Etiket arşivi: tevrat

Kur’an’a Dair Yanlış Bir Ezber

Osmanlı Devleti’nin çöküşe yüz tuttuğu dönemde, farklı ideoloji ve siyasi akımlardan etkilenseler de, büyük çöküşün ve parçalanmanın sorumlusu olarak suçladıkları mutlak iktidarı temsil eden, saltanata karşı ortak bir muhalefet bayrağı açan aydınlar, cumhuriyet’le birlikte, bir kurum olarak ‘iktidar’ karşısındaki konumları açısından bir dağılma göstermişlerdi. Bazı aydınlar, artık devrimci bir karakter sergileyen iktidarın yanında yerlerini almışlar, halkın yaşam biçimini dönüştürme projesinin (Batılılaşma) ideolojik argümanlarını üretmekteydiler. İktidarın sert ve tavizsiz tutumu, muhalefet damarını canlı tutan aydınları sözlerini duyurabilecekleri, etkili olabilecekleri toplumsal hayatın görünür alanlarından sürüp uzaklaştırdığı için, halka ulaşılabilecek her kanal ‘basın, eğitim kurumları’ iktidarla organik bağı olan bu aydın kesiminin elindeydi. Dolayısıyla halkın gözünde aydınlar, anla(ş)makta zorlandıkları, bütünlüğe sahip bir ‘okumuşlar sınıfı’na aittiler.

modernlesme batililasmaAydınlara göre, halkın ezici çoğunluğunun yoksulluk, sefalet ve cehalet içerisinde yaşıyor olması, köhnemiş inançların, değerlerin ve geleneğin belirlediği yaşam biçimine bağlılıkla açıklanabilirdi. Bu inançların, değerlerin ve geleneğin sıkı bir eleştiriden ve sorgulamadan geçirilmesi zorunluydu. Eleştiri ve sorgulama yöntemleri, çoğunlukla halkın gönülden bağlı olduğu kutsallarına yönelik bir saldırganlık ve küçümseme içeriyordu. Aydınların ak ile karayı, doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak titiz bir eleştirel yaklaşımdan yoksun, aceleci ve sınır tanımayan saldırganlığı, üstten bakan küçümseyici tutumu karşısında, halkın aydınlara güvensizlik ve yabancılık duyması kaçınılmazdı. Nitekim, bugüne kadar halk-aydın ilişkisinin karşılıklı güvensizlik-suçlama üzerinden işleye gelmiş olduğu bir gerçektir. Elbette, halkın duyduğu güvensizliğin ve yabancılığın ‘göz ardı edilemeyecek önemde olsa da’ tek başına aydınlara yönelik bir eleştiriyi haklı çıkaracağı söylenemez. Burada can alıcı husus, halkın güvensizliğini ve yabancılaşmasını da besleyen, aydınların topluma, tarihe, kültüre dair okumalarının sığlığı, yüzeyselliği ve hatta ezberciliğidir.

Türk aydınlarının kendi toplumlarına bakışı daha başlangıçta şabloncudur. Batı’da üretilen fikirlerin, ideolojilerin Batı’nın kendine özgü tarihsel tecrübelerine bağlı olduğunu dikkate almaz. Batı kaynaklı her ideolojiyi ve bilim anlayışını ‘evrensel’ (her zaman ve her toplum için geçerli) kabul eder. Bu ideolojilerden ve bilimsel anlayıştan ödünç aldığı perspektifle kendi tarihini, geleneklerini, toplumsal değerlerini analize girişir. Öznelerin değişmiş olmasında (‘Batı’nın yerini ‘Biz’, ‘Hıristiyanlık’ın yerini ‘İslam’ almıştır) sonuç itibariyle bir farklılık görmez. Yargıların, ancak kendisini doğuran özel şartların ve deneyimlerin bütünlüğü içinde anlam taşıdığını gözden kaçırır. Bir Batılı filozofun Hıristiyanlığa yönelik eleştirisinin, aynen İslam’a da uygulanabileceğini kabul eder. Batı’da üretilen maddeci, tabiatçı felsefe ve ideolojilerin, evrimci bilim anlayışının, bu ülkenin birçok aydınının Kur’an’a yaklaşımlarında derin etkisi olduğu bir vakıa.

