Etiket arşivi: tesanüd

İhlas ve Uhuvvet Ezanı Okunuyor !

    “Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.” [1]

Bu müfritane irtibat meselesi çok zaman insanın karşısında çıkıyor. Külliyatta üstadımız ifrat ve terfritten bizleri uzak tutmak için telkinleri varken sadece bu irtibat meselesinde tavsiyede ve teşvikte bulunuyor. Demek ki bunda farklı bir sır var. Sanki o sır cemaatin  vahdetini, ittihadını, tesanüdünü ve hareket tarzını bir tutmak olarak düşünüyorum. Her meşrebimiz kendi arasında irtibat kurmuş haldedir zaten. Hatta ders grupları vs. de bu irtibatı sağlamak için bu irtibat meselesini devam ettiriyorlar. İstişare, birkaç kişi arasında, meşveret daha geniş katılımla, şûra ise, meşveret heyetlerinin bir araya gelmesiyle teşkil ediyor zaten.

Bir ev dersinde düşünün ki on on beş kişi olsun. Düzenli olarak devam eden derse birisi gelmediği zaman bu grup müdavimlerince falan derse gelmedi denilip aranılıp sorulması belki sonradan tamiri mümkün olmayan meseleleri önleyecektir. İnsanın olduğu her yerde potansiyel olarak sıkıntı olması muhtemeldir ki, realitede de öyledir. Nerede insan varsa mizaç ve anlayış farkı gibi sebepler tahtında ister istemez aynı ders halkasında da sıkıntılar çıkıyor. Belki biri birisini yanlış anlaması veya istemediği beğenmediği bir durum karşısında uzaklaşmayı tercih edebiliyor. Böyle olunca takip edilen dersler yavaştan aksamaya başlayıp sonra da tamamen kesilebiliyor. Neticede tesanüd bozuluyor ve  hizmette aksamalar oluyor. Bunun altını eşelediğimizde ise karşımıza çok sebepler çıkıyor.

Az önce yazdığım gibi mizaç ve anlayış farkı temel sebebi oluştururken, üstadımızın tesis ettiği hizmette hizmetin metodunu üstaddan almamak da başka bir sebeptir. Belki de ilk sebep budur. Üstadımızın sarih emirlerine  muhalif kararlar alarak hizmet edilmesi halinde bu daire dışına çıkmaya sebep olmaktadır. Buna bir misal vereyim, anlamadığım ilgi alanıma girmeyen bir şeydir futbol. Ama misal vermek için kullanacağım.

Düşünün ki, futbolun belli kuralları vardır. Gol, korner, tac . . . gibi. Belirli bir sınırı var yani. Şimdi bir oyuncu sahada istediği gibi hareket edemez. Çizilmiş olan kurallar dairesinde oynamasına izin verilir, Aksi taktirde saha dışına alınarak oyuna devam etmesine izin verilmez. Dünyada olan her şeyin kuralı kaidesi olduğu nettir. Bunun aksini kimse iddia edemez.

Küçük geçici bir mesele de bile belirli kaideler olduğunu görüpte islamiyette veya özel nurculukta kaide olmadığını kendi indi anlayışına göre hareket edilebileceğini ileri sürmek maskaralıktan maada bir şey değildir. Sadece bir eğlence bir zaman geçirme, oyalanmak gibidir. Ahirette pişmanlık verecek olan.

Buradan çıkarılabilecek çok şey olduğu bedihidir. Bu kadar sarih bir şeyi kimse inkar etmiyor zaten. Sadece yeni tarzlar yeni anlayışlar ve dünyaya uyarlanmış versiyonlar karşımıza çıkıyor. Malumdur ki yeni bir şeyler ihdas etmek yolunda yürüyen birisi bu yolunu esasatı tahkim etmek gayesinde yaparsa ve ruh-u aliyi rencide etmeden kimse buna itiraz etmez. Taktir ve tebrik de edebilir. Ama yeni ihdas edilen şeyler esasattan uzak düşerse o insan ve yaptıkları da esasattan uzak düşecek ve kırmızı kartla daire haricine çıkacaktır. Futbolda kırmızı kart cezalısı birisi birkaç maç ceza alıp sahadan uzak kalırken, manevi meselelerde kırmızı kart alan birisi/meşrebin de manevi olarak yaptığı tahribi bu dünyada ölçecek bir bir sistem bulunmuyor. Manevi bir ihtar olmazsa tabiki.

