Etiket arşivi: Toplum

Medeniyet-i Fazıla Nasıl İnşa Edilir?

Her toplumun ve hizmet hareketinin esaslarında, düsturlarında kaymalar söz konusu olabilir. Hakka hizmet etmek iddiasında olan insanlar İslamiyeti dinimizin menbaları olan Kitabullah ve Sünnet-i seniyyeden sağlam bir şekilde ders alarak toplumu bu esaslarla tahkim ve teçhiz edilmelidir.

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”[1]

Burada dikkat çeken birçok şey var. Ama bu yazıda dikkat çekmek istediğim “ef’alimizle izhar” etmek üzerine olacaktır. Çünkü “Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.. tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl veamel ortasında uzun bir mesafe açıldı…”[2]

Vefa, insan âleminde adem çukuruna çekilince vefasızlık ortalığı boş bulup her alanda kendini göstermeye ve ipleri eline alıp her şeyi dizginlemeye çalışmaya ve adeta buralar benden sorulur gibi bir eda ile külhan beyi olmaya çalışmaya başladı. Neticede hainlik, merhametsizlik, haksızlık, zulüm, hile hurda, üçkâğıtçılık tabelaları da etrafta görünmeye başladı.

Tabikî burada şunu da görmemiz çok ve çok elzemdir ki, vicdanımızla muhasebe ettiğimizde hangi şeylere vefasızlık ettik ki, başımıza gelen merhametsizlik, hainlik, haksızlıklar ve zulümler oldu.

Müslümanlar olarak, kitap ve sünnetten ayrıldık ki kader-i İlahi vefasızlıkla bizi imtihan ediyor. Çünkü esasatımızdan inhiraflar zikzaklarımız var. Medeniyet fantezileri dünyanın cazibesi farkında olsak da olmasak da insanları hallaç pamuğu gibi yaptı.

Vefa; tesis edilmiş olan sevgiyi sürdürme, yeni sevgi ve dostluk bağlılığı kurmak gibi anlamlarına gelmektedir. En büyük vefa ise ezelde bezm-i elestte Rabbimize verdiğimiz söze ve misaka yemine bağlılıktır. Yani fıtratımıza geri dönmektir.

“Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min i’lâ-i Kelimetullah ile mükelleftir.”[3]

Bir ayette Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“…Bana verdiğiniz sözde durunuz ki, size verdiğim sözde durayım…”[4]

Yapılan akitlere verilen sözlere bağlılığın bulunmadığı toplumlar daima güvensizlik ortamında nefes alır verir ve daima içinde bir acabalar olur.

(Kavl) Söz ve amel ortasındaki uzun mesafelerin olması da vefanın toplumdan kalkması sebebiyledir. Ahlaki davranışın zirvesi ve temeli üzerinde “vefa” yazılı olan anahtarda saklıdır.

Sözlerin ve amellerin arasında tersliklerin olduğu bir toplumda vefadan söz edilemeyeceği de su götürmez bir hakikattir.

“Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.”: Vefa yokluk çukurunu inzivagah olarak tercih edince,

“Tûfan-ı gadir feverana başladı.”: Hainlik, merhametsizlik, haksızlık ve zulmün her türlüsü feveran etmeye başlıyor.

“Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı.”: Söz–fiil tutarsızlığı oldu.

Risale-i Nur hizmetiyle insanlıktan vefasızlığı silmek ve vefayı o inzivagahtan çıkarıp insanları iman, İslam hamuruyla mezcetmeyi şiar edinmekteyiz. Bu hizmetimizin semeresini hemen beklemek elbetteki acelecilik olacaktır. Çünkü bir ağaçtan bir milyon kibrit çıkar fakat bir kibrit bir milyn ağaçtan daha fazlasını yakabilir.

Bu sebeple Tahrib, tamirden pek çok defa eshel…”[5] olduğunu unutmayarak daima ve daima tamir ve ıslah hizmetlerini sabır ve itina içinde yaparak esastan taviz vermeden ruh-u asliyi rencide etmeden hareket etmemiz elzemdir. Tamir, tahripten her zaman zor ve müşkülatlı olduğunu unutmamalıyız. Zamana zemine yayılan bu hizmetimizde azami dikkat etmeliyiz.

Risale-i Nurla hem hal olup latifelerimize sindirip kavl ve amelimizde rehber etmeliyiz. Kavl ve amelimizi işlerimize, hayatımıza tecelli ettirerek “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”[6] Sözünü hayatımla gösterip “işte bir Müslüman!” sözünü her şeyimizle göstermeliyiz.

Bunun neticesinde Risale-i Nur ile baş başa kalmasıyla aradığı şuuru bulur ve artık o, okuduğunu yaşayan bir Nur Talebesi olur, şuurlu bir mü’min olarak Allah’ın emirlerini Resulünün sünnetlerini huşû ile tatbik eder. Zaten maksad da budur. Böyle ki, toplumda Rasulü Ekrem (asv)’ın bir varisi, vekili olacaktır.

Risale-i Nur sohbetlerinin en dikkat çeken vasıflarının başında ihlâs, uhuvvet ve samimiyet gelmektedir. Risale-i Nur dersleri ruha, kalbe, akla kapı açar, iradeyi bloke etmez.

Vefayı toplumda hükümferma etmek ve kavl ile amelin arasını kapatıp medeniyet-i fazıla inşa edilebilir.

Selam ve dua ile.

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Tarihçe-i Hayat (90)
[2] Muhakemat (96)
[3] Tarihçe-i Hayat (59)
[4] Bakara, (2/40)
[5] Sözler (168)
[6] Tarihçe-i Hayat (16)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Toplumsal Tehditlerin Temeli

Ahlâk bozulması, insan ve toplum için bir tehdittir.

Ahlâk, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, toplumsal değerlerin tamamına verilen bir isimdir. Toplumun sağlıklı bir şekilde işlemesi için ahlâkî değerlere ve etik kurallara sıkı sıkıya bağlı olunması gerekmektedir. Her toplumun ahlâk kuralları değişkenlik gösterebilir lakin dünya genelinde ortak bir ahlâk tabiri var. Ancak, günümüzde dünya genelinde ahlak bozulması giderek artan bir sorun haline gelmiştir. Bu da toplumsal yozlaşma ve erozyonları beraberinde getirmektedir.

Ahlâkî değerlere saygı gösterilmemesi, toplumun huzurunu ve uyumunu tehdit etmektedir günümüzde. Ahlâk yoksunu insanların hiçbir toplumda yeri olmadığını ve sevilmediklerini de belirtmemiz lazım.

İnsan, fıtrî, ahlâkî değerlere sahip bir varlıktır. Zaten İslam toplumu fıtrat toplumudur. Fıtrata uygun olmayan şeyleri reddeder.

Ahlâkî davranışlar, insanın toplum içinde kabul görmesini ve diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlar. Yani ahlâk her insanın toplumsal vazifesidir. Ahlâkî olmayan davranışlar ise toplumsal çatışmalara, güvensizliğe ve hoşgörüsüzlüğe sebep olur. Bunun neticesinde ötekileştirmeler, yaftalar, üstten bakmalar toplumda yayılmaya başlamasıyla adeta ahlâk hicrete başlar.

Ahlâkî değerlere olan bağlılık, fertlerin vicdani sorumluklarının farkında olup, toplumun refahı için çalışmalarını sağlar. Bu cihetle ahlâk vicdanı ihtizaza getiren, uyandıran erdemler bütünüdür.

Ahlâk bozulması, bireyin kişisel çıkarlarını toplumun çıkarlarının üzerine koymasıyla ortaya çıkar. Örneğin, dürüstlük, saygı ve adâlete dayalı ahlâkî kuralları ihlal etmek, insanın kısa vadeli çıkarlarına hizmet edebilirken, uzun vadede toplumda güvensizlik ve haksızlık ortamı oluşumuna yol açabilir. Bu dolaylı olarak insanın başına sıkması gibi bir intihar eylemidir.

Ahlâksızlık, insanların birbirlerine olan güvenini zedeleyerek, insanlar arasındaki ilişkileri zayıflatır ve toplumun birlik ve beraberliğini sarsar. İnsanlar beraberken bile tam manasıyla bir ve beraber olamamalarını netice verir. Günümüzdeki “Toplumsal Yalnızlık” ahlâksızlığın meyvesidir. Toplumun ahlâkî bozulmadan etkilenmemesi neredeyse imkânsızdır. Zamanın hızı, konfor ve zevk düşkünlüğü de bu bozulmayı hızlandırır. Çünkü hız ve haz asrına dönüş durumda zaman.

Ahlâkî değerlerin önemsenmediği bir toplumda hoşgörü, hürmet ve sorumluluk kavramları geri plana itilirken, bencillik, kıskançlık ve hırs gibi olumsuz duygular öne çıkar. Bu durum, insanların birbirlerini istismar etmesine, haksız kazanç elde etmesine ve başkalarının haklarını ihlal etmesine ve toplumsal güvensizliğe zemin hazırlar.

