakarken; bu tabloda bir gariplik olduğunu için için hissediyordum; bu kadar insan nereye, niçin gidiyordu!? Hepsi de aslında hayatın genel akışı içerisinde aynı yöne gitmiyor muydu! Şu ânda mekânsal olarak farklı yer ve yönlere gitseler de, zamanın hepsini aynı ve tek yöne götürdüğünü biliyordum!

Bugün bile, bazı geceler, herkes uykudayken, kendimi; evin duvarlarına şüpheyle dokunup, “acaba rü’yada olabilir miyim!? Burada gerçekliğin dokusu acaba ne kadar zayıf!?” derken yakalıyorum! Hayır konuyu Matrix’e getirmiyorum veya size bir Matrix’ten uyanış hikâyesi de anlatmayacağım. Ama bazen hayatın uyanmak istediğim bir rü’ya olmasını çok istediğim zamanlar oldu!

Rü’yada rüyada olduğumuzu farkettiğimizde, nasıl rü’yadaki olayların etkisi kalkıyor üzerimizden ve nasıl rü’yadaki dekor ve olaylara ve fizikî kurallara etki edip, değistirebiliyoruz; yani “rü’yada olduğumuzu bilmenin etkisi”, rü’yanın yapı ve dokusunu çökertiyor! Acaba bu dünya hayatımızda da gerçekliğin dokusu, bu rü’yalarımızda olduğu gibi zayıf olabilir mi? Yani rü’yada olduğumuzu farketmemiz, rü’yanın yapısını çökertip, dokusunu bozduğu gibi; bu dünya hayatının da künhüne varmamız (mes’elâ bu hayatın da bir rü’ya çeşidi olduğunu farkedip, bilincine varmamız); buradaki gerçekliğe ve fizikî doku ve kurallara da müdahale etmemizi sağlayabilir mi?

Diğer ifadeyle: Rü’yadaki gerçekliği çökertme veya rü’yadan uyanmayıp, devam etmeye karar vermemiz; yani rü’yayı yönetmek için sadece rü’yada olduğumuzun farkına varmamız yeterli! Yani rü’yaya müdahale için herhangi bir “kuvvet ve enerji” gerekmiyor; sadece rü’yada olduğumuzun “bilgisi” yetiyor buna! Bunun gibi; dünya hayatımızdaki fizikî kural ve realiteleri de, “kuvvet” kullanmadan; sadece bir “bilgi ve bilinç ve inanç değişikliği”yle değiştirmek mümkün mü acaba? Yani içinde bulunduğumuz mevcut gerçekliğin doku ve yapısını değiştirmek; “kuvvet ve teknoloji” mes’elesi mi, yoksa sadece bir “bilgi ve bilinç” mes”elesi mi?… Veya “rü’ya”nın işleyiş ve mahiyeti ile “dünya hayatı”nın çok mu farklı kurallara tâbi? Yani yanlış bir analoji ve benzetme mi bu “rü’ya – dünya hayatı” kıyası?

Her neyse emin olduğum birşey varsa; kabirden kalkış – diriliş hâdisemiz; Matrix’ten, yani bir program, kurgu ve rü’yadan uyanmamız gibi olacak! Hâni rü’yada yaparken saçma veya sıradışı ve olağanüstü gelmeyen biri sürü şeyin, uyandığımızda öyle olduğunu farketmemiz gibi olacak; kabirden uyandığımızda dünyadaki gaflet ve ülfet uykusunda yaşadığımız ve gördüğümüz çoğu şey!

Veya rü’yadayken öldü gördüğümüz sevdiğimiz birisinin, uyandığımızda ölmeyip, yaşadığını görürüz ve seviniriz ya; aynen onun gibi ahirette de, bu dünyada öldü gördüklerimizin aslında ölmeyip, yaşadıklarını göreceğiz! Yani onlar geçmişimizde değil, geleceğimizdeler; bizi bekliyorlar! Bu konuyu da burada bırakalım.

Bazı geceler elime, bir yabancının eline bakıyormuş gibi bakıp, tedirgin olurdum! Veya “insanlardaki görünüş, yani deri ambalajına aldanmamak lâzım; içleri kan – irin, sinir, et, dışkı, gaz vs. dolu” diyerek; onları sevme, hattâ aşık olup, şehvet duymanın hiçte mantıkî ve rasyonel bir davranış olmadığını düşünürdüm.

Öyle ya; karşıma derisiz, kan – sinir lif ve damarlarıyla birisi çıksa; nasıl tiksinir veya ürker ve korkar, hattâ kaçarım; o hâlde kendimden de tiksinmem ve kaçmam gerektiği; aksi hâlde üstümdeki deri ve ambalaj ve görünüşe aldandığımı veya bu gerçeği unutup, en derinlerime iterek, kendi gerçeğimle yüzleşmekten korktuğumu itiraf etmem gerektiğini düşünürdüm.

Belki de herşey; tüm kanun, yasa, töre, âdet; aldığımız unvan, etiket; kazandığımız sıfat, uyduğumuz muaşeret kuralları ve davranış kalıplarıyla herşey; nesilden nesile aktarılıp, doğduğumuzdan itibaren öğretilen, tüm insanların ortaklaşa inandığı bir yalan; birlikte oynadığı bir senaryoydu!

Belki sadece uyurken ara verdiğimiz, aslında doğduğumuzdan beri 7/24 saat oynadığımız için rol yaptığımızı bile unutup, o rolle özdeşleştiğimiz; yani artık o oynadığımız karakter olduğumuz için; bir kurgu ve senaryonun içinde bile olduğumuzu unutmuş; bu sebepten herşeyi çok ciddiye alıyor, olması gerekenden çok daha fazla değer veriyorduk! Sonrada “o toprak senin, bu toprak benim; sen şusun, ben buyum” diye savaşıyorduk! Hakikâtte; öleceğimiz için hiçbirisi bizim değil ve biz kazanmadığımız için hiçbirşey bizim değildi! (Acaba Cennet’te de tapu – kadastro, parselâsyon ve vatan mefhumları var mı?)

Bu sorular da neydi, ne oluyordu bana!? Yoksa dünyaya gönderilen her insana (hayata uyum ve entegre olmasını sağlamak için) yüklenen “ana işletim sistem yazılımı” bana yüklenirken elektrikler kesilmişte, sıfır beyinle mi dünyaya gelmiştim!? Yoksa deliriyor muydum veya “delilik” ile “deha” arasındaki o belirsiz ve ince, flû ve bulanık çizgide dengemi bulmaya veya hangi tarafta olmaya mı karar vermeye çalşıyordum!?

Belki de deliler bizden daha akıllıydı; hiç değilse onlar akıllıyız numarası yapmıyorlardı! Zihin dışında herhangi bir varlığı olmayan, yani hariçte herhangi bir nesneye tekabül etmeyen “normâl – anormâl” gibi kavram ve ayrım ve isimler üretmiyor; bu tür sun’î kavram / ayrımları eşyaya giydirmiyorlardı! Bir yalana inanarak; kendi sanal gerçeklik hapishanelerini inşa etmiyorlardı! Düşünceyi; dil ve lisan hapishanesine kilitleyip, mantık kurallarıyla zincirlemiyorlardı! Bu soruları da burada bırakıp, yolumuza devam edelim.

Orta 3’te okurken bir gece telefonla babamın tüfekle vurularak öldürüldüğü haberini aldım, ertesi gün doğru İznik’e gittim. Jandarma tükenmez kalemle çizdiği resimde tüfek saçmalarının nerelere isabet ettiğini gösteriyor ve babamın düşmanı olup olmadığını soruyordu.

Burada hatırımda kalan; cenazesini bir minibüs içerisinde akrabalarımla İznik’ten Yenişehir’e getirirken, menteşesiz tabutun kapağını düşmemesi için bana tutturmaları ve yolda bazen kayıp, açılan kapağın arasından tabut içerisindeki kefenli cesedi ve göğüs tarafında kurumuş kan lekelerini gördüğümdü! Bu tabutta yatanın babam olduğuna inanamıyordum! Azrail Âleyhisselâm’ın babamdan çok daha güçlü olduğunu, o gün aynelyakîn görmüştüm!

Yurttan çıktıktan sonraki yıllarım da pek parlak geçmedi, yurttan ayrılıp, hayata tutunmaya çalıştığım o yıllar, periyodik olarak senede 2 – 3 defa, intihar etmeyi düşündüğüm yıllardı!

20 – 30 civarı iş değiştirmiş veya işten çıkartılmıştım; istikrarsızlıkta bir istikrar vardı bende! Alacağımı alamadan işten çıkartıldığım ve 2 – 3 ay iş bulamadığım ekonomik kriz zamanlarında, belediye parklarında bomboş otururken; “Halkın vergileriyle yapılmış bu parkta senin oturmaya hakkın yok! Toplumun sırtında kesilmesi gereken bir ursun sen!” diye kendimi dünyada ne kendisine ve ne de başkasına faydası olmayan, bilâkis zararı olan bir yük olarak görüyordum. Bir iş’te çalışmanın, kişilikle bu kadar bağlantısı olduğunu bilmiyordum! Bu aralar inşaatta amelelik bile yaptım, daha doğrusu yapmaya çalıştım.

Sonra “Delta Force Stratejik Plânlama&Tanıtım&Ar-Ge” isminde şahıs firması kurdum. Zaten “pazarlama, emlâk, reklâm, ajans, tanıtım” gibi hizmet sektöründe sermaye de gerekmiyor; daha doğrusu bu işlerde asıl sermaye “müşteri portföyü”.