Bu aydınlar, felsefi çalışmalarından gazete yazılarına kadar her yazdıklarında Kur’an’ı kutsallığından kopararak, ona sıradan, dünyevi bir metin düzleminde baktılar ve öyle değerlendirdiler. Bunu da, bilimsel objektifliğin bir gereği olarak öne sürdüler. Halbuki binlerce kesin ve mucizevi delille Allah’ın kelamı olduğu ispatlanmış olan Kur’an’a, bütün bu delilleri çürütmeden, sadece yok sayarak ‘objektif’ bakmanın mümkün olamayacağı çok açıktı. Böyle bir objektif yaklaşım Kur’an’ı doğrudan bir insan eseri kabul etmekle eşdeğerdi. (Bu çok önemli hususta daha derin ve kapsamlı bir okuma için: Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat içinde Yirmialtıncı Mektup. Yine bu Mektup üzerinde açıklayıcı bir çalışma olan: Ümit Şimşek, Şeytanla Münazara, Zafer Yayınları).

Her ne kadar iddialarını temellendirmekten uzak olsalar da (doğrusu böyle bir işe kalkışmış olanlar da komik duruma düşmekten öte gidemediler), tezlerini Kur’an’ın insan sözü, asırlar öncesine ait ‘çöl vaazları’ndan ibaret bir kitap olduğu önyargısı üzerine kurmaktan çekinmediler. Bu aydınların Kur’an’a yaklaşımlarının bir ezbere dayandığı ortadadır. Ne var ki tümüyle ‘yanlış bir ezbere’. Batı’da maddeci felsefenin ‘Tanrı’nın ölümünü’ ilan etmesinden sonra, bu felsefenin ithalcisi konumundaki aydınlar, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul etmenin, kendilerini Ortaçağ zihniyeti olarak küçümsedikleri bir anlayışa saplayacağı endişesini taşıyageldiler. (Kur’an’a yönelik bu tutum, aynı zamanda Kur’an’la temellenmiş büyük bir medeniyetin inkarını da beraberinde getirdi. Bu basit bir kriz değildi. Aydınlar özelinde, Batı karşısında bir paylaşıma değil bağımlılığa işaret ediyordu).

Ne yazık ki, bugün için de birçok aydının benzer endişe ve kuruntularla, aynı ezberci tutumla hareket ettiği söylenebilir. Mesela, bir TV programına katılan aydın kimliğine sahip bir profesör, söz arasında Kur’an’ın, Tevrat ve İncil’den ‘cımbızlanmış’ bir kitap olduğunu, öne sürdüğü fikirlere dayanak yapabilmektedir. Profesöre göre, Tevrat ve İncil’de yer alan bazı Peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları hadiselerin Kur’an’da da zikredilmesi, Kur’an’ın diğer kutsal kitaplardan kopya edildiğini ispatlamaya yetiyordu. Öyle ya, bir Yaratıcı olmadığına göre, Kur’an da diğer kutsal kitaplar gibi ancak insan sözü, insan eseri olmalıdır. Hz. Muhammed, çok zeki, çok akıllı bir insandı. Eski kutsal metinleri bütün ayrıntılarıyla çok iyi biliyordu (ümmi olduğu halde), onları örnek alarak Kur’an’ı yazdırmıştı vs. Şu çokça duyduğumuz sağlam(!) iddialar, aynı ezbercilik.

Bu iddiaların saçmalık düzeyini anlamak için, Bediüzzaman’ın aynı husus hakkında yazdıklarından kısa bir bölüm okumak yeterli olacaktır. Bediüzzaman, Kur’an’ın maziye ait gaybi ihbarlarının bir mucize (insanın benzerini yapmaktan aciz) olduğunu ve bu mucizenin, Kur’an’ın Allah kelamı oluşuna kuvvetli bir delil teşkil ettiğini ispatlar: ‘Kur’an’ın nazar-ı gayb-binisi, o kütüb-ü salifenin umumunun fevkinde ahval-i maziyeyi görüyor ki, ittifaki meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor. İhtilafi meselelerde musahhihane onlara faysal oluyor (hakkı batıldan ayırıyor). Halbuki Kur’an’ın vukuat ve ahval-i maziyeye dair ihbaratı akli bir iş değil ki, akıl ile ihbar edilsin. Belki semaa mütevakkıf nakildir. Nakil ise kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakiyle kıraatsız, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmi lakabıyla mevsuf bir Zata nüzul ediyor. Hem o ahval-i maziyeyi öyle bir surette ihbar eder ki, bütün o ahvali görür gibi bahseder. (…) Kur’an’da zikrolunan vukuatın hulasaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor (tabiri caizse) bir meharet-i fevkalade ile ihbar ediyor’.

