Etiket arşivi: tevhid

Tevhid; hem Aklî bir İlke ve hem de Gözlemsel bir Bilgidir (1)

Bilim, her ne kadar Rabbimiz’i ve vahiyle bize bildirdiği “Tevhid Bilgisi”ni; “inanç ve felsefe, metafizik ve dinin” konusu görerek; “bilgi ve araştırma, akıl ve gözlemin” dışına çıkarsa da; yani “Bilim” ve evrenin dışına atsa da; halbuki “Tevhid;” hem mantıkî akıl yürütmeyle elde edilen bir “bilgi ve hüküm” ve hem de evren gözlemlerinden elde edilen, “ampirik bir bilgi ve keşiftir.”

Hem, zaman ve mekândan bağımsız Rabbimiz’in varlığının Sonsuz ve Sınırsız olması; yani herşeyden daha “aşikâr ve alenî ve somut” olması; yani “sonsuz zahir (Ez Zâhir)” olmasından kaynaklı (yani O’nu farkedip – görebileceğimiz gözlem ve ayırdedici kıyas noktası olabilecek “misli ve misâli, eşi ve benzeri” ve de “zıttı” olmaması nedeniyle ve gene “sonsuz–sınırsız” olması nedeniyle; “içi – dışı, sağı – solu gibi nisbetler” olmamasından kaynaklı), bize “sonsuz bâtın ve gizli (El Bâtın)” olması nedeniyle; O, biz sonlu – sınırlılar açısından metafizik olsa da; O’nun fiil ve eserleri metafizik değil, inanan – inanmayan herkes görüyor!

Gördüğümüz “fiil” ve sonuçları olan “eserlerin”, göremediğimiz Rabbimiz’e “delil” olması; (tabiri caizse) bir benzetmeyle, analojik olarak: Tıpkı, beş duyumuzla hissedemediğimiz (veya farkedemediğimiz) “yerçekimi (kütleçekimi)” gibi bir kuvvetin, “var olduğunu” ve “özelliklerini;” kütle üzerindeki etkilerine bakarak bilebilmemize benzer.

Veya uzak geçmişte olduğu için; Bilimsel olarak gözlem ve ölçme, deney ve tekrar yapmamızın mümkün olmadığı “Big Bang”in olduğuna; evrende gözlediğimiz “Kozmik Fon Radyasyonu” gibi bazı delillerden ulaşmamıza benzer.

Halbuki “Tevhid;” Big Bang gibi, zamanın bile olmadığı uzak geçmişte yaşanan bir olay da değil. Yani “tevhid;” şimdi/şurada dahi, her daim gerçekleşen bir olay. Mikrodan makroya, her zaman/mekânda, devamlı gerçekleşen bir işleyiş; “yerçekimi” gibi bir kanun.

Elhasıl “tevhid;” araştırma – gözlemlerle, doğruluk–yanlışlığı sınanabilen ve doğruluğu gösterilen bir konudur. Diğer deyişle: “Tevhid;” sadece “tasdik ve inancı” ilgilendiren bir konu olmayıp; aynı zamanda “bilgi ve gözlemin” de konusudur.

Bu kavram; sadece “itikâdî ve İslâmî” bir kavram olmayıp; (lâik, seküler deyişle; sadece “dinî” bir kavram olmayıp;) ayrıca tüm hayatı ilgilendiren ve kapsayan; insanın evrene bakışı, davranış ve amaçlarını da belirleyen/belirlemesi gereken bir kavramdır.

Mü’min bir müslümana “tevhid”in verdiği yön: Sadece Allahu Teâlâ’yı sevmesi ve sadece O’ndan korkması; sadece O’na ibadet edip ve sadece O’ndan yardım dilemesidir. Çünkü ve zaten; O izin vermedikçe, insana, hiçbirşeyin zarar veya menfaâti dokunamaz. Bunun farkında olmak ise; hiçbir kişi ve menfaât veya korku önünde eğilmemeyi getirir.

Eğer müslüman, sevgi ve korkularını “tevhid” ederek Rabbinde birleştirmezse; bu hislerin gideceği diğer mecburî yol; “kesret”tir! Yerinde ve doğru yönetilmeyen bu hislerin; kesrete, çokluğa dağılmasıdır. Kişinin, sevgi ve korkularını; kendisi gibi aciz ve zayıf; yani kendisine bile faydası olmayan mahlûkata dağıtmasıdır!

Bunun sonucu ise: Tek bir Zât’ı sevmek ve O’nun sevgi ve rızasını kaybetmek ve azabına uğramaktan korkmak yerine; başta “kendi ölümü” ve sonra “diğer sevdiklerinin ölümü” olmak üzere; sonra “istikbâl (gelecek) korkusu, yaşlanma korkusu, hasta olma korkusu, eş – çocuk gibi sevdikleri için endişelenme ve üzülme korkusu” gibi, binlerce korku ve üzüntüyü ve elim hâdiseyi, (taşıyabilecekmiş gibi) aciz beline yüklenir!…

Öyleyse mü’min için asıl olan; kendi nefsine ve mahlûkata dağıttığı sevgi ve korkularını, talep ve isteklerini, tevhid edip – birleştirerek; (kendisiyle birlikte, bütün o sevdiklerini de yaratıp – koruyan ve kendisine, ni’met olarak verip – sevdireni;) yani asıl sevilmesi ve razı edilmesi gereken Rabbini sevmesidir. Beşeriyeti icabı diğer sevdiklerini de, O’nun adına; O’nun hediye ve ni’met, rahmet ve rızkı olması cihetiyle sevmesidir.

Kişinin, böyle sevdiğinin alâmeti de; yaratılışı icabı sevdiği “eş, çocuk, para, makam” gibi şeyleri elde etmek veya sevgi ve rızalarını kazanmak için, Rabbi’nin emir ve yasaklarını çiğnememesidir. Yani: Asıl ve öncelikli olarak, O’nun sevgi ve rızasını kazanmaya çalışması ve O’nun sevgi ve rızasını kaybetmekten korkmasıdır! Yaptığı en basit işte bile, bir gözüyle, hep O’nun ilgi ve teveccühünü yoklama ve aramasıdır!

Bir sonraki aşamada ise; gördüğü herşeyin, arkasında O’nun rahmetini gösteren, şeffaf bir cam veya ayna olduğunu farketmektir! Bir nevi; varlığa, “semiyotik” olarak; yani “mana-yı ismî” (kendisini gösteren) değil, “mana-yı harfî” (başkasını işaret edip – gösteren) olarak bakmak ve görmektir. Nasıl ki, sizler burada yazılanları okurken, aslında harf ve kelimeleri değil; işaret edip – gösterdiği anlamları görüyor ve okuyorsunuz, işte öyle!

Tevhid’in, bir de “cemaât ve ittifak, uhuvvet ve kardeşliği” iktiza edip – gerektiren; bunu teşvik ve emreden yönü var ki, yazının ana konusu gereği, buraya alınmadı.