Bu işimde proje olarak: Her sektörden tek bir firmayla (hastahane, pastahane, lokanta, matbaa, kırtasiye, ofis mobilyası, ev mobilyası, otobüs seyahat firması gibi) olmak üzere ortalama 100 küsur firmayla senelik indirim anlaşması yapacak. Sonra basacağım aileye özel Delta Force Card’la ortalama 25 bin aileye bu kartı ücret mukabilinde satmayı ve senelik anlaşma yaptığım firmalardan da aylık 10 milyon lira almayı plânlıyordum. Sonuçta 25 bin aile ortalama 4 kişi olduğuna göre; yani 100 bin kişiyi o sektörde sadece o tek firmaya yönlendirecek; böylece firmanın da çok ucuza reklâm –pazarlamasını yapmış olacaktım.

Daha sonra bu 25 bin aileye broşür dağıtma; bunlara edeceğim telefonlarla (oturduğum yerden) kısa zamanda ürün – pazar – anket araştırmaları yapma; deneme veya reklâm – tanıtım amaçlı promosyonlar verme; üye firmalarla ortaklaşa tam sayfa reklâmlar vererek firma başına reklâm mâliyetlerini azaltma; ortaklaşa çeşitli organizasyonlar düzenleme gibi plânlarım da vardı.

Ayrıca karta bulacağım sponsor veya alacağım reklâmlarla kartın zaten çok cüz’î olan basım mâliyetini de çıkartmış olacaktım. İlerleyen zamanla birlikte bu 100 bin kişi ve üye firmalar üzerinden kendi pazarlama – tanıtımımı ve marka – imaj çalışmamı yapmış; artık buradan bağımsız milletvekili adayı olup, kapağı meclise atmayı; sonra başbakan olmayı plânlıyordum! (Aklıma Zübük filmi geldi, nedense!)

Tabii tahmin ettiğiniz gibi; bu proje de gerçekleşmedi, daha doğrusu ölü doğdu. Projenin ilk ayağı olan firmalarla senelik indirim anlaşması yapma kısmı olmadı; diğer ayağı olan 25 bin aileye indirim kartı basma ve dağıtma işi de gerçekleşmedi. Arkamda güçlü ve tanınmış bir firma ve sermaye de olmadığı için kimseye güven vermiyordum. Görüştüğüm firmalar 25 bin ailenin listesini görmeden indirim anlaşması yapmak veya anlaşma yapsalar bile aylık ödemelere şimdiden başlamak istemiyorlardı. Aileler de indirim anlaşması yapılan firmalar henüz ortada olmadığından kart parasını vermeye yanaşmıyorlardı! Elhasıl kendini besleyen kısır döngünün ticaretteki örneği gibiydim! Sonraki aşama olan; karta sponsor ve reklâm bulmaya teşebbüs bile edememiştim.

Elhasıl sermayesiz 2 – 3 ay sürdürebildim bu işi, firmalara bile (belediye halk otobüsüne binecek kadar bile param olmadığı için) yürüyerek gidiyordum. Zaten 2 – 3 aydır ev kiramı da veremiyor, faturaları ödeyemiyordum. Ev dediysem; kerpiçten yapılmış duvarları olan; çatısından yağmur giren, tespih böceği düşen; şofben ve sobası olmayan; küçük bir avlunun ayırdığı 2 odası olan; zaten yol geçeceği için yıkılacak; yani bırak ailenin bekârın bile yaşaması uygun olmayan müstakil, eski bir evdi. Zaten bu evi bulduğumda kiralıkta değildi; sahibini bulup, cüz’î bir fiyata kiralamaya ikna etmiştim kendisini.

O günlerde ehliyetimi rehin bırakarak, haftalık veresiye alışveriş yaptığım bakkaldan bile birkaç sene sonra borcumu ödeyip, ehliyetimi geri alabildim. O günlerden birinde, alabildiğim 3 – 5 patatesin yarısını akşam yemiş, kalan yarısını da sabah yemek için ayırmıştım. Menülerim genelde yoğurtlu makarna oluyordu. Hele evin avlusunun bahçesinde yıkadığım tek çay bardağımın elimden kayıp, yere düşmesi sırasında kalbimdeki korku ve heyecanı hiç unutmuyorum! Çünkü kırılırsa, başka bardak ve alacak param yoktu!

İşte cüz’î kirasını bile ödeyemediğim, tek odasını ancak kullanabildiğim bu evden; tek çekyatımı, küçük kitap dolabımı, küçük tüpümü ve tenceremi yükleyerek kaçıyordum. Hem de yağmur çiseleyen gri birgünde, açık kasa bir kamyonetle; yani hava, kamyonet, ıslanan eşyalar; yani sahnedeki dekor bile trajediyi arttırmak için sanki özel olarak ayarlanmıştı! Sanki hayatımda bütün bu başıma gelenler beni bir yerlere götürmek için özel olarak seçilip, tasarlanmıştı! Şifreyi kırıp, kodu çözebilirsem; bana gelen bu mesajı öğrenmiş olacaktım.

Yetiştirme Yurdu zamanlarına tekrar dönüyoruz: Yurda verildikten sonra bende vesvese ve takıntı ve evhamlar başladı. Fıkıh öğrenmeden tasavvufa daldığım ve evliyaları kendime rol model / örnek aldığım için, kendimi onlar gibi olmaya zorluyor. Başaramayınca veya bundan bıkkınlık ve nefret gelince; burulmuş yayın serbest kalması gibi, herşeyi bırakıyordum!

Örneğin “nasıl bir büyüğünün yanında ayağını uzatamıyor ve lâkayt davranışlarda bulunamıyorsun, o hâlde Allahu Teâlâ’nın seni izlediği her yerde ayaklarını uzatamazsın, kimse yokmuş gibi davranamazsın” diyordum kendi kendime. Ayak uzatmayı ve diğer beşerî davranışlarda bulunmayı, büyük bir cürüm ve günah ve utanmazlık olarak görüyordum. “Onun gördüğünü bile bile bunları yapıyorsan; ya aslında inanmıyorsun sen veya görmesine ehemmiyet vermiyorsun! Bu nasıl iman!? Bu nasıl haya!?” diye kendi kendimi suçluyor, hatta nefret ediyordum! Halbuki bilmiyordum ki ayak uzatmak haram ve günah değilmiş! Meğer aciz ve zaif insana, böyle bir ruhsat ve izin verilmiş!

Ya o mezhep veya şu içtihad hatalıysa diye 4 mezhebe birden uymaya çalışıyordum. Saatlerce banyo yapıyor, defalarca abdest alıyor, kıldığım namazları olmadı – bozuldu deyip, tekrar kılıyor; tuvaletlerde 1 – 2 top tuvalet kâğıdı harcıyordum! Bazen kıldığım 2 rek’ât namaz, taş taşımaktan çok daha yorucu ve eziyetli geliyordu bana; bitse de rahatlasam, tekrar abdest almak veya tekrar kılmak zorunda kalmasam diyordum! Yani namazı kılarken değil, bitirince mutlu oluyordum!

Namaz dışındaki zamanlarımda da; kullandığım diş veya ayakkabı fırçasının hangi kıldan yapıldığı; ayakkabı boyası, diş macunu, bulaşık deterjanının biyokimyevî yapısı ve içinde alkol nev’inden necis maddeler bulunup bulunmadığı; yemeklerde margarin kullanılıp kullanılmadığı gibi soru ve şüphelerle boğuşuyordum!

Elhasıl “ya hep ya hiç” karakterli bir sarkaç gibi bir uçtan diğer uca savruluyor; bir türlü vasat ve denge noktasında sükûnet ve itmi’nan, sekine ve huzur denilen duyguları yaşayamıyordum! Belâ en çok sevenlere gelirmiş ya; fakirlik ve sıkıntı ve acı çekmediğim bir günüm olursa; artık Rabbimin beni bıraktığı, “ne hâlin varsa gör” dediğini zannederek, kendimden şüpheleniyordum! Elhasıl ne kendimden ve ne de Rabbimden emin olamıyordum!

Sanki mutlu ve huzurlu olmak yanlıştı; hep ağlamalı, hep sıkıntı ve acı çekmeliydim ben! 60 küsur senelik hayatın 12 sene büluğ öncesini çıkarsak, kalan 40 senenin de 13 senesinin uykuda geçtiğini hesaplarsak; 20 – 25 küsur senenin her günü işkence altında geçse, ebedî ahiret hayatına göre bunun ne önemi vardı! Hem zaten dünya müslümanın cehennemi, kâfirin cenneti değil miydi!?

Bende yanlış giden, yanlış çalışan birşeyler vardı! Hayır tüm insanlar yanlış yöne gidiyor da, bir tek ben doğru yöne araba sürüyor olamazdım! Demek yola ters yönden giren bendim! Rabbimiz bize İslâmiyet’i, insan dünyada ve ahirette nasıl mutlu ve huzurlu olur, nasıl saâdete erişir onu göstermek için göndermişti; yaşamayı işkenceye çevirmek için değil! Evet, yanlış bendeydi! Demek içimde arızalanmış bir donanım veya bozulup, silinmiş bir yazılım vardı ki; ibrelerim eğri çalışıyor, göstergelerim doğru göstermiyordu!