Bediüzzaman, Peygamber kıssalarının zikrediliş biçimi ve Hz. Peygamber’in (asm) bir kısım vasıfları üzerinden yaptığı tahlille, Kur’an’ın diğer kutsal kitapların tahrif edilmesinden kaynaklanan yanlışları düzelttiğini ve bunun, Kur’an’ın bir mucizesi olduğunu ortaya koyar. Kur’an kendinden önceki kutsal kitaplara her noktada aynen bağlı kalmakta değildir. Bilakis onları, içerdikleri hataları tashih ederek kendine bağlamaktadır. Dikkatsiz bir bakışla bu ince nokta anlaşılamaz.

Bediüzzaman’ın, Kur’an’a ciddi muhatabiyetinin eseri olan bu yaklaşım, aynı zamanda Kur’an’ın Tevrat ve İncil’den ‘cımbızlandığını’ öne sürenlerin ciddiyetsizliğini de açığa çıkarmaktadır. Bu ciddiyetsiz, yanlış ezbere dayalı iddiaları kesin gerçeklermiş gibi dile getirmenin, ‘Aydın’ kimliğinin gerektirdiği eleştiri bilinci ve ahlakıyla bağdaşır yanı yoktur. Aydın olmak, her şeyden önce ‘hakikate saygı’ işidir ve zordur. Yalanın ve yanlışın, işleri kolaylaştırıcı rahatlığına sığınmak dürüst bir aydın tavrı olamaz. İnanıp inanmamak insanın özgür iradesine bırakılmış bir tercihtir. Müslümanların, hayatın her alanında olması gerektiği gibi, inanç hususunda da kimse üzerinde bir tahakküm kurmaya çalışarak haddini aşması doğru değildir ve kabul edilemez. Aynı hassasiyeti gözeterek, ‘aydın’ kimliğiyle konuşan ve yazan insanlardan biraz daha ciddiyet beklemek hakkımız olmalı değil midir?

Sedat Turan / Zafer Dergisi

 

Müslüman’ca Yaşamak Üzerine..

Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır.

Aklımız erdiğinden beri kendimizi “Müslüman” biliyoruz. Öyle ki “Sen Müslüman değilsin!” sözünü hakaret sayıyoruz.

İslam’ın beş şartını ezberden saymaya hazırız. Yeri geliyor “Müslüman olmayanları” hizaya çekmeye hevesleniyoruz. Günahkârları “emr-i bilmaruf ve nehy-i ani’l münker”le ütülemek için fırsat kolluyoruz. Aramızdan birileri gayr-i Müslimlere azıcık empati beslemeye kalksa, “diyalogcu” ve “işbirlikçi” etiketiyle paspas ediyoruz. Günahkâr da olsa bir insanın anlaşılması gerektiğini ağzından kaçırıverse benim gibi biri, bir çırpıda “light Müslüman”laşıyor, tribünlere oynamakla, birilerine “şirin gözükme” ikiyüzlülüğüyle suçlanıyor.

Şu ana kadar yukarıda saydığım ve sayamadığım etiketlerin bir çoğunu aldım. Bu satırlar bittiğinde aklıma gelmeyenleri de almayı göze aldım. Aşağıda yazdıklarım, şu “hazır Müslüman”lığımızı ve “doğuştan edindiğimiz iman”ımızı “fabrika ayarları“na geri dönerek yeniden yüklemeye bir çağrıdır.

Hemen belirtmeliyim ki, bu konuda üstadım Said Nursî’dir. Hiçbir yerinde “Biz Müslümanlar” “Dinimiz der ki…” diye bir ifade bulamayacağınız Risale-i Nur’un-ihtimal ki kimi Risale okuyucularının da karşı çıkacağı-‘Müslüman’ı ve ‘Mümin’i ‘insan olmak’tan başlayarak yeniden inşa eden söylemiyle formatlanmış aklımın ürünleridir:

1. “Bizim dinimiz” dediğimiz İslam tüm insanlığa hitap etmekte ve tüm varoluşu tanımlamaktadır. İslam varlığın estetik kodlarıyla barışık yaşamanın adıdır. “Biz” diye bildiklerimiz de “başkaları” diye ötelediklerimiz de İslam’a sahip olmakla değil İslam’a tâbi olmakla yükümlüdür. İslam, bize ait değil, “bizim dinimiz” değil; biz İslam’a aidiz.