Dinimiz, dünyevî haz ve lezzetlere mâni değil

Fakat, konu dışına taşsa da; burada, yanlış bilinen iki konuyu düzeltmek gerekiyor:

Birincisi: Kişinin müslümanlığının kalitesinin artması, bu dünyada aldığı / alabileceği haz ve lezzeti, keyif ve rahatlığı yasaklamadığı gibi, azaltmaz da. Hattâ durum bunun tam tersi olup; bir müslümanın dünyadan aldığı lezzet ve keyif, en aşağı 3 sebeple daha fazladır:

  1. Sebep: Temsil olarak; cumhurbaşkanının makamına iki arkadaş giriyor. Başkan, bunlara; sevgi ve rızasının nişanesi ve başarılı işler yaptıklarının te’yid ve onayı olarak, birer kavanoz bal hediye ediyor. Arkadaşlardan birisi, balı; Başkanın hediye ve iltifatı olduğunu düşünmeyerek ve bundan gaflet ederek (afedersiniz, tabiri caizse; zihni, soyutlama yapabilecek kadar gelişmemiş, soyut kavram ve manevî değerleri bilmeyen hayvanlar gibi) yiyor. Diğeri de balı yiyor ama bu balın, Başkandan, birebir kendi şahsına verilmiş bir hediye ve iltifat olduğunu unutmayarak! Şimdi bu kişi; hediye vereni unutmamasının hazır mükâfatı olarak; (gaflet edip, unutan diğer arkadaşının, baldan aldığı aynı tadı almakla birlikte;) o baldan çok daha tatlı; balda tecessüm edip – somutlaşmış; ikinci bir manevî hediye ve tadı da alıyor!

  1. Sebep: İnsan, bu dünyadan “tam lezzet ve keyif” almak için dua ediyorsa; “tam acı” ve sıkıntı da istiyor demektir. Çünkü; bu dünyada, biri olmadan, diğeri de olmuyor. Çünkü, genel olarak; bu hayatta aldığımız haz ve lezzetler, zıtlarıyla kaim ve daim. Bunun sonucu olarak, meselâ; yediğimiz yemeğin lezzeti, açlığımızın şiddetiyle orantılı. Bunun gibi; sudan, uykudan, dinlenmekten aldığımız haz, bunlara duyduğumuz şiddetli istek ve ihtiyaca göre (yani, susuzluğumuzun veya çalışma ve yorgunluğumuzun şiddet ve yoğunluğunun, bize verdiği acı ve sıkıntıyla doğru orantılı olarak) artar.

Meselâ hiç hasta olmasak veya dişimiz hiç ağrımasa, ne dişimizin kıymetini bilirdik (hattâ o dişimizin varlığının bile farkında olmazdık) ve ne de, sağlıklı olmanın lezzetini hissedebilirdik.

İşte bu sebepten; müslüman olarak, dininin gereklerini yerine getirmeye çalışan bir kişinin, dünyevî hazlardan alacağı tat da artar. Hattâ “oturmak, konuşmak, gezmek, yemek” gibi en basit dünyevî eylerimden bile (diğer, dininin gereklerini yerine getirmeyen kişiye göre), çok daha fazla lezzet alır. Neden?:

Çünkü: O kişi; günün 5 vaktine taksim edilmiş “namaz;” yılın, Ramazan gibi bazı ay ve Pazartesi – Perşembe gibi bazı gün ve haftalarına yayılmış “oruçlar” ve “zikir, Kur’ân” gibi diğer yaptığı “ibadetler” nedeniyle; bazı dünyevî iş veya lezzetlerini ertelemiş olur. İşte bu ertelemesinden kaynaklı ve ertelediği için, o dünyevî eyleme istek veya ihtiyacının biraz daha artmasından da kaynaklı; ibadetten sonra yaptığı o işten, çok daha fazla keyif ve lezzet alır.

Zaten dünyanın haz veren en büyük  eylemi bile, kesintisiz hep devam etse; süreklilik ve yeknesaklık nedeniyle, lezzet vermemeye ve kıymetten düşmeye başlar. İşte bu sebepten; her gün, en alâ bal – kaymak yiyen; açlık saikasıyla, kuru bir ekmeği yiyen kadar, tat almaz.

Belli zamanlarda, dünyadan fişini çekip (daha doğrusu; zihnine, kesintisiz devamlı veri akışı sağlayıp, algılarının band genişliğini dolduran, “dünya internet bağlantısı”nı kesip;) “namaz” gibi uğradığı ara durak ve ruhunun teneffüs – dinlenme zamanları nedeniyle; bir mü’minin, dünyadan aldığı lezzet ve huzur da artar.

Meselâ: Kışın ortasında, soğuk suyla, titreyerek aldığı abdest ve namaz sonrası; içini kaplayan huzur ve sonra sıcacık odasında çayını yudumlamasının verdiği tat; “namaz” gibi ara durakları olmadan, hiç üşümeyip, devamlı odada oturan adamda yoktur.

Veya bir müslümanın, bütün gün tuttuğu oruçla, susama ve acıkmasından kaynaklı; akşam iftarda, içtiği su, yediği yemekten aldığı lezzet; oruç tutmayanın, bütün gün içtiği suda, yemekte yoktur.

  1. ve en önemli Sebepte: Bir müslüman için; bu dünyada aldığı lezzet ve sevdiği insanlarla yaşadığı mutluluğun; ölümle son bulmayıp, öte dünyada da, hem de asıllarıyla olacağını ve hem de ebediyen olacağını bilmesi; o insanın, bu dünyada aldığı lezzetlerin bitmesiyle veya sevdiklerinin ölümü ve ayrılığıyla yaşadığı acıyı hafifleştirir ve kolaylaştırır. Ve yaşlandığında da, öteye bir özlem olur ve ölümü sevdirir. Ölüm; o insan için, askerden terhis olup, eve, sevdiklerine kavuşmaya gitmek gibi olur…

Müslümanlığının gereğini yerine getirmeye çalışan bir mü’min, bunu başardığı ölçüde; gereklerini yerine getirmeyen, (hattâ müslüman bile olmayan kişiden) çok daha fazla huzurludur ve hayattan ve dünya ni’metlerinden aldığı keyif ve haz da, o nisbette daha fazladır dedik.

Fakat burada, hiçbir zaman unutulmaması ve üzerinde, hassas bir biçimde ve dikkatlice düşünülmesi gereken husus şu: İnsanın canı acımadan, yani acı çekmeden; hiçbir zaman, içten ve candan ve samimî olarak “Allah” demesi, Rabbine yakarması mümkün değil gibi. Galiba, Rabbimize içten ve hissederek yakarış, samimî ve gerçek iltica, ancak acı çekmekle mümkün! Uyuduğumuz uykulardan, kayıp ve acılarımızın uyandırıp, acz ve fakrımızı hatırlatmasıyla; canımız yandığı oranda; O’na, ne derece muhtaç olduğumuzu hissedebiliyoruz! Öbür türlü ettiğimiz dualar; Rabbimiz’den, susamadan su istemeye benziyor; kuru, ezbere ve sıradan! Dilimizle söylediğimiz duaları; hâlimiz, hissettiklerimiz, tasdik etmiyor ve yalanlıyor gibi! Elhasıl: Uçurumdan düşen bir insanın, Rabbinden başka tutunacak dal olmadığını anlamasına benzemiyor hâlimiz!…

Tevhid – Kesret’ten buralara geldik. Hem zaten bu 3 sebebi geçtik; devletlerin bile % 15 – 25 vergi aldığı bir zamanda, 40’ta 1, yani % 2,5 zekât vermeyi çok gören ve az bir ücretle, günde 10 – 12 saat çalışırken; karşılığı ebedî Cennet olan 5 vakit namazı (toplamı 40 rek’ât, yani 40 dakika ve 20 dakika da abdest tutsa, toplam 1 saat tutan namazı; “vaktim yok” diyerek) fazla gören ve senede 1 ay orucu çok gören bir insan; eğer mülhid değilse, ya gafil veya cahildir!