Ahlâk bozulmasıyla mücadele etmek, toplumun birlik ve beraberliğini korumanın temel yoludur. Bu cihetle herkes ahlâk kurallarını pekiştirmek, geliştirmek ve daha üst seviyeye çıkartmakla mesul ve mükelleftir. Ahlâkî eğitim: ailede başlar. Eğitim ve öğretim süreciyle gelişir. İnsanların ahlaki prensiplere vakıf olmasını sağlar ve etik değerlere dayalı davranışların teşvik edilmesini sağlar.

“O derece ahlâk bozulmuş ve metânet ve sadâkât kaybolmuş ki, ondan belki yirmiden birisine îtimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, fevkalâde sebât ve metânet ve sadâkât ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.”[1]

Toplumun liderleri, ahlâkî değerleri benimseyen ve uygulayan rol modeller olmalıdır. Ayrıca, hukuk sisteminin ahlâkî değerlere uygun olarak düzenlenmesi ve ahlâkî ihlallerin gereken cezalarla karşılanması önemlidir.

Sonuç olarak, ahlâk bozulması insan ve toplum için ciddi bir tehdittir. Ahlâk değerlerine uygun davranışlar göstermeyen insanlar, toplumun huzur ve düzenini tehlikeye atar.

Ahlâkî değerlere saygı duyarak, insanlar arasındaki ilişkileri güçlendirebilir, toplumda hoşgörü ve dayanışmayı sağlayabiliriz. Unutmayalım ki, ahlâk bozulması toplumun geleceğini olumsuz etkiler ve ileriye dönük bir sorun olarak kabul edilmelidir. Bugün belki biz etkilenmeyebiliriz ama bizden sonraki toplum ve nesil kesinlikle etkilenecektir. Bu sebeple ahlâkî görevleri korumakla herkes mükelleftir.

Peki ahlâk nasıl düzelir dersek bunun cevabı:

“Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teali eder.”[2]

Bir atasözü ile bitirmek istiyorum yazımı. “Dedesi limon yer, torununun dişi kamaşır.”

Ne mutlu ahlâkî erdemlere sahip olanlara.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Tarihçe-i Hayat (291)
[2]Divan-ı Harb-i Örfi (52)

FERT, AİLE VE TOPLUMDA BİR İNKILAP : NAMAZ

Namaz, küllî ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Küllî ve umumî bir şükrün mükafatı olarak da Cenâb-ı Hak, kemal-i kereminden cennetini kullarına ihsan ediyor. “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı ise abdesttir.” (1) hadîs-i serîfi de bu noktaya bakmaktadır.

اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدّ۪ينِ şeklinde yaygın olarak bilinen hadîs-i şerifte ise meâlen Fahr-i Âlem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz “Namaz dinin direğidir.” (2) buyurarak, namazın ehemmiyetine işaret etmiştir.

Namaz, İslâm dininde bir kıstas hükmündedir. Dinin sağlamlığı konusunda namaz bir ölçü ve mizandır. “Namaz kılmayanın dini sağlam değildir. Dinde namazın yeri, vücutta başın yeri gibidir.” (3) hadîs-i şerîfi konumuza bakmaktadır. Başsız vücut düşünülemeyeceği gibi, namazsız bir dinî yaşayış da düşünelemez.

Namazın bir boyutu da vardır ki mânen yükselme, urûc etme gibi anlamlara gelen “mi’rac” kelimesi ile de tavsif edilmiştir, yani vasıflandırılmıştır. “Namaz, mü’minin mi’racıdır” (4) şeklindeki rivâyet bu hakikate bakmaktadır. “Bir nevi mi’rac hükmünde olan namaz” (5) diyerek de Bediüzzaman, bu rivâyete atıf yapmaktadır.

Şimdi de İslâm dininin üzerinde hassasiyetle durduğu namazın; fert, aile ve toplum üzerindeki maddî ve mânevî faydaları üzerinde duralım.

Namazın Fert Üzerindeki Faydaları

Cenâb-ı Hak, “yüzer âyât-ı Kur’âniyede Müslümanlar için en büyük hakikat, îmândan sonra namaz olduğunu mükerreren emrediyor.” (6) Yani; “İslâmiyet’te îmândan sonra en yüksek hakikat namazdır.” (7) Elbette ki, böyle yüksek bir hakikat olan namazın; fert üzerinde faydaları vardır.

Cenâb-ı Allah, kendisinden nasıl yardım talep edilmesini meâlen şöyle belirtmiştir; “Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile (Allah’dan) yardım isteyin! Muhakkak ki Allah, sabredenlerle berâberdir.” (8) İnsan fıtraten aciz ve zayıf yaratılmıştır. Ve İlâhî bir kudrete istinad edip dayanmak ve O’na güvenmek fıtratında yani yaratılışında vardır. O insana mânevî bir kuvvet ise ancak her şeye kuvveti yeten bir Ezelî Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur. Yani namaz, mânevî kuvvet vermesi ile o insana mânen fayda sağlamaktadır.

Bahsi geçen âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde şunlar belirtilmektedir; “Âyette hangi konuda sabırlı olmak gerektiği belirtilmemiştir. Bu sebeple ibadetleri yerine getirmek, haramlardan kaçınmak, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnmek, musibet ve acılara katlanmak gibi dayanıklılığı gerektiren her durumda sabretmek bu buyruğun kapsamına girer. Bunun yanında, kıble değişikliğinden sonra vuku bulan olaylar dikkate alındığında, burada özellikle İslâm’ın varlığına son verme kararında olan düşmanlara karşı verilecek mücadelelerde sabır ve metanet göstermenin kastedildiği de anlaşılmaktadır. Nitekim kıble değişikliğinden yaklaşık iki ay sonra Bedir Gazvesi vuku bulmuş, sonraki dönemlerde de müşriklere ve diğer gayri müslim unsurlara karşı silâhlı mücadeleler devam etmiştir. 153 ve devamındaki âyetler bir bakıma, müslümanları böyle bir sıkıntılı döneme hazırlıyor; bu dönemlerde sabır ve sebat göstererek, Allah’ın divanına durup namaz kılarak O’ndan yardım dilemelerini istiyor; Allah’ın sabredenlerin yanında olduğu müjdesini veriyor. Sabır, insanın bir amaç için ortaya koyduğu özverinin, kararlılığın, güçlü azim ve iradenin ürünüdür; dolayısıyla sabır, insanın kendi benliğiyle ilgili tavrıdır. Namaz ise onun bedeni, dili ve kalbiyle kısaca bütün varlığıyla Allah’a yönelmesi halidir; şu halde namaz da müminin Allah ile ilgili tutumudur. Böylece sabırla benliğini güçlendiren, namazla da Allah ile birliktelik kuran insan, başarının psikolojik şartlarını tamamlamış olur.” (9) Buradan da anlaşıldığı üzere insanın ibadetleri yapması, hususen namaz kılması; haramlardan kaçınma iradesi, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnme gayreti, musibet ve acılara tahammül etme iktidarını da sağlamaktadır.

Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’de namaz için “Allah’ı anma” ifadesi de yer almaktadır. Yani namaz, zikrin bir çeşididir. Onun içindir ki âyet-i celîlede “Şübhe yok ki ben, (evet) ancak ben Allah’ım; benden başka ilâh yoktur; öyle ise bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl!” (10) buyurulmaktadır. Bir diğer âyet-i kerimede ise meâlen “Onlar, îmân edenler ve kalbleri
Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (11) buyurulur. Bu iki âyet-i kerîmeyi beraber düşününce namazın bir diğer faydası da, kalpleri mutmain ettiğidir. Mutmain etmek; yani yatıştırmak, tam bir kanaatle inanmak, kalbini ferahlandırmaktadır.

Namaz kılmakta insana herhangi bir meşakkat de bulunmamaktadır. Aksine “namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.” (12) Namaz; ruha, kalbe, akla büyük bir rahatlık verir. Aynı zamanda namaz sayesinde insanın diğer haram olmayan gündelik işlerini yapması ona, ibadet sevabını vermektedir. Bu şekilde bütün ömür sermayesini âhirete mal ederek, fâni örünü bir yönüyle ebedîleştirir. Namazın mânevî faydalarının yanında maddî faydaları da vardır. Konuyla ilgili bir âyet-i kerîme meâlen şöyle buyurulur; “(Ey Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla edâ et! Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.” (13) Namazın çirkin işlerden ve kötülüklerden insanı alıkoyması buna misaldir. Fert bazında kişiyi kötülüklerden de muhafazayı sağlayan yine namazdır. “Muhakkak ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli (bir farz) olarak yazılıdır.” (14) şeklinde meâl verilen âyet-i celîlenin tefsirine dair Bediüzzaman Sözler eserinde şunları belirtmiştir;
“Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.” (15) Namazın belli vakitlerde farz kılınması ve bu farzı îfa ederken, ruh mânen teneffüs etmekte yani nefes almaktadır. Ruha nefes aldıran bir ibadet elbetteki faydasız değildir ve olamaz!