2. Takva sahibi olmak, Allah’a daha yakın olmaktır. Allah’a yakınlığı ancak Allah bilir ve Allah ölçer. O yakınlığın bir rengi ve tonu yoktur.

Kimse kendisini başkalarına göre “koyu” Müslüman, bir başkasını da kendisine göre “light” ya da “ılımlı” sayamaz. Hele de dinde daha “ileri” olan biri “geride” kaldığını düşündüğü birilerini aşağılayamaz. Kılık kıyafetiyle, zikri ve tarikatıyla, camiye gidiş sıklığı ve Kur’ân’dan daha çok sayfa okumakla kendini “daha muttaki” bilenler, daha az “takva” bildiklerine tepeden bakamaz. Çünkü, Allah’la olmak, Allah’ı yanına çekip başkaları üzerinde Allah adına otorite kullanmak değildir.

Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır. Başkalarından önce kendine çekidüzen verir. Kendi hatalarını sayıp dökmekten hatalarından dolayı başkalarına sövüp saymaya fırsat bulmaz. Kendi ayıplarını bilmenin mahcubiyetiyle başkalarını kınamaya yüzü kalmaz. Daha az günahkâr olan daha çok günahkâr olana düşman olmaz. Aksine o günaha kendisinin de sapabileceğini hatırlar, günahtan korkar, günahkâra acır. Günahkârın günahına bakıp kendisini temize çıkarmaya kalkmaz. Kendini günahtan uzak tuttuğu için gururlanmak yerine sadece Rabbine şükreder. “Ben çarşaflıyım sen değilsin” çarşafından ayrıcalık çıkarmaz. “Ben namaz kılıyorum, sen bara gidiyorsun ama…” türü dışlamalara prim vermez.

3. İslam ilk insanla başlamıştır. İslam, her insanla yeniden başlar. Her insan, İslam’a teslim olma borçludur. Teslimiyet borcunu tam olarak ödeyip alacaklı duruma geçmiş biri de olmadı henüz. Hazreti Peygamber (asm) bile “Sana hakkıyla şükredemedik…” diyerek hakkını hakkını veremediğini belirtir.

Öyleyse, kendini doğuştan “Müslüman” bilen bizlerin Müslümanlığımıza bir mirasmış gibi yaslanıp “başkaları”na üstünlük taslama hakkı yok. Tam da bu yüzden, “Allah indinde din İslam’dır” mealindeki ayete “Allah indinde ben ne kadar Müslümanım?” diye kendimizi sorgulayacak bir sorumlulukla muhatap oluruz. “Allah indinde din İslam’dır” ayetini “Allah indinde sadece Müslümanlar makbuldür; o da biziz!” diye anlarsak, ayetin anlamını ıskalarız, teslim olma sorumluluğunu üzerimizden atarız.

Hıristiyan diye bildiğim adamın Allah indindeki makbuliyetini sorgulamaktan daha öncelikli olan, Müslüman diye bildiğim benim Allah indindeki makbuliyetimi sorgulamaktır. Önceliğimi böyle bilirsem, Allah indinde adam olmak için umutlanırım. Öbür türlüsü kendime başkalarının hataları üzerinden erdem biçmeye kalkmaktır ki, baştan adam olmanın yolunu kendime kapatırım.