Üstadımızın ahirzaman ümmetine çok kısa bir formülle bizzat kendisi de iş üzerinde bizlere eğitim veriyor.  Peki nedir bu formül dersek bakın ne diyor: “Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyükbir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[2] Demek ki ahirzamanda en kısa yol, ihlasmış. Yani yapılan işte Allah’ın rızasını gözetmek. Bu olmayınca, yani ihlassızlık olunca karşımıza Allaha aşık(!) peygambere ve ashabına düşman abur cubur insanlar çıkıyor. Veya meslek başka meşreb başka insanlar. .

Bütün bunlara mani olmak için müfritane irtibat levhasını üstadımız karşımıza dikiyor. Müfritane irtibat olunca vahdet, tesanüd, muhabbet, uhuvvet hasıl oluyor ki bunların temelinde de ihlas vardır. Şayet müfritane irtibat yoksa tam bir ihlas olmadığından alarm çalıyor ama kimseler işitmiyor demektir. Cemaatte vahdeti sağlamak için çalan alarmları duyanlardan üstadımızın, hayatta kalan son varisi/vekili olan Hüsnü BAYRAMOĞLU Ağabeyimiz de bir müddettir istanbul’da medresesinin kapılarını herkese açarak “Ey Nurcular! Gelin bir olalım, vahdeti bulalım.” Nevinden ilanatla dersler yapıyor.

Ve bu derslerde ihlas ve uhuvvet risaleleri okunuyor. Dikkat edersek tam temel mevzular. Birisi hislerimizi birisi de aramızdaki muamelelerin dersi. Katılımcısı sürekli artan bu dersler nur talebeleri arasında da vahdeti sağlamaya ortak bir program nevinden hoş manalara vesile oluyor. Bence bu dersler nurculukta ifrat ve tefritten de muhafaza ediyor. Müstakim nur meşrebini tesis ve teşkil ediyor.

Evvelce hemen her meşreb kendi arasında bir nam ile okuma yaparken son varis/vekil bu okumaları ihlas ve uhuvvet dersleriyle taçlandırıyor. Bu sebeple vakti saati müsaid olan abilerimi, kardeşlerimi bu okumalara mümkün olduğu kadar katılmasını tavsiye ediyorum. Tabiki oraya gidip, hiç kimseyle tanışmadan, kaynaşmadan gelmek büyük bir kabahat olarak addediyorum. Çünkü müfritane irtibat kendi meşrebimizle sınırlı değil.

Mazide yaşanan hadiseleri devam ettirmek ise manevi bir kan davasıdır ve bunları devam ettirmek nurlardan istifadeye set çekmektedir. Her ay düzenli olarak yapılan ihlas ve uhuvvet derslerine katılan kimseleri tebrik edip ediyorum. Gidemeyen ama gönlü o derste olanlar da taktire şayandır. Ortak bir his ve duygu atmosferi teşkil edilmesi de belki semanın sakinlerince de tebrik ediliyordur.

Bu yazım ile son varis/vekil ağabeyimizin okuduğu tesanüd ezanında saflarda yer alabilmek ümidiyle herkesi davet ediyorum.

Bahtiyardır ki, sırat-ı müstakimde kalır,

Bedbahttır ki, sırat-ı müstakimde kalmayıp ifrat ve tefrite sapar.

Bahtiyarlardan olabilmek duasıyla

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak Linki : NurdanHaber

Hizmet Zemininde Sıkıntı Varsa

Hizmet Zemininde Sıkıntı Varsa

Sosyolojik olarak insan, toplumsal bir varlıktır. İnsanı toplumdan ayrı düşünmek imkansızdır. Çünkü insan maddi ve manevi hayatını idame ettirmesi elzemdir.

İnsanın olduğu yerde, insanlar sayısınca farklı karakter ve mizaç sahipleri yadsınamaz bir gerçektir. Tek tip dayatma usulü olan şeyler ise daima kırgınlıklara ve zımni adavete ve inşikaka sebebiyet vermiştir.

Merhum Bayram Yüksel ağabey (r.h.), bulunduğu son hizmet zemini olan Isparta’da hizmette herkesi fıtratına göre istihdam ederek manevi Medrese’t-üz Zehra olan Isparta ve havalisinde hizmet-i nuriyenin inkişafına mühim bir  sebep olmuştur. Bayram ağabeyin bu metodu tüm hizmet zeminlerinde tatbik edilmesiyle inkişafa sebep olacaktır.