Buradaki en önemli yanlışım: Aciz ve zayıf, eksik ve kusurlu olduğumu unutmuş olmam; üstelik kendimi kutup ve gavs olacak kapasite ve kabiliyette görecek kadar kibirli olmamdı! Sevmek ve ısınmak isteyip ama kendimi uzaydan gelmiş bir yabancı gibi hissettiğim bu dünyada; o alelade, ortalama insanlardan birisi olmak istemeyişimdi! Elhasıl kusur ve problemin bende olduğunu itiraf edip, doktora gitmem çok sonra oldu; burada da “obsesif kompulsif” olduğumu öğrendim! (Ne olduğuna internetten bakarsınız. )

Bir yerlerden okumuştum: Kişi babasını nasıl görüyorsa, Rabbini de öyle zannedermiş! Rabbim’e karşı duyduğum korku ve güvensizlik ve “O da beni sevmeyip, terkeder veya cezalandırırsa!” endişesi; belki anne – babam ve diğer insanlardan kalmış manevî bir mirastı bana!

Diğer yandan; kendime ve sevmediğim diğer insanlara karşı İslâmiyet’i bir sopa olarak görüyor; kendimi ve herkesi İslâmî açıdan eleştiriyor ve kınıyor; kendimle birlikte herkese kızıyordum! Sevmediğim, hatta nefret ettiğim insanların İslâmî eksik ve yanlışlarına bakarak, onları acımasızca eleştiriyor, kafamda sopalıyordum! Halbuki onlara uzak ve soğuk olmama İslâmî bir kılıf ve mazeret üreterek; güya bu tutum ve davranışlarıma meşruiyet ve ulvîyet kazandırıyordum! Güya İslâmî ve ulvî hissiyat / hassasiyetlerimden dolayı insanlardan uzak duruyordum; halbuki insanlara duyduğum şahsî kin ve öfkemi böyle tatmin ediyor; yüzleşmekten korktuğum bu gerçeği kendimden böyle saklıyor ve rasyonalize ediyordum! Bu konuyu da burada bırakalım.

Geceleri uykumda, yani irade ve kontrolümün zayıf olduğu zamanlarda; cinler de rahatsız etmeye başlamıştı beni! Yarı uykulu yarı uykusuz, yarı bilinçli durumlarda rü’yalarıma müdahale ediyorlar ve uyanmak istediğimde de gözlerimi açtırmıyor; “karabasan” gibi yataktan kalkmama müsaade etmiyorlardı!

Zorla uyutup, gösterdikleri bir rü’yada yattığım odaya bir sürü koltuk taşıtıyorlardı ama koltuklar döner koltuk olduğu için ayaklarıma çarpıyordu taşırken. Bu esnada rü’yadayken dedim ki “Zaten rü’yadayım, dünyadaki gibi yavaş taşımama gerek yok bu koltukları; ruh hızıyla taşıyayım bari. ” Böyle dedim ve hızlıca taşımaya başladım koltukları. Demez olaydım! Sanki rü’yadaki fizik yasalarını ihlâl etmiş ve kurallara karşı gelmişim gibi; rü’yamdaki tüm dekor ve içindeki eşyalar zangır zangır titremeye ve oynamaya başladı! Çok korktum, bırak gözümü açıp, uyanmak ve dudaklarımı kıpırdatıp Ayetelkürsi okumak; Bismillâh dememe bile müsaade etmiyorlardı!

Vücudumun içerisine 5 – 10 tane cinnin girip, işgal ettiğini hissediyordum! Üzerimde uyku ve ağırlık yapıp, ruh veya irademin vücud üzerindeki kontrolünü bloke ediyorlardı! Gözlerimi açıp, uyanmayı başarıpta; okuyup, ellerime üfleyerek, vücudumu mesh ettiğimde ise; hepsi göğüs ve ayak ucumdan dışarı kaçıyordu! Hayır gördüğüm bir şey yoktu, sadece vücudumda hissediyordum onları. İçim ürperip, tüylerim diken diken oluyor ve gözlerimden yaş gelecek kadar rahatlıyor ve hafifliyordum. Şiddetli uyuma isteği ve gözlerimdeki kapanma baskısı da kalkıyordu. Bunun gibi, bazı geceler, kanın damarlarda cevelân ve deveranı gibi; içimde dolaştıklarını hissediyordum!

Şiddetli uyku bastırıp, yatağa yatınca hemen uyuduğum bazı geceler, kulağımın dibinde şiddetli patlama ve şimşek çakmalarıyla beni korkutup, uyandırıyor, yatağımdan sıçratıyorlardı! Bazı rü’yalarımda sevdiğim insan suretinde geliyorlar, tam yanıma yaklaştıklarında suretleri değişip, korkunç bir suret alıyorlardı! Bir keresinde zorla gözümü açmayı başardığım bir rü’yada, gözlerimdeki katrandan sert kabukların kırıldığını fakat hareket ettiremediğim vücudumun bu sert katranla kaplı olduğunu görmüştüm bir ân! (O gece, yatsıyı kılmadan yattığım bir geceydi. )

Artık, “ulan!” dedim kendi kendime; “gündüz insanlarla, akşam cinlerle uğraş; ne kardeşim bu ya; hep mücadele hep mücadele!… ”

Burada onların en büyük silâhı ve bizim en zayıf noktamızın; onlara karşı duyduğumuz “korku” ve bunun getirdiği “karşı koymama iradesizlik ve kararsızlığı” olduğunu anladıktan sonra işler kolaylaşıp, çözülmeye başladı.

Hem “Lâ havle velâ kuvvete…” sırrını hazmetmeden ve uçurumdan düşen bir insanın çaresizliği içerisinde Allahu Teâlâ’ya sığınmaktan başka bir alternatif olmadığını idrak etmeden; O’na mecbur ve mahkûm olup, tek kurtarabilecek Zât’ın O olduğuna şahid olmadan; elhasıl O’na güvenmeden ve dayanmadan; yatakta değil Ayetelkürsi, Felâk, Nas’ı okumak; Kur’ân’ı hatmetsen faydası yok veya çok az!

Cin demişken; yurttan anneme izinli geldiğim birgün, üvey babam (“üvey baba” deyince aklıma Kemalettin TUĞCU geldi nedense!) parasını kaybetmiş veya çaldırmış; evde şimşek ve gökgürültüleri vardı yani. Ben yorganın içine sinmiş ve uyuyormuş gibi yapıyordum! “Yarın cinci hocaya gideceğim, kim çaldıysa karnı şişecek!” diye ortaya tehditler savuruyordu! Ulan böyle evhamlı, vesveseli insanın yanında böyle denir mi! Daha böyle der demez, dikkatim karnıma yöneldi! Karnımda kasılma ve guruldamalar hissediyor; elimle karnımın şişip şişmediğini yokluyordum! (Uzun zaman sonra öğrendim ki parasını, habersizce annesi almış. )

Üvey baba deyince, aklıma öz babam geldi şimdi. Onun pazarda sattığı balıklardan kazandığı parayı kaybetmesi geldi. Sabah ayıldığında parayı sen çaldın diye beni bir güzel dövüp, küfrede küfrede evden çıkıp, gitmişti. Sonra ben babamın ceket, pantalonlarını karıştırarak, astarının içinde bulmuştum parayı. “Zaten dayağı peşin peşin yedik” dedim, vermedim o parayı.

Neyse uzatmayayım; birkaç cinci hocaya gittim kimi “su cini var sende” dedi muska yazdı; tabii muskada ne yazdığını görmek için içini açtığımı tahmin edersiniz! Galiba altalta 19 adet besmele ve Ashab-ı Kehf’ten bazı isimler yazıyordu. Başka cinci hoca “sende 3 tane sarışın hıristiyan cin var, hep seninle dolaşıyor, seni bırakmıyorlar” dedi. Sonraları birkaç tane de psikiyatri doktoruna gittim, onlar da “obsesif kompulsif” teşhisi koydular! Sizin anlayacağınız, her iki tarafla irtibatı koparmamaya ve 2 yönden tedavi olmaya çalışıyordum!

Bir keresinde doktorun verdiği bir ilâçtan sonra afedersiniz çevreme öküz gibi bakmaya başlamıştım! Artık olayları çok açılı, yukarıdan 5 kamerayla izleyemiyor; baktığım ağaçtan 20 anlam çıkaramıyor; önümden sür’âtle geçen otomobillerin herbirisinin plâkalarındaki rakamları yanyana toplayıp karesini alamıyordum! (Zaten araba plâkalarıyla ilgili bu işlemi eskiden de yapamazdım!) Sizin anlayacağınız, etrafıma bön bön bakıyordum. Ben de “ulan demek normâl insanlar çevrelerine böyle bakıyorlarmış” dedim ve o ilâcı bırakıp, normâl insan olmaktan vazgeçtim!

İşyerindeki arkadaşım da işin dalgasındaydı: “Oğlum bizim gibi avam insanlar nezle olur, grip olur; senin gibi havaslar ise ‘obsesif kumpulsif mi’ ismini bile telâffuz edemediğim hastalıklara yakalanırlar” diye benle dalga geçiyordu!

