Etiket arşivi: tövbe

Zühd bir işgalcinin korkusudur

Hiçbir tür dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez.” Daniel Quinn, İsmail’den.

Zahidlik, sadece dünya zevklerinden el etek çekme ve bu yönelişle eşyayı unutma olarak anlaşılırsa, yanlış anlaşılmaz ama, eksik anlaşılır bence. Zahidlik, özünde, varlığının Allah’ın varlığının şiddeti ve hikmeti (Vacibü’l-Vücud ikisine de bakıyor) yanında bir işgal ve mümkin (olsa da olur olmasa da) olduğunu hisseden ve bu şart olmayışın idrakiyle, Onun rızasının olmadığından şüphelendiği yerlerde daha az varolmaya çalışanın ahlakıdır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak, boş işlerden uzak durmak… Bu ‘daha az varoluş’un altmaddeleridir onlar sadece.

Zühdün sultanları, bize, okunduğunda kalplerimizi titreten menkıbeler bırakarak gittiler. Yaşanması güç. Yaşayacaklar güçsüz. Onlar gibi değiliz. Olamıyoruz. Farkındayız. Ama en azından arzusunu bırakmamalıyız. Duasını korumalıyız. Onlar gibi olamamaktan ‘keşke’ pişmanlığıyla tevbe etmeliyiz. Keşkelerin en güzeli keşke dediğin şeyin gerçekleşmesi için dua etmektir. Dua ile tevbe burada kardeş olur. Hakkında dua edilen, bir açıdan, mahrum kalınmasından tevbe edilendir. Fazlasını arzulamak eksiğinden pişmanlıktır. Hem Aleyhissalatuvesselam buyurmuş: “Pişmanlık tevbedir.”

Böylesi bir zahidlik herbirimizde birazcık olmalıdır. Takva da bunu ister bizden. Takva imanlı insanın korkusudur. İman ise gayba inanmakla başlar. Kendisinden ve şahit olduğundan daha fazlasına inanmakla. Kendinden fazlasına iman eden görünmekten rahatsız olmaya başlar. Ötesini göstermeyen görünüş zulümdür. Örtmektir. Kirletmektir. Sinemada ayağa kalkıp arkadakinin perdeyi görmesine engel olmaktır. Varlığının perdeliğini farkeder. Kaçınmak da bir ‘daha az varoluş çabasıdır’ çünkü.

Kaçtığınız her alanda (hassaten günahla ilişkili alanlarda) daha az varolmaya çalışırsınız. Kaçmak kaçılan yerde daha az varolmaktır. (Hatta mümkünse hiç varolmamak.) Sığınmak sığınılan yerde daha çok varolmaktır. Kibir, israf, gevezelik, oburluk ve cimrilik gibi pekçok kem haslet, varlığının arızîliğinin farkında olmayan ve daha çok varolma veya varlık sahasını kendi adına işgal etme ahlakında olanların özellikleridir. Günahlarda hep bu vardır. Günah varlığın ardını göstermeden varoluşudur.

Mürşidimin de pek latifçe ifade ettiği gibi: Aslolanın Onun (c.c.) esmasına ayna olmak olduğunu bilenler için ‘bir ân-ı seyyale kâfidir.’ Bu kadarcık varolmak yeterlidir. Zamanın uzunluğuna bile gerek yoktur. Ona dair olmak boyların en uzunudur. Ân-ı seyyale, zamana yayılmayacak kadar kısa bir varoluş manasını karşılıyorsa şayet, ‘varlığın en az yer işgal eden şekli’ olduğu söylenebilir. Şahitlik an ile de olur. Bundan sonrası, yani daha fazla varolma/kalma arzusu, riskli bir alana tekabül etmeye başlar. İnsan iki şekilde de varolabilir çünkü: Allah için veya kendisi için. İki şekilde de mülk edinebilir: Allah adına veya kendi adına.

Dikkat ederseniz günahların kökeninde bu ‘daha çok varolma’ arzusunun izlerini görürsünüz. Zaten kuvveler dediğimiz şeyler de aslında bizim varlığımızın devamını sağlayan üç ana damardır. Varolma arzusunun üç şeklidir. Kuvve-i şeheviye de, gadabiye de, akliye de bir şekilde varlığa ve devamına hizmet eder. İnsanın en temel arzusu (ve belki bütün diğer arzularının anası) bu varolma arzusudur. Bir kere varolan her kere varolmak ister. Biz buna en şiddetli haliyle aşk-ı beka da diyoruz. Varolmaya karşı duyulan ve fakat varedene karşı duyulması/taşınması gereken aşk.

Ene Risalesi’nde, Bediüzzaman’ın, ‘ben ve benim, o ve onun diyebilme yetisi’ olan eneyi “(…) zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir… diyerek tarif etmesi, her iki şecerenin işte bu en temel arzuya bakan tarafını anlatıyor. Yani; mülkü, Allah’a bıraktıkça cennet, işgal ettikçe cehennem. Vazgeçtikçe cennet. Tuttukça cehennem.

İsmail isimli romanında Daniel Quinn de insanları, tarihi kuşatan bir düzlemde, iki kısım olarak sınıflandırır: Alanlar ve Bırakanlar. Alanların düşünce yapısını ise şöyle ifade eder: “Bizi tek şey kurtarabilir: Dünya üzerindeki hakimiyetimizi arttırmalıyız. Tüm bu yıkımın sebebi dünyayı fethetmemiz. Ama hakimiyetimiz mutlak olana dek fethe devam etmeliyiz. O zaman, kontrolü tamamen ele aldığımızda, herşey yoluna girecek.