Bazı hizmet zeminlerinde sanki bir fabrikadan çıkan malzemeler gibi herkesin tek tip olmasını isteyip, farklı olanları hazmedememek gibi sıkıntıları görüyoruz. Bu insan fıtratına ters olan bir şeydir. Çünkü insanlar tek tip karakterde yaratılmamıştır. Tek tip yapmaya kalkışmak insanın fıtratına müdahale etmek demektir ki, helakete sebeptir. Tek tip yapmaya çalışmanın nice misalinden birkaç misal, “hamsi de balıktır, balina da balıktır” deyip ikisini de Karadeniz’e koyacak olursak Karadeniz’de balık kalmayacaktır. Saksıda büyüyen küçük ev ağaçlarına yapılan muamele çınar ağacına yapılamaz. Eğer yapılırsa çınar saksıyı parçalar.

“Medar-ı niza’ bir mes’ele varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak, şimdi elzemdir.” [1] 

Hizmet zeminlerinde çeşitli sebepler tahtında var olan sıkıntıların konuşulmaması, bastırılması veya içe atılması sebebiyle konuşulmakla hallolacak olan meseleler dal budak sarıp, zamanında küçük meclislerde konuşulmadığından sonraları açıktan açığa çok geniş ortamlarda konuşulur ve gıybet, iftira yağmuruna dönüşebilir.

Bu hal hemen her hizmet zemininde olmaktadır. Çünkü insanın olduğu yerde fikri ve pratikte farklılıklar olacaktır.

Gruplaşmalar da zaten bu sebeple olmuyor mu? Bir şekilde olmuş olan nizalar, kavgalar, hır-gürler kendisi gibi düşünenlerin gruplaşmasıyla devam ettiriliyor. Tabir-i caizse manevi kan davaları oluyor. Sonra da buna bir kılıf giydirilip, metod farkı vs şeyler deniyor. Aslında metod farkı diye bir şey yok mazideki hır-gürün farklı namlarla devam ettirilmesi. Yeni nesle ihtilaf aşılamak nur talebesinin işi değildir. Onu zaten ehl-i dalalet de yapmakta.

Bizler ittifaki ve ittihadi noktaları nazara vererek nur talebelesi olmaya gayret etmeliyiz. Grubumuzun, meşrebimizin adamı olmaya değil.

Sıkıntılı olan noktaları, meseleleri de uygun zaman ve zeminde konuşmalıyız. Zamanında yapılacak küçük bir mükaleme ilerde olacak çok büyük zararlara mani olabilir. Zamanı geçtikten sonra yapılacak müzakerelerin ise münakaşalara dönemesi kaçınılmazdır.

Risale-i Nur hizmetinin selameti için,
-zamanında meselelerin hallolması için konuşmak,
-çok sıkı tutmamak,
-tek tip anlayış ve dayatmalardan uzak durmak,
-fıtrata göre istihdam,
-insanların hürriyetini tahdid etmemek,
-istibdaddan uzak durmak,
-ittihad ve ittifaki noktaları nazara vermek,
-grupçuluk, meşrepçilik aşılamamak,
-hizmetin düsturlarıyla hareket etmek,
-şahsi mülahazaları hizmet düsturlarının üzerine çıkartmamak,
-Risale-i Nur Hizmetinde kitabi ve ayniyetçi olmak,
-Meşveretlere ehemmiyet vermek,
-Meşveret namında komite istibdadı yapmamak,
-Kudsi kelamları alet ederek kavramların işini boşaltmamak,
-Herkesi olduğu makamda göstermek,
-Riyakarane işlerden uzak durmak,
-Ehl-i bida ve dalaletin zırvalarına zaman ayırmamak,
-Günlük okumaları ihmal etmeyip, arttırmaya çalışmak,
-Yeni insanlara ulaşmak için gayret etmek,
-Müzakere ve mütalaalarda bulunmak,
-Diğer meşreplerle sıkı irtibatta olup, tenkis etmemek,
-Üstadımızın derslerinden alınan hakikatları ketmetmemek ve halimizle yaşamak,
-hizmette bizden eski olanlara hürmet etmek gibi kaidelere dikkat edilmesiyle hizmette muvaffakiyet olacaktır.

Çünkü bu “dünya dâr-ül hikmet” [2] olması sebebiyle “Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.” [3]

Allah’ın davasında ittihat etmek, rahmet-i ilahiyenin celbine sebep olacaktır.

“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanların üstüne olsun. Âmîn…” [4]

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Kastamonu Lahikası (234)
[2] Sözler (113)
[3] Tarihçe-i Hayat (58)
[4] Tarihçe-i Hayat (101)

 

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.Org

Cemaat Din Değildir!