4. Kur’ân “bizim” diye kendi kültürümüze hapsedeceğimiz, ulusal kimliğimizin etiketi, kişisel anlayışlarımızın kalkanı yapacağımız nostaljik bir hatıra değildir. Kur’ân, Yaratıcı’nın tüm insanlığa hitabıdır. İnsanlığın ortak paydasıdır. Vahiy, müslümanların tarafını tutmaz.
Müslümanları daha çok sözlerine tâbi olmaya çağırır. Hitabı “insanlık ailesi”nedir: “Yâ eyyühennâs…” “Yâ eyyühe’l insan...” Hitabı “iman etme çabası içinde olan herkes”e yöneliktir. “Yâ eyyühellezîne âmenu…/ey iman edenler…” şeklindeki hitapları, kendilerini mümin bilenleri onaylamak için değil, o onayı hak edecek iman etme eyleminin hakkını vermeye çağrıdır. Kur’ân “bizim kitabımız” diye yanımıza çekerek başkaları karşısında kullanacağımız bir koz değil, başkalarından çok biz muhataplarını anlama, kavrama, yaşama sorumluluğuyla borçlandırır.

Kur’ân’dan üstünlük alacaklı değiliz; Kur’ân’a sorumluluk borçluyuz. Kitab’a yaslanmamız, Kitab’la uslanmamız gerekir. Kitab’ına uydurmak değil, Kitab’a uymak beklenir Müslümanlardan.

5. İnsan gibidir Kur’ân; kendisine ne kadar ilgi gösterilirse o da o kadar ilgi gösterir. Ne kadar ciddiye alınırsa, o kadar derinden söyler sözlerini. “Bizim kitabımız” diyerek kendilerini Kur’ân’ın muhatabı sayan bizler, Kur’ân’a başkalarından daha çok ilgi borçluyuz. Kur’ân üzerinden kendine ayrıcalıklar biçmeler, üstünlükler devşirmeler Müslüman’ın işi değil. Müslüman’a düşen Kitab’ın hakkını vermektir; Kitab üzerinden hak talep etmek değil.

Hal böyle olunca, “Hıristiyanlar ve Yahudiler kendi kitaplarını tahrif etmişler” gerekçesinin ardına saklanıp ona buna “diyalogcu” demelerle kendimizi temize çıkarmak boş iş… Artık ayetleri aklımızca tasnif etmeyi bırakmalı, aklımızı ayetlere vurup aklımızı dönüştürmeye bakmalıyız.

6. İmanın şartları arasında Tevrat’a ve İncil’e de iman etmek vardır. “Kitaplara iman etmek” İncil’e ve Tevrat’a inanmayı içerir. Peygamberlere iman etmek, İsa Aleyhisselam’ı da Mûsa Aleyhisselam’ı da “bizim peygamberimiz” bilmek demeye gelir. Kim demiş “onlar başkalarının Peygamberi” diye. Hiç olmazsa, “Bizim Kitabımız”da bu iki peygamberin sözünün sözümüz edildiğini bilelim de susalım.. İncil de, Tevrat da, İncil’in ve Tevrat’ın takipçileri de bir şekilde bir yerde bir gerçeği dillendiriyorsa, o gerçeğe sırt dönmek, yok saymak, dudak bükmek insanlığa sığar mı? İnsanlığa sığmayan Müslümanlığa sığar mı?

7. İslam, kimin elinde olursa olsun doğru ve güzel olana taraftar olma duyarlılığıdır. Müslüman bir ülkede yaşamaya dayanıp, Müslüman bir ebeveynden doğmaya yaslanıp İslam’ı kendi taraftarımız eylemek, çantada keklik görmek değildir. Çin’de de olsa, Çince de söylense, “kitapsız” bir Çinli’nin dudağından dökülüyor da olsa, hikmet yitiğimizdir. Bulunduğu yerde görüp almak, başımıza taç etmek İslam’ın şartıdır. Çirkin ve batıl söz, şeyhimizin dudağında da olsa, zulüm ve aşağılama kardeşimizin elinden de gelse, karşısındayız, “münker”imizdir, bize ait değildir. “Biz Müslümanız, haklıyız; onlar Hıristiyan, Yahudi ve kâfir; haksızlar” kolaycılığı daha konforlu geliyor olabilir ama işe yaramaz. Bu yaklaşım İslam’ı sadece “Müslüman taraftarlığı” olarak tarif eder; kimseyi hakkıyla İslam etmez.

8. Gariptir ki, ülkemizde “misyonerlik”e açıkça ve topluca tepki gösterirken, ahlaksızlığa ve dinsizliğe karşı pek suskunuzdur.
Çünkü “misyonerler” “bizim dinimiz”e karşı “kendi dinlerini” takdim ederler.
Türklere ait olmayan bir dinin propagandası “kanımıza dokunur.” Ama Türkleştirildiği için tüm “millî”ler ahlaksızlık da olsa benimsenebilir.