Çevrede gördüğün sayısız yaşam formu hep bu yasaya uyulmasıyla ortaya çıktı. Ve gezegenimiz tarihinde bir tür, o türün de tamamı değil, ‘Alanlar’ olarak adlandırdığım tek bir kolu, bu yasaya meydan okumaya çalıştı. Onbin yıl önce bu insanlar dedi ki: ‘Yeter artık. Bu yasanın insanlar için bir bağlayıcılığı yok.’ (…) Ve şimdi, beş yüz neslin ardından, bu yasaya karşı gelen tüm türlerin ödemek zorunda kalacağı cezayla karşı karşıyalar.

Hz. Âdem ile Havva’yı kandırışında iblisin şöyle bir yol takip ettiği anlatılır: Dokunmaları yasak olan ağacın meyvesinin aynı zamanda cennette sonsuza kadar kalmalarının tek yolu olduğunu söyler iblis onlara. Bu bilginin sıhhatini bir tarafa bırakırsak, en temel şeye, yani aşk-ı bekaya baktığı için anlamlı geliyor bana. Bir insanı, daha yolun başında bir insanı, günaha girme imkanı olmayan ve belki günahın ne olduğunu dahi bilmeyen bir insanı neyle yasak olana yönlendirebilirsiniz? Ona helal olmayan bir mülke (belki de cennette yasak kılınmış tek mülke) ve en temel arzusu (aşk-ı beka) ile tahrik ederek. İblisin gerçekten insanı çok iyi tanıyor.

Zahidliğe geri döneyim: Zahidlik, eğer böylesi bir mülk idrakine yaslanıyorsa insanı savaşsız bir şekilde kendinde tutar. Zahid, yapmakta olduğunu zaten olması gereken olduğunu bilirse, takvası tasannu olmaz. Çünkü zaten doğal olanın, fıtrî olanın, aksi düşünülemez olanın bu olduğunu bilir. ‘Olması gereken şey’ olduğunu düşünerek onu yaşar. Fakat bunun dışında insanın ikinci niyetlerle zahidlik yapması taklit kalır ve asıl mana idrak edilmediğinden zahidlik de kendisinden murad olunan kemali vermez. Hatta böylesinin takvası mutaassıplaştırır. Hesap soruculuğunu arttırır. Maddeten sahip olmadığı dünyaya hesap sorucu olarak sahip olmaya çalışır.

Mülke bakışı herhangi bir seküler gibi olan dindarın, dünya kollarını ona açtığında, ona hayır diyebilmesi mümkün olmaz. (Allah bizi kolaylıkla imtihan etsin.) Dünya ona gülmüyorken o da dünyaya küsebilir. Fakat ya galip geldiğinde? Ya güçlü olduğunda? Ya cebi dolduğunda? Ya… Ya…

Dikkat ederseniz, Kur’an’da ve hadislerde, zafer zamanları tevbe zamanları olarak zikredilir. En net Nasr sûresinde verilen derstir bu. “Başka bir mülkü zâhiren kendi mülküne katıyorsun, bu mülke katma işi belalı bir iştir, dikkatli ol!” demektir bence bu bir nevi. Ve nihayetinde zühd, bizzat lezzetten değil, lezzetin bağlı olduğu mülkten ve varoluştan vazgeçmektir. Mülksüzlükteki asıl lezzete erişmektir. Öyle ya! Lezzet, birşeyin varlığa hizmet eden bir yanı olduğunu hissettirendir sadece. Lezzeti bu yüzden ararız. Tanımak için kullandığımız bu aracı yaşamın esas gayesi sanmayalım. Zühd ile, lezzetlerden değil, gidişiyle acı veren lezzetlerden vazgeçiyoruz. Onlar bizi incitmesin diye biz onlardan çekiniyoruz. Allahu’l-alem.

Ahmet AY – Risale Haber

Günahımı Seviyorum

Bütün sanatçılar aynı kaynaktan beslenir: İnsan kalbi. Çünkü farklılıklarımızdan çok benzerliklerimizi anlatır o bize.” Maya Angelou, Kızıma Mektuplar’dan.

En tesirli yazılar itiraf ile başlayanlardır. İnsan, eğer özündeki insana dokunursa önce, itiraf ile insan olmak zemininde eşitlenirse herkesle (ki bizi en çok zaaflarımız eşitler), o zaman ürettiği de başkalarına tesir eder. Şöyle tarif edeyim: Sen yazdığında ne kadar insan olursan, okurunu da o kadar karşında insan bulursun. Yalnız empatiyle olmuyor bu. İtirafla da oluyor. Vaizlerin sözlerine tevbeyle başlamaları boşuna değil. Nefsini söylüyor önce. Sonra nefsine söylüyor başarabilirse.

Kusurundan kurtulacaksın. Kusursuz olmakla değil ama, onu başaramazsın, itiraf etmekle kurtulacaksın. Sahip çıktıkça alacak Rabbin onu omuzlarından. Sevaplarını terkettikçe verecek. Günahlarını, sahip çıktıkça sen, alacak, affedecek. Rabbin senden böyle bir aynalık bekliyor. Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar. Sen de itiraf ile sorumluluğunu alacaksın. Payına düşeni yani. Tevbeni. Zaten senin olanı. Sen payına düşeni aldığında insanlar da senin metinlerinde paylarına düşeni alacaklar.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sıklıkla söylediği (Ki yalnız Buharî’de 15 ayrı hadiste geçer) “Nefsim kudret elinde olsan Allah’a yemin ederim ki…” meşhur kasemi/yemini bir ders vermeli bize. Bana verdi. Anladım ki: İnsan bir başkasına söz etmeden önce kendini ortaya koymalı. Fıtratının tüm köklerine inerek yüzleşmeli kendisiyle. Acziyle, fakrıyla ve düşkünlükleriyle… Önce kendisinden, ama tasannu ile kirlenmemiş kendisinden, başlamalı ki; bir başkasının özündeki insana varmalı. O bir başkasını kendisine dönmeye zorlamalı. Aynı olanı göstermekle bir ayna olmalı. Kabuktan konuşan kabuğa konuşur. Kalpten konuşan kalbe. Ve ancak nefsinı ıslah eden başkasını ıslah eder.