Elhasıl hayatımın uzun bir devresi, ailevî ve ekonomik ve psikolojik problemlerden başka; itikadî ve fikrî buhran ve bunalımlarla uğraşmakla geçti. Örneğin: Kendimin bir çeşit rü’yada olmadığına delil arama ve ikna etme çabaları ve bulamayışım! Öyle ya, eğer bir çeşit rü’yadaysam; rü’yadan uyanmadan, rü’yada olup olmadığımı nasıl ispatlayabilirdim ki!? Sonuçta lehte, aleyhte bulacağım her delil, bu rü’ya içerisinden olma ihtimâli vardı!… Tahayyül-ü şirk ve tasavvur-u küfr’ü, tasdik-i küfürle iltibas etmelerim… Amelin evlâsını ararken, harama düşmelerim gibi…

Anne-baba ve akraba üzerinden dış dünya ve insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimlerden sonra; “anne-babam böyleyse, diğer insanlar ne yapmasın!?” diyerek; insanlardan kaçışım ve onları sev(e)memem, bazen nefret edişim!… Aslında hiç yardım etme niyeti taşımayan, otomatik güleryüzle, yapmacık “nasılsın” demelerinin; bana küfrediyorlarmış gibi hissettirmesi!… Tüm devamsızlık haklarımı kullanarak, okuldan devamlı eve veya cami köşeleri, avluları veya çay bahçeleri ve kitapçılara kaçışım!… Sanki kitapları uyuşturucu niyetine kullanıp; sanki birşeylerden kaçar ve unutmak ister gibi, buralarda saatlerce kitap okuyuşlarım… Kitap okumak için gittiğim Din Görevlileri Derneği’nde yaşlı bir amcanın bana “buraya 18 yaşından küçükler giremez” demesi geldi şimdi aklıma…

Ankara Üniversitesi’nin 2 yıllık İnşaat Meslek Yüksekokulunu kazanmam ama maddî – manevî sebeplerden birkaç ay okuyup, kaydımı dondurmam ve sonra sildirmem; sonra Hacettepe’nin 2 yıllığını kazanmam ama hiç gitmemem. En sonunda Anadolu Üniversitesi’nin 4 yıllık İşletme Lisans Bölümü’nü bitirmem.

Sonra askere giderken kısa dönem askerliği değil de yedek subaylığı tercih etmem (buradan aldığım maaşla, evlilik paramı biriktirecektim) ama kısa dönem askerlik çıkması ve buna sevinmem.

Yurtta kaldığım zamanlarda Piramit veya Bermuda Şeytan Üçgeni’nin ufak bir model ve prototipini yapıp, buna sanayi cereyanıyla yatay elektrik akımı verip, ortaya çıkan dikey magnetik alanla dipolarizasyon meydana getirme, böylelikle modelin içindeki sineği ışınlama projelerime falan ise hiç girmeyeceğim!…

Limonun tadı mı “ekşi”, yoksa tat olarak “ekşi” bizde tanımlı ve kodlu da; limon sadece o tanım ve kodu mu aktive ediyor? Yani tüm tatlar ve kokular, renkler ve şekiller dışımızda değil; içimizde mi!? Dışarıdaki eşyanın tüm fonksiyonu, bu içimizdeki program ve kodları uyarmak ve canlandırmak mı sadece!?… Dışarıda gördüğüm ve hayranlıkla seyrettiğim bu manzara, sadece bir doğa manzarası mı; yoksa bu doğa aynasında hakikâtte kendi yansımamı mı seyrediyor ve hayran oluyorum!? Dışarıda gördüklerim, aslında kendi içimde gördüklerim veya benden dışa yansıyan şeyler mi!?… Madde’nin hareket hızı; fazını belirliyor? Mahiyet ve hüviyetini de belirliyor mu, nasıl?… Gibi problemlerimden ise başka zaman bahsederim.

Burada yazdıklarım hayalî olay ve kahramanlar değil, bizzat yaşadıklarım; belki yanlış ifadeler kullanmış olabilirim ama hiç mübalâğa ve abartma yapmadım; hattâ bunların çok azını paylaşabiliyorum sizinle. Yani yazdıklarım var, yazamadıklarım var; sonra unuttuklarım var, bir de unutmak istediklerim var…

Kitap okumak veya ders çalışmak için sık sık ve devamlı olarak gittiğim Bursa Ulucami civarındaki Kozahan Çay Bahçesi’nde gelecekte eşim olacak kişiyi gördüğümde; kulağıma dışarıdan ve gaibten fısıldanan “Bu kişiyle evlenmek için dua et, duan kabul olacak” sözünü ve o kişiyle evlenip, çoluk çocuğa karışmamı ve bugüne kadar ki maceralarımı belki başka zaman anlatırım. (Ha ambulâns geldi mi, aşağıda mı? Şimdi geliyorum! 🙂

Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Evlenmek, hele çocuk sahibi olmak hiç rasyonel ve mantıklı gelmiyordu bana! Hâlen de geldiğini söyleyemem. Çünkü insanın dünyada sevdiklerinin sayısını arttırması, onların elemleriyle acı çekme riskini de arttırıyor! Kendi acılarımda zorlanırken, bir de başkalarının yükünü omzuma almak, böyle bir riske girmek hiçte akıl kârı gelmiyor bana! Ama bu aşamada mantıklı olmayı bıraktım; hormon ve güdülerime ve duygularıma; yani “fıtrat” programlarıma uymaya karar verdim. Zaten “sevgi, muhabbet, yardımseverlik, fedakârlık, anne-babalık, şehidlik” gibi çoğu ahlâkî davranış ve tutum, değer ve sabitelerin mantıkî taban veya pragmatik temeli yok ve olmaz ve belki de olmamasıdır, bunları değerli ve önemli kılan…

Bu yazının final sahnesi ve sonuç cümleleri yok. Daha doğrusu sonucu ben de bilmiyorum! Finâl sahnesi olmayan bir yazının size faydası olur mu? Bunu da bilmiyorum, sanırım bunun cevabı sizde.

Benimle benzer sıkıntı ve tecrübeler yaşamış başkalarına da bir faydası olur kanaâtiyle; bu yazının detaylı ve genişletilmiş, bugüne kadar gelen güncel versiyonunu belki ileride www.metabilgi.org siteme eklerim.

Başlığı belki “Sınırlar” veya “Aklın Limitleri” olur; belki de “Gerçeğin Yapısı” veya “Gerçek’in Dokusu” gibi birşey, bilmiyorum. Çünkü film bitmedi, macera devam ediyor!

Ayhan Küflüoğlu / Risale Haber

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bilimsellik Felsefesi’nin Metafiziği & Bilim niye tarafsız değil?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatıkapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? /Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilimsellik Felsefesi”nin ürünü olan “Bilimsel Bilimateist ve materyalist, natüralist ve determinist olup; Bilimsel İfadeleri’nin derinine sakladığı (yani bilincimizin farkedemediği için filtreleyemediği; bilinçaltı, subliminâl, gizli altmesaj ve fısıltılarıyla;) bu fikir ve inançlarını delillendirip, ispatlamaya çalışır!

Üstelik sanki bu inanç ve felsefesinin doğru olduğunu ispatlamış gibi; sanki bu itikadı doğruymuş gibi İfade Kalıpları kullanır! Yani “Allah yok(muş); varsa bile bu fiil ve sonucunu O yapmıyor(muş); bu iş ve icraatın olabilmesi için O’na ihtiyaç ve zaruret yok(muş)” şeklinde altmesaj taşıyan Bilimsel İfadelerinde, Rabbimiz’in olmadığı kâinat tasvirleri çizer. Bu virüslü Bilimsel İfadelerin şuuraltımıza tekrar ve telkiniyle, biz de öyleymiş gibi inanmaya başlarız!

Üstelik bütün bunlar yetmezmiş gibi; bu telkin ve ilüzyon, aldatma ve mugalataları yaparken; bir de inançlardan bağımsız ve tarafsız, İslâmiyet’e olgusal ve nötr, kâinat gözlemlerinde objektif ve nesnel olduğu yalanını söyler! Dahası Bilimsellik Kriter ve Yöntemleri’nin herhangi bir inancı enjekte ve dikte etmediğini iddia eder!

Halbuki zihin ve hayâlimizde çizdiği kâinat kurgu ve tasvirlerinde; eşyanın varlık ve devamında, işleyiş ve hareketinde Rabbimiz’e ihtiyaç ve zaruret duymayan bir “varlık” tanım ve ta’rifi yapar! Bilim’in bu varlık ve bilgi anlayışına göre; “evrende Rabbimiz’in varlık ve rolünü gösteren objektif ve subjektif hiçbir delil ve kanıt olmadığı gibi; bunun ispatına da epistomolojik ve ontolojik olarak imkân ve ihtimâl yoktur! Yani Bilim’e göre, ‘iman’; bir inanç ve önkabül işi olup, bilgi ve araştırmanın konusu değildir! Bu konu, bilimsel bir varsayım ve tez konusu olarak bile kabul edilemez!”

Elhasıl mevcut Bilim Felsefesi’nin şekillendirdiği Bilim ve Bilimsel Yöntem tarafsız ve nötr, nesnel ve objektif olmadığı gibi; zaten mantıken olması da mümkün değildir. Yani inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı gözlem biçimi, nötr ve olgusal ifade şekli; mantık ve dil açısından mümkün değildir.

Çünkü, daha önceki yazılarımızda dediğimiz gibi; birşeyi “ya yaratıcı ve Rabbi var(mış)”gibi inceler ve anlamdırır, ifade ederiz veya “yok(muş)” gibi. Bunun tarafsız bakabileceğimiz ve inançtan bağımsız, nötr ve olgusal cümleler kurabileceğimiz ortası veya uzaktan eşit mes’âfede bakabileceğimiz objektif bir gözlem noktası yoktur ve olamaz.