Cemaat Din Değildir!

 

     “Tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer; fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.” [1]

 

Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir.

 

Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir.” [2]

 

            Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

 

            İşte hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde bir şey yoktur.” der kandırır.” [3]

 

Malumdur ki herbir insan bir alemdir. Kendi iki ayaklı cismani aleminin içerisinde var olan şeyleri açıp genişletsek karşımıza mini bir alem çıkacaktır. Ama bu hususi alemin şekli ve hususiyeti hakkında bir şey söylemek şimdi söz konusu değil.

 

Zaten insan olmanın bir hassası ise başkası ile de alakadar olmaktır. İnsanın fıtratı yani sistemi bu şekilde programlanmıştır.  “insan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor.” [4]  “insan hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur.” [5] insanın hem elem hem neşesi sadece kendi elinde de değildir. Bir yerde bir elim hadise veya sevince medar bir hadise ile insanı psikolojisi değişmektedir.

 

Bir insan tek başına olması bu cihetle düşünülmesi söz konusu olamaz. O halde “Kârgir kemerlerin taşları gibi..” [6] insanların içtimai münasetlerde birbiri ile tam manasıyla alaka peyda etmek mecburiyetinde kalacaktır.

 

İslamiyeti daha kolay ve etken ve etkili olarak yaşamak için de küçük hamiyet-i İslamiye manasında olan meslek ve meşrebler var. Bu meslek ve meşrebler ise deccalizmle bölgesel mücadele manasına gelmektedir. Ama bu mücadele maddi kuvvetle değil manevi sahada iman, ahlak, fazilet sahasındadır. “Evet talebe, profesör, meb’us, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.” [7]

 

Tenvir ve irşad sahasında ise meslek ve meşrebler çok sayıda var. Bu sayı ise ihtilaf ve tefrika yani ayrılık ve parçalanmak manasında değildir. Bir iş bölümü ve kategorize etmektir.  Mesela düşünün ki çiçek desem herkesin aklına farklı bir çiçek gelir menekşe, orkide, gül..

 

Bunların hepsi çiçek familyasındandır. Ne kadar çok çiçek çeşidi olursa o familya o kadar zengin demektir. Nasıl ki çiçek sadece gülden ibaret değilse islamiyete hizmet eden meslek ve meşreblerde sadece tek bir usul, metot ve tarzdan ibaret değildir. Tasavvuf mesleği, kelam mesleği, nurculuk.. gibi meslek var.

 

Bu meslek ve mesleklerin içisinde ki kollar manasında olan meşrebler ise birer zenginlik ve anlayış tarzıdır. Birbirini tamamlayan yap-boz parçaları gibidir. Bir takımın azalarıdır. Bir teşbihin taneleridir.

 

Bir teşbih tanesinden teşbih, bir çiçekten bahçe, bir un’dan ekmek.. olmayacağı herkesçe malumdur.

 

Din düşmanları bir zamanlar bu islami meslek ve meşreb zenginliğini birer ayrışma, kavga sebebi göstermek içindeler. Halende din düşmanları bu metot ve usul farkını körükleyerek Müslümanları tesanüdünü engellemek ve ittifak edip bir vücudun azaları gibi olmasını engellemek emelini gütmekteler. Ta Adem (as)’a secde etmeyen iblisten beri bu böyle olup kıyamete dek süreceği muhakkaktır.

 

Heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar, uhuvvet ile muhabbettir.[8] Bizler ise meslek ve meşreblerimizde fark olsa da hepimiz islamiyetten birer cüz’üz. Kül olamak için ise maksadda ittifak ve ittihad edip bir olmamız gerekmektedir. Zındıka cereyanının bizleri birbirimize düşürtmeye çalışması karşısında uyanık olup onların oyununa gelmemeliyiz. Bunun için birbirimize muhabbet ve mütemmim manasında tamamlayıcı ve muavin olarak bakmalıyız.

 

“Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha müdhiş düşman ve yılanlar var.” [9] bu kaideyi içtimai hayata tatbik etmeliyiz. Kalblerimiz bir olduktan sonra metot ve usulde farklılık arzetmek ise daha çok kimseye ulaşmak için bir taktiktir. Tebrike şayandır.