Ve bu kasem gösteriyor ki; şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad’in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselamın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef’alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüzî olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.

Yalnız bu da değil arkadaşım. Bir de bu itirafın barıştırıcı bir yanı var. Bakara sûresi, Hz. Âdem efendimin kıssasını aktarırken, iki şeye dikkat çekiyor.

1) Dünyaya inerken ‘birbirlerine düşman olarak’ indiklerine.

2) Barışın (yalnız birbirleriyle değil bence varlıkla da barışın) tevbe ile gerçekleştiğine:

Bunun üzerine biz de, ‘Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır’ dedik. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle tevbe etti. Rabbi de onun tevbesini kabul etti.

O yüzden diyorum işte: Tevbe ettiğinde yalnız günahının affını istemiyorsun, aynı zamanda kendinle de barışıyorsun. Kusurlarının sen olduğuna, onlarla sen olduğuna ve onlarsız hikmetsiz kalacağına kanaat getiriyorsun.

Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah, sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” hadisi belki biraz da buna işaret ediyor. İnsanı kıymetli kılan yanının, hakikatini inkâr eden bir mükemmellik arayışında değil, zaaflarıyla yüzleşip “Ben buyum Allahım, yardım et!” deyişinde yattığını gösteriyor. Bir sırr-ı Yunus (a.s.) bu. “Allahım, sen kusurlardan münezzehsin, ben nefsime zulmettim” diyebilmek.

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki; aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: ‘Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Bu da ilginç birşey arkadaşım. Islah kelimesi köken olarak sulhle/barışla kardeştir. O zaman hemen sormalı: İnsanları ıslah etmek, onları düzeltmek midir yalnız, yoksa Allah’la ve varlıkla onları barıştırmak mıdır? Cevabını bulmadan şunu da eklemeli: Kendisiyle barışık olmayan başkasını nasıl barıştırır? Sonuçta günahlarımı seviyorum. İşlediğim için değil ama, tevbe etmeme ve yalnızca bir insan olduğumu hatırlamama vesile oldukları için. Öyle ya! Onlara sahip olmasam nasıl kaçıp Ona sığınacaktım?

Ahmet Ay

Günahlardan Tövbeyle Arınmak

Yüreğimizin yandığı, gözyaşlarımızın çağladığı anlar vardır. Geçen günleri düşündükçe; ‘Ah keşke böyle yapmasaydım, şunları yaşamasaydım’ dediğimiz, hiç hatırlamak istemediğimiz nice hallerimiz vardır. Ama olan olmuştur. Amel defterimizi yazan melekler, her şeyi kaydetmiştir.

Bu sabah balkonumdaki kumruların hu, hu’sundan içime bir nur doğdu. Çocukluğuma, o günahsız günlere, özlemle uyandım. Duama cevap gelmekte gecikmedi. Sevimli, küçük bir çocuk, oturduğum koltuğun sol yanında başını cama dayamış dışarısını seyrediyor ve hiç olmayacak şeylerin peşinde: ‘Ben bebek olmak istiyorum,’ ‘Allah beni bebek yapsın,’ diyordu. Anne, baba dahil arabanın içindeki herkes şaşkın ve çaresiz. Başını okşadım. O hâlâ söylenmeye devam ediyordu; ‘Bebek, yeniden bebek olmak istiyorum.’

Ah be güzel çocuk! O günlere tekrar dönmeyi kim istemez ki? Allah’ım küçücük dudaklara, büyük lâflar ettiriyorsun. Hiç düşündünüz mü? Allah’ın katında neden özel bir yeri vardır çocukların, ihtiyarların ve hastaların diye. Çünkü âciz ve zayıftırlar. Sevgiye ve şefkate muhtaçtırlar. Dualıdırlar. O büyük hesap gününü, mahşeri düşündükçe yüreğimin yağı eriyor. Hz. Ebubekir’in ve daha nicelerinin sözlerini hatırlıyorum; ‘Keşke bir çocuk olsaydım, keşke toprak olsaydım, keşke bir daha dirilmemek üzere ölseydim de hesaba çekilmeseydim’ diye söylemelerinin hikmetini şimdi anlıyorum. Hesap gününün dehşetini hakkalyakîn duymuşlar, o günü ölmeden önce yaşamışlar.

Allah (c.c.), isim ve sıfatlarıyla tanındıkça, insan marifetullahta ilerledikçe, imtihanı daha da zorlaşıyor. İnsan, bilgisi nispetinde Allah’ı seviyor ve emrini dinliyor. Bazen kalbimizi, ümitsizlik bulutları kaplamaya başlar. Sonra bu tablo birden değişir. Yerini rahmete bırakır. Yağmur gibi kalbimize ümit yağmaya başlar. Rabbimizin rahmetiyle yıkanırız. Günahlarımızdan istiğfarla yıkanıp, tövbeyle temizleniriz. Tövbenin bir şartı da Allah’ın affedeceğine inanmaktır. Rabbimizin o engin rahmetiyle, şefkatiyle çepeçevre kuşatılmışız. O’na sığınırız, O’na güveniriz.