Mevcut Bilim “Rabbimiz var(mış)” inanç ve tarafını kabul etmediği veya hiç değilse önvarsaymadığı için; gideceği diğer mecburî yön olan “yok(muş)” tarafını tutarak, bu inancın savunuculuğunu yapar! Yani yaptığı her gözlem – ölçüm ve bulduğu herşeyi, bu inancıyla çelişmeyecek ve tutarlı olacak şekilde sunar ve Bilimsel Yayınlarındaki ifade ve tasvirlerini, bu ateist – materyalist inanca göre yapılandırıp, kurgular! Yani mevcut Bilim; (Bilimsellik Kriter ve Yöntemleri açısından;) yani tanım ve ta’rifi ve kullandığı yöntem olarak; bu şekliyle, inkâr ve şirke delil ve ispat; meşruiyet ve onay üretmenin diğer adı olmaktadır!

Yaptığı her gözlem ve keşfettiği herşeyi ve bunların ifade ve tasvirlerini “Allah yok(muş), varsa bile bu işleyişle ilgisi yok(muş). O olmadan da bu işler pekalâ yürüyebilir ve yürüyor(muş)”un delil – ispatıymış gibi kurgulayarak; mevcut Bilim, bu tavrıyla sadece “yok(muş)” tarafını tutmakla kalmıyor; ayrıca pratikte bunun delil – ispatına çalışıyor! Yani esasen “Bilim’in Bilimselliği” veya “Bilimsel İfade ve Yöntem” denilen şey; ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin savunuculuğunu yapma ve bu batıl inancın teorisini inşa etmenin gizli bir yöntem ve sinsi bir kılıfı olmaktadır!

Evet, “Allah var – yok” dışında başka bir ihtimâl veya bu 2 ihtimâle eşit uzaklıkta orta veya dış nokta yok ki oradan gözlem ve ölçüm yapıp; böylece objektif ve olgusal, inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı; yani nötr ifadeler kurabilelim.

Peki Bilim bizi tarafsız ve objektif olduğuna nasıl inandırdı ve inandırıyor? Şöyle: Başlangıçta “Allahu Tealâ varmış – yokmuş karışmam, konum değil; çünkü varsa bile gözlenemez ve ölçülemez” diyor. Yani hem “varmış – yokmuş benim araştırma sahamın dışında” diyor; sonra da evrendeki gözlem – ölçüm ve bunların ifade biçimini “yok(muş)”inancına göre şekillendiriyor! Yani “yok(muş)”un tarafını tutuyor!

“Kâinattaki varlık ve fiil – faâliyet / hareket ve neticelerinin AllahuTeâlâ ile ilgi ve ilişkisi yok(muş)” iddiasına bizi ikna etmek için; gözlediği olayları önce “deterministik zincir / sebep – sonuç” kalıbına dökerek; sonra buradan “otomatik mekanizma, kuvvet, madde – enerji hareket ve dönüşümü”yle şematize ederek; bu karışıma “tesadüf, tabiat, zorunluluk, içgüdü, evrim, kanun” gibi süreçsel isim ve tasvirler ekleyerek; yani bu formüle göre kurgulanmış Bilimsel İfade Yöntemi’yle, altmesaj olarak şuuraltımıza: “Bütün bu gösterdiğim fiil, faâliyet ve sonuçları olan eserlerin neden ve faili olarak; herhangi bir doğaüstü varlığa atıf ve bağlama zorunluluğu yok” komut ve mesajını gönderir! Bu mesajda aslında “herşey O olmadan da olması mümkün ki, oluyor; oluyor ki mümkün”şeklinde bir mantık hatası ve safsatası vardır ama mesaj bilinçaltı kanallarla gönderildiğinden dolayı; bilincimiz bu safsatayı farketmez ki, kendini koruyup, itiraz edip, cevap üretsin!

Yani “evrende yaptığım objektif ve tarafsız gözlem – ölçümlerin sonuçlarına göre ve ayrıca düşünerek mantıken ulaştığım bir netice olarak: O’na ihtiyaç ve zaruret duymadan da bu kâinattaki eser ve işleyişleri açıklayıp, nedenselleyebiliyorum” iddiasında ve bunun ispatı peşindedir mevcut Bilim!

Bilim(sellik)in yanlış olan bu paradigmasına göre: “İman, ahiret’ gibi mes’eleler; gözlem, bilgi ve araştırmanın konusu olmadığı için; kâinata sabitlenip, temellendirilemez! Bu sebepten kâinata göz ve kulaklar kapatılıp, bunlara sadece inanılır! Yani inanmak ve inancını muhafaza edebilmek için kâinata göz ve kulakların kapatılması şarttır!”

Bilim(sellik) Anlayışı burada kalmayıp, bir sonraki aşamada İslâmiyet’i, ineklere tapan hinduizm gibi diğer batıl din ve absürd inançlarla eşitleyerek, yani dinimizi onlardan herhangi biriymiş gibi gösterip; buradan hepsine toptancı bakış açısıyla tepeden bakarak:“A tabii ben tüm din – inançlara saygılıyım; evren varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç duymasa da ve evrende varlığına hiçbir delil – ispat olmasa da ve zaten mantıken böyle bir inanca ihtiyaç ve zaruret olmasa da; siz kendinizi rahatlatmak ve ölüm korkusu gibi psikolojik veya devlet ve ahlâk gibi kurum / yasaların bağlayıcılığı için, yani tarihsel ve toplumsal sebeplerle inanmaya devam edebilirsiniz! Bilim’in sebebini çözdüklerini sebeplere, mekanizmasını henüz çözemediklerini de inandığınız tanrıya vermeye devam edebilirsiniz! Bilim’in onca gözlem / deliline rağmen, kâinata gözlerinizi kapayarak inancınıza sıkı sıkı tutunmaya devam edebilirsiniz: Dediğim gibi bu ‘inanç’ işi; ‘gözlem, bilgi ve araştırma’nın konusu değil; bunlar sadece felsefe ve metafiziğin spekülâsyon alanı olabilir!” der.

Elhasıl mevcut Bilim Anlayışı; Truva Atı gibi kullandığı Bilimsel İfadelerinde; kâinatın varlık ve devam, hareket ve işleyişini nedenselleyip, açıklamak; tasvir edip, nasıllamak için; “madde, sebep, mekanizma, kanun, adaptasyon, seleksiyon, mutasyon, evrim, içgüdü, kuvvet, çekim, patlama, basınç, ısı, uzun zaman” gibi; yani ‘dışarı’dan bir fail ve özneye ihtiyaç duymadan harekete geçen türlü etkilerin, “tesadüfen veya zorunlu olarak” biraraya gelebileceğini ve geldiğini iddia ederek; (yani Rabbimiz olmasın da, bundan başka evrende ne varsa herşeye atıf yaparak!); böylece, Rabbimiz’in olmadığı, olsa bile işleyişe karışmadığı; yani eşyanın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zorunluluk duymadığı; ateist ve materyalist bir dünya görüşünü şuuraltımıza ilka eder! Böyle yaparak; bizi bu sahte kâinat kurgusunun gerçekliğine inandırmaya çalışır!

Halbuki varlığı icraat ve eser, fiil ve sonuçlarında bir alet – edevat olarak kullanan; yani “sebeplerin, sebep ve birşeylere alet ve aracı olmasının sebebi” olan Rabbimiz olmazsa; yani eşyadaki işleyişin fail ve öznesi olan Rabbimiz olmazsa; sebepler, yerinden kalkıp sebep ve alet bile olamaz! Sebep olmayı bırak; kendilerini bile ayakta tutamaz, kendilerine bile bir faydaları olmaz!

Çünkü eser fiilsiz; fiil de failsiz; (diğer deyişle) eser, müessirsiz; faâliyet, öznesiz ol(a)maz. Çünkü kitabı yazan kim ise; içindeki harf ve cümleleri de yazan odur! Yani harfi yazan, cümleyi yazandan ve cümleyi yazan da kitabı yazandan başkası değildir! Ormanın sahibi kim ise, içindeki ağaçların da sahibi ve yaradanı odur! Dünyayı döndürüp, gezdiren kim ise; üzerindeki bina ve içindeki atomları da gezdirip, döndüren odur!…

Anne karnında, sindirim sistemini henüz inşa etmediği bebeği, direkt midesine bağlı bir kordonla besleyen kim ise; doğduktan sonra da ona lâzım ve gerekli gıdayı “süt” olarak annesinin göğsünden; daha sonra da topraktan gönderen aynı Zât’tır!…

Bilim’in insan nazarını kesret ve parçada boğucu (mana-yı ismî) bakışından bir adım geriye çekilerek, kâinata vahdet ve tevhid (mana-yı harfî) nazarıyla baktığımızda; gördüğümüz tüm insan, hayvan, bitki yavrularından sonra, anlarız ki: Uzay boşluğunda sür’âtle dönen dünyamıza hergün, her ân tonlarca “sütten, baldan, elmadan, sudan” ırmaklar, nehirler akıyor!…

“Fizik Kanunu” değil; Rabbimiz’in İlâhî Kanunuyla mikrodan makroya geçerli ve yaygın “Hıfz ve Koruma Fiili / Koruma Kanun ve Emri” sebebiyle; herşeyi koruyan bir “hücre zarı, vücut derisi, ağaç ve meyve kabuğu, gözkapağı, kafatası, ozon kalkanı, atmosfer filtresi, magnetosfer zırhı” ve “akyuvar, antikor, bakteri, mikrop” gibi görevli orduları var!