Hem zaten; birisinin bize günde 24 altın vererek, sonra bir kısmını tekrar kendisine iade etmemizi istemesi ve karşılığında 24 altından çok daha fazla mükâfat vereceğini söylemesi gibi; ibadette kullandığımız vücud, O’nun; harcadığımız vakit O’nun!… Yani kendimizden verdiğimiz birşey yok; O’nun olanı, gene O’na iade ediyoruz sadece! Öldüğümüzde, biz istemesekte, zaten hepsi O’na dönecek!…

Bir de: (Afedersiniz) İçki, hovardalık, günah için bile para lâzımken; abdest – cami, sevap bedavaysa!

Bir de Rabbimiz: “Vişne suyu iç, erik suyu iç, şeftali suyu iç, çay iç, ıhlamur iç; böyle binlerce suyu iç; sadece içki içme! İnek eti ye, koyun eti ye, tavuk eti ye; sadece domuz eti yeme!” gibi; doğru şıkları çok, yanlış şıkkı tek olan sorular sormuşsa!

Bir de, Rabbimiz, belli şartlarla, 4 kadına kadar evlenmeye izin vermişken; “Yok, ben çağdaş yaşamı destekliyorum: Evlenme gibi kayıt-kuyut, aile, çocuk gibi sorumluluk ve külfetlere girmeden; ben 10 kadınla flört edeceğim, şu kadar kadınla yatacağım!” demek!…

Elhasıl; defter – kitap açık ve doğru cevapları da gösterilmiş bir imtihanda, halâ bile bile yanlış cevaplar işaretleniyorsa! Üstelik; uyandığımız her yeni gün, telâfi ve tekrar sınav hakkı tanınıyorsa! Olmadı; tevbe – istiğfar ve pişmanlık gibi şartlarla geçerli olan, “umumî ve genel af yasası” hükümleri devreye girebiliyorsa!… Rabbimiz, sonumuzu hayır etsin! Bizi bizden çok seven Rabbimiz; bizi, bize bırakmasın!

Yanlış bilinen ikinci şey: Kişinin kaliteli bir müslüman olması, dünyadan el çekmeyi gerektirmez. Dünyalık elde etmeyi yasaklamaz; kişinin, çalışma şevk ve motivasyonunu azaltmaz. Bilâkis; “çalışıp, kazanayım ki, daha fazla kişiye yardım edebileyim; şu hayır-hasenâtı yapabileyim” gibi düşünce ve niyetlerle arttırır.

Mü’min için, “mal;” cep yerine, kalbe girdiğinde; kasa yerine, kâlpte taşındığında problem olur. Burada problem: “Dünya”nın bize, ahireti kazanmak için, “sermaye” olarak verildiğinin unutulmasıdır. Sonsuz ahiret hayatının, bu sonlu ve kısacık dünya hayatında yaptıklarımıza bağlı olduğunun unutulmasıdır. Daha kötüsü: Bunun önemsenmemesidir!

İşte bu gibi sebeplerden dolayı, bir müslüman için asıl başarı, asıl başarılması gereken: Meselâ, beş vakit namazı, bir ömür boyu, kazaya bırakmadan kılabilmektir! Dinimizde meşru görülen mazeretler hariç; “hastayım, işteyim, yoldayım, askerdeyim, uykusuzum, yorgunum, su bulamadım” demeden; (yani “kılmamaya” değil, “kılmaya” mazeret bularak;) yaz – kış, gece – gündüz; dünyaya gözünü kapatacağı o vakte kadar, kazaya bırakmadan kılabilmektir!

İşte sadece bunu başarmak bile; 3 – 5 üniversiteyi bitirmek veya falan ünvan – makama sahip olmak veya falan yarışmayı kazanmaktan; çok daha zor, çok daha meşakkâtli, çok daha yorucudur. Çünkü bu yarışma ömür boyu, yaz – kış, gece – gündüz demeden; hastalık – sağlık, ev – sefer farketmeksizin sürüyor!…

Öyleyse; dünya rekoru sayılabilecek, hattâ bu tür rekorları kıranlara verilen ödüllerden, çok daha fazlasını hakeden bu büyük başarıyı; “alışkanlık” diyerek, “bilinçsiz kılıyor” diyerek, kimsenin küçültmeye ve değersizleştirmeye ve gözden düşürmeye hakkı yok! Sonuçta herkes, imkân ve kapasitesine göre ve gördüğü derslerden sorumludur.

Tevhid: Bütün, parçalarının toplamından fazladır

Konumuza dönersek: “Tevhid ve Vahdet” Hakikâti; soyut ve nazarî, teorik ve gaybî bir “dinî bilgi” değil; evrende işleyen “fizikî bir realite” ve mantığın ulaştığı “aklî bir sonuç”, bir ilkedir. Sadece Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “vahyî bir emir ve haber” değil; mikrodan makroya tüm kâinatta geçerli bir “yasa;” müslüman olsun olmasın farketmez, herkesin gördüğü (Fizik – Kimya Kanunu gibi) yürürlükteki bir “işleyiş”tir.

Tevhid ve vahdetin; biri varlığa, diğeri de Rabbimiz’e bakan iki ana yüzü var. Yani: Rabbimiz’in, eşyayla münasebeti ve eşyanın, kendi arasındaki münasebeti açısından, iki ayrı anlama gelir.

1) Varlığın birbiriyle etkileşim ve münasebeti açısından “Tevhid”: Kâinattaki varlık ve işleyişin, ana şemasını gösterir. Bu açıdan, “Tevhid ve Vahdet;” varlığın, üzerine bina edildiği ana matris; ana yapıştırıcı ve iskelet; birbirine bağlandığı iletişim hattıdır. Kâinatın, birlik ve bütünlüğünü; varlığın, birbiriyle iletişim ve senkronizasyonunu sağlayan; “ana işletim sistemi, ana programdır.”

Yani: İnsanın zerrelerini birarada tutup, senkronizasyon ve birlikte çalışmasını sağlayan, “ruh ve hayat” gibidir “tevhid.” Veya kâinatın her noktasına hâkim, bu ruh ve programın (kanun, emir, yasa, komut) sonucunda; kâinattaki bu tevhid ve vahdet, birlik ve bütünlük gerçekleşiyor.

Tıpkı bir insan organizması gibi; mikrodan makroya tüm varlığın, birbirine tevhid edilerek, bağlanması, şundan kaynaklanır: Rabbimiz’in isim ve sıfatlarının, “El Esmâ-ül Hüsnâ”sının tecelli ve tezahürleri ve birbirlerini sınırlamaları; [tabiri caizse; ışığın farklı frekans ve renkleri, kırılım ve birbirine girişimleri gibi; “isimler”in de, birbiri içerisinde girişim ve birbirlerini sınırlamaları (Er Rahman isminin, El Kahhar ism-i Celilini sınırlaması gibi;) bundan müteşekkil, oluşturdukları desen ve motifler; bunun varlıkta oluşturduğu şekil ve durumlar] varlıkta ve varlığın yansıdığı diğer boyutlarda, dalgalanma ve etki – tepkilere sebep olur.

Tabiri caizse; sanki herbiri ayrı bir “bilgisayar programı” gibi çalışan “isimler/esmâ;” kâinatın her bir noktasında, tesbih taneleri gibi, birbirinden kopmaz bir birlik ve bütünlüğe sebep olur. Tek bir insan vücuduymuş gibi; kâinattaki tevhid ve vahdet, birlik ve bütünlük, buradan kaynaklanır. [Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim ve Bilimsel Yöntem, evrendeki bu tevhid (birlik ve bütünlüğü) farketmişse de; bunun nedenini başka sebeplere bağlamaktadır.]