Allah’ım tövbemizi kabul eyle. Küçük büyük, gizli açık günahlarımızı affeyle. Rahmetinden sonsuza kadar ümitvar eyle. Son nefeste de adını yar eyle. Kabirde de imanımı yoldaş eyle. Azabından ve hesabından korkup, çekinenlerden eyle. Suçumu, kusurumu, hatamı günahımı ilk andan bugüne kadar ne varsa defterimde yazılı hepsini itiraf ediyorum. Hepsinin affını rica ediyorum senden. Tövbemin kabulünü bekliyorum. Merhametine güveniyorum. Çünkü Sen Tevvab’sın, Vehhab’sın, Gafur’sun, Settar’sın. Affedici, esirgeyip bağışlayıcı sadece Sensin. Hayra da, şerre de, iyiliğe de, kötülüğe de elverişli yaratılmışız.

Kalbe gelenin iyi ya da kötü olduğunu anlamanın yolunu, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle açıklıyor: ‘Eğer kalpte, kötülüğe karşı belli belirsiz bir fısıltı, gizli bir ses işitilirse, bilmeli ki, o fısıltıyı yapan şeytandır. Gizli ses de onun telkini ve vesvesesidir. Eğer tam zıttı ise, yani gelen ses bizi hakka ve iyiliğe çağırıyorsa o ses melek tarafındandır, Allah’tandır.’

İnsan olarak yaratılıştan nefsimizin arzu ve isteklerine uymaya ve duygularımızı o yolda kullanmaya düşkünüz. Nefis ise, şer ve kötülüklerin kaynağı olan şeytanın aracısı ve bir âletidir. Şeytan, nefsimizi kullanmakla bizi azdırıp, saptırabilir. Rabbimize sığınmakla, samimi ve ihlâslı bir kul olmakla bu tehlikelerden kurtulabiliriz. Tavır ve davranışlarımızın iyi ya da kötü olduğunu en ince noktasına kadar gösteren tek ölçü dinimizin emirleri. Yapılan her çeşit kötülükleri, haksız ve uygunsuz davranışları İslâm dini ‘günah’ ismi altında toplar. Günahlar ise, Yüce Allah’a, kendimize, ve başkalarına karşı olmak üzere üç gruba ayrılır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) herhangi bir tutum ve davranışın günah olup olmadığını Medineli Ensar’dan iki kişinin fazilet ve günah hakkındaki sorularına verdiği bir cevapla belirtmiştir. ‘Fazilet, huy güzelliğidir ve kalbini ferahlandıran şeydir. Günah da içini tırmalayan, rahatsız eden, halkın görmesini ve bilmesini istemediğin şeydir.’

Günahın küçüğüne aldırış etmemek olmaz. Büyük tepeler, küçük taşlardan oluşur. İnancı güçlü bir insan, günahlarının manevî ağırlığı altında ezilir. İmanı ve inancı zayıf olan ise, günahları, burnunun üstündeki bir sinek gibi görür, önemsemez. Başımıza gelen musibet ve fenalıklar insanın hep kendi kazancıdır. Nisa suresi, 79. âyette de; ‘Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her fenalık, kötülük de kendindendir,’ der. Bazen kalbimizi, endişe korku kaplar. Bazen de geçim sıkıntısına düşeriz. O zaman, Allah’a olan inancımızı ve güvenimizi tekrar sağlamlaştırmamız gerekir. ‘Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır’ (Tâhâ, 124)

Günahlar, insana maddî ve manevî mahrumiyetler getirir. Kalp bunlardan kurtulup aklanmadıkça, ibadetten de bir haz ve bir tad alamaz. Kalbimiz, maddi ve manevî hayatımızı düzenleyen yegâne organımızdır. Bunun içindir ki, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor; ‘Haberiniz olsun ki, bedenin içinde bir et parçası vardır. O iyi olunca bütün ceset iyi olur. O bozuk olunca, bütün ceset de bozuk olur. İşte o et parçası kalbtir.’ (Buharî, c.1, s. 19)

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), ‘Mü’min, bir günah işlediğinde onun kalbinde siyah bir nokta konulur. O, bunu tövbe ve istiğfar ile silip atınca, kalbi o lekeden temizlenir. Eğer günaha dönerse, o noktalar artırılır ve nihayet onlar, o mü’minin kalbini kaplar,’ buyuruyor.

Allah’ım; Seni hakkıyla tanıyamamaktan, sevgili Peygamberimizi (s.a.v.) lâyıkıyla bilip, örnek alamamaktan af diliyorum. Tövbeler ediyorum. Cahillikten, kibirlenmekten, gururdan, hasetten, kıskançlıktan, yalancılıktan, yanlış inançlardan, nefsimin heva ve heveslerine uymaktan, gösterişin her türlüsünden, kendimi beğenmekten, riyadan, amel ve ibadetlerimle gösteriş yapmaktan, tanınmak, görünmek, bilinmek ve şöhret belâsından, vara yoğa kızıp, haksızlık etmekten, kin ve inat gütmekten, Sana sığınıyorum. Bunları bilerek ya da bilmeyerek yaptıysam Senden af ve özür diliyorum. Günahlarıma tövbe ediyorum. Bir daha işlememeye azmediyorum. Affeyle Allah’ım. Affeyle Rabbim. Âmin’ 

Allah’ım; savurganlıktan, cimrilikten, acelecilikten, kötü kalpli olmaktan, sabırsızlıktan, neme lâzımcılıktan, münafıklık etmekten, sui zandan, nefsimin arzularına düşkünlükten, günah işlemekte ısrar etmekten, senden başka bir güç ve kudrete itimat etmekten sana sığınırım. Eğer bilerek ya da bilmeyerek, bu veya bir başka fiili işlemiş isem, hatamı itiraf ediyorum, pişmanlık duyuyorum ve bunu bir kere daha işlememeye azmediyorum. Sana en içten ve samimi duygularla tövbe etmek istiyorum. Kalbimdeki katılığı ve pası sil, gider, Rabbim. Tövbelerimizi kabul eyle Allah’ım. Ne olur Rabbim, kabul eyle. Âmin.