“Kimya Kanunu” değil; Rabbimiz’in İlâhî Kanunuyla mikrodan makroya geçerli ve yaygın “Kuddûs ve Temizleme Fiili / Temizleme Kanun ve Emri” sebebiyle; “deniz, yeryüzü, hava, ormanlar, vücudumuz, kan, bağırsaklar, gözlerimiz vs.” herşey (beşer eli karışmadığı müddetçe) devamlı temizleniyor, tertemiz! Bu “emri” dinleyip, bu “kanuna” uyan, bu “fiil” sebebiyle hareket eden “gözkapağı, yağmur, rüzgâr, tuzlu deniz, dalgalar, alyuvar, akyuvar, bakteri, mikrop” ve “küçük çöpleri toplayan karınca, küçük kirleri temizleyen sinek – sivrisinek, hayvan cenazelerini taşıyan akbaba; uzaydaki enkazları süpürüp, toplayan karadelikler” var…

Evet mes’elâ “yemek” eserinin müessiri olan bir aşçı ve “yemek yapma” faâliyetinin faili bir usta olmadan; örneğin “raftaki tencere, ocağın kütleçekimine kapılıp ocağa inemez; bıçak kendi kendine veya bir takım enerjilerle havalanıp, ince ince soğan kesemez; doğranan soğanlar oradan rüzgârla havalanıp, tencereye giremez; çekim kuvvetiyle yağ şisesi havalanıp, olması gereken açıyla, olması gereken miktarda tencereye yağ dökemez; ocaktaki hidrojen ‘helyuma döneyim de şu yemeği pişireyim’ diyemez!…

Elhasıl Bilim; failsiz ve öznesiz olarak kurguladığı veya “tesadüf, uzun zaman, madde – enerji, basınç, süreç, otomatik mekanizma, kuvvet, tabiat, kanun, sebep – sonuç ilişkisi” gibi, Rabbimiz’in yerine ikame ettiği sahte fail ve öznelerle dolu Bilimsel İfadeleriyle; bize bir masal anlatıyor, bir hurafeye inandırmaya çalışıyor!…

Bedi’üzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur’la yaptığı en büyük devrimlerden biri, bence; Rabbimiz’in sadece metafizik ve felsefenin konusu olmadığını gösterip; fizik, kimya, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih gibi b/ilimlerin de konusu olduğunu göstermesidir!

Eşyanın varlık ve işleyiş ve kendi arasındaki etkileşiminde; O’nun varlık ve fiil / icraat ve tecelli ve etkileri olmadan; salt madde–enerji determinizm / illiyet ilişki – etkileşimleriyle hiçbirşeyin varlık ve devam ve işlemesinin açıklanamayacağı, nedensellenemeyeceği ve tasvir edilip, nasıllanamayacağı gerçeğini göstermesidir!

Böylece “ışık olmadan eşyayı göremem” veya “kulak olmadan sesleri işitemem” veya “yeryüzündeki gündüzün kaynağı ve ısı – ışığın nedeni Güneş’tir” demek gibi; “Allahu Teâlâ olmadan ve ilim – irade – kudretiyle, eşyaya (eşyanın kendi camid / cansızlık ve acziyle yapması mümkün olmayan) şu işleri yaptırmadan; bu eşya, şu atom, kendi başına bunu yapamaz”ın  farkına vardırmasıdır!

Yani asıl neden, esas sebep, tek fail, biricik müessir ve yekta kuvvet / etki sahibinin sadece O olduğunu “maddî gözlere” de göstermesidir. Yani bu gerçeği görmek ve farketmek için yüksek sezgi, zekâ veya bakışa veya kâlp gözü, vicdan, basiret – firaset gibi ek duyulara veya mikroskop – teleskop gibi yardımcı araçlara ihtiyaç ve zorunluluk olmadan; sadece çıplak baş gözümüzle bile bunu göstermeyi başarmasıdır!

İnkâr ve şirkin modellemesini yapıp, teorisini kurmaya çalışan Bilim ise; baştan doğru varsaydığı, delilsiz ve ispatsız “(Madde-Enerji) + Uzun Zaman + Tesadüf-Zorunluluk = Herşey Mümkün” amentüsüne göre; herşey, örneğin “şu resmin, şu boya – fırça – tuvaller; yani şu mevcut madde – enerjiyle; kendi kendine, otomatik – mekanik mekanizma ve kanunlarla; şu şu sebep, tabiat, tesadüf, enerji ve zorunluluklarla olması mümkün ve kâinatta olan da bu!” diyerek; kâinatta olanların herhangi bir fail ve usta ve ressama atıf yapmadan nasıl ve nedensellenebileceğini; varlık ve işleyişinin açıklanıp, izah edileceğine inanmaktadır! (Bir resmin, ressamsız nasıl ve hangi nedenlerle meydana geldiği boya, fırça, tuval ve bir takım enerjilerle hareket eden fırçalar ile ne kadar tasvir ve nedensellenebilirse o kadar!)

Diğer deyişle: Da Vinci gibi bir ressam ve usta olmadan Mona Lisa’nın olmasının mümkün olduğuna ve bu mümkünün de gerçekleştiğine ve gerçekleşmeye devam ettiğine inanmaktadır Bilimsel Bilim! Ressama hiçbir ihtiyaç ve mantıkî zaruret duymadan; failsiz ve öznesiz, resmin nasıl olduğunu tasvir ve niçin olduğunu nedenselleme hastalık (ve takıntısıyla) malûldür!

Önündeki masaya bakarak; “Bilimsel Yöntemimde ben bunu, marangoz ve ustasını denklem ve teorilerime dahil etmeden nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?”in derdindedir!

Daha önce başka vesileyle dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde doğru cevaplardan önce, doğru soruları öğrenmeliyiz. Çünkü doğru cevabı, doğru soruyla bulabiliriz. Çünkü sormadığımız soruların cevabını göremeyiz; görsekte farketmeyiz. Yani hayatta algılayıp, farkettiklerimiz; soru ve ihtiyaçlarımızdan bağımsız değildir. Neyi ararsak, onu buluruz.

Bilimsel Bilim’in yanlış sorulara verdiği yanlış cevapların efsunundan bakış ve anlayışımızı çevirip, başımızı kaldırdığımızda sorulması gereken doğru soru şudur: “Allah’tan başka hangi sebep, aynı topraktan türlü renk–koku–şekilde ni’metler; tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!? Allah’tan başka hangi neden atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı başka bir deri, meyveyi başka bir zarla korur!? Rabbimiz’den başka hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!?… Hangi sebep doğmamış bebeğe karnından bir kordonla; doğunca da dişsiz o bebeğe safi ve en gerekli bir sütü memeden gönderebilir!?” Uzay boşluğunda direksiz sür’âtle dönen Dünya Gezegeni’ne hergün tonlarca meme kanalıyla sütten ırmaklar, arı kanalıyla baldan nehirler, ağaç kanalıyla elmadan denizler yaratılıyor, akıtılıyor, gönderiliyor! Bunları görmüyor, farketmiyor; görsekte nedenini ve failini sormuyoruz!

Sormuyoruz, çünkü Bilim “kâinatın varlıkta durması ve çalışmaya devam etmesi, Allahu Tealâ’nın fiil ve eseri olmayıp; bütün bu işleyişler, (güya) maddenin ve evrenin kendi iç dinamikleriyle olan süreçlerdir. Yani evrende bu işler failsiz olabilir ve zaten oluyor; mümkün ki oluyor ve oluyor ki mümkün” kerameti kendinden menkul (delil’in, ispatla kısır döngüye girdiği) hurafeye bizi inandırmış! “Kim” sorusunun saçma ve abes bir soru ve bu arayışın boş bir çaba olduğuna bizi ikna etmiş!

Bununla birlikte kendisinin (yani Bilimsel Bilim ve Yöntem’in) evrensel ve olgusal ve tarafsız olduğuna bizi inandırdığı için; dünyada başka bir Bilim Anlayışı, Felsefe ve Yöntemi olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz!

Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak, Bilim’in Bilimsel(lik) Formatından geçmiş hemen hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri aynı Bilimsel Gözle okumakta; daha derin ve geniş ve zengin (ve en önemlisi doğru) başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)memekteyiz!

Elhasıl “Müslüman(ca) Düşünce” ile “Bilimsel Düşünce” arasında gidip geliyoruz! Bu iki düşünce arasındaki derin ve geniş uçurumu görmediğimizden; değişik te’villerle zıtlıklarını uzlaştırıp, aralarını telif edecek köprü ve dolgu malzemeleri toplamakla meşgulüz! Kafamız karışık, zihnimiz bölmeli, davranışlarımız tutarsız! Gerçeklikle bağını yitirmiş bir şizofren gibi; akademide “seküler, lâik”, camide “müslüman” rolü oynuyoruz!…

Bununla birlikte mevcut Bilim’i esas tutup; İslâmî Bilim’i bunun bir sonucu veya bir uzantı ve sonraki aşama ve evrimi olarak anlaşılmasına sebep olacak şekilde davranmak; yani mevcut Bilim’i, İslâmî Bilim’le revize etmek doğru değil. Doğru olmamasının en önemli sebeplerinden biri: İslâmî Bilim’in, şu ânki Bilim’den 180 derecelik bir eğilme ve kırılma ve kopuşu ifade etmesidir. Yani Bilim’in “ateist ve materyalist felsefe, determinist ve natüralist önvarsayım / öninanç” ve buradan kaynaklanan Bilimsel Yöntemiyle birlikte; kavram – anlam haritaları ve isimlendirme – sınıflandırmalarının belki % 95’inin değişmesi gerekiyor, gerekecek.