2) Rabbimiz’in, varlıkla münasebeti açısından “Tevhid”: Rabbimiz’in, varlıkla ilişki ve illiyet, münasebet ve bağlantısını gösterir. Şöyle ki: Tevhid ve Vahdet Paradigması, “Allahü Teâlâ”nın sadece “ilâh” olarak (ulûhiyyetinde) varlık ve tekliğini ifade etmez; O Allah’ın, “Rab” olarak “rubûbiyyetinde” de; (yani “rızık vermek, şifa vermek veya terkib ve inşa etmek, ihtira’ ve icad etmek” gibi tüm) “terbiye ve tedbir, icraat ve fiilleri”nde de tek olduğunu ve ortağı olmadığını ve ortaklar kullanmadığını anlatır. Yani: O’nun, yaratma ve tanrılığında ortağı olmadığı gibi; (ve zaten ortaklara ihtiyacı olmadığı gibi;) yarattıklarını aktif ve ayakta tutma, çalıştırma ve işletme, hareketlendirme ve yönetmesinde de; yani “faâliyet ve icraâtı”nda da ortağı olmadığını anlatır.

Yani: Rabbimiz, herhangi bir “sebep” veya “madde,” “mekanizma” veya “kuvvete”: “İş bölümü ve vazife olarak; bu şeyin imalât ve üretimini sana bırakıyorum. Sana verdiğim bu ufak iş ve süreçten ve sonucundan sen sorumlusun. Ben daha büyük işlere bakacağım!” dememiştir. Çünkü ve zaten, O’nun sonsuz ve sınırsız kudretine nisbetle; “küçük – büyük, az – çok” gibi itibarî nisbet ve ayrımlar yoktur. Tabiri caizse; kudretin “bir birim” tecellisiyle, zerre harekete geçip, dönmeye başladığı gibi; aynı “bir birim kudret” tecellisiyle, kürreler de dönmeye başlar. Yani atoma daha az, yıldızlara daha fazla kudret harcanmaz.

Örneğin: Aynanın bir “elmayı” yansıtması ile bir “dağı” yansıtması aynı derecede kolaydır. Yani: “Ayna; elmayı daha kolay yansıtır; aynanın, dağı yansıtması için daha fazla kuvvet harcaması gerekir” diyemeyiz. Veya: Bir komutan “hazır ol!” emriyle, bir kişiyi de hizaya sokar; aynı “hazır ol!”  emriyle 1 milyon kişiyi de. Asker sayısı artınca, emrini tekrarlaması veya daha gür söylemesi gerekmez (burada emri, mikrofon veya telsiz gibi bir cihazla ilettiğini varsayıyoruz). Veya: Terazinin iki kefesinde eşit ağırlıklar varsa, bu iki eşit ağırlık ister iki dağ olsun, isterse iki zerre; bu eşitliği bozmak için, “bir birim kudret” tecellisi yeterli olur. Veya: Güneş, timsalini ufacık bir cam parçasına yansıtması ile koca okyanus üzerine yansıtması arasında, kolaylık – zorluk farkı yoktur.

“Az – çok, küçük – büyük, uzak – yakın” gibi, “mümkün ve maddî” varlıklar için geçerli olan, bu itibarî sıfat ve ayrımların; Vacib-ul Vücud olan Rabbimiz için geçerli olmadığı ve Kudret-i İlâhî’de “zor – kolay” gibi nisbetler doğurmadığını izah sadedinde, örnekler çoğaltılabilir.

Konumuza dönersek: Rabbimiz, kendinden bağımsız, yani “otomatik” çalışan bir mahlûk veya varlık sistemi kurmamıştır. Zaten “varlık veya devamında, vücud ve bekâsında, Allah’tan bağımsız ve özerk olup, O’na ihtiyaç duymamak;” “mahlûkat ve varlık”ın, tanım ve ta’rifine de aykırı! Çünkü: “Hiçbirşeye muhtaç olmamak;” Rabbimiz’in sıfatıdır, Tanrılık sıfatıdır. “Her ân/mekân Rabbimiz’e zaruret ve ihtiyacı olmak” da, “mahlûk / mümkün”ün sıfatıdır.

Mahlûkun, “Rabbinden bağımsız ve O’na muhtaç olmaması” demek; meselâ: Nefes almaya ihtiyacı olmamak veya nefes alması gerekiyorsa, bunun için Rabbimiz’in yarattığı havaya ihtiyaç duymaması, kendi havasını kendi te’min edebiliyor olması demektir.

Meselâ: Atom ve elektronların, hareket ve yerdeğiştirmek için, O’nun kudret ve kontrolüne ihtiyaç duymaması; bütün hareketlerini, kendi tercih ve irade; kendi kuvvet ve yön bulma duygularıyla gerçekleştirebiliyor olması demektir.

Halbuki mahlûkun; Rabbinden, geçici veya kalıcı bağımsız kalabileceği, kendinden kaynaklı veya kendi fıtrat ve mahiyetine ödünç verilmiş, herhangi bir “kuvvet ve sıfatı, tabiât ve özelliği” yoktur ve olamaz. Mahlûkatın “kuvvet ve sıfatlarını” geçtik; o mahlûkatın “vücud/mevcudiyetinin” bile, Rabbi’nden bir ân bağlantısı kesilmez; aksi hâlde o mahlûk “adem”e düşer, yok olur! Bu, elektriğin kesilmesiyle, lâmbanın sönmesine benzer.

Çünkü: Varlığın, “vücud ve hareket ve eylemleri;” varlığın, içinde bulunup, yer kapladığı “zaman–mekânıyla” birlikte “ânlık var–yok”larla mevcudiyet kazandığı için; Rabbimizin bu “her ân/mekân” gerçekleşen “ol – öl” emirleriyle; varlığın “var–yok”larında; “yaratma” için ayrı bir irade, “yoketme” için de ayrı bir irade gerekmektedir.

Çalışmamızın ikinci kısmı olan, gelecek haftaki yazımızın başlığı: Fizikî varlık ve Hareketlerimiz, Ânlık Var – Yok edilişlerle Gerçekleşiyor.

Ayhan KÜFLÜOĞLU 

Neden ‘fasıklar’ sapar?

Allahu’l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah’ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü’minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: “Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez…” buyruğunun bir yanı “Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!” manasını fehmimize taşırken, diğer yanı “Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!” manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını ‘kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan’ tenzih ediyor, hem de eserlerini ‘kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan’ beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü’minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah’ın zatına ve ‘kâfirin bozuk değerler yapısına’ bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah’ın yaratışına ve ‘sanatındaki üstünlüğe’ nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, ‘kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir’ veya ‘onlara kıymet verir’ olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse ‘eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.’

Yani, birisinde Kur’an’ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur’an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler…” buyurulurken ise mü’minin sahip olması gereken ‘teslimî uyanıklığa’ bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah’a iman etmiş olmakla mü’min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü’minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe’nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur’anî ifadesiyle) “Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!” diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah’a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah’ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü’min denir. Mü’min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü’min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü’min der ki: “Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz.” Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan “Allah böyle misal vermekle ne murat eder?” cümlesi, bir arayışı değil, “Bu şey değersizdir!” önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi “Bu da nereden çıktı şimdi?” gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab’a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman’la Ebubekir Sifil Hoca’nın münazarasında ‘sinek kanadı hadisini’ bir türlü kabullenemeyen Taslaman’ın “Sinek pistir!” cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah’ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin ‘varlığına’ dair değil ama ‘içeriğine’ dair böylesi bir sorgulamayı mü’min de yaşar. Fakat mü’minin zemini farklıdır. Mü’min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. “Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?” der gibidir bu soruş. Mü’min ise “Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?” diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin ‘varlığından’ emin ancak ‘keyfiyetine’ meraklıdır.

Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır…” buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman’ın 2. Lem’asına ve orada geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var…” cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman’ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da ‘günahlara müptelalık’tır. Fasığın imanı varsa da Allah’ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe “Keşke bu iş günah olmasa!” demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da ‘sapmak’ için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi:Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.” İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat’a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

Ahmet AY – risalehaber.com

Subhanallah Derken Ne Kastediyoruz?

Bilindiği üzere tevhid iki kısımdır;

Birincisi: Amiyane zahiri tevhid ki taklidi olarak tarif edilir.

İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki tasdiki olarak nitelendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında her sözün amiyane, taklidi karşılığı olabildiği gibi tahkike dayalı tasdik edilmiş anlamı da vardır.

Bunu örneklemek açısından “Subhanallah” kelimesini ele alalım. Toplumda bunun anlamı olarak “Allah kusurdan beridir, münezzehtir.” tarzında bir açıklamaya muhatap olacaksınızdır. İsterseniz internetten Subhanallah’ın anlamını araştırın, benzer bir ifadeyle karşılaşırsınız.

Ben size Subhanallah yazıp aratınca ilk sayfadaki verilen açıklamaları paylaşayım.

Osmanlıca sözlükteki anlamı:
Allah sübhandır, bütün noksanlıklardan münezzehtir; her şey kendine tesbih eder (anlamında olup hayret ve taaccübü ifade için söylenir.) (bak: sübhan)

Diğerleri de şöyle:
Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.

Cenab-ı Hakkın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.

Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manası…

Allah’ı yüceltmek, noksanlıklardan tenzih etmek, yani Allah’ı övmek anlamına gelmektedir. Hoşumuza giden bir şeye “Ne kadar güzel yapılmış” diyerek yaratanı ve yaratılanı övmek “Sübhanallah” demektir.

Burada bütün meallerde yapılan ortak vurgu “Allah’ın kusursuz” olduğu hususudur. Peki, Allah’ın kusursuzluğu nasıl tasdikin konusu olacaktır. Allahgaybtır ve gayb bilinemez ya da test edilemez. Bilinemeyen bir şeyin kusursuzluğunu nasıl anlayabilirim?

Bu sorularla neyi kastettiğimi ilerde açıklayacağım. Ama öncelikle şunu demek isterim ki bu verilen açıklamalar doğru olmakla birlikte tasdiki gerektiren ifadeler. Yalnız başına çok bir anlam ifade etmez.

Subhanallah’ın farklı bir anlamı ise ;
Kusur bana aittir, beni Yaratan’a, Allah’a değil.”, “Ben Yaratıcı’ya ait vasıflardan hadsiz derece uzağım”, “Kendime ve esbaba tesir vermekten mutlak kudret sahibi olan Yaratıcımı tenzih ederim, kasır olan benim. Yani ben Yaratıcı’ya ait vasıflara zerre miktar bile sahip değilim.

Risale-i Nur’daki ifadesi ile:Dergah-ı İlahide abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i İlahiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalaletin efkar-ı batılasından münezzeh ve mualla ve Kainatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu; tesbih ile Subhanallah ile ilan etsin.

Bu iki takdim tarzında önemli bir farklılık var. Her iki anlam da doğru olmakla birlikte metot olarak farklılık arz etmektedir.

Birinci tanım “Allah kusursuzdur.” demek suretiyle pratik olarak ispatı çok müşkül bir alana giriyor.

İkincide ise “Kusur bana aittir.” demekle pratikte tasdik edilebilecek bir alanda gidiyor.

Söylemek istediğimi bir misal üzerinde anlatmaya çalışayım:

Bir ışık kaynağı önünde şeffaflık özelliği olan bir cam madde ve onunda önünde ışığın yansıdığı beyaz bir perde hayal edin. Işık cam levhadan geçerek perdeyi aydınlatmaktadır. Şimdi ekrana bakıyoruz çoğu yeri aydınlık ve beyaz olmakla birlikte azımsanamayacak oranda değişik tonlarda karartılar gölgeler de var.

Rahatlıkla anlaşılacağı üzere ışık, Yaratıcı’yı; cam, engel insanı –ya da tabiatı- ekranda gözlemlediğimiz kainatı (duruma göre Mushaf olarak muhatap olduğumuz kitabı yada bakış açımızla şekillenen Resulün sünneti ve hadisleri de temsil edebilir.) temsil etmekte.

Şimdi farz edelim cam engel şuurlu olarak desin “Benim ve kainatın yaratıcısı olan Allah kusursuzdur, paktır, siyahlıktan münezzehtir.

Bu sözünü nasıl ispat edebilir? Işığa bakamaz zira gözleri kör eden bir celali var. Kainata bakınca bir hayli karartılar görüyor. Bu ikisini nasıl telif edecek. Eli perdeye uzanmıyor ki karalıkları gidersin ve Yaratıcısının pak olduğunu göstersin. Bu bakış açısı ne ışığa bakıp onun kusursuzluğunu gözlemleyebilir nede perdedeki karartıları yok edebilir.

Sadece teorik olarak kusurların Yaratıcı’ya ait olmadığını takliden iddia edebilir. Çünkü “ışıkta kusur yok” iddiasıyla başladı. Bu iddiasını delillendirecek pratik bir çözümü yok. Sadece “İşittim ki ışık saftır, paktır, latiftir,onda karanlık yoktur.” diyebilir ve taklidi olarak bu hükmünü kabul edebilir.

Fakat ışığın yansıması olan perdedeki karanlıkları izah edemez. Farkında olmadan ışığa karanlık izafe edebilir.Yani ekrandaki karartıyı ondan zannedebilir. Işık hakkındaki inancında da şüpheye düşebilir, kalbindeki vesveseleri izale edemez.

Şimdi cam adına konuşan ikinci bir zişuur düşünelim. O, “ Perdede kusur ve siyahlık varsa bana aittir. Aydınlık karanlıkla bir arada bulunamaz. Işık tüm aydınlığın ve paklığın sahibidir. Ben değil.” der.

Peki,bu dediğini ispatlayabilir mi? En azından kalbini tatmin edecek bir izah getirebilirmi?

Evet. Mesela, “Perdede gördüğünüz karanlık bana aittir, benin camıma konan kirlerin yansımasıdır. İsterseniz ispat edeyim.” der ve camın üzerinde bulunan kirlerden bir kısmını temizler. Sonra ekranda koca bir karaltının kaybolup aydınlandığını müşahede eder.

Böylece perdedeki karanlığın kaynağının kendi camı olduğunu ispat etmiş olur. Aynı zamanda “Bakın kirleri temizleyebiliyorum ama aydınlığa ve beyazlığa katkı açısından hiç müdahale edemiyorum. Ben kaynak değilim ve ekranı aydınlatacak ışık bende yok.” diye aydınlığın ve paklığın sebebinin kendisi olmadığını, ışık kaynağının olduğunu bizzat kendi üzerinde tasdik eder.

Aynen bu misalde olduğu gibi bir insan “Allah kusursuzdur.” deyip ölümü, musibeti, zahiri zulümleri, işkenceyi, katli bir şer olarak görüp farkına varmadan Yaratıcı’ya şer isnat edebilir. (Dikkat! Burada katlin vs. şer olmağınısöylemiyorum. İnsana bakan yönüyle şerdir. Hakikatte şer değildir.)

İtikaden demese de “Bu, kötü oldu; neden bu, başıma geldi?” kabilinden bilmeyerek o Yaratıcısından yarattığı aracılığıyla şekva edebilir. “O kusursuzdur.” iddiasını ispatlayamaz ve vesveselerden kurtulamaz.