Meselâ, “millî” ise “piyango”ya ses çıkmaz, “millî içki” olduğu sürece rakıya laf edilmez.
Mesele hakikatin izinden yürümekse, “bize ait olan” ve “bize ait olmayan” diye bir ayırım yoktur.

Hakikat bize ait değil, biz hakikate ait olmalıyız. Kaldı ki Hıristiyan misyonerinin bize Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i daha iyi anlatması mümkün müdür ki? “Biz” bir Müslüman olarak İsa Aleyhisselam’a misyonerden daha çok tâbi değil miyiz? Hazreti Meryem’i nice papaz ve rahipten daha iyi ve net tanıyor değil miyiz?

Kur’ân’da Peygamberimiz Muhammed Mustafa (asm) annesi hakkında tek bir kelime yokken, İsa Aleyhisselam’ın annesi hakkında tek başına sûre var değil midir?

Herkese ve her millete ait olan İslam’ı “millî”leştirirsek, işte o zaman misyonerlerin düştüğü hataya düşeriz; Hıristiyanlaşırız, Yahudileşiriz. Hıristiyanlardan çekineceğimize Hıristiyanlaşmaktan çekinmeli değil miydik? Yahudilerin hepsini insafsızca lanetli ilan edene kadar içimizdeki Yahudileşme eğilimine karşı canla başla direnmeli değil miyiz?

9. “Onlar kitaplarını tahrif etmiş, biz öyle bir şey yapmadık ki…” diyerek, Kur’ân’ın tarifiyle “Ehl-i Kitab” olan Hıristiyan ve Yahudileri hepten kâfir edip kendimizi hepten aklamak yok İslam’da. Tamam; “Tevrat ve İncil ile Yahudi ve Hıristiyanlar arasında “tahrif” ilişkisi var. Onlar Kitab’ı tahrif ettiler.

Muharref bir Kitab’a inanmaya tepki gösteriyoruz Müslümanlar olarak. Haklıyız elbette. Ancak, Kur’ân ile Müslümanlar arasındaki ilişkiyi tarif eden “tehcir”e de aynı derecede tepki göstermemiz gerekmez mi? Kur’ân’ın tarifiyle (25/30) Müslümanlar da Kitab’ı “mehcur” etmiştir.

Yani Kitab’a “son kullanma tarihi geçmiş, miadı dolmuş, tedavülden kalkmış kalp para” muamelesi yapmaktadırlar. Kitab’ı tahrif etmeye gösterdiğimiz tepkinin hiç olmazsa onda birini tehcir etmeye göstermemiz gerekmez mi? Üstelik tahrif başkalarının cürmü tehcir bizim cürmümüzdür. Müslüman’a kendi kusurunu başkalarından daha büyük bilmek düşüyor değil mi?

10. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” doğru bildiğimizi başkalarına emretmek, yanlış bildiğimizi başkalarına yasaklamak değildir. Bildiğimiz doğru ve yanlışlar önce kendi yakamıza yapışmamızı gerektirir. “Ben ne kadar doğruyu yaşıyorum?” diye kendini sorgulatır. Başkalarına doğruyu “emretme”nin en doğru, en sahici ve en etkili yolu, kendine doğruyu emretmektir, kendi nefsinde doğruyu yaşamaktır. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” başkalarına jandarma yapmaz bizi.

Yoksa, merhemini başına sürmeyen kel gibi çaresiz ve komik oluruz. Bir kişiden “kendi maruf”u bildiği bir işi yapması istenir ancak. Namaz kılmayı kendine “maruf” yani “güzel bir borç” bilmiyorsa kişi, ona namazı emretmek sadece zorlama olur.

“Emretmek” demek, ona namazın güzelliğini anlatacak zarafeti kuşanmaktır. Namazı “emretmek”, namaz kılan biri olarak namazımızla başkalarına örnek olmakla başlar. Namazı başkalarına emreden daha çok kendine namaz kıldırır, kendini namazla daha çok adam kılar.