 

Bunları kabul etmeyip İslamiyet’i sadece biz temsil ediyoruz gerisi sapıtmış, fırka-i naciye biziz gibi bir anlayışa sahip olmak ise ekseriya islami hizmetlerle yeni tanışan kimselerde görünmektedir. Bir süre sonra bu düşünce hakikatleri anlamakla herkesi kucaklayıcı ümmetçi bir anlayışa geçmektedir. Bu mevzu da yeni ferdleri İslamiyet muhabbeti ile alıp İslamiyet davası şuuru içerisinde eeritip tüm mü’minlere bir vücudun azaları gibi bakmasını sağlamak ise bu şuura ermiş olanların teavünü ve yardımıyla mümkün olacaktır.

 

Yoksa “hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.” [10]

 

Bazı yeni fertler veya meslek ve meşrebi çok beğenen kimselerde çocukların kendi aralarında dediği benim babam senin babanı döver gibisinde benim cemaatim senin cemaatini döver gibisinden sözler sarfedilebiliyor. Halbuki bir taburu teşkil eden çeşitli bölüklerden tabur oluşur. Yoksa tek bir bölükten tabur, taburlardan alay, alaylardan tümen teşkil edilir. Muazzam bir kuvvet elde edilir.

 

Bu meseleyi zındıka cereyanı anlamış ki biz ehl-i imana çok şekillerde hücum ediyorlar ve bir cemaat suretinde duruyorlar. “ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor.” [11] bizler de maddi ve manevi istidad ve kabiliyetlerimizi inkişaf ve inbisat ederek bir cemaat suretinde olan zındıka cereyanına mukabele edebiliriz. Yoksa bir cemaat suretinde olan zındıkaya tek başına mıkabele eden fertler kaybetmeye mahkumdur.

 

Hal bu iken bizler şahsi hukuka bakan kusurları sebebi ile islam davasında refiki olduğumuz kardeşlerimizin şahsi kusurları sebebi ile hücum etmemeliyiz.

 

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir de­sise-i şey­taniye şu­dur ki: Bir mü’minin birtek seyyi­esiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu de­sisesini dinleyen insafsız­lar,  mü’­mine adâvet ederler.

 

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, ha­senâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbi­yeti noktasında hükmey­ler.

 

Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay oldu­ğun­dan, bazan birtek hasene ile çok sey­yiâtını ör­ter.” [12]

 

Mü’minler arasında var olan ve olması lazım olan uhuvvet ve muhabbet ile rıza-yı ilahi yolunda el ele ittihad ve ittifak ile islam davasına hzmet etmekle mükellefiz.

 

“ehl-i dalalete karşı mağlub olmamak için ve muhtaçları hakikata ve ihlasa davet etmekte bir şübhe bırakmamak için ve rıza-yı İlahîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbir şeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faidelerinden çekiniyorlar.” [13]

 

Davamızı tebliğ ederken Allah rızasından başka bir maksad gütmeden hizmet ederek muvaffak olabiliriz. Yoksa başka hesabı ve defteri olanlar günü gelir şiddetli bir şekilde bunun tokadını yer.

 

Meselemiz oculuk, buculuk, şuculuk değil. Zaten O, BU, ŞU Birer araçtır amaç değildir. Kur’an âyine ister, vekil istemez! [14] kanaat önderleri ve meslek ve meşrebler Kur’an’a bir ayinedir. Kur’an ve Hz. Peygamber (asv) yerine kaim olacak olan kimse ve şeyler değildir.

 

Bu ve daha nice sebeple Müslümanlar ve islama hizmet dava eden tüm meslek ve meşrebler sun’i ihtilafı ve cehaleti kenara koyup beraber organize olarak hizmet etmeliyiz.           “Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.” [15]

 

Hiçbir cemaat, meslek ve meşreb din değildir! Din içinden bir şubedir. Unutmayalım Ki Din-i Mübin-i islama hücum eden nice zındıka cereyanı varken birde bizler kendi aramızda ihtilafla onların hücumlarını kolaylaştırmayalım. Safları sıklaştıralım ki şeytan aramıza nifak sokmasın! Bu mevzuda daha çok kelam edilebilir lakin mesele güneş gibi aşikar görülmektedir. Güneş varken güneşi vasfetmeye lüzum yoktur.

 

Yaşasın ittihad-ı islam! Yaşasın ittihad-ı islam!

 

“Biz âcizleri

böyle eserleri okumak şerefiyle müşerref kılan

Cenab-ı Hakk’a

binler, yüzbinler defa

hamd ü sena ediyoruz.