Namazın her gün her gün beşer defa kılınmasından dolayı usanç verdiğini söyleyen ve yaş olarak, bedenen ve rütbe itibariyle büyük bir adamın sözü ve o söze Üstâd Bediüzzaman Hazretleri tarafından verilen cevaplar da mânevî faydaları içerisinde değerlendirilebilir; «Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım o zat o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil beş ikazı benden işit.» (16) Burada geçen beş ikazdan iki tanesini misal olarak verebiliriz. Şöyle ki;
“BİRİNCİ İKAZ Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki ömrün azdır hem faydasız gidiyor. Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.” (17) Burada da namazın insanı, ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olduğu belirtilmiştir. Çünkü o namaz ki insanın hayat-ı ebediyesinin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmettir. Bunlar insanın mânen ve ruhen faydasına olan şeylerdendir.

“İKİNCİ İKAZ Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.
Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pür-sevda bir kalbin kut ve kuvveti, her şeye kàdir bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
Evet, şu fâni dünyada kemal-i süratle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise her şeye bedel bir Mabud-u Bâki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.
Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir zatın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.” (18) Burada da insanın namaz vasıtasıyla şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde ancak namazın penceresiyle nefes alabileceği belirtilmiştir. Namaz ruhun penceresi vazifesini görmektedir.

İbn-i Mes’ud Radıyallâḥu Anh’tan rivâyet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’e: “Amellerin/ibadetlerin en faziletlisi hangisidir?” diye sordu.
Rasûlullah (asm) Efendimiz: “Vaktinde kılınan namazdır.” buyurdu. (19) Bu hadîs-i şerîften anlaşılacağı üzere “vaktinde kılınan namaz” vesilesi ile kişi “en faziletli ameli” yapmış ve sevabına nail olmuş olacaktır. Bu da namazın kişiye sağladığı bir diğer mânevî faydasıdır.

Muaz bin Cebel (ra) anlatıyor: Rasûlullah (asm) ile birlikte bir yolculukta idim. O şöyle buyurdu:
“Dinin başı İslâm (kelime-i şehadet getirerek Allâh’a teslim olmak), direği ise namazdır.” (20) Demek ki namazını kılan kimse din çadırının direğini kurmuş demektir.

Nitekim bir diğer rivâyette ise Abdullah bin Mes’ud (ra) tarafından nakledildiğine göre, Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu:
“(Kıyamet gününde) kulun ilk önce hesaba çekileceği şey, namazdır.” (21) Bu mânâyı da içinde barındıran bir diğer hadîs-i şerîf ise şudur;
Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:
“(Kıyamet günü) kulun ilk hesaba çekileceği şey, namazıdır. Eğer bunu tam olarak yapmışsa (ne âlâ!) Ama (farz namazları tamam) değilse, Allah Teâlâ: «Kulumun nâfilelerine bakın!» buyurur. Eğer nâfile namazı bulunursa, «Onunla farz namazları tamamlayın.» buyurur.” (22) Namazı kılan kişi hesaba çekileceği ilk şeyi ifa etmiş oluyor ki; bu da onun mânevî kazançlarındandır.

Namazın Aile Üzerindeki Faydaları

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Azîm’de meâlen; “(Ey Resûlüm!) Âilene namazı emret, (kendin de) ona sabırla devâm et! Senden rızık istemiyoruz. (Bil’akis) seni biz rızıklandırıyoruz. (Güzel) âkıbet, takvâ (sâhibleri) içindir.” (23) buyuruyor. Namazı kendimiz kıldığımız gibi, ailemize namazı emretmemiz bize emredilmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede Rabbimiz (cc) şöyle buyurmaktadır; “Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun!” (24) Namaz demek ki sadece şahsî olarak yapıldıktan sonra bir mes’uliyeti olmayan bir ibadet değil; aynı zamanda aile halkına da emretmemiz gereken bir ibadettir.

Unutmamak gerekir ki; “her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir.” (25) Bu “küçük cennetimizi” mânen huzur ile doldurmaya vesile olabiliriz. Bu vesileler ise başta namaz olarak diğer ibadetleri ailece îfa etmek ile olur.

“Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem’iyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassungâh ise aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır.” (26) Aile hayatı “dünyevî saadet için bir cennet” olmasının yanında “bir melce” yani sığınak ve “bir tahassungâh” yani sağlam korunulacak yerdir. Aile hayatında namazı bir rükün haline getirmek; bütün aile bireylerini ruhen ve mânen ferahlandırır.

Cemaatle namazın faziletine dair şu hadîs-i şerîf aile ile de cemaat yapıp namaz kılmaya teşvik mahiyetindedir; “Kişinin bir başka kişi ile birlikte kıldığı namaz, tek başına kıldığı namazdan, iki kişi ile birlikte kıldığı namaz bir kişi ile birlikte kıldığı namazdan daha sevaptır. Cemaat ne kadar çok olursa bu namaz Allah’a o nispette sevimlidir.” (27)

Resulullah’a (asm) ‘namazın çocuğa ne zaman emredileceği’ sorulmuştu: “Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin” buyurdu.” (28) Bu hadîs-i şerîfte anne babalara düşen bir vazifeyi belirtmektedir. Toplumun en küçük yapı taşı olan ailede dinî eğitimini alan bir çocuk, topluma da faydalı olacaktır. Aileler toplumu oluşturur, çünkü “memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.” (29) Aile içinde cemaatle namaz kılınması ve çocuğa da namaz öğretilmesi; hem o aileyi hem de çocukları mânen yetiştirir ve dinî hayatlarına olumlu etkiler yapar.

Şu âyet-i kerîmede ise çocuklarımıza nasıl öğüt vermemeiz bize misalen gösterilmiştir;
«Kendine câhilce kötülük edenden başka kim İbrâhim’in inanç sistemini [*âyet-i kerimenin Arapçasında “milleti ibrâhîme” şeklinde geçmektedir. “İbrahim’in dinini” diye de meâl verilmiştir.] reddeder? Oysa biz, gerçekten onu dünyada seçkin kıldık; şüphesiz ki o, âhirette de iyiler arasında yer alacaktır. Çünkü rabbi ona, “Bana teslim ol” buyurmuş; o da,
“Âlemlerin rabbine teslim oldum” demişti. İbrâhim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Ya‘kub da. “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” (dediler).» (30) Ya’kub (as) nasıl ki oğullarına “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” demiş ise bizlerin de dil ile bunu söylememiz gerektiği gibi; halimiz ve fiillerimiz ile de bunu göstermeliyiz.

Namazın Toplum Üzerindeki Faydaları

Namazın toplumsal faydalarından bir kaçına değineceğiz.

Namazın fert üzerindeki faydalarına da misal verdiğimiz; “(Ey Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla edâ et! Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.” (31) şu âyet-i kerîme, aynı zamanda toplumsal bir faydayı da beraberinde getirmektedir. Günah olan şeyler aynı zamanda suç olan şeylerdir. Suç oranının düşmesi toplumun da, devletin de faydasına olur. Namaz; hem mânen refah, huzur ve sürûr kalplere verirken aynı zamanda da suç oranlarının düşmesini sağlayıp maddî olarak da fayda sağlamaktadır.

Mâun Sûresi’nde ise meâlen şöyle buyurulur; “Artık vay o namaz kılanların hâline! Ki onlar, namazlarından gaflet edenlerdir (ona ehemmiyet vermezler)! Onlar ki, riyâkârlık (gösteriş için ibâdet) ederler! Ve mâûn’u (zekâtı) men‘ ederler!” (32) فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ şeklinde geçen âyet-i kerîmeye şu şekilde mânâlar da vermişlerdir;
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki…” (33)
“Fakat veyl o namaz kılanlara ki…” (34)
“İşte (bu vasıflarla beraber) namaz kılan (münafık) ların vay haaline ki…” (35)
Aynı zamanda âyet-i kerimede geçen “veyl” kelimesinin diğer anlamları ise şunlardır; “Cehennem’de bir çukurun ismi veya Cehennem’in bir kapısının ismi.” (36)

Aynı zamanda âyet-i kerimede geçen “(Maûn) zekât, sadaka, itâat, ihtiyaç maddeleri ma‘nâlarını taşır.” (37)

Mâun Sûresi’nde geçen bu âyet-i kerîmelerden hareketle namazın hakkını veren kişilerin; zekâtını, sadakasını veren ve ibadetini sırf Allah rızası için riyasız yapan kimseler olması gerekmektedir. Zekât bilindiği üzere toplumsal dayanışma ve yardımlaşma konusunda köprü vazifesi görmektedir. Bu konuya işaret olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz şöyle buyururlar; “Namaz dinin direği, zekât da köprüsüdür.” (38) Bir diğer hadîs-i şerîflerinde ise “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (39) buyuruyorlar. Namaz ve zekât ile ilgili bu hadîsleri Bediüzzaman, şu şekilde değerlendirir; “Namaz عِمَادُ الدّ۪ينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslâm’ın kantarası yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.” (40) Bu sebeplere mebnidir ki, Cenâb-ı Allah da Kur’ân-ı Hakîm’de İslâm dinin bu iki esasını art arda zikretmiştir. “Namazı hakkıyla edin, zekâtı verin ve peygambere itâat edin ki merhamet olunasınız!” (41) Buradan çıkan sonuca göre de, namaz kılan kişi toplumsal bir köprü vazifesi gören zekâtı edâ ederek; toplum içinde dayanışma ve yardımlaşma bilincini arttırmaktadır. Bu durum da namazın hem maddî hem de mânevî faydaları arasında zikredilebilir.