Fakat buna başlamadan önce, geçen haftaki yazılarımızdan şu tespiti akılda tutmakta yarar var: “Bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor. Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş filtreli bilgi’ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz. Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup (mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir); fakat “bilim” değildir. Bu açıdan “bilim” denilen şey, evrendeki “bilgi”nin dar ve eksik ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

Elhasıl Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist yanlış tarafı seçmesinden de anlaşılacağı gibi; onun aradığı “Allah” değil! Bilâkis “bilim(sellik)”in amaç, yöntem ve tanımı nedeniyle, özellikle olayları Rabbimiz’e bağlamaktan (tabir-i caizse; O’na en küçük bir rol vermekten bile) kaçınır! Bilim’in yola çıkarken, başlangıçtaki amaç ve niyeti bu olduğu için; mantıken ve zorunlu olarak “Allahû Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile O’ndan bağımsız (yani kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zaruret duymayan) bir kâinat nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı peşinde! Bunun tasvir ve açıklama, nedenselleme ve ispatına çalışıyor!

Bu yetmezmiş gibi, bir de; sanki evrenin Rabbimiz’e ihtiyacı olmadığı delillendirilip, ispatlanmışta artık evrenin bunu nasıl başardığı araştırılıyormuş gibi Bilimsel Yayınlarda(“yaratma” yerine “oluşma”; sevk-i ilâhî ve ilham yerine sevk-i tabiî veya içgüdü; Allah’ın izni ve iradesiyle yerine tesafüden / şans eseri oldu gibi) failsiz ve öznesiz ifadeler kullanılmasıBilimsel Yayın Şartı olarak dikte edilir!

Bilimsel Yöntem bu hâliyle; aslında ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin teori ve pratiğini yapıyor! Bu sebepten mevcut Bilim ve Bilimsel Yönteminin yolu ve amacı Rabbimiz’e giden yol üzerinde değil! Üstelik O’na giden yolları bile bozup, köreltiyor!

Bu açıdan mevcut Bilim’e hâkim olan Bilimsel Yöntem ve Felsefesi’nin, kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirdiği her “neden ve sebep”, “tasvir ve açıklama”; zihnimizde eşya ile Rabbimiz arasındaki münasebet iplerini biraz daha kesmekte, kâinatın O’na nisbet ve çağrışımını biraz daha kapatıp, kopartmakta veya karartmakta!

Sonuç olarak: Okullardaki fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vs. tüm ders kitapları ve müfredat Bilimsel Bilgi Virüsleri’nden dezenfekte edilip, temizlenmedikçe ve İslâmî Bilim’in kavram ve anlam haritalarına göre yeniden ve kendi medeniyetimize göre yazılmadıkça; haftada 100 saat din dersi de olsa, Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’i hergün ezberden tekrar da etsek; (bozuk arabaya en kaliteli benzini koysak fayda etmemesi veya hasta insana bazen gıda fayda etmemesi, hatta zarar vermesi gibi;) bizden beklenen zihin ve davranış değişikliğini meydana getirmez veya yeterli olmaz.

Bilemiyorum; Misyoner Okulları mı daha tehlikeli ve zararlı, yoksa mevcut Seküler Lâik Modern Okullar mı!? Fakat şundan eminim ki: Gizli İkna Metodu ve bilinçaltı (subliminâl) mesajlarla ateist – materyalist inançları ve Yanlış Bilgi Virüslerini zihnimize zerkeden Bilimsel Kitaplar; alenî küfür ve şirki ispata çalışan ve reklâmını yapan kitaplardan çok daha zararlı ve tehlikeli!

Evet Bilimsellik Kriterleri’ne göre ve buna göre şekillenmiş Seküler Lâik Kültür, Modern / Çağdaş Anlayış ve Algıya göre yazılmış kitaplar, dergiler, medya; yalın ateizm – materyalizmi savunan, direkt küfür – şirk reklâmı yapan yayınlardan çok daha zararlı ve tehlikeli!

Çünkü, Bilim(sellik) Felsefesi’nin tehlike ve zararları hakkında önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: Herhangi bir olayı, sebep–sonuç şablon / paradigmasına oturtarak tasvir etmek; bu Bilimsel İfadeyi okuyan kişi için, altmesaj olarak: “Bu işin Allahu Tealâ’yla bir bağlantı ve ilgisi yok; bu faaliyet ve sonuca Allahu Tealâ sebep değil! Kâinattaki bu faaliyet ve sonuçları; çeşitli sebep, madde–enerji, kanunlarla ister istemez tabiî bir zorunluluk olarak oluyor! Yani Allahu Tealâ olmasa da bu işler olur ve oluyor; çünkü mekanizma  bu, süreç böyle işliyor. Örneğin Allahu Tealâ olmasa da taş veya yağmur yerçekimi sebebiyle yere düşecek, bu sebep–sonuç / süreçte Allahu Tealâ gibi doğaüstü ve metafizik bir sebep ve fail aramak mantıken gereksiz; yani böyle bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!” talimat / kod / emir, yani Yanlış Bilgi Virüsü / Truva Atını, bilinçaltı kanallarla bilinç ve kâlbe gönderir. Sebep – sonuç kurgu ve şablonuyla paketlenmiş bu subliminâl, saklı mesaj; bilinçaltı kanallarla iletildiğinden, bilincin filtrelerine takılmaz. Sesli olmadığı için kulak ve bilincin duymadığı bu gizli fısıltı ve telkin sonucu; kişide farkında olmadan bir bilinç ve sonra da algı ve davranış değişikliği gözlenmeye başlar.

Bu virüsü tanıyan bir antivirüs programı, yani bağışıklığı olmayan insan, hastalık kaptığını bile farketmez; kendisini sağlıklı ve kâinattaki varlık ve hâdiseleri doğru görüyor ve algılıyor, tarafsız ve objektif anlıyorum zanneder! [Halbuki “din – dinsizlik ortası” veya “dışı” anlamında “tarafsızlık” diye tanımladığı şey; aslında batıla taraftar olmak; yani “Allah yok(muş), varsa bile bu işle ilgi ve bağlantısı yok(muş)” gibi bakmak oluyor!]

Bu virüs defaatla alınıp, bu bilinçaltı kodun taşıdığı mesaj tekrar tekrar çalıştırıldıkça; bu tekrar / telkin / hipnoz ve sihrin sonucu; kişi bilinçaltında buna inanmaya başlar. Farkında olunmadan içeride kök salan bu fikir, bir sonraki aşamada bilinç alanında da yeşerip, dal budak vermeye ve davranışlara aksetmeye başlar!

Bilimsel İfadelerin yüzeysel anlamının altına saklanmış ve ambalajlanmış bu Derin Anlam; dil ve zihin yoluyla kâlbe girip, burada işlemeye başlar. Burada kendisiyle çelişik itikadî bilgileri sönükleştirip, bulanıklaştırır ve etkisizleştirir; sonra da siler, atar! Çünkü aynı zeminde birbiriyle çelişik ve zıt 2 bilgiden biri doğru, diğeri yanlıştır! Çünkü insan mantık ve hissiyatı, birbirini yanlışlayan 2 bilgiyi bünyesinde uzun süre tutamaz; bunları ya uzlaştıracak veya birisini atacaktır.

Yanlış Bilgi Virüsü kâlp ve zihinde, kendisiyle çelişik bilgi ve itikadları silip, deforme ettikten sonra, buradan tüm duyulara ve bedene yayılır. Hasta insana nasıl bedenen hareket zor gelir, devamlı yatmak ister; öyle de bu hastalığa yakalanmış kişiye de bedenen ibadet yapmak (hatta sadece diliyle zikir bile!) çok zor ve yorucu gelir; çabuk usanır! Baktığı ağaç, gördüğü çiçek, işittiği gökgürültüsünde; Bilimsel Bilim’in hep sebep – sonuç çağrışım / devreleri aktive olur; algı ve anlamlandırmalarını bu şema üzerinde yapılandırır, anlam dünyasında eşyayı bu kalıp üzerine yerleştirir.

Elhasıl bu yeni programa göre formatlanmış ve büyülenmiş olarak, sadece Bilim’in göstermek istediklerini görür, algılatmak istediklerini algılar ve bunları anlamlandırma biçimi de bu yeni programa göre olur! Bu program kırılıp, bu hipnotik uyku ve şartlanmadan uyanmadığı sürece gördüğü rü’yanın farkında bile olmaz.

Bu virüsle enfekte olmuş şahıs için; ağaç – elmadan Allahu Tealâ’ya çağrışım / bağlantı; yani elmadan ni’met, ni’metten in’âm’a geçiş refleks ve akıl yürütmeleri kopmuştur. Bu kişi için Mona Lisa tablosuna bakarken otomatik olarak gelen Da Vinci çağrışımı, kâinat düzleminde Allahu Tealâ olarak kopmuştur. Bu kişi çevresinde milyar Mona Lisa tablosuna bakar ama aklına sadece Bilimsel Bilim’e hâkim olan (güya “inanç ve değerden tarafsız, objektif, nesnel ve olgusalız” diye inandırdıkları) ateist ve materyalist, determinist ve natüralist inanç / felsefenin zoom yaptığı ve odaklandığı “fırça – boya – tuvâl ve renkler” gelir, çevresine baktığında sadece bunları farkeder ve algılar! Allahu Teâlâ ancak ikinci bir kasıt ve niyetle akla getirilebilir ve bu sun’î çağrışım da geçici ve te’sirsiz olur.

Bu virüsle zihin, inanç ve algıları formatlanan kişi için “Allahu Tealâ ve iman, metafizik (madde ve fizik ötesi) birşeydir; yani görünen varlık ve hâdiselerden Allahu Tealâ ve imanına delil-ispat aranması beyhude bir çaba olup; bu itikad mantıkî ve ilmî temellere oturtulup, rasyonalize edilemez; bu dünyada gösterilemez ve delil-ispatlandırılamaz; sadece ‘gayba imandır’ olan!” Bu düşüncelerle Allahu Tealâ (tabir-i caizse) “metafizik / madde ve doğadışı / doğada yok!” diyerek; “çok çok uzakta(ymış) gibi!” zihin ve algıda kâinat dışına çıkartılır!