 

Bütün dünyanın asırlardan beri beklediği

ve nurundan istifade etmek için can attığı;

 fakat muvaffak olamadığı

böyle bir hazine-i ilmiyeyi bizlere

 okumayı nasib eden

o Hâlık-ı Zîşan’a

teşekküren âhir ömrümüze kadar

secdeden başımızı kaldırmasak

yeridir…” [16]

 

 

Selam  ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Tarihçe-i Hayat ( 19 )

[2] Mesnevi-i Nuriye ( 180 )

[3] Lem’alar ( 89 )

[4] Lem’alar ( 116 )

[5] Asa-yı Musa ( 47 )

[6] Mesnevi-i Nuriye ( 144 )

[7] Tarihçe-i Hayat ( 29 )

[8] İşarat-ül İ’caz ( 84 )

[9] Kastamonu Lahikası ( 247 )

[10] Tarihçe-i Hayat ( 619 )

[11] Kastamonu Lahikası ( 55 )

[12] Lem’alar ( 88 )

[13] Tarihçe-i Hayat ( 731 )

[14] Sözler ( 740 )

[15] Mektubat ( 269 )

[16] Hanımlar Rehberi ( 140 – 141 )

 

 

 

www.nurnet.org

Ey Beni Âdem, Nev’ini Sev Çünkü O Kardeşindir!

Hazreti Âdem (as)  yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, olarak yaratılmıştır. O’ bütün insanların babasıdır. Kadir-i Hâkim, melekler vasıtasıyla yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan su ile çamur yapıp, insan şekline koydularAyet-ı Kerim’de “Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.” buyurur.  1

Hazreti Âdem’e her şeyin ismi ve faydası bildirildi.  Böylece insan fizik varlığı ile dünya hayatına, ruh yönüyle mana âlemine uyum sağlayabilecek bir güce sahip kılındı. Hazreti Havva validemizin yaratılışı ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de, onun Hz. Âdem’den veya Âdem aleyhisselâm ile aynı maddeden yaratıldığına şöyle işaret edilmiştir.     “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” 2

İnsanlar hep ayni kökten, ayni anne ve ayni baba (Hz. Âdem ve Havva)’ dan  dolayı kardeştirler, insanlık bakımından aralarında fark yoktur. Onun için insanlar biri birine üstünlük değil, belki kardeşçe nev’ini sevmelidir. Bediüzzaman’ı takibe alan uçak pilotlarına “ ben nev’imle iftihar ediyorum” demiştir. İşte insan sevgisine ne güzel bir mesaj!

Ne yazık ki, nefis ve gurur Çağımız insanın en önemli hastalıklarından biridir. Mal ve mülk sahibi olan, biraz makam ve mevki, biraz şan ve şöhret elde eden, hemen kendini güçlü hissetmeye başlar, böylece dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp nefis ve gurur hastalığına düşerek kendini üstün görür. “Ben, benim” der. İşte nefis böylece insanı esfel-i sâfiline götüre bilir.

İnsanlar arasında ayrıcalık ve üstünlükten söz açılmışken, münasebete binaen, çocukluk zamanıma ait bir anekdotu anlatmak istiyorum: Şimdiden olduğu gibi, o zamanda da insanlar arasında sınıf ayrılığı vardı. Köy ahaline köylü veya bedevi; şehirliye de efendi veya bey diyorlardı. Efendi köye geldiğinde büyük izzet ve ikrâmla karşılanırdı. Misafir odasının başköşesinde, altına yün döşek, arkaya yaslanması için yünden yastık, onun üzerine de tüyden, etrafı nakışlı zarif bir yastık bırakılırdı. Köylü misafirperver ve dindar idi. Misafiri de, efendiyi de, ağayı da, şeyhini de severdi… Efendi, evine döndüğünde; köylü tarafından hediyelerle uğurlanırdı.

Köylü şehre gittiğinde; efendisine eli boş gitmezdi. Efendinin evinde, kapıya yakın bir yerde, edeple dizleri üzerinde mütevazı ve makulce otururdu. Efendinin soracak suallere  nezaketten yumuşak bir sesle cevap verirdi. Efendi kendi evinde de, köylünün evinde de köşe başında otururdu…

Köylü, efendi tarafından biçare; ağa, tarafından köle veya raiyat; Bilgin ve ilim erbabı tarafından cahil; Devlet, tarafından da tebaa bilinirdi. İnsanın nev’i ve kökü bir, insanlık cihetiyle ayni hâke sahip olmasına rağmen, biri efendi; biri bedevi; biri bilgin, biri cahil. İşte insanlar arasında görünen iki ayrı portre. Düne kadar cahillerin; bu gün enesi yüksek, bilginlerin zulmü…

Bu millet efendi, ağa ve beylerden kısmen kurtulmasına rağmen ne yazık ki; enesi yüksek, kendini bilgin zanneden “nâbilgin”lerden halen kurtulamadı. Maalesefdün cehaletten gelen istibdat; bu gün ilmin taassubu. Ne fark eder? Terazinin kefeleri ayrı olsa da; emtia ayni…

Yani zulüm nereden ve nasıl gelirse, zulümdür! İnsanları ayrıştırmak, bölmekte ayni zulüm, ayni hakaret değil mi? Bir ara şark yöresinden tanınmış bir aşiret mensubu ile karşılaştım, ona sordum: “Aile reisiniz, ağanız kim?”