Ama kusuru kendinde arayan bir bakış etrafında kusur görse bile bunun kaynağının kendisi olduğunu bilir ve problemi kendi üzerinden çözer. “Benim bakışımda kusur var, yanlış bakıyorum.” der ve bakışını düzeltmeye çalışır.

Örneğimize dönecek olursak ekrandaki siyahlıkları–camın konumundan-kaldırmaya çalışmak imkansızdır. Mesela ölümü alemden uzaklaştıramayız. Elimiz uzanmaz. Onu değiştiremeyiz. Kainatın işleyişine müdahale edemeyiz.

Ama ölüme bakışımızı değiştirirsek imani bir perspektifle ölümü algılarsak ekrandaki kocaman bir kara noktayı beyazlaştırabiliriz. Ölüme bakış açımızı düzelterek yani kendi camımıza konan kiri temizleyerek alemimizi aydınlatabiliriz.
Yine taklidi anlamda ölüm, güzeldir demek yeterli değil. Bizzat o bakış açısının pratik örneklerini ekranda gözlemlemeliyiz.

Bunun örnekleri Risale’de çokça mevcuttur, bu meselede ana konu olmadığı için Risale’ye havale edip konumuza devam edeceğim.

Amacım Üstad’ın bir kavramı nasıl ele alıp izah ettiğini göstermektir. Biz Subhanallah derken klasik anlayışla “Rabbim kusursuzdur.” deyip söylediğimiz sözün anlamını tasdik edecek bir ameliyeye tatbik etmezsek tasdike ulaşamayız.

Bu kelamın “Aslında kusurlu olan biziz.” anlamında anlaşılması gerektiğiniaksi takdirde kuru bir iddiadan ve bir tasavvurdan öteye gidemeyeceğini anlayamazsak vesveselere karşı dayanamayız. Burada bakışı yani metodu değiştirmek şarttır.

Yaratıcı’ya odaklanarak tahkike ulaşamayız, tasavvurdan öteye geçemeyiz. Ama şahadet alemine yönelerek tasdike ulaşabiliriz. Kendimize ve kesbimize bakar, yansımalarını görür, tasdik ederiz.

Yani biz “La ilahe” dedikten ve tahkik ettikten sonra illallah’ı tasdik edebiliriz. Ve ilallah ilk tasdikten sonra kalbe itminan verir. Aksi durumda illallah deyip o halde “la ilahe” diyemeyiz. Delilimiz iddiamızdan daha gizli kalır.

Bir şeyin var olmasında kendimizin ve sebeplerin yetmezliğini ve kasır olduğunu müşahede edebiliriz ama mutlak olan Müsebib-ül esbabın etkisini ihata edemeyiz.

Esbabın tesirsizliğini tasdik ederek ancak mutlak olanın yapabileceği sonucuna ulaşabiliriz. “Allah yapıyor, o halde bizim tesirimiz yok.” eksik ve de yanlış. “Bizim tesirimiz yok ki bunu gözlemleyebiliyorum o halde her şeyin üzerinde olan mutlak bir kudret var ve iş gören O’dur.” Doğru.

Bu anlamda Subhanallah’ı kusuru-eksikliği, yetmezliği- kendimize almak tarzında Yaratıcımızı kusurdan tenzih etmek olarak anlayabildiğimiz gibi Yaratıcı’nın tenzihini de yapmış oluruz. Subhanallah’ın bir anlamı da esbabı tesirden azletmektir diyebiliriz. Zira Yaratıcı’nın kemali esbabın tesirinin ref’ine bakıyor. Burada bir hadisi aktararak anlattığımı özetleyeceğim.

Hadis şöyle:
Süfyan, Osman b. Mevhib’in şöyle dediği nakletmektedir:

Musa b. Talha’nın şöyle dediği işittim: Resulullah (s.a.v)’e, “Subhanallah

(Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ederiz!)in anlamı soruldu. O da:

– ‘Allah’ı, kötü şeylerden tenzih etmektir.’ diye cevap verdi.”

Burada önemli olan konu bu tenzihin nasıl yapılacağıdır. Hareket noktamız “Allah kusurdan münezzehtir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı, yoksa “Kusur bana yani esbaba aittir.” deyip onu ispatlamaya çalışmak mı olmalıdır?

Birinci tarz, konumu gereği ispatlanamaz bir alanda duruyor,gayb olan bir şeyin kusursuzluğunu ona bakarak test edemeyiz. Tanım gereği imkansızdır.

İkinci yaklaşım alem-i şahadette olduğu için test edilip ispatlanabilir ve Yaratıcı’nın kusursuzluğu tasdik edilebilir.

Gizli bir hazine olan ve hep öyle kalacak olan Yaratıcı’yı, O’nun bize gösterdiği tarzda yani yarattıkları aracılığıyla tanımalıyız.

Bu, Resulullah’ın bize öğretisidir:“Yaratıcıyı bilmek ve tanımak istiyorsanız yarattığına bakın. Zira burada O’na bakamazsınız.

Bence, “Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” hakikatinin vermek istediği mesaj bu olsa gerek.

Son sözüm “Rabbim bizi Resulullah’ın talim ettiği sırat-ı müstakimde sabit kılsın.”Amin.