Dünyada da ahirette de yüz karası olacak günahlarla huzuruna gelmek istemiyoruz, bizleri affeyle. Günahlarımızdan kurtulmak için Sana tövbe ediyoruz. Rabbim, senin açık ve kesin emrine uyuyoruz. Sen Kur’an’da öyle buyuruyorsun: ‘Hepiniz, Allah’a tövbe edin ey mü’minler. Tâ ki, korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız.’ (Nur, 31) Allah’ım Seni anmaktan, fiilen, halen, kalben ve tavren, şeytanın gaflete düşürücü vesvese ve tuzaklarından hepimizi uzak eyle.

Allah’ım, insanlığın ilki ve başı dedemiz Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın Kur’an’da geçen ilk tövbesi ile tövbemizi kabul buyur: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. Eğer, Sen bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.’ (A’raf, 23)

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz de, çok zaman: ‘Allah’ım! Beni bağışla. Tövbemi kabul buyur. Tövbeleri, çok çok kabul eden merhametli Sensin, Sen’ diyerek dua ederdi. Hatta ‘Rabbinizden mağfiret dileyiniz. Sonra, Ona tövbe ile dönünüz. Çünkü benim Rabbim çok esirgeyendir. Mü’minleri çok sevendir’

Hud Suresinin 90. âyetleri nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.v.) her gün yüz kere istiğfar etmeye başlamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) her insanın, hangi hâl ve hangi iş üzerinde bulunurken ölmüşse, ona göre diriltileceğini söylüyor. Rabbimiz de; ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz! Herkes, yarın için, önden ne göndermiş olduğuna baksın! Allah’tan korkunuz! Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.’ (Haşr, 18) buyuruyor.

İnsanın kusursuz olmayacağı, bir gerçektir. Fakat, kusurunu bilmek ve onu tekrarlamamaya çalışmak da, bir görevidir, meziyettir. Burada kendini hesaba çeken, sorgulayan insan ne bahtiyardır. Hayat muhasebesinde bizi kurtaracak ve ilk baş vurulacak şey, tövbe etmemizdir. Yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyan kimse, tövbenin ilk adımını atmış demektir. Peygamberimiz (s.a.v.) pişmanlığın, bir çeşit tövbe olduğunu haber vermiştir. Yaptıklarından hemen tövbe etmeyip onu, geciktiren veya ‘ileride tövbe ederim’ diyenler, şüphesiz aldanmışlardır. Hz. Lokman’ın oğluna ‘tövbeyi geciktirme! Çünkü, ölüm, sana ansızın gelir!’ der. Yüce Allah; Mü’min, münkir bütün kullarının tövbe etmelerini, bağışlanmak için af dilemelerini, rahmetinden ümitsizliğe düşmemelerini istemekte, kendilerinin bütün günahlarını bağışlayacağını bildirmektedir.

‘Bilmeyerek günah işleyen, sonra da tövbe edenler, bağışlanır ve Cennete girerler.’ (Nahl, 119)

‘Tövbe ve iman edip yararlı âmellerde bulunan insanlar, dünya ve ahirette felâh bulur, umduklarına kavuşurlar.’ (Furkan 70-71)

‘Mü’minlerden, kim bilmeyerek bir fenalık yapıp, sonra da ondan tövbe ve nedametle hallerini düzeltirse bilsin ki, Allah muhakkak çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.’ (En’am, 54)

‘Küfürden, zulümden tövbe edip iman ve hallerini ıslah edenlerin tövbeleri kabul olunur.’ (Mâide, 39)

Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘Günahından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir,’ (İbni Mace, Sünen, c.2, s. 1420) buyuruyor.

İşlenilen günahlardan dolayı edilecek tövbede, dil ile istiğfarda bulunmak, kalb ile pişmanlık duymak, günah işlemeyi bırakmak ve o günaha bir daha dönmemeye azmetmek gerekir.

Tövbe eden kimsenin; yalanı, gıybeti, koğuculuğu, boş boğazlığı bırakması.

Kalbinde kin, hased, düşmanlık duygularına yer vermemesi.

Düşüp kalktığı yaramaz arkadaşlarından ve kötü dostlarından uzaklaşması.

Rabbine ibadetten geri kalmaması ve ahiret hazırlığı yapması… Tövbesinin kabul olunduğunun belirtileri ve işaretleridir.

Sahabeden Abdullah b. Ömer ‘İşlediği günahı hatırlayarak kalbine korku düşen kimse, günahlarının silineceğine emin olsun’ demiştir. Bu gibi insanlara sevgi göstermek, tekrar aynı yola düşmemeleri için dua ve temennide bulunmak görevimizdir. Bu da bir yardımdır. Günah, Allah (c.c.)’a, insanlara ve kendimize karşı olmak üzere üç gruba ayrıldığı gibi, tövbeyi de, Allah’a karşı işlediğimiz günahlardan tövbe, başkalarına karşı işlediğimiz günahlardan tövbe diye gruplandırabiliriz.

Allah’a karşı işlenilen günahlar; İmana, itikada dair günahlar ve âmeli yani ibadete yönelik günahlardır. Her iki kısım günahın da büyük ve küçük olanları vardır.