Namaz kılmayandan daha çok secde eder. Başkalarını uyarırken, kendi kıyafetine, kendi anlayışına, kendi cemaatine, kendinden yana olmaya çağırmaz insanı, Rabbine çağırır. Hakikati anlatmanın karşılığında kendine taraftarlık ücreti istemez. Çok iyi bilir ki Rabbi “ücret istemeyenlere tâbi ol”maya çağırır insanları.

11. Bu vesileyle, Kur’ân’ın “kötüler”den söz ederken de, “kötüler”in kötülükleriyle meşgul olmaya değil, kötüler karşısında da iyi olmaya, kötülüklerden uzak durmaya çağırdığını hatırlamak gerek. Örneğin, Musa ve Harun Aleyhimüsselâm’ı “azgın” Firavun karşısında “yumuşak sözlü” olmaya çağırırken, kendi elçilerine sorumluluk yükler. Firavun üzerinden Mûsa’ca (as) duruşu öğretir bize.

Bu durumda, Elçi’lerin izinden yürüdüğünü söyleyen “bizler”i de Firavun’un nasıl bir adam olduğu değil Firavun karşısında nasıl bir adam olunacağı ilgilendirir. Mevlana’nın hatırlatmasıyla, başkası şarap içmiş olabilir ama bizim sarhoşa sarhoşça davranmayacak bir ayıklık içinde olmamız gerekir. Yoksa şarabı başkası içer, biz sarhoş oluruz; değil mi?

12. Haddimi biliyorum. Yazdıklarımda hata olabileceğini kabul ediyorum.
Eksik anlatmış, yanlış anlaşılacak şekilde yazmış olabilirim ama yerleşik sloganların düşünce yerine koyulmasına da karşıyım. Haddimi bildirmeye kalkanların da haddini bilmiş olmasını diliyorum.
Bunları İslam’dan ayrıcalık elde etmiş biri olarak değil, İslam’a teslimiyet borcumu ödemek niyetiyle yazıyorum. Bu hatırlatmaları, Kur’ân’ı taraftarım eylemek için değil, Kur’ân’a talebe olmak için yapıyorum.

Senai Demirci

Kuran’ı Kerim’deki Kıssalar Bize Ne Anlatmak İstiyor?

“Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır. Bu Kur’ân ise uydurulabilecek bir söz değildir. O kendisinden öncekileri doğrular ve herşeyi iyice açıklar; iman eden bir topluluk için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Yusuf Sûresi, 12:111)

Kıssalar, Kur’ân-ı Kerimin bahisleri içinde çok önemli bir yer tutar. Hattâ Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını, adeta herbir kıssada Kur’ân’ın özünü bulmanın mümkün olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için, herşeyden önce, Kur’ân kıssalarının tümüyle gerçek olduğunu ve içlerinde hiçbir hayale, hurafeye yer vermediğini dikkate almak gerekir. Yüce Kitabımızın geçmiş kavimlerden bize naklettiği hadiseler, yaşanan hayattan alınmış ibret levhalarıdır. Bunlar tarihin bir döneminde, belirli bir toplumda olup bitmiş vak’alar gibi görünse de, gerçekte, devam eden ve yaşanmakta olan bir hakikatin kesitleridir. O gün belirli bir toplumda, falan veya filan kahramanların oynadığı rolleri bugün burada biz oynarız, yarın başka yerde daha başkaları.

Şairin dediği gibi, “Vak’a hergün tebdil-i kıyafetle gelir.” Kıyafet ne kadar değişse de, yaşanan vak’alar, değişmez hakikatleri tekrar tekrar canlandırmaya devam eder.

Kur’ân’ın kıssalarından yararlanmak için gerekli olan şey, tıpkı Kur’ân’ın bütününe yönelirken olduğu gibi, onlara “ibret” gözüyle bakabilmektir. Nitekim Kur’ân da kıssaların bu özelliğini vurguluyor ve onlarda “akıl sahipleri için ibretler bulunduğunu” belirtiyor.

Kur’ân’ın bu vurgusu üzerinde ne kadar duracak olsak, onun önemini abartmış olmayız. Çünkü kıssaların merak çekici yönleri pek çoktur. Eğer insan ibret gözüyle bakmaz da onlarda neyi aradığını bilmeden kıssalara yaklaşırsa, kendisini asıl anlamdan çok uzak yerlerde bulabilir. Meraklar, gereksiz ayrıntılara saplanır; hurafelere kapı açılır; baştan sona hakikatten ibaret olan gerçek kıssalar, gönül eğlendirici efsanelere dönüşür. Nitekim Tevrat ve İncil’deki kıssaların başına gelen şey aynen bundan ibarettir.