Mâun Sûresi’ndeki iligili âyet-i kerîmelerin tefsiri sadedinde şunlar söylenmiştir, “Burada namaz kılmalarına rağmen kınananların olumsuz tutumlarına üç örnek sıralanmıştır: a) Namazlarının özünden uzak olmaları, b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları, c) Hayra engel olmaları. “(Namazlarının) özünden uzaktırlar” diye çevirdiğimiz sâhûn kelimesinin sözlük anlamı “unutanlar” olup bu bağlamda, “namazlarını vaktinde kılmayanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Taberî, bizim de meâlde esas aldığımız yorumunda sâhûn kelimesini, “namazı ciddiye almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler” şeklinde anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde kılınmaması veya büsbütün terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir (XXX, 312). Bir kimsenin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. Âyette riyâ kavramıyla ifade edilen “halka gösteriş yapma” eğilimidir. Riyâ, özellikle dinî davranışlarla ilgili bir terim olup “bir kimsenin, kendisinde bulunmayan dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen yaptıklarıyla –iyiliğin din ve ahlâktaki karşılığından öte– maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması” anlamına gelir. İşte âyette bu tutum eleştirilmektedir.

“Hayır” diye çevirdiğimiz son âyetteki mâûn kelimesini Taberî, “insanın yararına olan her şey” şeklinde tanımlar ve kelimenin âyetteki anlamının “zekât, farz olan sadaka, diğer malî yükümlülükler, insanların kendi aralarında birbirine yararlandırmadıkları nimetler, hak, ödünç, mal” gibi anlamlara geldiğine dair görüşler naklettikten sonra kendisi mâûn kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır, nimetlerin paylaşılması gibi anlamları kuşatan genel bir ifade olduğunu belirtir (XXX, 313-320). Bu sebeple biz de meâlde mâûnu geniş bir kavram olan “hayır” kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk.

Sûrede dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartları da vazgeçilmez olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla birlikte niyet, ihlâs, huşû, takvâ gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Kur’an’a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansımasıdır (meselâ bk. Fâtiha 1/5; Âl-i İmrân3/64).
Bunu Hz. Peygamber, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde belirtmiştir (Buhârî, “Îmân”, 37). İşte 4-6. Âyetlerde, “Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar” meâlindeki eleştiriyle verilmek istenen mesaj budur.

Sûrede dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah’a gönülden ibadet etmekle yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vurgulanmış olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşıyan insan hem Allah’a hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam bir ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına, bireyselliği aşarak toplumsal ve kurumsal bir yapı kazanmasına katkıda bulunan insandır. İslâm’ın hâkim kılmak istediği gerçek ahlâk ve üstün insanlık işte budur.” (42)

Abdullah bin Ömer’den (r.anhüma) rivâyet edildiğine göre, Resûl-i Kibriya (asm);
“Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha faziletlidir.” buyurmuştur. (43) Cemaatle namaz kılmanın faziletine dair bu ve benzeri hadîs-i şerîfler toplumsal dayanışma ve uhuvvet yani kardeşlik ruhunu pekiştirmektedir.

Bu hadîs-i şerîfe bir şerh mahiyetinde Bediüzzaman şöyle demiştir; “Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.” (44) İslâm dininde ibadetleri cemaat halinde yapmak, her zaman için daha faziletli ve daha güzel kabul edilmiştir.

Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Fahr-i Kâinat (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse câmiye gitme niyetiyle evinden çıktığında, attığı (her) bir adımla kendisine bir sevap yazılır, diğer adımıyla bir günahı silinir.” (45) Bu hadîs-i şerîfte de Müslümanların bir araya gelip cemaatle kılmalarının yanı sıra camiye giderken attığı her adıma sevap verildiği ifade edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfler teşvik bakımından mühimdir.

Resûl-i Sakkaleyn yani hem cinlerin hem de insanların Resûlü (asm), bir gün Ebu’d-Derdâ’ya (ra); bir yerde üç kişi bulunduğu hâlde cemaatle namaz kılmazlarsa, şeytanın onları kuşatıp yeneceğini söylemiş, ardından da şöyle buyurmuştur:
“Cemaate devam et. Çünkü kurt, sürüden ayrılanı yer!..” (46) Müslümanların topluluk halinde, birlik ve beraberlik içinde olması ve cemaat halinde bulunmalarına dikkat çeken bu hadîs, mühim bir hadîs-i şerîftir. Namaz konusunda cemaatle kılmaları onları şeytanın yenemeyeceğine de bir işarettir.

Mü’min ve Müslümanların cemaat olmaları ve birlik olmaları ile ilgili hadîsleri izah mahiyetinde Bediüzzaman şöyle demiştir; “Zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.” (47)

Bir başka hadîs-i şerîflerinde Habibullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:“Eğer (insanlar) yatsı ve sabah namazlarındaki fazileti bilselerdi, sürünerek de olsa o ikisini cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (48) Burada da cemaatle namaza dikkat çekilmiştir.

Yatsı ve sabah namazının faziletine dair ise şöyle buyurmuştur Seyyidü’l-Enbiya (asm) Efendimiz; “Yatsı namazını cemaatle kılan, gecenin yarısını, sabahı da cemaatle kılan, gecenin tamamını ibâdetle geçirmiş sayılır.” (49)

Camiye giderken atılan her bir adıma sevap verilmesi, cemaatle kılınan namaza yirmi yedi kat sevap verilmesi ve çeşitli faziletler ile ilgili hadîs-i şeriflerin yanı sıra camide veya mescidde ön safta bulunmanın ve ezan okumanın da faziletini beyan buyurmuşlardır Efendimiz (asm); “İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur’a çekmek zorunda kalsalardı kur’a çekerlerdi. Şayet camide cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Eğer yatsı namazı ile sabah namazındaki fazileti bilselerdi, emekleyerek ve sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi.” (50)

Cemaatle namaza giden kişinin aldığı sevaba dair bir diğer hadîs-i şerîf ise şudur; “Bir kimse evinde güzelce temizlenir, sonra Allah’ın farzlarından bir farzı yerine getirmek için Allah’ın evlerinden birine giderse, attığı adımlardan her biri bir günahı silip yok eder; diğer adımı da onu bir derece yükseltir.” (51)

Ayet-i kerîmelerde de cem’ yani çoğul kullanım söz konusudur. Bu âyet-i kerîmelerden birirsi şudur; “Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû’ edenlerle berâber rükû’ edin! Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû’ edenlerle berâber rükû’ edin!” (52)

Ayetteki “Rükû edenlerle birlikte rükû edin” emri zorunluluk mu ifade eder? Başka bir ifade ile cemaatle namaz kılmanın hükmü nedir? Farz mı, vacip mi, sünnet mi? Beş vakit namazı cemaatle kılmanın, peygamberin emri, imanın alâmeti, İslâm’ın şiarı ve sembolü olduğu konusunda ittifak etmekle birlikte İslâm bilginleri, ayetteki emrin zorunluluk ifade edip etmediği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Cemaatle namaz kılmanın önemine dair hadislerden (53) hareketle Hanbelî âlimleri, cemaatle namaz kılmanın erkekler için “farz-ı ayn”, Şafiî âlimleri, “farz-ı kifâye”, Hanefî ve Malikî âlimleri ise “sünnet-i müekkede” olduğu içtihadında bulunmuşlardır. Şu hadîs-i şerîf, namazı camilerde cemaatle kılmanın sünnet olduğuna delâlet eder: “Ezan okunan camilerde namaz kılmak sünen-i hüdâdandır.” (54)

İslâm bilginleri namazı camilerde cemaatle kılmanın hükmü konusunda ihtilâf etmekle birlikte camilerin cemaatsiz bırakılmasının asla caiz olmadığı, namazların cemaatle kılınmasının daha sevap olduğu, mazeretsiz cemaatin terk edilmesinin doğru olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. (55)

İbadetin Faydaları ve Hikmetleri Tercih Ettiren Sebep Olabilirler, Asıl Sebep ve Maksad Olamazlar

Yanlış anlaşılmaması gereken nokta şudur ki; namazın maddî ve mânevî faydaları illet değildir ve olamaz. Yani asıl sebep ve maksad bu faydalar değildir. Namazın faydaları ve hikmetleri ancak müreccih yani tercih ettiren sebep olabilirler. Bu konuyu daha geniş ve kapsamlı bir şekilde “ibadet”lerin tamamına şamil olarak Bediüzzaman şu şekilde ele almıştır;
“İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.” (56)

Rıza-yı İlâhî’yi yani Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler, ibadetlerin en kamili, en ihlaslısı ve yükseğidir. Lakin hubb-u cennet (cennet sevgisi) ya da havf-ı cahîm (cehennem korkusu) ile yapılan ibadetler de meşru sayılmıştır. İmanın kuvvet ve mertebesine göre kimisi sadece Allah’ın rızasını arar kimisi cennette girmek için kimisi de cehennemden kurtulmak için ibadet eder. Bu yüzden “Cennete gitmek için iyilik yapanlar veya ibadet edenler cennete gidemez.” diye bir hükme gidilemez. Böyle denilmesi yanlıştır.