İtikadla ilgili günahların en büyüğü: Zâtında ve sıfatlarında yüce Allah’a şerik ortak koşmak, yahut Allah’ı inkâr etmektir.

Dünyada, bu günahtan kurtulmanın, arınmanın yolu: Müşrikliği ve imansızlığı bırakıp Allah’tan af dileyerek tövbe etmek, Allah’ı, şeksiz, şüphesiz var ve bir bilmektir. Dünyada bu şekilde tövbe ve iman etmeyenleri, Rabbimiz asla, bağışlamıyor, temelli azapta bırakıyor. Allah’ın ‘Yapınız!’ dediğini, yapmamak, ‘Yapmayınız!’ dediğini yapmak suretiyle işlenilen günahlar, dünyada iken tövbe ve pişmanlık duymakla, Allah’a yalvarıp yakarmak, O’nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmakla bağışlanıyor. İşlenmiş olan günahlardan tövbe edilmekle birlikte, o günahların sayısı kadar hayr ve hasenat da, işlemenin gayreti içinde olmalıyız.

Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’inde: ‘Çünkü, haseneler, günahları giderir’ (Hud, 114) buyurduğu gibi, Peygamberimiz (s.a.v.) de, işlenilen bir günahı yok etmesi için onun arkasından hemen bir hasenenin, bir iyiliğin işlenmesini tavsiye buyurmuştur. (Münzirî, Ettergibu vetterhib, c.4, s. 109)

Kendimize karşı işlediğimiz günahlar, Allah ile kul arasında kalan günahlardır. Bu çeşit günahların tövbesi; dil ile istiğfarda bulunmak, kalb ile pişmanlık duymak, onları, bir daha işlememeye niyet ve azmetmektir. Başkalarına karşı işlediğimiz günahlardan tövbeye gelince. Bu, kul haklarına girdiği için, hepsinden daha önemli ve daha ağırdır.

Kul hakları: Mala, cana, ırz ve namusa, aile mahremlerine ve dine dairdir. Malla ilgili haklardan doğan günahlardan kurtulmanın ve arınmanın yolu; tövbe ve nedamet ederek o malı veya bedelini mal sahibine ödeyip helâllaşmak, Eğer hak sahibi kaybolmuş veya ölmüşse, o malı veya bedelini hak sahibinin varislerine ödemek. Varisleri yoksa onu, hak sahibi hesabına sadakalar vermek, Allah’tan da af dilemektir. Tasadduk edecek mala sahip olmayanların, ahirette hak sahibini razı edip, hakkından vazgeçirmesi için yüce Allah’a yalvarıp yakarmaktan, ağlayıp sızlanmaktan başka çareleri kalmamış demektir.

Gıybet ve iftira etmek, sövüp saymak, hakaret etmek, dövmek veya dövdürmek, Aile mahremlerini açıp, öğrenmeğe çalışmak, küfür ve dinsizlik isnad etmek.. gibi, ırz ve namusa, nefse, aile mahremlerine ve dine taalluk eden haklardan doğan günahlardan kurtulmanın, arınmanın yolu: Bu konuda sarf edilmiş olan sözlerin, yapılan hareketlerin tamamıyla asılsız, yersiz ve haksız olduğunu, hak sahibinin huzurunda itiraf etmek, hakkını helâl etmesini ondan dilemektir. Hak sahibinin gıyabında işlenmiş olan günah, kendisine açıklandığı takdirde, bir fitne ve fesad kopmasından korkulacak nitelikte ise, onu açıklamamak, fakat meclislerde, toplantılarda, dostları ve yakınları arasında, hak sahibinin iyi ve güzel huylarını anmak suretiyle daha önce onun hakkında söylemiş olduklarını geri almak, ahirette de, onu razı ederek hakkından vazgeçirmesi için yüce Allah’a yalvarıp yakarmak, ağlayıp sızlanmak, istiğfar etmek, hak sahibi adına hayr ve hasenat yapmaktan ve herkese iyi davranmaktan geri durmamak. Hakkına tecavüz edilen kimse, ölmüş, yapılan zulüm de, dil ve el ile yapılmış ise, o kimseyi rahmetle anmak, onun çoluğuna çocuğuna iyiliklerde ve iyi muamelelerde bulunmak gerekir.

Şüphe yok ki, yüce Allah, kullarından kusurlarını itirafla tövbe edenlerin tövbelerini kabul ve günahlarını afveder. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: ‘O, kullarından tövbeyi kabul eder. Günahlardan (tövbe edenleri) af buyurur ve bütün yaptıklarınızı bilir.’ (ŞÃ»ra, 25) Yeter ki, kul, yüce Allah’a açık bir kalble yönelmesini, ‘Aman ya Rabbi’ demesini bilsin. Yüce Allah, tövbe eden kullarını bağışladığı gibi, onları, günahlarının ağırlığı, ayıbı ve utancı altında da, bırakmaz.

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bakınız ne buyuruyorlar:

‘Yüce Allah, tövbe eden kullarını bağışladığı gibi, onları, günahlarının utancı ve ağırlığı altında da bırakmaz.’

Bir diğer hadislerinde ise:

‘Yüce Allah, tövbe eden ve tövbesi kabul olunan kimsenin amelini yazan meleğe, onun günahını unutturur. Onları işleyen azaya da, işlenen yere de unutturur. O kimse, aleyhine şehadette bulunacak hiçbir şey ve hiçbir kimse bulunmadığı halde mahşere gelir!’