Bu kişi için artık Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizme “inanmakla”; İslâmiyet’e “iman etmek” arasında kategorik bir fark olmayıp; sonuçta hepsi “inanç” ortak paydasında eşitlenmektedir! Aynı şekilde; bu virüsün bulaştığı herkes; hangi dil, din, inanç ve milliyette oldukları farketmeksizin; varlığı zihinlerinde hep aynı şekilde algılar ve anlamlandırırlar. Hatta günlük hayatlarında kullandıkları kelime ve kavramlar bile aynıdır. Çünkü herkes eşyaya aynı taraftan, aynı kavramlarla baktığından; farklı birşey gören yoktur!

Elhasıl “Allahu Teâlâ’nın olmadığı bir evren nasıl olurdu? O olmadan nasıl ayakta durup, faâliyette bulunur ve çalışırdı?” diye kurgusal bir masal okumak isterseniz; bilimsel bir kitap alın, oradan okuyun!

Bu Bilimsel Masallarda; (taş, toprak, demir vs. alet ve malzemelerin, hiç insan eli değmeden bir takım sihirlerle kendi kendine havalanıp, gelip, kesilip, karıştırılıp ve uygun yerlerde birleşip Sultanahmet Camii’ni inşa ettiğine inanmak gibi;) evrendeki madde ve zerrelerin, sanki sihirli bir âlemdeymişiz gibi; kendi kendilerine ve bir takım tesadüf – zorunluluk, enerjilerle kendilerinden çok daha kompleks ve bilgili ve üstelik “hayat, bilgi” gibi kendilerinde bile olmayan üstün özelliklerde canlılar, uçan seyyareler, yağmur yağdıran bulutlar, içinden çiçek çıkan tohumlar inşa ettiklerini göreceksiniz; şapkadan tavşan çıkması gibi içinden çeşitli cinste ağaçlar çıkan topraklar, çeşitli tat ve renkte şekerlemeler, meyveler göreceksiniz!

Erzağı, yağmurlama, arıtma, temizleme, atık sistemleri düşünülmüş ve düşmemek için boşlukta dönerek uçan uzay gemileri; içinde sihirli bir “rüzgâr”la (siz isterseniz buna “fizik – tabiât kuvvet ve enerjileri” deyin daha Bilimsel gözükür!) kendi kendine havalanan testere – bıçaklarla kesilen ağaçlar, doğranan kütükler ve havalanan çivilerle çakılan uçan tahtalar, imâl edilen masa – sandalyeler vs.; elhasıl animasyon gibi bir sürü sihirli ve esrarengiz hâdise göreceksiniz!

Bu açıdan belki dünyada sınav da olmuyoruz, “imtihan” da yok; çünkü kopyeler de verilmiş, kitaplar da önümüzde açık, doğru şıklar da gösterilmiş! Gene de yanlış yapıyorsak; demek kusur, körlük bizde!

Haftaya devam edelim inşâallah.

Delilin Kıymeti! (Yaratılış Delilleri) (Video)

Asrımızın mühim bir hastalığı, imani hakikatlere karşı lakaytlık ve iman hakikatlerini ispat eden delillerden yüz çevirmektir. Maalesef bu hastalık sadece ehl-i gafleti değil, manevi âlemde yol almak ve terakki etmek için ciddi çalışan Müslümanları dahi kuşatmıştır. Hatta bir kısım Müslümanlar daha da ileriye giderek imani konularda delil aramayı malayani kabul etmekte ve: “Şüphemiz yok ki delile ihtiyacımız olsun.” demektedirler. Yani onlara göre iman hakikatlerini ispat eden delillerle uğraşmak kalbî hastalıkların emaresidir ve şüphesi olmayanlar için gereksiz bir iştir. Bu görüş ve itikat, tamamen İslami bilgi eksikliğinden ve cehalettendir. Bu sözü ancak İslam’ın delile verdiği kıymeti bilmeyenler ve imanın mahiyetinden habersiz olanlar söyleyebilir.

İmam-ı Azam,  Ahmed İ. Hanbel, İmam-ı Şafi, Süfyan-ı Sevri ve diğer bütün âlimlere göre: Kişinin imanı, delili olmasa da sahihtir. Ancak delil aramayı terk ettiği için günahkârdır ve asidir.  Bu âlimlere göre: İman hakikatlerinin delillerini bilmek vaciptir. Terki ise haramdır.

İmam Eşari ise biraz daha ileriye gider ve der ki: “İmanın sıhhatinin şartı: İmanın temel meselelerinden her bir meseleyi akli deliller ile bilmektir.”

Buna göre: İmanın delillerini bilmeyen kimse, İmam Eşari’nin katında mutlak olarak mümin değildir. Bu kişi her ne kadar mutlak olarak mümin olmasa da küfre zıt olan şeyin kendisinde bulunmasından dolayı kâfir de değildir. Bu kişi araştırma ve delil talep etmeyi terk ettiği için asidir. İmam Eşari şöyle devam eder:”Bu kimse diğer asiler gibidir. Yani içki içen, kumar oynayan ve diğer haramları işleyen asiler gibidir. Onun durumu Allah’a kalmıştır. Allah isterse onu affedip cennetine koyar, dilerse günahı kadar ona azap çektirir ve daha sonra cennetine sokar.”

Demek, üç mezhep imamı olan İmam-ı Azam, İmam Şafi ve Ahmed İbni Hanbel’e göre delil talep etmek ve imani meseleleri delilleriyle bilmek vaciptir. Bilmeyen mümindir; ama delil aramayı terk ettiği için asi ve günahkârdır. Cumhur’un görüşü de budur. İmam Eşari ise delili, imanın sıhhat şartı kabul etmiş ve iman hakikatlerini delilleriyle bilmeyenin mutlak mümin olmadığını söylemiştir.

O hâlde bir Müslüman’ın ilk işi: Öğrenilmesi vacip olan iman hakikatlerinin delillerini öğrenmek ve delilleri öğrenmeyi terk etmekten dolayı kazanılan “asi” ve “günahkâr” sıfatından kurtulmaktır. Bu; namaz kılmak, oruç tutmak ve kurban kesmek gibi kişiye gerekli olan bir ibadettir. Farz-ı kifaye değil, kendisine farz-ı ayn olan bir ilimdir.

İmanın mahiyeti, kaça ayrıldığı, delil talep etmenin önemi, imanda artmanın ve eksilmenin olup olmadığı, Kuran’ın delil talebine verdiği önemi ve imanla ilgili diğer meseleleri “İmanın Dereceleri” isimli eserimize havale ederek burada bu kapıyı açmıyoruz.

Feyyaz Bilişim ve Yayıncılık Hizmetleri olarak bu eseri hazırlamaktaki amacımız: Allah’ın varlığının delillerini beyan etmek ve Allah’ın varlığı hakkında şüphesi olanları bu şüphelerden kurtarmaktır.  Bu eserde anlatılan deliller son derece kuvvetli olup çürütülmesi asla mümkün değildir.

Şunu da çok açık bir şekilde beyan ediyoruz ki: Allah’ın varlığı ve diğer iman hakikatlerinin ispatı konusundaki söz hakkı, Bediüzzaman Hazretleri’nin ve Risale-i Nur külliyatınındır. Hiçbir eser, iman hakikatlerini Risale-i Nur külliyatı kadar açık ve net bir şekilde izah edemez. Zaten bu eser hazırlanırken de Risale-i Nur külliyatı kaynak eser olarak kullanılmıştır. Yaptığımız bu çalışma, Risale-i Nur’larda geçen hakikatlerin şerhleri ve izahlarıdır.

Dolayısıyla bu eserin asıl muhatabı Risale-i Nur’larla tanışmayan okuyuculardır. Bu okuyucular hakkındaki ümidimiz şudur ki: Bu eser, Risale-i Nur’lar ile onların arasında bir köprü vazifesi yapar ve bu eserin madeni ve kaynağı olan Risale-i Nur’lara kavuşmalarına bir vesile olur.

O hâlde diyebiliriz ki: Bu eserden faydalanacak olanlar iki gruptur:

1-Risale-i Nur’ları okumamış olanlar. İnşallah bu eserdeki kuvvet, onların Risale-i Nur’ları merak etmesine sebep olacak ve Risale-i Nur ile onların buluşmasına bir vesile olacaktır.

2-Risale-i Nur’ları okuyanlar. Bu grup için de bu eser, Risalelerde geçen hakikatlerin izahları olup onların tefekkür penceresinin gelişimine bir sebep ve o hakikatlerin anlaşılmasına bir basamak olacaktır.

Bu eserde, Allah’ın varlığı iki kere iki dört eder derecesinde kati bir şekilde ispat edilmektedir. Bizler Marmara Eğitim olarak diğer iman hakikatlerinin ispatı hususunda da farklı eserler hazırlayıp sizlerin istifadesine sunduk.

İmanların takviyesine, taklitten tahkike çıkmasına ve Risale-i Nur’lara ulaşmaya bir vesile olabilirsek ne mutlu bizlere…

İnayet ve tevfik Allah’tandır.

İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber (Şerh eden: Allame Aliyyül Kâri) Mukallidin İmanı s.384

Seyrangah.Tv