Ne yazık ki, eski kitaplara karışan hayaller ve iftiralar, zamanla Müslümanların kültürüne de sızmış, onları Kur’ân kıssalarındaki ibretleri bulup çıkarmaktan alıkoymuştur. “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi ipe sapa gelmez sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi palavralarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Oysa Kur’ân kıssalarından herbiri, önümüze ibret levhaları koymakta, bizi önemli sorular karşısında bırakmakta ve son derece ciddî bir muhasebeye sevk etmektedir.

Kur’ân kıssaları, yerin dibine geçen veya bir sayha ile olduğu yerde çöküp kalan yahut bir taş yağmuru altında yok olan kavimlerden haber verir. Peki, bu kavimler niçin helâk olmuşlardı? Öğüt verenlere karşı onların tavırları ne olmuştu? Onlardaki bozulmalar ile bugün bizim toplumlarımızdaki bozulmalar arasında paralellikler var mı? O vak’aları zamanımıza taşıdığımızda kahramanların yerine kimleri koyabiliyoruz? Daha da önemlisi, kendimizi bu kahramanlardan hangisinin yerine koyabiliyoruz?

Kur’ân’daki kıssalardan hangisini önümüze alıp da bunlar gibi soruları peş peşe sıralayacak olsak, ondan çıkarılacak nice ibretler buluruz. Nitekim Kur’ân da dikkatimizi kıssaların bu özelliğine yöneltiyor ve “Onlarda ibretler var” diyor—tabii gerçekten “akıl sahipleri” isek!

Kur’ân’ın “O kendisinden öncekileri doğrular” ifadesi de dikkat çekicidir. Daha önceki kitaplarda yer alan bilgilerin sahih olan kısmı Kur’ân’da doğrulanmış, beşer elinden bu kıssalara bulaşmış olan asılsız hikâyeler ise ayıklanmıştır. Onun için, Kur’ân’da yer alan kıssaların ayrıntıları için eski kitaplara başvurmak ve Kur’ân’ın ayıkladığı şeyleri tekrar oradan bulup çıkarmak doğru değildir. Doğru olan şey, önceki kitapları Kur’ân’ın tasdikine sunmak ve ancak onun tarafından doğrulanmış olan şeye yönelmektir.

Yine Kur’ân’ın tanımlamaları arasında geçen “Bu uydurulabilecek bir söz değildir” ifadesi, bize bu konuda büyük bir özgüven aşılıyor. Önceki kitaplara karışan beşer eli, o kıssaların arasına, Allah’a noksan sıfatlar yakıştırmaya ve peygamberlere iftira atmaya kadar işi vardırmış ve onları okuyanları neye inanacaklarını bilemez hale getirmişti.

Kur’ân’da yer alan kıssalar ise baştan sona hakikatlerden ibarettir. Üstelik onlarda gerekli olan “herşeyin ayrıntısı” vardır. Gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Bundan ötesine göz dikmek akıl sahiplerine yaraşacak bir iş değildir.

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com

Peygamberimizin Tevrat’taki vasıfları

Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (ra)’a rastladım ve: “Resulullah (sav)’ın Tevrat’ta zikredilen vasıflarını bana söyle” dedim.

Bunun üzerine hemen: “Pekala dedi ve devam etti: Allah’a yemin olsun! O, Kur’an’da geçen bazı sıfatlarıyla Tevrat’ta da mevsuftur (ve şöyle denmiştir):

“Ey Peygamber, biz seni insanlara şahid, müjdeleyici ve korkutucu (Ahzab 45) ve ümmiler için de koruyucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve elçimsin. Ben seni mütevekkil diye tesmiye ettim(isimlendirdim). O, ne katı kalpli, ne de kaba biri değildir. Çarşı pazarda rastgele bağırıp çağırmaz. Kötülüğü kötülükle kaldırmaz, bilakis affeder, bağışlar. Allah, bozulmuş dini onunla tam olarak ikame etmeden onunla kör gözleri, sağır kulakları, paslanmış kalpleri açmadan onun ruhunu kabzetmez.”

Hadis No: 5558-Buhari