Abdurreşid Şahin

Risale Ajans

Ahenk bütünün, incelik Detayın…

Bana öyle geliyor ki; şirke kapı açan, Allah’ın varlığını bilmemek değil, Allah’ın isimlerini bilmemek de değil; o isimlerin aynı Zat’ın isimleri olduğunu farketmemek. Şirkin asıl membaı bu. Yoksa her insan, her alanda, kendisinden daha üst bir gücün varlığını az/çok hissediyor ve kabul ediyor. Belki farklı isimler veriyor kendince, ama nihayetinde ötesinde/gaybında başka bir iradenin varlığının farkında insanoğlu.
Fakat bir sorunu var: Varolduğunu hissettiği/aklettiği şeylerin aslında bir hakikatin farklı renkleri olduğunu yakalayamıyor çoğu zaman. Kuşatamıyor. Bu nedenle, bence, vahyin hayatımıza kattığı en büyük uyanış: tevhid’dir. (Ve bu uyanışın kıymetinden dolayıdır ki, Kur’an, tevhide çok vurgu yapar. Hatta İslam’a girişimiz bu tevhidin şahitliği ve ikrarıyladır.) Yani o hissettiğimiz veya aklettiğimiz ‘görünenden öte güçlerin’ tamamının aynı Zat’ın farklı tecellileri olduğunu bize öğretmesidir. Bu öyle kıymetli bir uyanıştır ki; ben, sırf bunun için bile, bize vahyi indiren Zat’a (c.c.) çatlayıncaya şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Eş’arî itikadına gönlümü yakın kılan biraz da bu: Onun, vahyin kıymetini ve beşerin ‘hakikat arayışında’ aklıyla düşebileceği çaresizliği daha güçlü hissetmesi/hissettirmesi. İnzalsiz, kitapsız nasıl bir körlüğe maruz kalacağımızı okuması.
Eş’arî ekolünde Bediüzzaman’ın ‘acz mesleği’ dediği şeye bir yakınlık hissediyorum. (Birbirinden doğan hakikatler sanki onlar.) Çünkü ben de vahiysiz akıldan emin değilim. Aczimi, yalnızca kalbimde değil, aklımda da hissederim. Bu yönüyle; meleklerin talim-i esma sırrı karşısında ettiği itiraf ne kadar da yakın gelir bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.”
Belki de bu öneminden dolayı Bediüzzaman da sık sık isimden isme geçiş dersleri verir eserlerinde. Külliyatın üzerinde yoğunlaştığı birşey ‘esmanın talimi’ ise; diğeri de ‘isimden isme geçişin talimi’dir. Hatta 24. Söz gibi yerlerde “Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları var…” derken dikkatimizi asıl çekmek istediği şey bu tevhidî bakıştır gibi gelir bana.
İnsan, isimden isme geçebilmeyi ve o isimlerin tamamının aynı Zat’ın isimleri olduğunu farkedebilmeyi başarırsa ancak tevhidin huzuruna erer. Yoksa tevhid, esmanın her bir parçasının tek tek fethedildiği ve birbiriyle bağlantılarının yatsındığını bir bilme şekli değildir. Kur’an’daki fezlekelerde bile Cenab-ı Hakkın kendisini tek isimle değil, genelde terkiplerle zikretmesi bu geçişlerin hatırlatılması noktasında kıymetlidir.
Külliyatı biraz karıştırsanız her yerinde bu ‘geçişi’ ders alırsınız. Kanaatimce bu tedrisin en özet tanımı da iki şahid-i sâdık formülünde saklıdır. İki şahid-i sâdık, Bediüzzaman’ın tekrar be tekrar kullandığı bir delildir. Ben buraya 30. Söz’deki şeklini alarak düşünmeye devam etmek istiyorum:
“Her bir zerrede, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şâhid-i sâdık vardır. Evet, zerre, acz ve cümûduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna katî şehâdet ettiği gibi, harekâtında nizâmât-ı umumiyeye tevfîk-ı hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizâmâtı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.”
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kanaatimce; şahidlerden birisinin nesnelerin kendilerine, diğerinin ise nesneler arası bağıntılara dikkat çekiyor oluşudur. Yani birinci şahid dikkatimizi zerrenin ‘kendisindeki acze rağmen büyük işler yapmasına’ verirken; diğer şahid, zerrenin bu başarısının ‘büyük bir tablonun da parçası olduğunu, yani büyük düzenin içinde uygun adım hareket eden bir parçaya zerre dediğimizi’ bize ders verir. Birincisi kudret dersiyse, ikincisi kontrol/irade dersidir.
Metin Karabaşoğlu abinin temsiliyle anlatmam gerekirse: Varlık, bir anda, kontrolsüz bir güç patlaması yaşayan sel değil; kontrollü bir akış yaşayan nehirdir. Ayete’l-Kürsi’de geçen havl ve kuvvet birlikteliği de bunun dersidir. Kuvvet, evet ama iradenin kontrolünde bir kuvvet. Havl’lı bir kuvvet.
Ali Şeriatî, İslam Bilim adlı eserinde bu nesneler ve nesneler arası bağıntılar üzerine şöyle bir ayrım dersi veriyor bizlere: “(…) Kur’an’ı açıp Keşfu’l-Kelimat’tan (Kur’an Terimleri Sözlüğü) yararlanarak gayb, şehadet, ayet ve sünnet kelimelerini bularak bu kelimeleri inceleyebilir ve böylece Kur’an’ın nelere ayet, nelere sünnet dediğini anlayabilirsiniz. O zaman Kur’an’ın nesneler arasındaki bağıntılara ‘sünnet’ nesnelerin kendisine de ‘ayet’ dediğini anlamış olacaksınız.” Bediüzzaman da sünnettullah’ı, Ali Şeriatî’nin bu tarifine benzer bir şekilde şöyle anlatıyor Mesnevi’sinde:
“Tabiat, âlem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’alini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki; ‘sünnetullah’ ve ‘tabiat’ ile müsemmadır. Hilkat-i kainatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir.”
Şimdi, bütün bunları neden anlattım? Aslında baştaki şeye dikkatinizi çekmek istiyordum sadece; ama bunlarla değil, bir ayetle. Bakara sûresinde geçen bir ayetle. Buyuruyor ki orada Cenab-ı Hakk: “O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.”
Ben burada, işte tam da bu ayetin içinde yukarıda konuştuğumuz herşeyin bir özetini görüyorum. Önce nesnelerden birer birer bahsetmek (ayet), farklı farklı özellikleriyle bahsetmek, sonra da onların arasındaki bağlantıya dikkat çekmek (sünnet)… Ayetin bize yaptığı tam olarak bu.
Yer yaratılıyor farklı özelliklerle, gök yaratılıyor farklı niteliklerle. Ama nihayetinde ikisi birbiriyle bağlantılı çalışırsa (yağmur ve toprak) oradan hayat varoluyor. İşte bence ayetin bize verdiği özet ders bu: Nesnelerin ayrı ayrı meziyetlerini takdir edip, onların ‘ilah eseri’ olduğunu farkettikten sonra; sakın aralarındaki rabıtayı ve ‘beraberce çalışarak başardıklarını’ ıskalama! Çünkü asıl tevhid dersini oradan alırsın. Parçaları bir bütünün parçaları olarak görmekten, mana-yı harfî’den. “Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.” Ve böyle bitiyor ayet: “Artık bunu (bu birlikteliği) bile bile Allah’a şirk koşmayın…”

Ahmet Ay

cocukaile.net

”Ben Okuma Bilmem”

Soruları kadar büyüktür insan. Büyük sorular demek engin cevapların duası, talebi demektir. Neyin duasındaysanız, nelerin talibiyseniz onlarla muhatap olur, o türlü cevaplara nail olursunuz. Fakat, ‘çünkü insanlar yıllar boyunca, hiç soru sormadan durur’ bir şarkıda söylendiği gibi.

Dağ taş soruya durur, kurt kuş soruya durur, gökle yer birlik edip bir sual olur, içimizin kuytuları soru işaretleriyle doludur ama gel gör ki insan kendi üstüne kapanır, uyuşmanın koynunu bulur. Hatta zannımca her şey bir sorudur, varolan her şey bir soruyu önümüze kondurur: Ayağımıza takılan taş, beton duvarlarda gülümseyen çiçek, bir sosyal hadise, başa gelen bir musibet, içimizden geçen bir duygu durumu, okunan bir ayet hep aynı soruyu kıyılarımıza vurur: Men rabbuke? (Rabbin kim?)

Yani ki elest bezminde sorulan soru bugün hâlâ hayatın bütün kıvrımlarında yankılanmaya, şimdi ve burada sorulmaya her an devam eder: Men rabbuke?

Bahar bahçesinde tennure giymiş ağaç soruyor: Men rabbuke?

İçindeki şuurlu yasa olan vicdanın soruyor: Men rabbuke?

Ağlayan bir çocuğun gözyaşları soruyor: Men rabbuke?

Elest bezminde ruhlara sorulan soruyu ve verilen cevabı yaşadığımız gündelik hayatın içinde sayhalandırmadıkça, hayatımızı samimi bir cevap arayışına, bir ‘ince derde’ dönüştürmedikçe Hıra Mağarası’nda Emin Muhammed’in (a.s.m) sorduğu varlık sorularının cevaplarını çözemeyeceğiz. ‘Derdin senin mürşidindir’ diye elbet boşuna dememiş Hz. Mevlana. Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) ilk olarak indirilen Alak Suresi’nin ilk beş ayetinin, Peygamber’in belki aklı erdiği ilk günden o güne ama özellikle inzivaya çekilmeye başladığı 35 yaşından vahyin indiği 40 yaşına kadar olan süreçte sorduğu hayati varlık sorularına bir cevap mahiyetinde olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Belki bir açıdan bakıldığında Kur’ân’ın tamamını tüm mahlukat ve tüm insanlık adına sorular soran bir Peygamber’e verilen cevaplar şeklinde okuyabiliriz. Şöyle bir bakalım isterseniz:

Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?