Cevap: “ Efendim, ailemizde reis mi kalmış. Beş on kuruş parası olan “reis te, ağa da benim,” diyor. Dolayısıyla reis te, ağa da çok; aşiret yok” dedi. Yani şeyh var, mürit yok, misali…

Kültür ve geleneklerimizin gereği, sosyal hayatın tanzimi için, eskide her bir evin bile bir yöneticisi veya reisi vardı. Aşiretler, kabileler, cemiyetler de bu idari yöntemi önemsedikleri için, güçlerini bir şahıs üzerine bina ederek, aralarında reis veya ağa tayin ederlerdi. Hâkim bir kişiydi. Çağımız dünyasında artık idari sistemler, bir kişinin hâkimiyetinden çıkmıştır. Aileler, cemaatler ve hatta devletleri de şura temsil ediyor.

Bediüzzaman, Hal-ı hazır zamanımızı nazara alarak şöyle diyor: “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassıs sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şuralar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevk edebilsin. Yoksa fert dâhide olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı Sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.” 3

Elbette cemaatleri temsil eden sözcü ve mümessiller olacaktır. Fakat bir mümessil tek başına hareket etme salahiyetinde olamaz. Cemaatiyle şirket-i a’mal-i uhreviye hükmünde tesanüt içinde olabilir. Şayet mümessil kendini bir lider konumunda görse ve kendi bildiğini dikta ederse, o zaman cemaatin tesanütü bozulur, kıymet zayi olur.

Her nedense geleneksel olarak eskiden beri şahıs üzerine odaklanan bir kültüre sahip olduğumuz için, pek kolay adapte olamadığımız şahs-ı maneviden ziyade, tek şahsın himayesine girerek sorumluluktan kaçıyoruz. Yani kişi diyoruz, kişiler diye bilseydik o zaman bütün insanların oluşturduğu bir topluluğu, yani şahs-i manevi kavramı meydana gelirdi.

Cemaatlerde de şahıs öne verildiği zaman, yanlışlıklar ve tartışmalar ortaya çıkıyor. Aslında şahıs olsa olsa temsilci ve sözcü olabilir. Karar mercii cemaatin seçmiş olduğu şahs-i manevi dediğimiz temsilciler heyetinin kararıdır. Şahs-i maneviye ye itimat etmek en önemli görev ve vazifedir.

Bediüzzaman, “….. Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.” Demiştir. 4

Netice-i kelâm, Bediüzzamanın talebelerine önerdiği tavsiye şudur: “Aziz kardeşlerim, Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”5

Yâ Rabbi! Enaniyetten, benlikten, rekabetten, gururdan ve gösterişten bizleri muhafaza, a’malimizi rızan dâhilinde kabul eyle. Âmin…Âmin…Âmin..!

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

KAYNAKLAR:

1- Rahman süresi,23

2- A’râf, 7/189

3- Sünuhat

4- Emirdağ Lâhikası

5- On Üçüncü Şua

Meşreb Maşrabadır!

MEŞREB: Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol.

“..dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir.” deyip nefsinizi susturunuz! Medar-ı niza’ bir mes’ele varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak, şimdi elzemdir. Kastamonu Lahikası ( 234 )”

Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise; en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Lem’alar ( 162 )

Meşrebimiz münakaşa ve münazara olmadığından ve kusurumuzu hakikî olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan.. Emirdağ Lahikası-2 ( 150 )”

Meşreb hakkında Asar-ı Nuriyede birçok mehaz ve bu mehazlarda ise meşreblerde tulu edebilecek sıkıntıları Üstadım söylemiştir. Risale-i Nurda 271 yerde Meşrebden bahsedilmiştir. Üstadım nerede meşrebden bahsetmiş ise derakab orada İttihad, Tesanüd, Sebat, İtidal-i Dem, Salabeti nazara vermiştir.

En üst ve zor makam olan Fenafil İhvan makamı ise meşreb farkından kaynaklanan meselelerle en üst makamda yer almıştır. Fenaf-iş şeyh, Fenaf-ir Rasul, Fenaf-illah makamlarında fani olmak kolaydır. Çünkü bu 3 makam insanın kendi şahsından yüksektir. Nitekim fenaf-iş şeyhte fani olanın diğer makamlarda fani olması kolaydır. Ama kendiyle aynı seviye ve makamda olan kimseler arasında ise tesanüt zor olur çünkü makam bir. Bu makamda birlik olması ise ihtilafa sebebdir. İhtilafın olduğu yere bakın aynı makamda olan; ama farklı meşrebde olan kimselerden kaynaklanır.

Meşrebler istikamet ve sadakat olmak şartıyla bir hükmündedir. Risale-i Nurun en yüksek makamı ise Sadakat olduğu kesindir. Hemen bütün lahikaların başında Aziz, Sıddık Kardeşlerim! hitabı var bu gösteriyorki Risale-i Nurun makam-ı zir’i Sıdk/Sadakat makamıdır. Mezheblerde nasıl ki Ehl-i Sünnet ve batıl 72 fırka daha vardır. Aynen bunun gibi her yönü ile istikametli olan Ehl-i Sünnet mezhebidir. Bunun içinde ise aslen 12 ama yürürlükte olan/tabisi olan 4 mezheb vardır. Bunlar ise Maturidi olan Hanefilik ve Eş’ari olan Şafi, Maliki ve Hanbeli mezhebleridir. Amelde bu 4, İtikadda ise Maturidi ve Eş’ari olmaz üzere mezheblerimizdir. Hepsi haktır hepsi Ehl-i Sünnettir. İşte istikamet üzere olan nur meşrebleride bu mezheblerin ortak ismi olan ehl-i Sünnet gibi bir hükmündedir. Nitekim: “zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Âdeta cesedleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakikî manevî vereselerdir.  Barla Lahikası ( 21 )”  ve “bir ruh iki cesed nazarıyla bakıyorum. Cenab-ı Hak onları muvaffak etsin ve emsalini oralarda çoğaltsın. Kastamonu Lahikası ( 128 )”

işte bu mehazlardan Batıni/enfüsi/tefekküri olarak baktığımızda aynı makamda, aynı fikirde olanlar bir meşreb hükmündedir manası tezahür etmektedir.

Bir çok meşreler tezahür etmiştir. Gerek üstadım (r.a) hayatta iken gerekse kendisinden sonra olsun Nurlardan istifade etmek niyetiyle bir çok meşrebler.. Her meşrebin hususi meziyetleri bulunması o meşrebde olan insanların oraya celbine vesile olmuştur bu da o kimseleri cezp etmiştir. Meşreblerin bu hususiyeti ise Şua-i Şems’in temas ettiği şeylerde muhtelif renklerin tezahürüyle gunagun olmasına vesile olmuştur. Renk denildiğinde herkesin aklına bir renk gelmektedir. İşte bu renkler birer meşredir; ama istikametli ; ama istikametsiz. Herbirisi bir renktir. Sadece yeşil renk olmadığı gibi bir meşrebde tek meşreb değildir.

Mesleğimiz içinde birçok meşrebler bulunmaktadır. Bir vechesiyle hizmet etmektedir. Sadakatın ve Hizmetin Tarzının nasıl olacağını Lahikalardan ders almaktayız. Lahikaların kıymetsiz görüldüğü bir meşreb varsa bilinki o meşrebin esasında bir çürüklük vardır ve sadakatta da nakıs olup kafama göre hizmetim var anlayışı tezahür etmektedir. Nura bir değil çok cihetlerle darbe vurmaktadır çünkü kendin pişir kendin ye anlayışı hüküm sürmektedir. O meşrebde hizmeti tanıyan kardeşlere de istikametli bir hizmete intisab etmeleri istikamet ve tekemmül için gerekmektedir. Kafamıza göre hizmet değil Üstadımın Lahikalarda belirttiği tarzda hizmet etmek ise istikametin ve tekamülün esasatını teşkileder. İşte meşrebler de böyledir. Fenaf-in Nur makamına vasıl olmalıyız ve bu bizim bir meziyetimiz olmalıdır.

Tabir-i aherle kaç Nur Talebesiyiz?

Ne kadar sadakatla hareket ediyoruz?

Ne kadar üstadımın meslek ve meşrebindeyiz?

Selam ve Duayla

Muhammed Numan Yozgâtî

www.NurNet.org