Böyle olanların, Kıyamet gününde amel defterlerine bakıp, baş tarafında günahlarını, sonunda da, hasenelerini yazılı bulacakları, defterlerinin baş tarafına tekrar baktıkları zaman, tamamının hasenelerden ibaret bulunduğunu görecekleri de, ayrıca bildirmiştir. (Munziri-Ettergibu vetterhib c.4 s.94-95)

Yüce Allah da, bu hususta şöyle buyurur: ‘Ancak, tövbe ve iman edip iyi amellerde bulunan kimseler müstesnadır. İşte, Allah, onların günahlarını sevaplara çevirir. Allah, çok bağışlayıp, affedici ve çok esirgeyicidir.’ (Furkan, 70)

Rabbim, Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) dünyamızı şereflendirdiği günler ve aylar hürmetine hepimizin günahlarını affeylesin. Dünyada ve ahirette afiyetler ihsan eylesin. Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin. Sonsuza kadar salâtu selâm Peygamberimizin (s.a.v.) üzerine olsun. Âmin.

 Selim Gündüzalp

Tahribat ve günahlara karşı sığınak nedir?

Tahribat ve cazibedar hevesat zamanında yüzer günahın hücumuna karşı korunmak için neler yapılmalı?

Öncelikle ayetin“Yaklaşmayın!” uyarısına kulak vermek gerekir. Pek çok haram ve yasak öncesinde bu ikaz vardır. Haramın çekim alanına yaklaşmamak gerekir. Tez elden istiğfar ve tövbe ile ön tedbir alınmalıdır. İşlenen günahın ardındaki pişmanlığı küçümsememek lazımdır. Aksine nedameti etkin hâle getirerek davranışlarımızı tashih etmeliyiz.  Buradaki hassasiyetin kesinlikle sabır, gayret ve azimle zinde tutulması gerekir. Musîbeti şekva ile değil sabır ve hikmetle karşılamak gerekir. Kişi cisminin küçüklüğüne bakıp da günahları küçük görmemelidir. Kendisine karşı günah işlenen Zatın büyüklüğüne bakılmalı. Çünkü kalbin katılığından bir zerre, şahsî âlemin bütün yıldızlarını karanlığa tutturur.

gunahAyrıca Allah bir deyip de O’nun yerine yahut yanına koyduğumuz nice şeylerle gizli/açık şirke düşme ihtimalini de unutmamak gerekir. Bu zamanda özellikle sosyal medya marifetiyle de günah bir iken bin olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Nefsimizin her nevi şer ve kötülüğü işlemeye meyilli olduğunu bilerek, onu temize çıkarmayıp, avukatı olup savunmayıp aksine ıslahı için fiili ve kavli dua etmeliyiz. Her nevi iradenin ön kademesi olan hayalin kötü ve günahlı tahriklerden uzak tutulması lazımdır. İşte bütün bunlar için mevcut olan imanın bir an önce kuvvetlendirilerek takva ile muhafaza edilmesi lazımdır. Yapılan ibadeti, yasak savma pozisyonundan çıkarıp huşu ile icra etmek, huzurda hissetmek adına ruhanî ve manevî zevk ve hâl ile yapılmalıdır. İşte bütün bunları özetleyen ifade olan takva ve salih ameli ihlâsla yoğurup imanî derslerle uzun ömürlü hale getirilmelidir.

Tahribat ve günahlara karşı en mühim siper takvadır. İmandan sonraki işimiz budur. Bediüzzaman Hazretleri, gayet ehemmiyetli gördüğü hususu Kastamonu Lâhikası’nda bir mektupta dile getirir. Ahirzamandaki tahribat ve menfi cereyanın dehşetine karşı takvanın esas alınması gerektiğini söyler.

Takva, haram ve günahlardan Allah emrettiği için sakınmaktır. Günahtan kaçınmak Allah’ın emridir. Allah’ın emrini yerine getirmek, yasakladıklarından sakınmak ibadettir. O halde bir nevi menfi ibadet ismiyle de tanımlanan bu amelin özünde Allah rızası için yapmak anlamındaki ihlâs vardır ve olmalıdır. İfsat ederek yoldan sapmaya sebep olacak her nevi davranıştan sakınıp, büyük günahlardan uzak durmak gerekir. Bu anlayışın esas olduğu hayat; Allah’ın (cc) emrettiği, Resul-i Ekrem’in (asm) özendirdiği doğru davranışlarla tezyin edilmeli.

Ahlâkî ve Kur’anî terbiyenin sarsıntıya uğradığı, zulmetli bir anarşiliğin, zulümlü bir dinsizliğin ifsada başladığı bir zamanda doğrusu salih amelin her zaman işlenmesi mümkün gözükmemektedir. Bir haramın terki vaciptir, şarttır. Bir vacibin işlenmesi çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böylesi dehşetli bir zamanda bir günahtan çekinmek anlamındaki takvalı davranışla işlenen vacip, çok sünnetlere bedel sevabı olan bir amel-i salihtir. İhlâsla kuvvetlendirilen takva sığınağına girenleri bekleyen bir başka manevi bir ortak sığınak daha var o da iştirak-ı a’mal-i uhreviye denilen ahirete ait işlerdeki ortaklık, bu zamanda ayrı bir kuvvetli koruyucu kalkandır. Birbirimiz hakkında yaptığımız dua ve teşvikler, takva kalesine yardım ederek kalkanın mukavemetini artırmaktadır.

Takva kalesinde bütün donanımlar yeniden ve her seferinde gözden geçirilir, yenilenir, güncellenir. Zira dışarıdaki ifsat düşmanı sürekli yenilenerek gelmektedir. Tek başımıza karşı koymanın yetersiz kaldığını idrak ederek cemaatî anlamdaki manevi ortaklık bu bağlamda da çok önemlidir.