Vahyin cevabı: ‘İkra, bismi rabbikellezi halak’ (Yaratılışı rububiyetiyle terbiye eden Rabbinin Esma’ül-Hüsna’sı, isimleri ile oku!)

Hz. Peygamber’in sorusu: İnsan ne’den ve nasıl yaratıldı?

Vahyin cevabı: ‘Halakal insane min alak’ (O, insanı bir kan pıhtısından, alak’tan yarattı ve yaratmaya devam ediyor’¦)

Kur’an’ı, cümle varlıklar ve tüm insanlar adına temsilci olarak soru soran bir Peygamber’e verilen cevaplar manzumesi şeklinde bir usul ile baştan sona okuyabilirsiniz. Çok da ilginç sonuçlara varılacağı kesin. Bu girizgahtan sonra sadede gelelim:

Geçmişten günümüze, bilim de, felsefe de kimi zaman fıtrata yaklaşarak, kimi zaman fersah fersah uzak düşerek olayları, insanı, kainatı hatta vahyi okumaya çalışıyor, benzer sorular soruyor. Örneğin, yukarıda değindiğimiz sorunun birincisini (Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?) bilim, ‘Doğa’nın işleyiş ve yapısı nasıl çözülebilir?’, felsefe ise, ‘Doğanın anlamı ve oluşumu cevherinde (tözünde) nedir?’ tarzında soragelmektedir. Bu soruş biçimleri bile (hatta kavramsallaştırma tarzları bile) felsefe, bilim ve ‘iman ilmi’ arasındaki farka işaret etmekte fakat asıl ayrım cevaba ulaşma ve cevabı dillendirme biçimlerinde ortaya çıkmaktadır.

Felsefe ve dünyevi bilimi oluşturan zihinler sözkonusu sorulara eşyanın kendi varlığından, görünen bağlantılarından ve kendisinde ne olduğundan hareketle çözümlemeler ortaya koymaktadır: Doğa bir olayın diğerini doğurduğu bir döngü içinde, kendi içinde parçalanabilen parçacıkların birliğinden oluşmaktadır. Ya da, ‘Kendinde şey olarak doğanın anlamlılığı tartışmalıdır, oluş başlı başına bir soru yumağıdır’ filan gibi cevaplar geliştiriliyor.

Bilim ve felsefenin en genel anlamda ortak noktası ise (mutlaka içinde farklılaşan yanlar olmakla birlikte ki Demokritos ile Pascal’ı, Einstein ile Hawking’i aynı kefeye koyamazsınız) varlığı ‘kendine işaret eden bir levha’ gibi anlamaya çalışmak şeklinde özetlenebilir. Yani levhanın hammaddesi ve diğer levhalarla bağlantılarının araştırılması biçiminde özetlenebilecek bir kavrama etkinliği.

İman ilminin usulüyle bilgiye ulaşmak, cevaplara varmak ise başka bir düşünme, kavrama ve algılama şeklini gerekli kılıyor. Bir kere, eşyaya ‘kendini gösteren bir levha gibi’ değil adı üstünde levha gibi, ‘kendinden başka bir şeyi işaret eden’ anlamlı bir harf gibi okumak niyetiyle bakmayı gerekli kılıyor. Sağlıklı bir niyet ve bakış açısıyla yaradılışa bakmak ise Vahiyle pişmiş, Esma taliminden geçmiş, her şeye Rabbin bir ismi penceresinden görmekle mümkün olabiliyor. Daha net konuşalım. Okunacak dört kitap var: Olaylar kitabı, kainat kitabı, insan kitabı ve vahiy kitabı. Bu dört kitabın oku’nması da yaradılışın oku’nması sonucunu doğuruyor. Yaradılışın okunması ise ayetin bize işaret ettiği gibi Rabbin ismi ile (buradaki ‘ism’i Esmau’l-Hüsna’dan kinayedir) mümkündür.

Yaradılan her şeye bir Esma tefekkürü ile yaklaşmazsak oku’mak sözkonusu olmaz. O halde mü’min bir zihnin ve kalbin ciddi anlamda, tıpkı Hz. Yusuf’un kuyuda ‘talim-i Esma’ yapması gibi Esma tefekkürü terbiyesinden geçmesi gereklidir. Baktığın her şeye ya bir ilâhî ismin ilk harfi ya da ilk kelimesi gözüyle bakmak gerekmektedir. İsimlerin göründüğü yer olarak varlığı oku’mak bizi Rabbin terbiyesine, o terbiye ile kendi nefsimizi terbiyeye götürmelidir ki öğrendiklerimizin ilim olduğunun sağlaması da burada gizlidir. Nefs terbiyesine dönük olmayan hiçbir öğrenme ilim değil, olsa olsa veri, data, malumat, kültür, bilgi cinsinden bir yığındır. Peki bu çerçevede yaradılışı Rabbin isimleri ile oku’maya başlamanın öncesinde ne vardır? diye sorarsak bu soru bizi başka bir ayetin kapısına iletir. Aynı zamanda meleklerin duası olan ayet şöyledir:

‘Sübhaneke la ilmelena illa maallemtena inneke entel Alimu’l Hakim’ (Sübhan olan Allah, seni tenzih ederiz ki biz bilmiyoruz, senin öğrettiklerin (talim ettiklerin) dışında, sensin Alîm ve Hakîm olan.) Meleklerin duası olan bu ayet önceki tahlillerle birlikte düşünüldüğünde bize âdeta iman ilminin, mümince bir epistemolojinin (marifet nazariyesinin) ana kodlarını, elifbasını sunmaktadır. Şöyle ki:

1-Yaratıkları aracılığıyla Yaradan’ı tenzihe yönelik olmayan hiçbir bilme eylemi ‘ilm’e (el-İlm) dönüşemez.

2-Bilme eylemine girişen, hilkati oku’maya talip olan kişi her işin başında edep ve tevazuu giyinip ‘bilmiyorum’ demenin erdemini kuşanmalıdır. ‘Ben bilmem, bilmiyorum, biz bilmiyoruz’ demeyen hiçbir kişi veya zümre bilmenin hakikatine ulaşamayacaktır.

3-‘Bilmiyorum’ demek tasavvur ve zihnimizi dünyevi kavram ve düşünme biçimlerinden arındırıp ‘ümmileşme’ye giden kapıyı açacaktır. Ancak ümmi bir zihinle (yani dünyevi kalıpların kirinden arınmış bir zihinle) yaradılış okunabilir.

4– Ya bir ilâhî isimden kalkmayan ya da bir ilâhî isme varmayan her türlü bilme çabası anlamsızlığa, kaosa gömülmeye mahkumdur.

5-Kendisi gayret gösterdikten sonra öğrendiklerinin, kendisinde görünen meziyetlerin ve ilimlerin ancak Alim ve Hakim olan, Sübhan olan Rabbin bir talimi olduğunu anlamayan kişi tevhid ve iman ilmi olan marifetullahın kokusunu alamayacaktır.

Bu dört kitap bize hâl diliyle, hatta kaburga kemiklerimizi birbirine değdirircesine sıkarak sürekli, her an ‘Oku’ diyor’. Tüm kâinat bir Cebrail olmuş bizi içimizden ve dışımızdan sıkarak, ‘Oku’ diyor. Bizden dudağımızı Mağaradaki Ümmi’nin (a.s.m.) titrek dudaklarına yaklaştırıp, meleklerin tenzih diliyle söylediği gibi bir tek cümleyi söylememiz bekleniyor: ‘Ben okuma bilmem!’

Yusuf Özkan Özburun / Zafer Dergisi