İhlası kaçıran, ameli iptal eden, ibadeti bütünü ile değersizleştiren, hatta günaha dönüştüren hata ve hatta şirke kadar götüren dünyevi menfaatler ve kaygılar ile yapılan ibadetlerdir.

“Falanca kişi bana cömert desin.” diye zekât veren birisinin zekâtı, değil ibadet olmak insanı ateşe sürükleyen bir amele dönüşür. Bu durum darb-ı mesel yani atasözünde de geçtiği üzere “Dost pazarda görsün.” kabilindendir. Ama zekâtı cennete girmek ya da cehennemden kurtulmak için verse, bu düşüncesi uhrevi olduğundan meşru ve sevaplıdır.

Niyete dünyevi bir gaile girdi mi amel bütünü ile iptal olur. Hatta bunun yüzdesi bile olmaz, yani “Şu ibadetimin yüzde doksan dokuzunu Allah için, kalan yüzde birini de halk için yapıyorum.” dese, o ibadet batıl olur ve hiçbir değeri kalmaz.

İbadetler yüzde yüz uhrevî yani âhiret için olmalıdır. Uhrevî de ancak ya Allah’ın rızasını kazanmak ya cennete girmek ya da cehennemden kurtulmak için olur. Dördüncü bir ihtimal yoktur.

Netice olarak; Namazın maddî ve mânevî faydaları inkâr edilemez derecededir. Kat’îdir ve su götürmez bir gerçektir. Ama bu faydalar için o ibadetler yapılmaz. İbadetler yalnız ve yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil için yapılır.

Namazlarını hakkıyla ifa eden kullardan olmak dua ve temennisiyle..
Vesselâm..

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar

1-Tabeanî, El-Mu’cemu’l-Evsat, 5/186, Hadîs no: 4361
2- Tirmizî, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, II/76
3- Taberanî, Mu’cemu’s-Sağîr, Hadîs no: 107
4- El-Munavî, Feyzü’l-Kadir, 1/497; El-Alusî, 6/361; Râzî, 1/226
5- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 4. Şua, s. 220
6- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediîye, s. 702
7-Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 139
8- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 153. Âyet-i Kerîme
9- Kur’an Yolu Tefsiri, c. 1 s. 239-240
10- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Taha Sûresi, 14. Âyet-i Kerîme
11- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ra’d Sûresi, 28. Âyet-i Kerîme
12- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 4. Söz, s. 25
13- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ankebut Sûresi, 45. Âyet-i Kerîme
14- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme
15- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 9. Söz, s. 46
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 295
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 295-296
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 296
19- Buhârî, Tevhid, 48
20- Tirmizî, Îmân, 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 231
21- Nesâî, Muhârebe, 2
22- Nesâî, Salât, 9
23- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Taha Sûresi, 132. Âyet-i Kerîme
24- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Tahrim Sûresi, 6. Âyet-i Kerîme
25- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, 11. Şua, 8. Meselenin Bir Hülasası, s. 228
26- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, Mukaddime, 1. Nokta, 4. Delil, s. 109
27- Ebu Dâvûd, Salât, 47
28- Ebû Dâvûd, Salat 26, 497
29- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, 11. Şua, 8. Meselenin Bir Hülasası, s. 228
30- Diyanet İşleri Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara 130-132. Âyet-i Kerîmeler
31- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ankebut Sûresi, 45. Âyet-i Kerîme
32- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4-7. Âyet-i Kerîmeler
33- Diyanet İşleri Meâli Yeni, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
34- Elmalılı Meâli Orijinal, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
35- Hasan Basri Çantay Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
36- bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügât, Veyl maddesi
37- İbn-i Kesîr, c. 3, s. 682
38- bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hâfâ, 1/530
39- Et-Terğîb ve’t-Terhîb, c.1, s.517
40- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, s.48
41- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Nur Sûresi, 56. Âyet-i Kerîme
42- Kur’an Yolu Tefsiri, c. 5 s. 697-698
43- Buhârî, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 249
44- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, 1. Makale 1. Mesele, s. 58
45- Nesâî, Mesâcid, 14; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 320
46- Ebû Dâvud, Salât, 46; Nesâî, İmamet, 48
47- Kastamonu Lâhikası, s. 11
48- Buhârî, Ezan, 9; Müslim, Salât, 129
49- Ebû Davûd, Salat, 45
50- Buhârî, Ezân 9, 32, Şehâdât 30; Müslim, Salât 129
51- Müslim, Mesâcid 282
52- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 43. Âyet-i Kerîme
53- Meselâ bkz. Ebu Dâvûd, Salât, 47–51, IV, 371–381
54- Müslim, Mesâcid, 256, I, 453
55- Kurtubî, I, 348
56- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, s. 154

Dudaksız adama mum üfletmek…

Modern tıp, antidepresanı, sorunlarımızı çözmek için değil, baskılamak ve üretkenliği yeniden elde etmek için kullanıyor.” (Zübeyir Tercan, Holografik Bakış)

Ne çok tartışıyoruz. Ne çok ikna çabası. Belki ikna değil peşinde koşulan, kendini isbat. O yüzden böylesine şehvetli. Doğru yerde olduğunu önce kendine isbat etmeye çalışıyorsun. Bunun için gerekirse kalp de kırıyorsun, diş de. Dişin de kırılıyor tabii. Fakat eline geçen nefretin yorgunluğundan fazlası değil. Geceleri daha rahat uyuyor musun? Belki. Belki bu kem yorgunluk da huzur kadar rahat uyutuyor. Ancak, şahidim, sabahları yumrukların sıkılı uyanıyorsun. Kimse üzerine gelmezken bile içinde bitmeyen bir kavga var. Böyle bir hayat iyi gitmiyor. Stres uyumsuzluğunun delilidir. Bir terslik olduğunu gösterir. Ters giden birşeyler var. Yanlarından geçerken sürtündüğün nesneler var. Üzerinde birikmiş şu gerilim, yüzündeki kırışıklık, kalbindeki kırık, tenindeki çizik… Hepsi bundan.

Dipsiz bir kuyuya düşer gibi yaşıyorsun. Etrafında olan binlerce şey, beyninde dönen binlerce fikir ve sende hepsini aktarmaya yetmeyecek kadar az parmak, az hız, az cümle, az kelime. Azsın arkadaşım. Yetmiyorsun bu dünyaya. Kabul et. Neden bu hırs? Cevabı belli: Bitirmek için. Az sürede çok şey yapmak için. Oluyor mu bari? Ha? Doğru cevabı bulmuşsun gibi geliyor mu bari? Yok! Binler kere yok yok. O halde ne yapmalı? Belki bitirmeye çalışmamalı. Bitmeyecek çünkü. Asla hepsine sahip olamayacaksın sahip olunacakların. Asla hepsini sevemeyeceksin sevileceklerin. Asla hepsini göremeyeceksin görüleceklerin. Asla hepsini söyleyemeyeceksin söyleneceklerin. Galiba sessizlik de böyle böyle böyle mantıklı bir hale geliyor. Yorgunluk duvarına çarpınca vazgeçişler ahlak oluyor. Yetinmek daha fazlasını arzulamaktan güzel duruyor.

Babam çok az konuşurdu. (Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu.) Daha küçükken hayret ederdim ondaki bu hale. Çünkü küçüklüğümden beri gevezeliğimle bilinirim. Susmam için yalvarıldığında bile susmakta zorlanırım. Hatırlıyorum: Abim bazen “Beş dakika birşey söylemeden durabilecek misin?” derdi bana. Denerdi beni. Yapamazdım. Eziyet gibi gelirdi. O beş dakikayı dikkatimle bitiremezdim. Unuturdum. Öyle birşey denediğimizi unuturdum. Her detay ona ses olarak tepki vermemi gerektiriyordu sanki. O zaman yazmayı da bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Şimdi seviyorum. Kalemle yazarken yavaştım yalnız. Yazım da çirkindi. Çok da hata yapardım. Katlanamazdım uzun süre yazmaya. Beynimde olaylar daha hızlı, kalbimde ilhamlar coşkun, ama kalemle onlara yetişmek zordu. Pes ediyordum. Yazmak için başına oturduğum cümlelerin çoğu ben onları yakalayamadan akıp gidiyordu. Şimdi gitmiyor mu? Sanki gelişme var. Onparmak yazarken sanki yetişebiliyorum onlara. Belki beynim de biraz hız kesti. Ortada bir yerde buluştuk. Öyle ya. Yaşlanmak önce kusurlarınla barışmaktır.

‘Dudaksız adamın mum üflemesi…’ Mürşidim kullanıyor bu örneği. Yapılacak iş çok zor olmayabilir. Ama sizdeki bir eksiklik veya ziyadelik o işi sizin için zor kılar. İşte bu yüzden babamın sessizliğine hayret ediyordum. Bir insan bütün gün konuşmadan nasıl durur? O sessizlikte nasıl sıkılmaz/boğulmaz? Bunlar babama dair bugün bile hayret ettiğim şeyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam demiş ki:El-veledü sırru ebîhi./Çocuk babasının sırrıdır.” Fakat babam da benim için bir sırdı. O bende bir sır okuyor muydu, görüyor muydu, arıyor muydu bilmiyorum. Ben büyüdükçe onun sırrına daha çok yaklaşıyorum. Ama aynı zamanda yaklaştıkça gizemi artıyor. Sessizliği daha sevimli gelmeye başlıyor.

Oraya doğru aktığımı hissediyorum. Büsbütün sustuğum zamanlar da olacak galiba. Ölümden de önce. Şimdilik insanlardan kaçma suretinde bir yalnızlık arzusu var. Sosyalmedya beni daha konuşkan kıldı, bu doğru, ama her yeni şeyin bir ifratı olur. Muhtemelen ondan da bıkacağım. Geçmişte bıraktığım pekçok yeni şey gibi bu da mazide kalacak. Onu da unutacağım. Orada da unutulacağım. Ve abim artık ‘beş dakika’ tutmayacak. Epeydir tutmuyor zaten. Yirmi yıldan da fazla geçti üzerinden. Bu da biraz o sırra yaklaştığımı göstermez mi? Belki…

Yalnız kendi kafanın içinde yaşamak. Değiştiremediğin, zaten sana çok da aldırmayan dünyanın ilgisinden/kavgasından soğumak. Ellerinin küçüklüğünü farketmek. Belki çokları acıyacaklar halinize: “Vah, vah… Öyle yalnız, kurudu kaldı, bir baltaya da sap olamadı. Yazık!” Evet, haklısınız, ama bir de benim açımdan düşünün: Baltalarınız çok yorucuydu. Ve belki de sap başkalarının elinde daha fazla araçsallaşmak istemedi. Yalnız takılmak arzu etti ki yalnızlığın hikmet-i hilkati kendisini daha açık gösterebilsin. Çokluk can acıtıcılıktı. Hemcinslerini kesmek canını acıtıyordu. Vurduğunda kendisi de sarsılıyordu. Olamaz mı bütün bunlar? Bütün bu sürtünmeler, kırmalar, kırılmalar sapı baltalıktan soğutamaz mı?

Siyer kaynaklarında buna dair birşey görmedim ama hep merak ederim: Acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvveti evvelinde Hira’da bağrına sığındığı o yalnızlıklar nasıl çekiştiriliyordu Kureyş’te? “Vah, vah… Mecnun olacak galiba!” mı diyorlardı? Hz. Hatice anneme acıyorlar mıydı? “Bahtsız kadın, gün görmedi, kocası da kendisini dağlara vurdu” falan? Cahiliyeden herşey beklenir. Ya bugün öyle yalnızlıklara çekilseydi Aleyhissalatuvesselam?

Cık, cık, cık. Uzay asrındayız ya arkadaşım. Üretim çağındayız. Toplumdan uzak kalamayız. İzin vermezler. Psikologlarımız/psikiyatrlarımız ona aman verirler miydi sanıyorsun? Belki de asosyal damgasını yapıştırıp, üzerine birçok yeni teşhis de katıp, tedaviye çalışırlardı? Sahi kim anormal, kim normal, bu norm kimin normu? Kim karar veriyor bu türden şeylere? Bana “Girişken ol. Uyanık ol. Sakın baban gibi naçar olma!” diyen kişi babamın zekatı kadar ‘adam’ sayılmazdı ki gözümde! İlgisizliğiyle döverdi babam onu. İlgisizliği herşeyden daha karizmatikti.

Ahmet AY – hicbisey.com

Yeni Toplumun İnşasında Adalet Ve İbadetin Birlikteliği

I. Yeni topluma doğru

Çağın seküler dünyasında “kirlenmiş devlet, kirlenmiş toplum” çevresinde şikayetlerin tahammül sınırlarını zorlayan boyutlarda olduğu görülüyor. Bunun karşılığında “temiz devlet” ve “temiz toplum” üzerine birçok görüşler ileri sürülmekte; varolan dengesizliğe çözüm yolları aranmaktadır. E. Fromm’a göre yeni bir toplumun doğuşu, ancak kendi gelişmesi ile birlikte yeni bir insan geliştirdiği zaman gerçeklik kazanabilir. Hatta bugünün insanlarının temel değerlerinde ve düşünce biçimlerinde rastlanılan karakter yapısının tümden değişmesi tek çıkar yoldur. Bu ise yeni bir ahlâkın doğmasına ve tabiata karşı yeni tavır almasına bağlıdır.1 Böyle olmadığı takdirde, insanlar eski şartlara (moderniteye) uygun değerler ve davranış biçimleri ile yeni şartlara tepki gösterdikleri sürece, sürekli artan şok dalgaları, kirlenmeler ve sürprizlerle yüz yüze gelmek zorunda kalacaklardır.2 Böylece aranan yeni oluşumların gerçekleşmesi diye bir şey olmayacaktır.

Toplum düzeninin sağlanmasında temel değer “adalet”tir. Kirlilik denilen şeyin gerçekte adaletsizlik olduğu genel kabul gören bir husustur. Global bir hastalık olan “kirlilik” veya adaletsizlik-dengesizlik kendi devlet ve toplumumuzda diğer toplumlardan geri değildir. Bu kirli ve adaletsiz arenada, Bediüzzaman’ın 1922’de milletvekillerine yönelik kaleme aldığı “Namaz Beyannamesi”ni3 hatırlatmamak mümkün mü? Cumhuriyetin arifesinde “Ankara Hükûmeti”nin davetine icabet eden Bediüzzaman’ın öncelikle ibadet çevresinde hakim değerleri nazara vermesinin manidarlığı şimdi anlaşılıyor. Bediüzzaman ilgili namaz beyannamesinde, inanç-ibadet ve bunların dayandığı dinamiklere itimat edilmesi gereğine; buna dayanmayanların “safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul” edeceklerine işaret eder ve bu tip insanlarla “hakiki ve ciddi iş görülmez” hükmü üzerinde durur. Özellikle Anadolu insanının, yöneticilerinde itimat unsuru olarak aradıkları ilk şartın namaz kılıp kılmamaları olduğu örneğini veren Bediüzzaman; “Namaz kılarlarsa mutlak emniyet ederler” der. Yok eğer kılmıyorlarsa, “Öylelerine nasıl itaat edeceğiz?” sorusunu aynı insanların ağzından nakleder. O bu suretle öncelikle fert fert insanların “ben”lerine gönderme yapmaktadır.

Said Nursî, idarecilerin adalet hissine sahip olmalarının, bunun ise ibadet ve onun insan üzerindeki müsbet tesiri ile yakından ilişkili olduğunu biliyordu. Konuya sosyal psikolojik yaklaşımda bulunarak yöneticilerin yönetilenler tarafından “taklid” edildiğini de hatırlatarak, işgal edilen statünün önemine dikkat çekiyordu. Yine vurguladığı gibi, “hukukullah, hukuk-u ibadı tazammun ediyor”du. Özellikle yöneticilerin sorumlulukları bu noktada yoğunluk kazanmaktadır.

Konuyu Gazalî’nin ilgili yaklaşımıyla daha netleştirebiliriz. Gazalî’ye göre muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlâkına bağlıdır. Yani insanlar nefislerinde ne derece adaletli iseler siyaset ve muamelatta da o derece adaletli olurlar. İnsanlar ferdî olarak nefislerinde adaleti kurmadıkça cemiyette adalet kurmak mümkün değildir. Adaleti nefislerde, muamelatta ve siyasette olmak üzere üç sahada kurmak lazımdır.4 Kısaca, üstümüze düşen vazifeyi gereği gibi yapmıyorsak, kendimize karşı dürüst olmamız da imkânsız hale gelecektir ki, bu, topluma karşı da adil olunamayacağının işareti olmaktadır.

Burada görülen, hayata yansıyan ahlâkî, adil, kısaca faziletli yapıp etmelerde insanın duygularının ve değerlerinin kaynağının sıhhatliliği ve insanın ilgili değerleri içselleştirmiş olmasının önemidir. İnsanın müsbet tavır ve davranış sergileyebilmesi için büyük ölçüde bu yönle ilgili tutumlara sahip olması gerekir. Yani ferdin şeylere, durumlara, insanlara karşı tepkileri üzerinde, yönetici ve dinamik etki yapan ve geçirilen tecrübelerle donatılmış ruhî ve zihnî istidat ya da eğilimlerinin varlığı şarttır. Bu yöndeki tutumların esas unsuru inançtır. Sağlam bilgi ve inanç ve aynı temelden kaynaklanan değerlerin talimi ve yaptırımı sonucu olarak insandan ancak ve ancak müsbet eğilimler ve davranışlar beklenir. Bu bakımdan, gerçekte olumlu keyfiyetler insanın içinde olup biten fenomenlerdir. Diğer bir ifadeyle, insanın iç dünyasına ait temel duygular, değerler sistemi ve bu değerler sistemiyle ilgili duyguların eğitimi ile ilgili bir durumdur. Bu olgular sağlam bir değer ölçüsünün direktifiyle ve bu değerlerin içselleştirilmesi sonucu dışa olumlu davranışla yansıması suretiyle karşımıza çıkarlar.

Sosyolojik olarak bilinmektedir ki, beşerî varoluş, insan ile bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir ‘denge kurma faaliyeti’dir. Diğer ifadeyle, insan sürekli bir ‘kendine hakim olma’ süreci içerisindedir. Ancak bu süreç içerisinde insan bir beşerî dünya üretir.5 Bu anlamda beşerî bir ürün olarak devlet, fertlerin toplamından müteşekkil toplumun siyasal örgütlenmesidir. Amacı ise, fertlerin temel ve ortak yararlarını, toplumsal alanda en temel değer olan ‘adalet’le ‘dengede’ koruması olmaktadır. O vakit devlet ‘adaletli devlet’ veya ‘adalet devleti’ sıfatını taşır. Bunun dışında ‘kirlilik’ denilen olgu gerçekte dengesizliğin, yani adaletsizliğin kendisidir. Mesele sadece devlet meselesi de olmayıp, ‘tüm toplum’ gerçeğini içeren muhtevaya sahiptir.

Fert-toplum ve devlet arasında doğru orantılı bir ilişkiden söz edilebilir. Büyük ölçüde toplum fertlerin, devlet toplumun tabiî göstergesidir. Şayet ‘adaletli devlet’ten bahsedilecekse, bu, bir ön şart olarak insanı ele almayı gerekli kılar. Devlet toplumun, toplum ferdin keyfiyetine göre renk ve şekil alır. Fert olarak ne iseniz toplum olarak o olduğunuz gibi, toplum olarak nasılsanız devlet olarak da o’sunuz demektir. Topluma davranış olarak yansıyan iş ve oluşların niteliği bizim keyfiyetimizin somutlaşmış simgeleridir. Güzellikler ve kemaller insanın tutum ve eylemleriyle anlamlı hale gelir. Tutum ve davranışların dayandığı değerler sisteminin keyfiyeti temel öneme sahiptir. Ancak fazilet değerlerine sahip bir ahlâktan adalet beklenebilinir. Hakkın rızası ve bu dairede ferdin ve toplumun yararına olan tüm faydalı eylemler, faziletler olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde, güzellik ve kemal (fazilet) değerlerini içselleştirmiş fert, ‘insan-ı kâmil’ mânâsını taşır. Kâmil insanların oluşturduğu toplum ‘fazilet toplumu’ olarak karşımıza çıkar. Böyle bir toplum ‘adalet devleti’ni netice verir. Şüphesiz burada önemli problem toplumu oluşturan fertlerin istenilen nitelikte var kılınmasının, adaletin fert ve toplum hayatında inşasının zorluğudur. Bu açıdan bakılınca, yeni beşerî dünyanın oluşmasında temel iki değer olan adalet ve ibadet ile bu iki değerin ilişki niteliğinin bilinmesi, değerlendirilmesi ister istemez gündeme gelme durumundadır.

II. Adalet ve ibadetin birlikteliği

Adalet, ahlâkî bir kavram olarak düşünüldüğünde, ‘davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak’ anlamlarına gelir.6 Ayrıca ‘orta yol, istikamet, denge’ anlamlarını da taşır. Bilinen örfî anlamının dışında adalet ‘yalanı olmayan, diyaneti tam, akide yönüyle Ehl-i Sünnete mensup, her çeşit fısk ve fücurdan uzak olan kimse’nin vasfını ifade eder.7 Böyle kimselere adil veya adalet sahibi denir.

Adaletin anlamında daha kapsamlı yaklaşımlar da vardır. Nitekim Kınalızade, Ahlâk-ı Alâî kitabında adaletin nevilerini on iki noktada toplamaktadır. Kısaca belirtirsek, bunlar, sadakat (saf dostluk), ülfet (karşılıklı uyum ve sevişme), vefa (hakka bağlılık), şefkat (başkalarının dertlerini paylaşmak), sıla-i rahim (akrabalarıyla ilgilenme), mükâfat (iyiliğe fazlasıyla karşılık verme), hüsn-i şirket (müşterek işlerde iyi davranmak), hüsn-i kada (herkese karşı dürüst davranmak), teveddüd (akraba ve dostlarının sevgisini kazanmak), teslim (her şeyi ile ilahî iradeye dayanmak), tevekkül (Allah’a güvenmek) ve son olarak ibadet (kulluk etmek)’tir.8 Görüldüğü gibi, bir denge kavramı olan adalet, ibadetle içiçe yer alan değerler bütünü olarak, bir ayrılmazlık taşıyor. İslâm değerler sisteminde ‘din,’ güzel ahlâk olma mânâsında, aynı zamanda hak ve adalettir. İnsan için, ahlâklı olmak adil olmanın diğer bir ifadesidir. En genel ifadesiyle ibadet ‘Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmak’tır.9 İslâm, ibadete kapsamlı bir bakış açısı getirmiştir. İslâm’da ibadet, namaz gibi belirli ibadetlerin yanında ve bunun ötesinde ihlasla yapılan ve Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve rızasını kazanmak amacını taşıyan her türlü faydalı (hayır) amelini, insanın karşılığını görecek bir ibadet hareketi olarak kabul etmektedir.10

Gerçekte, ibadet ve adalet, iç içe, biri diğerinin lazımı olarak gelişmektedir. Konumuz şayet adalet ise ve bu bir ‘hak’ temeline dayanan ‘ihkak-ı hak’ın tahakkukuna bakıyorsa, insan ibadet yapmakla Yaratıcıya karşı olan hakkını yerine getiriyor, adaletli davranıyor demektir. Eylemin özü itibarıyla, adalet ve ibadet, hakkın ifasıdır. İnsanın yoktan varlığa çıkarılarak binbir ihtimaller içerisinde mahlukatın en eşrefi statüsünde yeryüzünün halifesi olarak yaratılıp mikrokozmos ve makrokozmos kâinatın nimetlerinde tasarruf etmeye yetkili kılınmasının bir hak ve sorumluluğu da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Bediüzzaman’ın deyimiyle “ibadet abdin Allah’a karşı bir hizmetidir.”11 Açıktır ki, inkârı mümkün olmayan ‘hukukullah’ı ihmal eden kişi, bu en büyük adaletsizliği işleyebildiğine göre, çevreye ve diğer insanlara karşı hakkaniyetli davranmama konusunda da en küçük bir tereddüdü olmayacaktır. Bu bakımdan, denilebilir ki, adalet Allah’a ibadetle başlar.

Daha sonra insan ve çevre hakkı gelir. İnsanlık tarihine eğildiğimiz zaman, şunu görüyoruz: İnsan, ‘hukukullah’a riayet etme, O’na ibadet etme, kul olma keyfiyetine göre, insan ve çevre haklarına saygılı olur. Tersinden düşünüldüğünde, Allah’ı tanımayana her şey meşru olacaktır.

Burada ibadetin temel dinamiği olan manevî inancı, bu inancın insan üzerindeki potansiyel yaptırımını öncelikle hatırlamak gerekir. Öldükten sonra bir Mahkeme-i Kübra’da her şeyin hesabını vereceğine inanan insan, hakkı olmayan iş ve oluşlardan uzak durur. Bir bakıma, inancın gereğinin yaşanması ibadet olmaktadır. İnsan, hukukun emredici ve yasaklayıcı esasını ibadet ile, bir gönül eğitimi şeklinde içselleştirip hayata yansıtmış oluyor.

İslâm düşünürleri, insanla ilgili (nefs, kalb ve akla ait) üç kuvvetin vasat mertebede tezahürünü adaletle açıklar ve ‘adalet’le ‘sırat-ı müstakîm’i birbiriyle ilişkili biçimde izah ederler. Kur’ân’ın anahatlarıyla üzerinde durduğu dört unsuru sıralarken, bunlardan ‘adalet ve ibadet’i birlikte tek şık halinde belirten12 Bediüzzaman da, aynı yaklaşımda bulunur. Ona göre, “Sırat-ı müstakîm; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir.”13 Tüm sapma ihtimallerine rağmen ilgili temel duyguların denge düzleminde yer alması, bu suretle adaletin gerçekleşmesi için ibadetin yaptırımına ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi (Fâtiha), ‘sırat-ı müstakîm’in ahlâkî değerler dizisinin, insan-Yaratıcı ilişkisi ile subjektif düzeyde gerçekleştiğini, bir ‘dua’ ile belirtir. “Bizi doğru yola ilet!” Bu dua, doğru yol bizim dışımızda nesnel olarak belirtilmiş olsa bile, iç âlemimizde bu huzur ve düzeni gerçekleştirmemizin ancak Yaratıcı ile ‘dua’ (ibadet) ilişkisini korumamız, ilahî sevgiyi gönlümüzde duymamız ile mümkün olacağını gösterir.14

Yine Bediüzzaman, ibadetin insanın tüm derunî duygu, kabiliyet ve eğilimleri üzerindeki yaptırımını şu şekilde belirtir: İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren ibadettir; istidatlarını inkişaf ettiren, meyillerini temyiz ve amellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini tevsi ve intizam altına alan ibadettir; şeheviyye ve gadabiyye kuvvelerini had altına alan, zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden ibadettir; insanı mukadder olan kemalatına yetiştiren ibadettir; abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet ancak ibadettir.15 İbadet insanın varlık yapısındaki taşkınlığa eğilimli temel duygularını terbiye etmekle adaletin oluştuğu ortamı ona müsait hale getiriyor. İbadetin yaptırımıyla temel duygular sapmaya (adaletsizliğe) gitmeden, denge noktasında ‘adalet’in potansiyel gücünü oluşturur.

Konu, farklı ve daha teknik bir söylemle de açıklanabilir. Kâinattaki her bir varlık ve elbette insan, kemal değerini Allah’ın isim ve sıfatlarına âyine olma keyfiyetine göre kazanır. İradesiyle ubudiyet dairesine giren kişi, bu noktada ‘Rububiyet dairesi’ ile karşılıklı iletişim içerisinde olur. Rububiyet, Allah’ın ‘terbiye ve tedbir etmesi’ olduğundan, bunun bir gereği olarak ibadet eden kişinin içsel alanı, ‘rububiyet’ gereğince ‘terbiye’ olur. İlahî varlığın iradesine uygun olarak kişiyi gelişmeye zorlayan, ‘ben’likten daha geniş bir alana yayılan bir keyfiyettir bu. Hatta, ibadetin bir iç boyutunu ifade eden tasavvufun, fazilet değerlerinin içselleştirilmesiyle insanın disiplinize edilmesinde etkin bir disiplin dalı olması, bu bakımdan ayrıca hatırlanmalıdır. Böylece, kulluk görevini ve ‘hukukullah’ı yerine getirmek için ibadetle Rabbine yönelen kişinin Rububiyet hakikatı ile bütün aşırılıklarının terbiye olması sonucu, bu keyfiyet onu (insanı) sosyal hayatta ‘adil’ davranmaya ve adaletin gerçekleşmesine yöneltir.

Burada bellibaşlı farz ibadetlerin, fert ve toplum hayatına kazandırdığı faziletlerden bazı örnekler sunmak mümkündür. Meselâ namaz, inancın pratiğe dökülmesiyle ‘eylemin anlamlılığını’ insana talim ettirir. Namaz inanılanın yapılmasını, değerin yaşanmasını, sözün yerine getirilmesini, muhataba teşekkürü, tatbikî olarak insana öğretir. Namaz, aynı zamanda, meşru olana yönelmenin gerekliliğinin ve meşru olmayana karşı ‘red’ tavrı alınmasının ifadesidir. İnsanın kendini vakte ayarlamasıyla ‘zaman bilinci’ni, grup halinde yaşamanın gerekliliğini, ‘birlik ruhu’nu, yaşatarak öğretir. Namazın istenilen şekilde yerine getirilmesi, iyi eylemlerde bulunma ve eylemi iyi yapma gibi iş-görev şuurunu yerleştirir.

Rabbanî terbiye metodu olan oruç ibadeti ise, insandaki aşırı duyguları en etkili şekilde disipline etmenin ifadesidir. Özellikle Ramazan’daki oruçlu hayat, nefse ait aşırı duyguları dengeleyen ve ruhu tekamül ettiren tasavvuf eksenli hayattır. Görmediği Rabbini görmüş gibi inanan, inancının gereği hiç kimsenin olmadığı yerde ‘yemeyip’ oruç tutan bir insan, benzer konumda, kendisine ait olmayan bir dalı da aynı inançla ‘haram’ diye yemeyecektir. Hayatın yemek içmekten ibaret olmadığını ve şehevî arzuların istenildiğinde kontrol edilebileceğini, oruç, çarpıcı biçimde yansıtır. Oruç yasağı, haramı ve ona karşı takınılacak tavrı, yani ‘iffet’i öğretir. Helâl bile olsa her şeyin bir zamanının olduğu ‘iftar’ bekleyişlerinde talim olunur ve bu doğrultuda sabır kuvvetini kullanma eğitimi de yaşanır. Kişi, “Tok açın halinden anlamaz”lığını, ‘yaşanmadan bilinmez’i bizzat yaşayarak öğrenir. Bu, ona, toplumsal yaşantıda ‘sosyal empati’ kazandırır. Birlikte çekilen açlığın birlikte çekilecek zorlukları yenmede nasıl etkili olduğu, yine orucun kazandırdıkları arasındadır. Kişi, gerektiğinde bir mânâ ve ideal uğruna bütün eşyayı elinin tersiyle itebileceği izzetli halin psikolojisini oruç tutarak çok canlı yaşar.

Kısaca, insan, ibadetin sağladığı iç disiplin ile iffetli, hikmetli, şecaatkâr, yani ahlâklı ve adaletli davranış sergilemeye yönelir. İslâm’ın ibadet anlayışı çok yönlü gönüllü eğitim ile insanın duygularını terbiye edip müsbet yöne eğilimli kılarak, olabilecek kötü davranışlara önceden mani olur. Haksız davranışlarda bulunan, suç ve günah işleyenleri manevî bir rehabilitasyon ile tekrar topluma kazandırır.

Sonuç olarak, içinde yaşadığımız çağın önemli problemleri, aslî kaynağından koparılmış ruhun kirlenmesinin sonucundan başkası değildir. Bu, bir anlamda, “Testinin içinde ne varsa dışına o sızar” özdeyişinin ifadesidir. Dışa sızan kezzap, testinin içinden haber verir. Aynı şekilde, modern toplumda zulüm, tecavüz, vb. davranış bozukluklarının insanın iç dünyasının hasta ve bozuk yapısından haber verdiğini bilmeliyiz. Günümüzde şayet adalet, dostluk ve kardeşliğin yerine zulüm, düşmanlık gibi kirlilikler hüküm sürüyorsa, bu, öncelikle insanın kendisiyle, inanç, düşünce ve dayandığı değerler sisteminin kaynağı ve bu kaynakla olan ilişkilerin boyutu ile ilgili bir problemi haber vermektedir. İnancın ‘tevhid’ karakterine, ibadetin ‘ihlas’ ruhuna, eğitimin ‘manevî terbiye’ boyutuna ihtiyaç duyulduğunu anlamamız gerekir. Toplumdaki adaletsizlik fertteki adaletsizlikten, bu ise iç disiplinsizlikten kaynaklanır. Dış disiplinin iç disiplinin, iç disiplinin ise ibadetin eseri olduğunu söylemenin tek orijinalliği, yitirilmiş bir değerin yeniden hatırlatılmış olmasıdır.

risaleinurenstitusu.org

Dipnotlar:

1. Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmamak, çev. A. Arıtan, 6. baskı, İstanbul: Arıtan, 1995, s. 34-35.

2. Ervin Laszlo, Evrensel Düşünmek, çev. İbrahim Serhat, İstanbul: İşaret, 1992, s. 97.

3. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, İstanbul: Sözler, 1976, s. 126-127.

4. İmam Gazalî, Hakikat Bilgisine Yükseliş, çev. Serkan Özburun, İstanbul: İnsan, 1995, s. 91.

5. Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İstanbul: İnsan, 1993, s. 32.

6. Mustafa Çağrıcı, “Adalet,” İslam Ansiklopedisi, C. 1, Türkiye Diyanet Vakfı, s. 341.

7. İbrahim Canan, İslam Işığında Anarşi, 2. baskı, İstanbul: Cihan, 1984, s. 419.

8. Kınalızade A. Efendi, Ahlâk-ı Alâî, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser, s. 111.

9. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, çev. Abdülmecid Nursî, İstanbul: Sözler, s. 24.

10. M. Ahmed ez-Zerka, “İslâm’da İbadet Anlayışı,” Makaleler, der. Hurşid Ahmed, Konya: Selam, ty, s. 156.

11. İşârâtü’l-İ’caz, s. 22.

12. a.g.e., s. 11.

13. a.g.e., s.24.

14. Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, İstanbul: Bir, 1987, s. 206.

15. İşârâtü’l-İ’caz, s. 24, 94.