Ve ahirzamanda yaşayan mü’minler olarak gıyabımızda dua almaya ve dostlarımıza da sürekli duaya devam etmek gerekir.

Mehmet Çetin

On Birinci Gün

Yaşlı adam, son demlerini yaşıyordu. İhtiyarlık derdine, bir de ağır hastalık eklenmişti. Kendisiyle ilgilenen kişiler, ona iyi olduğunu söylüyorlardı ama, ciğerleri parça parça dağılıyordu sanki, her öksürüşte. Esasında hastalığından fazla, günahları üzüyordu yaşlı adamı. Özellikle gençliğinde pek çok hata yapmıştı. Bu yüzden de evlatları hayırsız çıkmış, her biri bir köşeye dağılmıştı. Eşi, beş yıl kadar önce vefat edince, büyük oğlu yurt dışına yerleşmiş, oraya gidince de, her şeyi unutmuştu. Kızı da bir serseriye kaçmıştı habersizce. Küçük oğlu, nispeten hayırlıydı. Arada bir kendisini ziyaret eder, yatağının baş ucuna birkaç kuruş koyardı. Hatta onu hastaneye bile kaldırmış, bazı masraflarını üstlenmişti.

İhtiyarın yalnızlığı, hepsinden kötü idi. Kendisinden ümit kesen doktorlar, sonunda onu evine göndermişlerdi. Durumu artık çok daha kötüydü. Birkaç seans kemoterapi tedavisi, vücudunun her yerini fosur fosur kabartmış, ayakta bile duramaz hale gelmişti. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda, küçük oğlu da uğramaz olmuştu her nedense. Çok şükür ki komşuları vefalı insanlardı. Evlerinde ne pişse, ona da bir parça getirirlerdi.

Yaşlı adamın hemen baş ucunda, eski bir telefon bulunuyordu, çalmasını boşuna beklediği. Borcundan ötürü çoktan kesilmiş, üstü tozla kaplanarak rengini kaybetmişti. Gerçi çalışsa bile, arayan çıkmazdı ya!. O kadar özlemişti ki onun sesini. Bir zamanlar hâlini soran dostlarını. Dayanılmaz ağrılarla kıvrandığı bir gece, telefona uzanarak ahizeyi kaldırdı. Belki gurbet ellerdeki oğlunun, belki de kızının sesi gelirdi derinlerden. Belki de eşinin yumuşak sesini duyardı, çok uzaklardan. Ahizeyi bir süre öyle tuttu. Çıt bile çıkmıyordu. Tam yerine koymak üzere iken, telefondan biri seslendi ona:

— Günahların için tövbe ettin mi?

— Evet!. diye atıldı yaşlı adam, gelen sesin sahibini merak bile etmeden. Yıllar buyu af diledim Allah’tan. Günahlarım, çok fazla olmasına rağmen.

— Doğru!. diye cevap geldi, antika telefondan. Günahların, başındaki saçlar kadardır. İnşallah affedilir!.

Yaşlı adam, ağlamaya başladı. Gençliğinde pek umursamadığı, günün birinde affedilir zannettiği, belki de bu yüzden devam ettiği günahları, daha sonra binlerce kez tövbe etmesine rağmen demek ki silinmemiş, sırtında bir yük olarak bırakılmıştı. Yattığı yerden doğrulup pencereye bakınca, cama yansıyan görüntüsünü fark etti. Saçları bembeyaz, ama çok gürdü. Rahmetli babası, hatta dedesi gibi.

Gözyaşları bir ara kesilince, yorgun vücudunu tekrar yatağa attı. Telefonu yerine koymaktansa, yastığının altına sıkıştırdı. Şimdi artık bir arkadaşı vardı. Hayalî olsa bile, belki başka bir şeyler de söylerdi ona, yüzünü güldürecek, ruhuna bayram yaptıracak sözler. Aradan on gün geçti. Fakat ihtiyar adam, her an biraz daha artan acılarına değil, günahları için göz yaşı döküp ağlamayı, Allah’tan ümit kesmeyip tövbe etmeyi; telefondaki ses de, aynı sözleri tekrarlamayı sürdürdü.

— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. İnşallah affedilir!.

On birinci gününde, yaşlı adam öleceğini anlamıştı. O geceki rüyası, daha önce gördüklerinden çok farklıydı. Rüyasında tamamen iyileşmiş, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş, kendisini çağıran eşine koşmuştu. Daha sonra onunla birlikte uçmuştu, yamaçlarından şelaleler akan bir dağa doğru. Uyandığında, aceleyle kalkmaya çalıştı yerinden. Rabbinin huzuruna, taptaze bir abdestle varmalıydı. Peki ya daha sonra? Küçüklüğünden beri, ”Allah Kerim!.” diye tekrar ederdi. Kerim Rabbi, belki onu da affederdi. Duvarlara tutunarak lavaboya yanaştı. Üstündeki aynaya baktığında, nefesi bir anda kesilir gibi oldu. Nurlu yüzü iyice aydınlanmış, bütün vücudu titremeye başlamıştı. Tekrar tekrar baktı görüntüsüne. Arada bir elleriyle başını sıvazlarken. Evet, evet!. Gördüğü şey hayâl değildi. Belki de ilaçların tesiriyle, başındaki saçlar tamamen dökülmüştü. Bu sefer de sevinçten ağlıyordu ihtiyar. Yatağına doğru son kez adım atarken, telefondan yine aynı ses geldi:

— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. Ve şunu sakın unutma ki, Allah Kerimdir!

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi