Etiket arşivi: transkritik

Necip Fazıl Kısakürek ve Bediüzzaman Said Nursi Transkritik

Necip Fazıl dinin temalarını şiirle ifade etmiş, Bediüzzaman ise sanatlı bir din yorumu ile felsefe, sanat ve edebiyat ile karışık bir sentezden yorumlara gitmiştir. Necip Fazıl’ın şiir imajlarına bakınca onların dinin hakikatlerini sanata dönüştürerek ifade ettiğini görmekteyiz. Bediüzzaman ‘ın ifadeleri ile şairin imajlarının hakikatlere nasıl yorumlar getirdiğini anlatmak büyük bir çalışma konusudur. İki büyük adam da dalaletin ve inkârın çok yönlü saldırıları ile bu saf millete yöneldiği, okulların ateizmin salonlarına döndürüldüğü, sistemin inkârı uysallaştırmaya çalıştığı bir dönemde ciddi anlamda onlarla savaşmışlardır. Her iki insan da birbirlerinden haberdardır, Bediüzzaman Büyük Doğu’yu takib eder ve kapandığını görünce üzülür, o yoksul haliyle öğrencisi Zübeyir Gündüzalp’e “Zübeyir yorganımı sat Necib’e ver , o dergi  çıksın” der. Necip Fazıl bunu duyunca  yüzünü arkaya döner ve ağlar “Hoca Efendi büyük adammış“ der. Bediüzzaman yıllarca hapislerde sürgünlerde, mahkemelerde hayatını geçirmiş görmediği zulüm ve hakaret kalmamıştır. Necip Fazıl da beş buçuk yıl hapis yatmış, gariban ve yoksul bir şekilde  davam dediği mukaddes yükü sırtından bırakmamıştır.

Her iki insan da tesirsiz hale getirilmek istenmiş ama hiç iltifat etmemişlerdir. Necip Fazıl’a Recep Peker yüz bin lira teklif etmiş ta ki kendilerini eleştirmesin diye altmış beş lira süt borcu olan Necip Fazıl bu teklifi hakarete varacak şekilde reddetmiştir, yine partinin bir adamı ona bir matbaa sözü vermiş o yine yanaşmamıştır. Paranın ve makamın şımartmadığı bir insandır. Bediüzzaman kendisine sunulan şark vilayetleri umumi vaizliğini ve yüksek statüde devlet memurluğunu kabul etmemiş, sistemin kendi mantığına aykırı olduğunu görünce sistemin münşilerini terk etmiş ve Van’a gitmiş, daha sonra Barla, Isparta, Denizli, Eskişehir, Kastamonu da hayatlarını geçirmiş ve büyük bir velvele ile darı dünyadan göçüp gitmiş ama hesabını açık bırakmıştır.

Bediüzzaman ahiretin varlığını İslam uleması ve İbn-i Sina akli mesele değildir diyerek oraya yanaşmadıkları halde otuz üç değişik epizottan ahiretin varlığını ispat etmiştir. Necip Fazıl ahiret yolcusunun mücrim halini anlatır.

Beni şafak vakti bir el dürtükler

İdam mahkumu kalk bekliyor savcı

Zindan avlusunda öter düdükler

Bir güneş doğar ki zakkumdan acı

Bediüzzaman,  dördüncü söz, dokuzuncu söz, 21 inci söz gibi eserlerinde namazın insan için ne kadar lüzumlu bir davranış olduğunu anlatır. Necip Fazıl da sadece seccadede  şefkat görür, gerçekten büyük adam zulümden başka bir şey görmemiştir. Yüzünün hatlarına bakan ne kadar büyük bir zulme maruz kaldığını ifade eder.

Beni kimsecikler okşamaz zaten

Öp beni alnımdan sen öp seccadem

Der şair.

Bediüzzaman Kayyum ismi, Hakem ismi, İkinci şua isimli eserlerinde kâinattaki dünyadaki birbirinden farklı sayısız nesnelerin nasıl iç içe hayata biri tarafından hizmet ettirilmek için tanzim edildiğini armonikal birliğin nasıl sağlandığını anlatır. Necip Fazıl bu hakikati şöyle anlatır.

Fikret nasıl kurulmuş iç içe bu iklimler

Nasıl kaynaştırılmış sesler renkler hacimler

Tevhidin bu kaynaştırması estetiğin konusudur estetiğin anası tevhiddir. Tevhid aynı zamanda tevhid etme bir araya getirmektir. Bütün farklı nesneleri bir araya getirmektir.

Bediüzzaman atom konusunu çok irdeler, eserlerinin temel argümanlarındandır atom konusu . Marksizm ve kadim filozoflar Epikür ve Demokritos bu konuyu insanlığın başına bela etmiş atomu kendi başına dışardan bir gücün değil kendi kendine oluşan bir tasarım olduğunu iddia etmiştir. Klişe filozofları onun tasarımı inkar etmesini  kaldıramamış ve üniversiteden klişe atılmasını sağlamıştır. Bediüzzaman marksın bu iddiasını eserlerinde tahlil eder mukayese eder ve zerrenin âlemin inşasındaki mühendis tavrın kaynağı olamayacağını söyler, iddiayı çürütür, “küfrün bel kemiğini kırdım“ der, çünkü küfrün iki bel kemiği vardır biri tabiat diğeri atom. Necip Fazıl atom için;

Atomlarda cümbüş  donanma şenlik

Ve çevre çevre nur çevre çevre nur

İç içe mimari iç içe benlik

,,

Suda ezel fikri ebed duygusu

Gökyüzünden suyun indirilmesi ezel ve ebedi hazırlar.

Ve enzeleminessema i maen

Ayetini müteaddid yerlerde açıklar Bediüzzaman ve suyun hayat için ve insan için zaruretini ortaya koyar.

Bediüzzaman hayretin alemi seyreden insanın manevi hayatındaki önemini anlatır. Bütün hayatı seyrettiği kainat ve hakikat yüzünden hayret ile geçmiştir. Edebiyatımızın ve fikir tarihimizin en çok hayret eden insanıdır. Alemdeki güzellikler hayreti doğurur insan hayreti ile secdeye kapanır, estetik de sanat da din de hayretten doğmuştur, eserlerinde hayreti tebcil eden önemli ifadeler vardır. Peygamberimiz de hayreti yüceltir ve” Allah’ım hayretimi artır “der. Necip Fazıl ise;

Şeh-i ekber diyor ki en büyük makam hayret

İki bir iki eder demek bile cesaret

Necip Fazıl hayreti âlimler için gerekli bulur.

Âlim ki hayreti yok, ne boş yere gayrette

Necip Fazıl vahye ve vahiysel değerlere göre yaşamıştır, onu sevmeyenler köşede bucakta bir iki akıllarının almadığı durumu onu eleştirmek gibi bir densizlikte kullanmışlardır. Vahiysel değerlerin başında âlemdeki ahenk gelir. Ahenk farklı nesneler arasında sağlanan hareketli birliktir, şair ahenksiz dünyasından dolayı bu ahenge seslenir.

Kaçır beni ahenk al beni birlik

Artık barınamam gölge varlıkta

Ahenk ve birlik âlemin düzenini sağlar arkada onu sağlayan Allah’ın armonikal gücü yani tevhid edici tasarımı ve yönetimidir. Bediüzzaman ahengi tevhidi izah ederken söyler ” Tevhid ve ve vahdette cemal ve kemal-i ilahi tezahür eder”  der. Yani farklı eşyaların ve nesnelerin bir araya getirilmesinden birlik ve ahenk doğar bu da tevhid edici bir güç tarafından sağlanır. Ahenk davranışın üyeleri arasındaki birliktir aynı zamanda. O sonsuzluk kervanı isimli şiirindeki insanlığın yıldızı ayı güneşi olan insanları da ahenkli olarak yorumlar ve onlar için, “Ölçüden ahenkten daha güzeller “ der.

Akıl konusunda Necip Fazıl’ın hayli imajları vardır. Aklı cüceye benzetir çünkü o kâinatın büyük düzeni karşısında bir cücedir. Aklın ermezliğini yetersizliğini vurgular. Âlemi aklın çözemeyeceği sorunlar yığını olarak görür.

Bir âlem ki gökler boru içinde

Akıl almazların zoru içinde

Üst üste sorular soru içinde

Düşün mü konuş mu  sus mu unut mu ?

Bediüzzaman arsın fen ve felsefesinden dolayı aklın yetersiz bir çözümcü olduğunu görür ve aklı anlayacak bir boyuta getirmek için büyük gayret sarfeder. Onuncu söz isimli eserinde ahiretin varlığını anlamayan aklı bir anlayan akıl durumuna getirmek için onu geliştirir ve büyütür. İkinci şua da tevhidi anlamayan aklı geliştirir, Münacat’da fenlerin ve diğer ilimlerin nesneler gibi gördüğü eşyanın yaratılış içindeki yerini  görür ve onları hem yerlerine sadakatle anlatır hem de onları dua da kullanır. Allah’ın büyük sanat eserlerini varlık içinde yorumlar.

Necip Fazıl aklın gelişeceğini düşünür, ama nasıl

Bir akıl gelecek ki akıllar delirecek.

Bediüzzaman Tabiat ile ilgili eserinde Tabiat’ın nasıl Allah’ın bir sanat eseri olduğunu anlatır. Atomun nasıl külli bir akılla varlığın vazifelerine dönük çalıştığını ortaya koyar.

Necip Fazıl aklı bir çürük diye benzetir, at kurtul der.  Akıl ile kalbin anlaşmazlığını anlatır şair

Seni dağladılar değil mi kalbim

Her yanın içi su dolu kabarcık

Bulunmaz bir halden anlar bir ilim

Akıl yırtık çuval sökük dağarcık

Ancak necip fazıl aklı büsbütün yetersiz görür, Bediüzzaman ise aklı eğiterek yeterli hale getirir.

Akla yoktur çıkar yol

Ne hesap ne hendese

Hesap ve hendesenin varlığı anlamanın iki önemli aracı olduğu Bediüzzaman’ın  eserlerinden anlaşılır. “ Kainatın envaını insanın etrafında hikmet tahtında insanın hacetlerine koşturan” derken büyük geometriyi izah eder. Çünkü her varlık insana belli bir geometrik uzaklıkta durur ve bu duruş hikmetli duruştur.

Necip Fazıl akşamı bir varlık görüntüsü olarak Bediüzzaman ise insan hayatının namazla birleşerek âlemin faniliğini ihtar eden bir durum olarak görür, dokuzuncu söz insan hayatının ve günün önemli anlarının insan ve ibadetle bağlantılarını anlatır.

Necip Fazıl ise günün vakitlerini büyük şöleni hatırlatan bir şekilde görür.

Sabah akşam öğlende

Aklım büyük şölende

Bediüzzaman zaman üzerinde çok durur, zamanın yaratılmış olduğunu, zamanı aşan ebediyeti anlatır. Güneş ay ve dünya arasındaki bağlantıdan doğan zamanın arkasındaki ebediyeti anlatır. Onunla kader hakkında yorumlar yapar, çünkü kadar zaman ötesi bir kavramdır, ancak zamanın anlaşılması ile ortaya çıkar. Peygamberimizi anlatırken ondan önce zamanın olmadığını anlatır.

Düşünüyorum ondan evvel zaman var mıydı?

Hakikatler boşluğa bakan aynalar mıydı?

Onun gelişi ile hakikat anlaşılmıştır, zaman onun gelişi ile değer olmuştur. İnsan ve varlık onun ile anlam kazanmıştır. Ancak vahyin ışığı eşyayı manası ile göstermiştir.

Necip Fazıl aynayı bir yönden sorulama aleti olarak görür, Bediüzzaman ise hem sanatın fonu hem Allah’ın sanatına ayna olan varlıkları ayna olarak görür. Necip Fazıl da o yolda konuşur.

Rüzgâr öyle esti öyle esti ki,

Her şey uçup gitti kaldı Yaradan

Ayna düştü hayal perdelerdeki

Bir akisçik gibi çıktı aradan

Aynalardaki akislerin Allah’tan olduğunu söyler.

Senden senden hep senden

Akisler aynalarda

Her iki insan da  gençleri kurtarmak peşindedirler, ikisinin de etrafında dönemin geçleri yer almıştır. Bediüzzaman gençlerle bir yeni dünya ortaya sürmüş ve Necip Fazıl da aynı işi yapmıştır. Bugün ülkenin idaresindeki insanlar bu birbirine yakın imi manevi memeden emmişler değerlerine sahip olmuşlardır. Her ikisi de sorgulayan ve arayan bir gençlik peşindedir.

Daha keskin eliyle başını ensesinden

Ayırıp o genç adam uzansa yatağına

Yerleştirse başını iki diz kapağına

Soruverse ben neyim  ve bu hal neyin nesi?

Yetiş ey hey sonsuz varlık muhasebesi

Bediüzzaman insanın bu evren içinde kendini nereden geldiğini nereye gideceğini burada işinin ne olduğunu argümanların başına koymuş ve insanın bir düşünen yolcu olduğunu vurgulamıştır. Onun Ayet ülkübra isimli eseri bir yolculuk temasıdır ve kainattan halıkını soran bir yolcudur seyyahtır oradaki roman kahramanı.

Bediüzzaman kainatı insanı ve esmayı Rabbaniye’yi bir bilmece, bir müşkül küşa olarak görür. Necip Fazıl da daha sınırlı bir düzeyde bilmece der.

Bir çözülmez bilmece

Hep sayı harf ve hece

Peçe üstüne peçe

Böyle aynı noktanın

Üstünde saatlerce

Benliğime eğilsem

Sabah akşam ve gece

Ortasında odanın

Karınlıkta çevrilsem

Bir çözülmez bilmece

Hep sayı harf ve hece

Necip Fazıl da Bediüzzaman’da mülübanların avukatıdırlar. Bediüzzaman eserlerini uhrevi mahkemenin avukatı olarak görür ve onu avukat olarak tutanın kazanacağını ifade eder. Necip Fazıl ise;

Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım

Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım

Necip Fazıl davanın sahipsizliğini anlatır. Bediüzzaman ise kendini namazın Kur’an’ın ve dinin davasına adadığını her şekilde vurgular. “Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet i de istemem “ der.

Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük

Der.

Bediüzzaman insanın dünyaya gönderilişi ile fikirlerini söyler. “İnsan şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş. Ve o istidada göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş(emanet edilmiş)Ve o insanı o gayeye ve vazifelere çalıştırmak için şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. “ İnsanın çok yönlü gönderilmesini ve kendisine verilenlerin emanet olduğunu ve emanet geri alınınca bunların değerlendirileceğini söyler. Necip Fazıl ise gençlik yıllarının emanete karşı kayıtsız olduğunu belirtir” Kutsi emaneti yedim bitirdim” der.”Bizde kudsi emanet “ diyerek farklı olduğumuzu anlatır. Kendini daha sonra “mukaddes emanetin dönmez davacısı olarak “ görür. Mukaddes emanete ihanet edildiğini belirtir. “Ne yaptık ne yaptılar mukaddes emaneti “ der.

Gayb kelimesi Bediüzzaman’ın öğretisinde önemli bir yere sahiptir. İnsan biri mazide biri istikbalde iki gaybın ortasındadır. Birinden gelmiş birine gidecektir. İnsanın imanı gaybdır, gayb bilgisidir. İkinci söz isimli eserinde “ellezineyüminüne bilgayb” kelimesini anlatır. Konu imanın büyük saadet ve nimet olduğudur. Bediüzzaman gayb bilgisini müşahade ve gözlemleri ile anlatır, bu uzun bir bahistir. Necip Fazıl kendini “gaybı kurcalayan çilingir“ olarak vasfeder. O da açamayacağını bilir ama kurcalar. Dönüşü gaiplerden gelen ses iledir.

Gaiplerden bir ses geldi. Bu adam

Gezdirsin boşluğu ense kökünde

Gaybın kapılarından biri gökyüzüdür,

 şair otuz yıl oradan habersiz oraya bir uçurtma uçuran çocuk gibi bakmıştır.

Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum

Bediüzzaman “günah kalbe işleyin siyahlandıra siyahlandıra ta nuru imanı çıkarıncaya kadar” götürür der.

 Necip Fazıl günahlarına  üzülür…

Günah günah  hasat yerinde demet

Merhamet suçumdan aşkın merhamet

Olur mu dünyaya indirsem kepenk

Gözyaşı döksem Nuh tufanına denk

Günaha başka bir yorum getirir.

Sana şah damarından daha da yakın Allah

Günah mı dedin ondan uzağa düşmek günah

Hakikat kelimesi her iki insanın da hayatın önemli bahsidir. Bediüzzaman çok yönlü hakikatler üzerinde durur, imanın her bir rüknü bir hakikattir onların ispatı ve izahı gerekir. En önemli hakikat tevhid hakikatidir, alemi bir zatın yaratma  ve yönetmesi . Ayetül Kübra tevhid  vakıasının bir büyük yolcu romanıdır. Kahraman alemde hakikatleri yaratan Allah’ı arar. Kerem’in Aslı’yı sorduğu gibi her şeyden o da Allah’ı sorar her şeyden. O eski dünyasının yıkılması ile hakikati görmüştür.

Bir bardak su gibi çalkandı dünya

Söndü istikamet yıkıldı boşluk

Al sana hakikat al sana rüya

İşte akıllılık işte sarhoşluk

Bediüzzaman ölüme “hakikat-ı müdhişe” der, Necip Fazıl;

Altımda gacır gucur

Kişner durur sansız at…

İşte servili çukur

Ve ölümsüz hakikat

Bediüzzaman’ın üzerinde durduğu bir hakikat da haşir hakikatidir. Haşir ile ilgili eseri bunu açıkça ortaya koyar.

Bir hakikatte insanın ene yani benlik hakikatidir, bunun için de Otuzuncu söz isimli eserini kaleme almıştır.

Bediüzzaman insanın hayatını iman ile hayatlandıracağını, feraizle ziynetlendireceğini ve günahlardan çekinmekle koruyacağını anlatır. Necip Fazıl yaygın hayat anlayışının hayata pusu kurduğunu anlatır.

Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu

Bu hayat anlayışında olanları

Hayat süren leşler” olarak yorumlar.

Necip Fazıl toplumun hürriyet anlayışını hokkabazlık olarak niteler. Bediüzzaman  ile birlikte dinin bu ülkede hürriyeti için çalışmışlardır. Bediüzzaman yaygın hürriyeti esaret olarak yorumlar ve “ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam der” Zulm ile bidad ile hürriyeti bastırılamayacağı fikrinde Namık Kemal ile birleşir.

Bediüzzaman zulme ve inkara karşı savaşmış bütün talebeleri kahraman özellikle eserlerinin telifinde büyük rol oynayan Isparta ve civarındaki kardeşlerini Isparta kahramanları olarak niteler. Necip Fazıl adsız kahramanların neden olmadığını sorgular. Gelecek kahramanlarla olacakları anlatır.

Kurtulur dil tarih ahlak ve iman

Görürler nasılmış neymiş kahraman

Asıl kahramanlığın “ölümü öldürmek” olduğunu söyler.

Bediüzzaman insan beninin alemin sırrını kendinde sakladığını anlatır, alemdeki sırların insan beninin çözülmesi ve onun ile de kainatın sırrının çözüleceğini Otuzuncu Söz  isimli eserinde anlatır.

Necip Fazıl beni kendi beninden izah eder.

Geceler toprağa benimle inmiş

Kasırga benimle kopmuş denizde

Sanırım vebalı elim gezinmiş

Gürüyen ağaçta  hasta benizde

Başka bir şekilde

Ne azap ne istem yalnızlıktan

Kime ne aşılmaz duvar bendedir

Süslenmiş gemiler geçse açıktan

Sanırım gittiği diyar bendedir

Yaram var havanlar dövemez merhem

Yüküm var bulamaz pazarlar dirhem

Ne çıkar bu yola düşmemiş gölgem

Yollar ki Allah’a çıkar bendedir.

Necip Fazıl ile Bediüzzaman’ın temalar ve konular konusundaki bakış açıları büyük benzerlikler taşır. Bu bir kitabın konusu olabilecek kadardır. Çünkü her ikisi de farklı yollardan aynı hakikatleri anlatmışlar, nesilleri etkilemişlerdir.

Prof. Dr. Himmet Uç / www.NurNet.Org

Kaynaklar

Necip Fazıl, Kısakürek, Çile, Büyük D Yayınları

Müdafaalarım Büyük Doğu Yayınları

Bediüzzaman Said Nursi , Bütün Eserleri

“Mevlana ve Bediüzzaman” Bir Transkritik

Mevlana’nın babası “Sultan ül ülema Bahattin Veled’di. Anası ise türbesi Karaman’da bulunan Mader Sultan’dı.

Baba kuvvetli bir şahsiyete sahip bir âlim ve şeyhtir. Mevlana ilk otuz yılda 1200-1231 arasında onun gölgesindedir. Belh, Afganistan’ın tanınmış şehirlerindendi. Türkçe ve Farsça birlikte konuşulurdu.

Bediüzzaman ise çocukluğunda Türkçe –Kürtçe – arapça belki farsça konuşulan bir muhitte büyüdü.

Bediüzzaman bir köylü ailesinden geliyordu, babası Sofu Mirza anası ise Nuriye hanımdı.Sofu Mirza tarladan dönerken hayvanlarının ağzını bağlar, çocuklarına başkalarının tarlalarından yenilen otlardan dolayı haram süt vermek istemez. Anası Nuriye Hanım’ın kucağında camdan dışarıyı seyrederken ileri yaşlardaki kâinat seyirlerini yapar ve gözü onlardan mana balları çıkarırdı.

Bediüzzaman daha buluğ çağından önce kimsenin şemsiyesi altına girmemiş, hayatının daha o yaşlarda hesabını kendi kendine yapan, medreselerdeki eğitim sistemini eleştiren, hocalarına başkaldıran, ama bir şeyler yapmak isteyen, kısa sürede bütün sıralı eğitimi aşıp beklenmedik bir noktaya gelen bir şahsiyettir.

HAYATI YÖNLENDİREN RÜYALAR

Her iki ailenin hayatında rüyalar önemlidir. Bahattin Veled ihtişamlı bir otağda Peygamberimiz bütün yakınları ile birlikte oturmuş sohbettedir. O sıra Bahattin Veled saygı ile huzura gelip Efendimizin iltifatlarına mazhar olmuş, kendisine sağ başta yer gösterilmiştir. Hz Muhammed bu alime iltifat ve etrafındakilere hitap ile “Bahaddin’in katımızda itibarı büyüktür, onu bundan böyle Sultan ül Ülema diye anınız” demiştir. Ertesi gün aynı rüyayı gören üçyüz bilgin saygı ile Sultan ül Ülema’nın medresesine gelirler, gördükleri rüyayı hepsi aynı şekilde anlatır, aynı anda bu kadar insan aynı rüyayı görmüştür, o da aynı rüyayı gördüğünü anlatır.

Bediüzzaman da Peygamberimiz ona “ümmetimden sual sormamak şartı ile sana ilim verilecektir” demiştir. Demek ilahi bir takdir ile iki büyük okulun kuruluşu için tensibatı kudsiye belirlenmiştir. Yavuz da bir sabah namazından sonra bir sipahi neferinden gördüğü rüyayı dinler. Çar-yar-ı Güzin hazeratı Topkapı sarayının kapısına gelir ve o gönül ehli sipahi neferine “Padişahına söyle harameynin koruma ve kollama görevi kendisine verildi” der ve giderler. Büyük hükümdar ağlar, secdeye kapanır. “Hasan Can orduyu hazırlayın sefer mukadderdir” der. Hayrola hükümdarım der musahibi , o da “ Hasan Can bir yukarıdan emir almadan hangi işe gireriz, öyle değil mi?” Kur’an bağlılık iki büyüğün de temel hareket noktası idi.

Men bende-i Kur’anem eğer candarem
Men hak-i reh-i Muhammed Muhtarem

Bediüzzaman da hem Kur’an ‘a hizmet eden hem de onun için;

Kur’anımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem” diyecek kadar Kur’an’ın davasını savunuyordu. Bu Kur’an sevgisinden farklı bir durumdu, kişisel anlamda kişi Kur’an’ı okur ve onunla amel edebilir ama bu söz de Kur’an’ın davasını dava edinmek vardır.

“Elde Kur’an gibi bir mucize-i baki varken başka bürhan aramak aklıma zait görünür
Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir” der.

Bediüzzaman ünlü Risalet-i Ahmediye risalesinin başında. Peygamber için söylediklerinin hareket noktası ise bütün sözlerinin onun güzelliğinden etkilendiğidir. “Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir”Aleyhissalatu Vesselam.

DÜNYEVİ MAKAMLARDAN UZAK

İkisi de dünyanın en büyük makamlar ve mevkilerinden uzak ve o mevkileri işgal edenlerden daha büyük itibara sahiptiler.

Mevlevilik padişahları da cazibesine almış, büyük sanatçılara mekteplik etmişti.

Goethe Mevlananın birkaç tercüme beytini okuduktan sonra hayret ve hayranlığa , complekse düşmüş Farsca öğrenerek onu taklid etmeye başlamıştır.

Molla Cami onun için “peygamber değil ama kitabı var “ demiştir.

Bediüzzaman’ın eserleri de her sınıf insanı cazibesine kaptırmıştı.

Yaşadığı süre içinde başta Osmanlı padişahları, daha sonra meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde her devrin siyasi iktidarlarını ve reislerini etkilemiş, yerine göre onlarla mücadele etmiş, yerine göre onlara siyasi anlamda makul fikirler ilka etmiştir.

Her iki okul da gelenek ve töreye, usül ve erkana çok bağlı idiler.

Her iki insan da İslamiyet’e taze bir yorum getirmişlerdir. Bu yorum devirlerinin ve olumsuzluklara göre şekilleniyordu.İnsanların ilgisini çekmişler ve büyülemişlerdir.

İKİ BÜYÜK OKYANUS

Bu iki büyük insanı anlatmak iki okyanusun arasında kalmak gibi zor bir şey.

Mevlana şule-i Şems ile akıl almaz ve zaten aklı hiçe sayan çılgınlıkların doruğundaki göz cisimlerine dönmüştü, Mevlevilik bu cazibenin etrafında oluşmaya başlayacaktı.

Peygamber öksüz ve sahipsiz biriydi, ama herkes onun sayesinde bin yıldır kaybettiği maverai ve lahuti yolu bulmuş olacaktı. Akif’in dediği gibi

Ondört asır önce yine böyle bir geceydi
Çölden ayın ondördü bir öksüz çıkıverdi

Allah isterse bir köy köşesinden âlemi tesir altına alan nebevi güneşler çıkarırdı ve öyle yaptı.

Bahattin Veled bulunduğu bölgede çekilmez, alimler onu kıskanır, o da göç etmek ister.Aile önce haca daha sonra Diyar-ı Rum’a doğru hareket ederler.

Yollarındaki Nişabur’dan ayrılırken bir büyük veli “ Subhanallah bir derya bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor” der. Irmak Sultan Bahaattin ve

Deniz de Mevlana’dır.

SOSYAL İLİŞKİLER AĞI

Nişabur, Bağdat, Kabe , Ravza, Şam, Halep, Malatya , Erzincan , Sivas, Kayseri , Niğde, Larende(karaman) a gelirler.

Peygamberimiz Suriye ve civar ülkelere gider ticaretle uğraşır, insanları tanır, itikadları tanır, Allah onu peygamber yapmak istemiştir, ama insanları tanımasını gerekli bulmuştur, kırk yaşına kadar insanları , çevreyi ve itikadları, sosyal ilişkiler ağını tanımıştır.

Bediüzzaman da Van, İstanbul, Ankara, Kostruma, Avusturya , Rusya , Almanya , Erzurum , Pasinler, Trabzon ,Burdur, Isparta , Şam, Selanik gibi şehirlerde yaşamış, insanları tanımış, portrelerini çizmiş , dünya görüşlerini anlamış velhasıl büyük bir yenilik ve değişim hareketinin sahibi elbette değiştireceği cemiyeti bir camın arkasından göremezdi.

Bahaddin Veled de felsefe aleyhtarı idi , onun halifesi Seyyid Burhaneddin ve Tebrizli Şems , Sultan Veled’de de aynı durum mevcuttur.

Bediüzzaman bütün felsefeyi ve filozofları değil, ateist ve nihilist ve materyalist , Natüralist felsefecilere karşı idi. “Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise , mutlak değil belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı ictimaiye-i beşeriyeye ahlak ve kemalat-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise Kur’an ile barışıktır, belki Kur’an’ın hikmetine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor, müstakim menfaattar felsefeye ilişmiyor.

Mevlana’nın mesnevisi kıyas erbabını küçümseyen örneklerle doludur. Hasta ile Sağır, Dudu ile Kuyumcu, Şaşı ile Üstad ve Öğrenci ile Gemici bunlardandır.

ESAS HEDEF TEVHİD

Mevlana da Bediüzzaman da öğretilerinin önemli teması olarak tevhidi görürler. Mevlana” Allah’a kıyas ve akıl yolu ile değil, gönül ve aşk yolu ile varılır” der. Mevlana’nın muhatabı kalptir, çünkü o dönemde hitap daha çok kalbedir, akıl materyalizm, nihilizm, inkârcı görüşler ve felsefe ile tanışmamıştır. Bu yüzden akıl sorun çıkarmaz, hitap daima kalbedir.

Bediüzzaman’ın asrı ise batı felsefesinin fena kısmı , fenden gelen fikirler, maddeci ve tabiatçı görüşler yüzünden aklın sağlıklı yorum yapamadığı bir dünya vardır. Bediüzzaman aklın almadığı hakikatleri ispatlarla, aklı ikna etmekle başarır.

Onun büyük eserlerinde sürekli akıl şüpheden kurtulup temizlendikten sonra inanır ve arkasından aklın şüphesinden kurtulması ile kalp de akıl ile birleşir, akıldan kalbe bir yol çizilir. Mesela Dördüncü Söz namaz ile ilgilidir iki sahifelik eserin on cümlesi aklı namaza ikna etmek içindir.

AKIL KALB BERABERLİĞİ

Haşir risalesinde akıl âhireti kabul etmekte zorlanır, Bediüzzaman otuz üç epizotluk bu eserinde inanmayan bir insanı inanmaya akli kıyaslar ve muhakemelerle hazırlar, bahsin sonunda akıl artık kabul eder. Ve Bediüzzaman bütün bahiste aklı ikna edip âhireti kabule getirdikten sonra yaptığından emindir ve eserinin bu konudaki fevkaladeliğini anlatır. “ Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kati bir surette anlamak istersen haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu söze dikkat ile bak. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen gel parmağını gözüme sok” (Sözler 103)

Bütün eserlerinde aklı ikna ettikten sonra akıldan kalbe yol açar, nice nihilist ve ateistler onun ikna metodları ile ikna olmuş ve kalpleri de akıllarına boyun eğmiştir.

Her iki öğreti sahibinin hayatında da medreseler önemlidir. Mevlana’nın hocalığı yetişme yılları hep medresede geçer.

MEDRESELERİN KAPATILMASI

Bediüzzaman medreselerde başlayan eğitimini medresede yenilik yapma fikri ile değişik bir tarzda devam ettirir. Osmanlı medresesi asra intibak edemediği için yenilik yapamamıştır.

Bediüzzaman medreselerin kapatılması ile üzülür , ama Risale-i Nur Dershanelerinin talebeleri tarafından her yerde açılmasını ister. Açılan dershanelerde Risale-i Nur okunur, dostluk , arkadaşlık gibi duygular güçlenir. Hayatını hizmete adayan vakıf denilen yetişmiş nur talebeleri hem okur hem de başkalarının okumasını sağlar onlara hakikatleri belletir ve bir evde yaşamak için gerekli olan vazgeçilmez eylemleri hep yapar hem de başkalarını onlara alıştırırlar.

Mevlevihanelerde de aynı şekilde Mevlevi adayları yetişir ve Mevlevihanenin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir şekilde eğitilir, ülkenin çeşitli yerlerine irşad için gönderilirler. Bu şekli ile iki büyük mürşid gayr-i resmi okullar tarzında insanları eğitirler. Bunların derneği , kitabı , kaydı kuyudu yoktur. Siyasi maksatları , sistemle kavga gibi hedefleri yoktur.

Mevlana da Bediüzzaman da kuruyan denizin suyunu artırarak suladığı yerleri yeşertirler. Denizin suyunu kurutanlarla kavga etmezler, denizin suyunu artırarak onun suyunu azaltanların da orada boğulmasını sağlarlar.

Mevlana’nın hayatında Şems’in tesiri büyüktür. Onu terekesine alıp sonsuzluğa uçuran yıldız suvarisi Şems’tir.

Hazret-i Mevlana’nın medreselerinde çağın ilmine bakış açıları geliştirmek gibi bir direk iddia yoktur. Çünkü sorun ilimlerden ileri gelmemiştir.

ALLAHA GİDEN YOLLAR

Ama Bediüzzaman fenlerden gelen inkâr fikirlerini temizlemek için bütün ilimleri okur ve onlardan Allah’a giden yolları kapayan yorumları açar ve oralardan Allah’ a giden yollar belirler.

Eserlerinde her ilimde Allah’a giden kapılar, yollar ve pencereler vardır, Allah’a giden yolda engel olan perdeleri kaldırır ve dar bir dünyaya sıkışmış modern dünyanın insanının akıl ruh ve kalp dünyasını geliştirir.

Hazret-i Mevlana asrı gereği böyle bir faaliyette bulunmaz.

Mevlana’nın hayatında Konya ne kadar önemli ise Bediüzzaman’ın hayatında da Isparta önemlidir. Birinin Belh ten kalkıp Konya’da karar kılması diğerinin Van’ın İsparit nahiyesinden kalkıp Isparta’da karar kılması anlamlıdır. İkisi de orta Anadolu şehridir, kaderin bu tensibinin hikmetleri nedir fazla bilinmez.

Mevlana’nın beş büyük dostu vardır. Babası Bahattin Veled, Seyyid Burhaneddin, Tebrizli Şems, Kuyumcu Selahattin, Çelebi Hüsamettin, Sultan Veled.

Bediüzzaman’ın hayatında Hulusi,Sıddık Süleyman,Hafız Tevfik,Abdullah Çavuş,Husrev,Refet ve Hafız Ali, Mehmet Feyzi,Hasan Feyzi, Abdullah Yeğin, Çalışkanlar Hanedanı , Tahiri Mutlu,Zübeyir,Sungur,Ceylan, Bayram,Hüsnü,Ahmet Feyzi, Fırıncı ve Birinci ve başkaları vardır. Bunlar onun hem arkadaşları hem de davasının en önemli ilk uzuvlarıdırlar.

Mevlana’nın oğlu Sultan Veled tarikatı organize etmiş ve çağlara devretmiştir.

Bu önemde Bediüzzaman, Zübeyr Gündüzalp ve Hizmetkârları ile aynı şekilde davanın metodolojisini uygulamış ve organize etmiştir.

Şeyh Burhanettin ona dokuz yıl mürşitlik etmiş ve onu hemen tutuşmaya hazır bir çıra haline getirmiştir.

Bediüzzaman’ın hayatında Abdulkadir Geylani ,

İmam-ı Rabbani onun nebevi ve lahuti yolunun pusulasını tutmuşlar ve onu denetlemişlerdir yaşadığı bütün sürece, onların perde arkasındaki direktifleri ile hizmet hayatı devam etmiştir. Hazreti Ali de onun manevi hayatının bir başka pusulasıdır. En son hocalarından biri de Küfrevi hanedanındandır.

Bediüzzaman büyük ıztıraplar çekmiştir, bunlar tecrid, hapis, zulüm, işkence , zehirlenme gibi şeylerdir.

Mevlana’nın hayatında bu tür öğeler yoktur. En büyük ıztırabı müdevven bilimsel dünyasının Şems’in taşkın hareketleri ile sarsılmasıdır, Şems olmasaydı o sadece ilmi ve hikmetleri ile bilinecekti, Mevlana da eksik olan aşkı ve heyecanı Şems ona vermiştir.

Sultan Veled, Kur’an-ı Kerim’in

18 inci kehf suresindeki olayları babası ile Şems arasındaki olaylara benzetir. Hızır hz Musa’dan hareketlerinin anlamını sormamasını ister, her halde ona inkıyat etmeyi ister. Ne delinen geminin, ne de yıkılacak duvarın hikmetini sormamasını ister. Hazreti Mevlana da Şems’in hareketlerindeki zahiren mantıkla çatışan halleri sorgulamaz, ona teslim olur. O Mevlana’nın etrafındaki suni şöhret zırhını parçalar, hakka göre hareketini sağlar halka göre değil. Nesimi gibi “Ben şişeyi taşa çaldım namusu arı neylerem “ söylettirir ve söyler.

İKİ BÜYÜK İNSAN VE ANADOLU

Şemsten sonra Mevlana kelama, didara ve sırra koşmuştur. Bir madene ateş vererek ondan altın ruhlar çıkarmayı Şems ona hazırlamıştır, Birçok insan Mevlana’nın etrafında onun insanlığa bir irşad kâbesi olması için çalışmışlar ve katkılarından sonra bir vesile ile sahneden çekilmişlerdir. Şems ya kaybolur veya ölür, belki de öldürülür, eşi Kimya da Şems’ten yedi gün önce ölmüştür.

Babası hocaları ve Şems onun ruhunu bir plastik madde gibi biçimlendirmiş ve sonradan sahneden çekilmişlerdir. Anadolunun mukaddes toprağını mayalamak için Allah bu iki büyük insanı orta anadoluda bu büyük milletler toplululuğuna manevi hizmet için hazırlamıştır.

Bediüzzaman’ın yetişme yıllarında ve daha sonraki hizmet yıllarında gaybi bir ekibin onunla birlikte çalıştığı eserlerindeki satır aralarındaki kayıtlardan anlaşılır. Zaman zaman bu felaket ve helâket asrının adamı bir perdenin arkasında bir büyük ekibin denetimi veya gözlemi ile bulunurlar. İdraki maali bu küçük akla gerekmez , zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

Hazret-i Mevlana Şems’in bir süre sahneden çekilmesine dayanamaz onu arar, Şam’a gider çaresiz geri döner, ama onun çekilmesi aradığı şey onun iç dünyasına girmiştir, aslında aradığı Şems değil kendisidir. Iztıraplar, uykusuzluklar, kararsızlıklar Şems’ten sonra uzun zaman onu bırakmaz. Ama onlar sarsılan klasik dünyasının taşlarının yerine oturmasını sağlar.

Büyük karşılaşmalar her zaman şaşkınlığa neden olmuştur. Şemsin telkinleri onun bedenine şemsi yerleştirmiş ve şems daha sonra ortadan çekilmiştir. Şemsin geniş ruhu ve heterojen dünyası Mevlana’yı klasik dünyasından yeni bir dünyaya taşımıştır. Geometrik bir insan olmaktan çıkıp denetlenemez bir ruh yapısına sahip olmuştur Şems’ten sonra Mevlana.

Mevlana din ile birlikte musiki ve sanatı da telkin dünyasına sokmuş ve dini sanat ve musiki ile birlikte hale getirmiştir. Mevleviliğin büyük tesiri bu terkipten ileri gelmiştir.

Bediüzzaman ruhu belirleyen öğeler olarak mütalaa ve gözlem ve ibadeti getirmiştir.

Kendisi de eserlerini okumuş talebelerini okumaya teşvik etmiş, eserlerinin teenni ile okunmasını teşvik etmiş , ayrıca âlemi sanatlı bir gözle bir arı gibi , bir mütalaacı gibi , bir seyirci gibi seyretmeyi örgütleyerek dine sanatçı gibi kainata bakma ve büyük sanatçıya açılan kapılar, pencereleri, yolları görmeyi örgütlemiş ve kendisi bunları bizatihi yapmıştır.

Hayatın her safhasında bir temaşacı bir sanat yorumcusu bir büyük estetikçi gibi âlemi yorumlamış ve yorumlamayı örgütlemiştir.

Özellikle namaz konusunda her anı ve her rüknünü canlı tutmak için namazın derinliğini hissettirerek anlatmış ve namazın insanın dünyasına katkısını belirlemiştir.

NEFİS TERBİYESİ

Mevlana başka mutasavvıflar gibi hiçbir zaman batıni yolları seçmemiş, söz ve davranışlarının çok belirli ve İslami olmasına önem vermiştir.
Mevlana muhakkik ile mukallidi ayırır. “Bunlar Davut ile ses gibidir. Kağnı da feryad eder ağlar, öküzde de yük vardır.

Onun için nefsi körletmek değil , nefsi yenmek ve aşmak önemlidir.”Heva ve hevese eğilip ot gibi rüzgarın geldiği yöne eğilme “ der.

Meylin olmadan sabrın manası yoktur” der.

Nefsi çok istediği şeylere karşı iradesini bilemek nefsini yenmesini sağlamaktır.

Arzuları öldürmek değil onları yenmek ve aşmak gerektiğini söyler. Onları yükseltmek , billurlaştırmak ve arıtmak gerektiğini söyler.

Bediüzzaman bütün bunlardan ayrı nefis ile kalp ve akıl münasebetlerini iyi ayarlamayı esas almış, sünnete uymayı ve haramlardan kaçınmayı esas almıştır.

Çünkü Mevlananın toplumunda kadın ve erkeğin yeri, iyi ile kötünün uzaklığı mesafesi modern toplumdan farklıdır, bu yüzden sünnete ittiba o asırda başka bu asırda başkadır.

Bediüzzaman’da da böyledir.

‘’ Kendisi sanki yedim demiştir” ama öğrencilerinin bu tür eylemlerine karışmamıştır. Bedeni hizmetten engelleyen tavırlara karşı çıkmıştır, kendisi yemeden yaşamış gibidir, ama talebelerine iktisatla hareket telkinlerinde bulunmuştur, çünkü hizmet gayret ile olur, tasavvufi tavır insanı belli duvarlar arasına kilitler.

Nasıl güneşin etrafında gezeğenler onun dönmesinden aşkından ve deveranından güç alıyorsa Mevlana da sema ve Mevlevi musikisi ile hem kendi ruhunu ve hem de Mevlevilerin ruhunu olgunlaştırıyordu.

Bediüzzaman’ın hayatını hastalıklar ve zulümler belirlemiştir. Hastalıklar ve zulümler onun ruhunu gayesine hazırlayan demircinin balyozu ile dövülen ateşteki demir gibi izler bırakmışlardır. En büyük eserlerini en büyük zulümlere maruz kaldığından yazmıştır.

Mevlananın hikmetleri ruhsal taşkınlıklar ve aşk ve musiki ile yazılmıştır.

Bediüzzaman ‘ın eserlerinde ise farklı ruh halleri görülür, her eseri farklı ruh hallerinin ve akıl kalb imtizaçlarının neticesidir.

Mevlana “ âhiret için de bir sanat öğren ki bağışlanma kazancını elde edesin. O âlem de kazançla yazarla dolu bir şehirdir, zannetme ki kazanç yalnız bu âlemdedir ve bu sana kâfidir.”der.

Bu aşağılık nefis senden fani kazanç ister, fakat niceye dek, bu aşağılık şeyleri kazanıp duracaksın, bırak artık yeter. “

Ulu Allah bu alemin kazancı o kazancın yanında çocuk oyuncağı kalır” buyurdu, hani çocuklar dükkancılık oynar ya . Fakat zaman geçirmekten başka bir şey ellerine geçmez, gece gelip çatar, çocuk evine döner. Dinin ise kazancı aşktır. “

Mevlevi, sema musiki , şiir , oruç , namaz sayesinde ruhunu adi duyuş ve hazlardan arzulardan kurtarır. Sema ruhun gücünü artırır, Arındırır ve yüceltir. Gökte milyonlarca yıldız nasıl intizam içinde dönerse , kargaşaya düşmeden . Sema ‘da üstün bir nizam içinde ruh dönerek yücelir. Ruha ahenk kazandırır.

Necip Fazıl

Kaçır beni ahenk al beni birlik
Artık barınamam gölge varlıkta
Diyerek bunu ifade eder.

Itri ve Şeyh Galip bu havada yetişmişlerdir, Mevlana sema, musiki ve şiir, ile din ve sanatı birleştirmiştir. Ona göre avamın orucu yemeği içmeği terk etmektir, seçkinlerin orucu ise Allah’tan gayrisini terk etmektir. İmamın arkasında nasıl cemaat düzenle hareket ederse, toplumsal ruhsal kurtuluş bu düzende ise , aynen öyle de yıldızlar da imamları olan güneşin etrafında dönerler. İki sema birbirini çağrıştırır. Bediüzzaman da namaz ile insanın ve evrenin hayatı arasında kozmik ve zamansal bağlar kurar, namaz bütün bu değişimleri çağrıştıran onlarla empati kuran bir büyük seremonikal tavırdır.

Bediüzzaman bu dünyayı bir kitap olarak anlatır, insan gözü ile o kainat kitabını okur, mütalaa eder, Mevlana da dünyayı ötenin bir tezahürü olarak görür. Semayı birleştirme ve ahenk aracı gören Mevlana yanında Bediüzzaman varlık arasındaki tevhidi birliktelikleri, armonikal duruşları cemal ve kemal-i ilahinin aynası görür.

Bediüzzaman” marifetullahın en yüksek makamı lezzetleri terketmektir “ der

Allah cemali ile perdesiz tecelli ederse insan buna tahammül edemez, ama Allah dağa perdeli tecelli ettiğinde onu yeşillendirir, süslendirir , bu perdeler arasından gelmiş olan güzellik insanı etkiler, ama perdesiz tecelliye insan dayanamaz. Perdesiz tecelli ederse dağ parçalanır.Mevlana ömrü bir gölge avı olarak görür,

Bediüzzaman ise insanı gölgeye yapışmış ve yolunu şaşırmış olarak görür, hakikatı görmesi için gölgeden başını kaldırması gerekir.

Bediüzzaman da hikâyeler anlatır, Mevlana da. Hikâyelerin farkı biri kalbi harekete geçiren diğeri de aklı daha sonra kalbi harekete geçiren hikâyelerdir.

Bediüzzaman’ın hayatı da ölümü de trajikir. Bütün bir hayat trajedinin safhaları gibidir, bunun nedeni de toplumda din büyük oranda tesirini kaybetmiş, düşmanlar büyük komiteler haline gelmiş, avam da gaflet ve ülfet ile dinin mahiyetini kaybetmiştir. Bu yüzden Bediüzzaman büyük çileler çekmiştir.

Hz. Mevlana’nın ölümü bir aristokrat İslam büyüğünün ölümüdür, hristiyanlar ve papazlar dahi onun arkasından göz yaşı dökmüş onun engin bakış açısını yadetmişlerdir. Bugün iki meslek tarzı da dünyada hala devam etmekte, Mevlevi ve Mevlana bakış açısı bütün dünyayı aydınlatmaktadır.

Bediüzzaman ve eserleri de bin yıldır inkar edilen kitaplı dinlerin temel argümanlarını küfrün tasallutundan kurtarmış, dünyanın birçok iklimlerinde gece gündüz Kur’an güneşinin şuaları olan eserleri ile insanlığı aydınlatmaktadır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın İslamofobia Karşısındaki Tutumu ve Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi

Bediüzzaman’ın İslamafobya karşısındaki genel tutumu, batının İslam karşısındaki tutumu ile paralellik arzeder yerine göre.

 On altıncı yüzyıla kadar savaşlarla Osmanlıyı hedef almış olan batı dünyası onları savaş meydanlarında yenemeyeceğini anlayınca farklı stratejiler üzerinde durdu.

Hatta on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında tarihimizin en önemli batı ile savaş olayları cereyan etmesi ve imparatorluğun parçalanması ve Mondros’un ilan edilmesine rağmen batı dünyası yine İslam karşısında galip bir tavır kazanamadı.

Bir milletin coğrafi istiklalini kısmen akim bırakabilirsiniz ama onun dinini ve dininin evrensel ve insanî mesajını bitirmiş olamazsınız.

Dinden Gelen Gayret ve Osmanlı Türk Toplumu 

Batının genel anlamda Osmanlı ve İslam dünyasında büyük bir zihniyet ve İslam düşüncesini bitirme galibiyeti yoktur.

Orta Anadolu’da birkaç vilayete sıkıştırılan Osmanlı-Türk toplumu yine de dininden gelen büyük bir gayretle islamofobyanın uzantısı olan işgali aşmış ve vatanını ve devlet geleneğini devam ettirmiştir.

Batı felsefesinin nihilist ve ateist kısmı genel anlamda bütün dinlere karşı bir tutum sergiler. Bunların içinde batı felsefesinin ateist nihilist kanadından İslam dünyasına dönük bir saldırı ve islamafobya ortaya çıkmıştır.

Bizim bazı bahtsız fikir adamlarımız içlerindeki İslam düşmanı fikirlerini batı felsefesinden tedarik ettikleri silahlarla ortaya sürmüşlerdir. Hatta devleti kurarken batı felsefesine göre bir devlet dizayn etmeye çalışan devletin fikir babaları içlerinde gizli islamofobyayı sistemin içine yerleştirmişlerdir.

Bu devlet kurgusu kanunlara ve kültür uygulamalarına bakılırsa islamafobyanın nasıl sinsi bir şekilde temelin özel noktalarına yerleştirildiği görülür.

Küfür ve İnkâr, İslam Âlemine Dinen Galebe Edemedi

Bu yüzden Bediüzzaman meclise sunduğu yazısında bu islamafobyayı eleştirir.

Batının İslam korkusu bizim ilk teşekkülümüzde dinde laubaliliğe dönüşmüştür.

Bediüzzaman dinde laubaliliğin batının İslam düşmanlığı idealine yardım ettiğini vurgular ve hem sistemi inşa edenleri hem de sistemi İslama çağırır.

“Âlem-i küfür bütün vesaitiyle medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerlikleriyle âlem-i İslama hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslama dinen galebe edemedi. Ve dâhili bütün firak-ı dalle-i İslamiye de birer kemiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslamiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda lâubaliyane Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’akarane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek İslamiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz, Hem olmamış olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Avrupa habis medeniyetinden süzülen bid’akar cereyan sisteme monte edilen islamafobyadır. Bunu görmüş Bediüzzaman ve başarısız olacağını söylemiş, ama onu anlayacak bir kimse yoktu ne yazık ki onların içinde Frenk mantıklı bir sistem inşa etmede artık dönüşü olmayan yola girdiklerinden Bediüzzaman da sarığını alıp zahiren çekilmiştir. Ama sonuçta bir milletin tarihinde yüz yıllık bir süreç zayi edilmiştir.

Yüz Elli Yıl Devam Eden Mücadele

Batı düşüncesindeki nihilist ve ateist filozofların tutumu bizim kâselislere düstur olunca ortaya garabet teşekküller çıkmış ve devletin ancak ayakla kalmak için zulüm ve dayatmadan başka bir silahı kalmamıştır, ama bunun bir gün sora ereceğini düşünmemişler, yer yer gevşeyen zulmü ocak şubat nisan mart gibi kararlarla yamaları kuvvetlendirmişler ve hala bunun sona ereceğini bir türlü düşünmek istememişlerdir.

Bu millet ve içindeki birkaç büyük insan islamafobyanın çeşitli tezahürleri ile yüz elli yılı aşkındır mücadele etmekte ve başarıyı da büyük oranda yakalamıştır. Bediüzzaman ise bu islamafobyanın batı felsefesini yanına alarak yaraladığı İslam toplumunun itikad dünyasını inşa etmekle yeniden gözden geçirmekle islamafobyanın en büyük kalasını yıkmıştır.

“Küfrün bel kemiğini kırdım” sözü aslında islamafobyanın da bel kemiğidir.

Batının islamafobyasının çok yönlü çürük kalesinin taarruzlarına karşı en ideal savunmayı Bediüzzaman yapmıştır.

 Bir islamfobia örneği Renan Müdafaanamesi ve Namık Kemal’in Eleştirileri

Ernest Renan, İslamiyet ve Maarif diye bir konuşma yapmış ve İslamın ilme mani olduğunu iddia etmiştir. Namık Kemal bu eseri eleştirmiştir. Renan’ın bilgilerindeki yetersizlikler ve tezatlardan dolayı tenkid etmiştir. Bu eser Cemalettin Afgani ve başkaları tarafından da muaheze edilmiştir.

Namık Kemal’in eserinin üstünde yazarın eserini kısaca tanıtan bir paragraf vardır.

Fransa Akademisi azasından müteveffa Ernest Renan tarafından İslamiyet’in güya mani-i terakkiyat ve mani-i maarif olduğuna dair irad edilmiş olan bir hitabeye karşı berahin-ı katıayı cami reddiyedir ki şan-ı celil-i İslamiyeti delail-i münevvere-i şer’iyye ve mantıkiye ile bihakkın ila eder.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Eser 1910’da basılmış ve kısa süredetükenmiştir.

Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü eseri yeniden yayına hazırlar.

İlk basımını itinalı bulmayan Köprülü, bu yeni basımı mükemmel olarak niteler.

 Fuat Köprülü Kemal Bey’in eseri hakkındaki hassasiyetini nakleder.

 “Namık Kemal bu eseri mektuplarından birinde ifade ettiği gibi adeta bir ibadet hükmünde olarak hazırlamış, yanında lüzumu kadar kitabı bulunmadığı cihetle sadece eski malumatına dayanmış eserin metninde itiraf ettiği vech ile,

Renan’ı kendi sözleri, mütenakız ifadeleri ve Frenk kitaplarından aldığı malumat ile tenkid etmiştir. Kendisi bu eserini yazarken o kadar memnundur ki, ‘Onu gönlümün istediği gibi tepeliyorum’ demekte hiçbir mahzur görmüyor.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Bu eser islamfobia tarihinde önemli bir eserdir.

Renan’ın maksatlı ve derinliği olmayan bu çalışmasının Namık Kemal tarafından eleştirilmesi de önemli bir vakıadır. Eser Namık Kemal’i en iyi tanıtan bir vesikadır. Edebiyat tarihi bu esere gereken yeri vermemiş, bütünlüklü bir şahsiyet ortaya koymamıştır. Namık Kemal’in sadece edebi eserleri ile yansıtmak eksik bir yansıtmadır. Onun örnek ve hassas kişiliğini bir manasız bölünme ile ifade etmek, nesillere onu bir iki roman ile bir iki şiir ile dar bir çerçevede tanıtmaktır.

 Eser Renan’ın islamfobiasının muhitini belirlemesi ve Namık Kemal’in de hem filozofu hem de diğer islamfobia muhiti eleştirmesi önemlidir.

Namık Kemaldeki Büyük İlmi Vukuf

 Namık Kemal Avrupa’nın islamfobiasınının da psikolojik kaynaklarını gösterir. Eserde bir korkunun ötesinde bilgileri dejenere ederek yanlış bilgiler üzerine kurulmuş sözde bir bilimsel etüd görülmektedir.

Namık Kemal hutbeyi genel olarak değerlendirir, daha sonra ayrıntılı olarak bazı konuları karşılaştırmalı olarak eleştirir. Büyük bir ilmi vukuf gerektiren çalışma

Bediüzzaman’ın Namık Kemal için “k â m i l b i r z a t” demesini doğrular niteliktedir.

Hutbe kısa bir şey ise de mündericatı birkaç yüz cilt kitap ile cerh olunmağa müsaid

bulunduğu için mütalaamı yazmakla söylenilmiş şeyleri tekrar etmek tarz-ı

bibuhadepuyanesini iltizam etmiş olamayacağımdan eminim.

 İslamiyetin maarife mani değil bilakis mürebbii olduğunu isbat için yanımda lüzumu kadar kitap mevcut olmadığına teessüf ederim. Mamafih Sahib-i hutbe kendi davasının butlanına o kadar çok delil cemetmiştir ki şu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecburiyeti sakıt hükmüne girmiştir.” (A.g.e. s. 11)

Renan’ın şimşekleri üzerine çekmiş bir eseri Hayat-ı İsa isimli eseridir

 Bu kitap Hıristiyan dünyasında büyük infial ile karşılanmıştır.

Ernest Renan’ın en ziyade dağdağa nüma-yı iştihar olan eseri Tercüme-i Hal-i İsa unvanıyla yazdığı kitaptır.

Bunun tedkik ve cerhine dair yazılan kitaplar, risaleler bir yere toplansa ayrıca bir kütüphane teşekkül eder. Papazlar tarafından bu kitap hakkında vuku bulan tarizat-ı şedidenin netayicindan olarak kendisi memur olduğu Lisan-ı İbrani hocalığından infisal etmiştir.”(A.g.e. s. 13)

Namık Kemal Avrupa’da genel anlamda bir İslamı yanlış yorumlama, cehalet ve

islamafobi olduğunu belirtir. “Yalnız Ernest Renan değil Avrupa’da ulum-ı Şarkiye’ye intisab ile maruf olanların Diyanet-i İslamiye mebahisinde zihinlere hayret verecek kadar cahil olduklarını pek kolay isbat edebilirim.” (A.g.e. s. 13)

İslama Yapılan Yanlış Yorumlar

 Bediüzzaman ile Namık Kemal’inislamafobia karşısındaki tutumları birbirine benzer. Bediüzzaman İslamı büyük bir savunmapaktı ile savunmuştur, “Bin yıldır rahnelenen kalb-i umumi ve itikad-ı umumiyi” savunmuştur.

Namık Kemal de bu tedkiki ile bir yanlış yorumu eleştirmiştir.

Namık kemal diğer islamfobiacılarından biri olarak ünlü Hammer Tarih-i sahibini gösterir.

Türkçe’de oldukça güzel yazacak kadar meharet kesbetmiş olan Tarih-i Osmani sahibi Hammer bile Diyanet-i İslamiye mebhasine atf-ı makal edince Şark’a dair bir kitap okumayan ecnebiler kadar ve fakat onlardan daha garip bir vukufsuzluk gösterir.” (A.g.e. s. 14)

Bir islamfobia tavırlı batılı da D’Herbelot’tur.

 Namık Kemal onu da bir örneğinin muaheze ederek eleştirir.

Namık Kemal’in eseri bir islamfobia sahibi batılıları kısmen eleştiridir.

Avrupa’da İslamı araştıran mütefekkirlerin hareket noktasının iyi niyet olmadığını tesbit etmiştir.

 “Onların din-i İslam için icra ettikleri tahkikat da papazlar gibi ellerine geçen kitapta mahall-i tariz aramaktır.” (A.g.e. s. 17)

 Bu cümle islamafobianın teorisidir. Bir başka cümlesi de aynı yoldadır.

 “Şark’a müteallik mesail ile uğraşanların en çoğu Diyanet-i İslamiyeyi de bazı akvam-ı vahşiyenin mezahibi gibi eğlence kabilinden olarak tahkik ederler.” (A.g.e. s. 18)

Ayrıntılı olarak da şöyle der. “Şimdi bir Avrupalı mahiyet ve meziyetini anlamak senelerce tamik-i fikre muhtaç olan Diyanet-i Celile-i Muhammediyeyi hürriyet-i efkara hail ve terakki-i medeniyete mani bilerek piş-i nazara alır, bu fikrin netayicinden olarak tahkikatını zorla mutekadat-ı gayr-i makule taharrisine hasreder, tesadüf ettiği her meseleye haşa minetteşbih güya zulu halkının mezhebiyle uğraşır kadar sathi bir imale- i nigahı zihninde hasıl edeceği fikir için kafi görür de tevaggülünün mevkuf-ı aleyhi olan elsineye intisabı da daha kelimelerini doğru telaffuz edemeyecek derecede bulunur ise,yazacağı şeylerin hezeyandan başka birşey olabilmesi aklen kabil midir?” (A.g.e. s. 19)

Renan’ın eseri de bu teoriden hareket etmiştir. “Renan’ın İslamiyet mesailince o esbaba mağlub olan malumat-ı kâzibe ve tahkikat-ı nakısa erbabından olduğu piş-i nazardan ayrılmasın.” (A.g.e. s. 20)

Renan, Müslüman akvamı kabiliyet-i zihniyece hiç hükmünde görür. Onları “Bir şey öğrenmek veya bir fikr-i cedide açılabilmek kabiliyetinden mahrum eyleyen bir nevi demir daire içinde mahsur” görür.

Kemal Bey buna kızar,

 “Acaip şey. Meğer İslam olduğumuz için başımızın etrafına bir demir halka geçirilmiş o halka havass-ı bâtınamızı her türlü ulûma, her türlü tahsile, her türlü efkâr-ı cedideye mesdud tutarmış da bizim hala haberimiz yok.”(A.g.e. s. 22)

 Namık Kemal İslamın ilim tahsiline verdiği önemi ayetler ile teyid eder.

Fünun–ı riyaziye ve tabiye ile iştigal eden Muhammediler, o fünûnun mebahisinde “Güneş de kendi mustakarrında devr ve hareket eder. Bu aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir (Yasin,38)

(O sıkıp yağdırıcı bulutlardan bol bol akıcı bir su inzal eyledik” (Nebe, 14)

“Sizi çift çift erkekli dişili yarattık”(Nebe, 8)

 Bedihiyyattan bürhanlar görünürler de imanlarında bir kat daha rüsuh hâsıl ederler.” (A.g.e. s. 23)

Müslümanların sair dinleri tahkir ettiği fikrini ileri süren Renan’a karşı Kemal Bey,

Sair dinler kütüb-i semaviyeye müstenid ise onlar İslam indinde muhakkar değil mensuhtur” der. (A.g.e. s. 24)

Renan’ın Müslümanların ilmi kudret ve ikbale nail olmak için yaptıklarını iddiasına karşı batıdan örnek verir.

M. Renan’ın mensub olduğu Fransa kavmi içinde zadegandan olmadıkca bir mevki-i kudret ve ikbale nail olmak muhal derecesinde müşgil olduğu zamanlar sunuf-ı marifetle tahliye-i nefs etmiş olan Descartesler Pascallar ne türlü kudret ve ikbale nail olmak için çalışmışlar idi.

 Copernic Lehistan da krallığa Galilee Roma ‘da papalığa intihab olunmak için mi maarife bezl-i vücut etmişler idi?

 Maarif bir nazenin-i dilrübadır ki mübtelaları yalnız neyl-i visal içün ifna-yı ömr eder. İlmi vesile-i istifade etmek için istihsale çalışanların hiçbir vakit malumatca bir mevki-i imtiyaz ve kemale vasıl olduğu bilinemez.” (A.g.e. s. 25)

Renan İslam dininin milletlerin kavmiyetini inkâr ettiği iddiasını öne sürer.

Namık Kemal “Tarihçe sabittir ki düvel-i İslamiye arasında zuhur eden birtakım ihtilafat üzerine İslamiyete dâhil olan akvamın hemen kâffesi kavmiyetini muhafaza edebilmiştir. Yalnız hangisine sorulsa İslam sıfatını mesela Çerkes veya Efgan ünvanına takdim eder ki bu tercih edyan-ı saire mutekidlerince dahi caridir.” (A.g.e. s. 27)

Bu fikrine bir garip fikir daha ekler Renan

Bu halden yalnız İran müstesna olarak fikr-i mahsusunu muhafaza edebilmiştir. Çünkü İran İslam arasında bir mevki-i mahsus ihraz etmiştir. İranlılar Müslümanlıktan birkaç kat daha şiidir.”(A.g.e. s. 27)

 Namık Kemal bu ifadeyi mizahi bir cümle gibi muaheze eder.

Müslümanlıktan daha ziyade Şiiyyet ne demek oluyor?

 Müslüman olmadık Şii de mi varmış!

 Bu türlü baziçe-i elfaza bazı letaif-i edebiyede cevaz olabilir; fakat ciddi bir esere manasız söz karıştırmakta bir münasebet yoktur.” (A.g.e. s. 29)

Renan’ın İslam’dan önce Araplar arasında Tevhidin farklı yollarının mücadelelerinin var olduğunu söyler.

 Namık Kemal “İslam’ın birinci asrından birkaç asır evvel Arabistan’da Tevhid-i Bari itikadının mevcut olduğuna ve hatta bundan dolayı kabail arasındamücadeleler bile vuku bulunduğuna dair M. Renan’ın keşfedip de meydana koyduğu hakikatı şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediğini hiçbir delili de olmadığıyçün kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.” (A.g.e. s. 29) der.

Renan İslam’dan önce Sasani medeniyetinin üstünlüğünü anlattığı bölümlerde İslamı küçük düşürmek istemesine karşı Sasani medeniyetinin otuz kırk yıl sürebildiğini ve İslam’ın zuhuru ile hal-i vukufa düşmüş olduğunu belirtir.

Nuşirevan ve Hüsrev zamanlarında İran’ın maarifçe ileri olduğu bahsine de katılmaz, Renan bir delil ile konuşmaz, mücerred iddiada bulunur.

 Hazret-i Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktırdığı iddiasını papazlar uydurmuştur. Renan bu iddianın yalan olduğunu da söyler. Böylece Renan birbiri ile zıt iddialar öne sürer.

Namık Kemal Sasani devletinin Arab’a intikal eden bir maarifi olsaydı edebi ve ilmi teliflerin olabileceğini böyle teliflerin de olmadığını söyler.

 Renan İran’dan hareket ederek gerek Şii mezhebini gerek Sasani medeniyetini fevkalade göstermesi bir ihtilafı kaşımasından bir meded olarak da yorumlanabilir.

Renan Ebul Abbas Seffah ile Ebu Cafer Mansur’un tam itikatlı olmadığını öne sürer.

İslamiyetle mutekid olan bir adamın muhibb-i ilim olmasını bir türlü kabul edemez. Namık Kemal ise Bakara/269’uncu ayetini

Allah hikmetini kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Bunları ancak kâmil akıl sahipleri tezekkür ve teemmül eder.

 Lokman Suresi /12 ayet “Andolsun ki biz Lokmana hikmet verdik ve sana verilen hikmetten dolayı şükr et dedik. Kim şükr ederse kendi nefsi için şükreder, küfran-ı nimette bulunan da kendisine etmiş olur . Zira Allah ganiyy-i Hamiddir.”

El Mücadele suresi,

Ayet/11 “Ey iman edenler size meclislerde yer açın denildiği zaman hemen yer verin ki Allah da size açıklık ve genişlik versin . Kalkın denilince de kalkıverin. Allah içinizde iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini artırır. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.

“Dördüncü Ayet, Ez Zumer suresi Ayet/9 “De ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “Beşinci Taha Suresi Ayet/114 “Ey Rabbim benim ilmimi artır de”

Burada zikredilen ehadis-i Şerifeden 

Birincisi : Âlimler peygamberlerin varisleridir.

İkincisi: Bir âlimin ölmesi âlemin göçmesi gibidir.

Üçüncüsü: Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz.

Dördüncüsü: Çinde de olsa ilim taleb ediniz. Çünkü ilim talebi her mümine farzdır.”

Bu örnekleri verdikten sonra Namık kemal konuyu din ile bağlar ve Renan’ı eleştirir.

Hal böyle iken mutekid olduğu din tarafından tahsil-i ilm ve hikmete memur olan bir millet efradının mübalat-ı diniyeden teberri etmedikce ilim ve hikmete meyledemeyeceğini iddia etmek zulmetin indifaını güneşin gurubuna mevkuf addeylemek kadar bedihiyyülbutlan bir maskaralık değil midir?” (A.g.e. s. 36)

Renan Abbasilerin Arapçayı kaldırmak ve kendinden önceki medeniyeti tahrib ettiğini söyler ki Namık Kemal “Sübhnanallah Ali Abbas Arabi’yi ortadan kaldırıp da hangi lisan ile tekellüm edecekler idi?

 Halife-i İslam olmak itibarıyla dünyanın en büyük taht-ı saltanatına nail olmuş iken, dinin lisanını ve dini red ve inkâr ile devletlerini esasından harap etmeğe çare taharrisiyle mi meşgul olacaklar idi?” (A.g.e. s. 36)

Kemal Bey tarihi hakikatleri tahrib ettiğini söyler Renan’ın.

 Renan’ın bir diğer esassız iddiası da Harun Reşit ve Memun’un İslamiyet ile mutekid olmadıklarıdır.

Harun Reşit saltanatının ekser eyyamını hac ve gazada imrar etmek cihetiyle İslam indinde aizze-i kiramdan maduddur.

Memun ise itikadında hıffet değil belki taassub bulunduğunu tabi olduğu Mezheb-i itizalin tervicinde istimal ettiği cebirler isbat eder.” (A.g.e. s. 37)

Seffah, Harun, Mansur veMemun’un dinsizlikle ithamını Renan’ın asılsız iddialarından sayar.

Sokratı İdam Edenler      

Renan Müslümanların filozofları mevt ve işkenceye maruz bıraktığı iddiasına karşı,

medeniyetin mucidi telakki edilen yunanlıların Tevhid-i Bari itikadında bulunan Sokrat’ı  idam etmelerini, İtalyanlar ise Galileyi idam etmediyseler de idama yakın işkencelere uğrattılar, Fransızlar ise Ruso’nun Emil isimli kitabını yaktırdılar ve kendisini tevkif etmek istediler.

Halbuki Arabın marifet devrinde asılmış bir veya işkence edilmiş bir insan yoktur. Diyerek Renan’a cevap vermeye devam eder.

 İbn-i Rüşt’ün metruk ve mahzun olarak ölmesine karşı da Abelard’ın bir kız ile velisinin rızası olmadan evlendiği için reculiyetten mahrum edildiğini ifade ederek karşılaştırma yapar.

 Hikmet ‘in İslam arasında daima muhakkar olduğu iddiasına da,  “Hükema-yı Arab’ın en büyüklerinden olan İbn-i Sina ile İbn-i Rüşt ‘ün birincisi iki devlet-i İslamiyede vezir-i azamlık, ikincisi kezalik iki devlet-i İslamiyede kadı’ul- kudatlık mesnedlerine nail olmuşlar idi.” (A.g.e. s. 41) der.

 Uluğ Bey Rasathanesi ve Güneş Tutulması   

Fatih’in Fatih Camii civarında tıp okulları açtığını ve hala camide hikmet dersleri verildiğini söyleyerek Renan’ın vukufsuzluğunu ortaya koyar.

 Renan’in Müslümanların heyet ilmini sadece kıbleyi tayin için kullandığına Uluğ Bey ve rasathanesini örnek verir.

Volter’in Rusyalıların cehaleti ile ilgili naklettiği bir fıkra yı da asıl cehaletin nasıl Avrupa’da olduğunu belirtir.

Güneşin tutulacağını haber verdiği için İran elçisini Ruslar Moskova’da yakmak istemişlerdir. Salibiler ve Tatarların kitapları atların ayakları altında mahvetmesine ise onların İslam dinine tabi olmadıklarını söyleyerek cevap verir.

Batıda Gotlar, Avarlar ve Hunların da medeniyeti tahrip ettiklerini belirtir.

Kemal Bey Volter’in peygamberimizi zemmettiği Muhammed piyesini de bir cehalet örneği olarak verir. Bu kitabı yazan filozofun tutumu da bir islamafobia bahsidir ve oldukca yankılanmıştır.

Sultan Abdulhamid Han bu tiyatroyu Londra ve Paris’te oynatmamak için gerekeni yapmış ve iki millet oynatma cesareti gösterememiştir.

 Arabın medeniyetinin araba isnat olunamayacağı noktasında İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt’in arap olmadığını örnek veren Renan’a Namık Kemal, bu münasebetsiz yoruma karşı Napolyon’un Fransız, Bismark’ın ise slav kavminden geldiği halde Alman olduğunu, Rüşt, Farabi ve İbn-i Sina’nın da böyle yorumlanması gerektiğini belirtir.

Kemal Bey, Renan’ın Arap tarihini okumadığını örneklerle anlatır.

 Herbelot’un Kitaphane-i Şark isimli eseri bunlardandır.

Batının ilim adamlarına iyi davranmadığını Renan’ın hayatından örnek verir, İsanın Hayatı isimli kitabın neşrinden sonra Renan İbrani dersi vermekten çekilir.

İslam’ın ilmi men ettiğine dair iddialarına da yine örnekler verir.

İslam’ın havas âlimleri ile ilgili sonra gelen tabileri öncekilerden daha itikadlı söylemesine de Namık Kemal “İslam içinde itikadca selef-i salihine tefevvuk iddiasında bulunur ferd veya feride yoktur.” (A.g.e. s. 50)

İslamiyetin cebir ve şiddet de Engisizyondan ileri olduğu iftirasına karşı Kemal Bey, Saint Barthelemy vakasını örnek verir.

 Kral Dokuzuncu Şarl Protestan mezhebine mensub olanları katl ve idam etmiştir. İslam döneminde ise böyle bir vaka yoktur.

İspanyolların icra ettikleri zulüm ise buna büyük bir örnektir. İnsanlara, kitaplara ve medeniyet eserlerine büyük tahribat yapmışlardır.

Batıda dini ilimlerin beşerin fikrini ezmekte ne kadar uğraştığı konusunda örneklerin çok olduğunu söyler Namık Kemal.

İslam ise ilahi hakikatları tebarüz ettirmeye çabalamıştır. Müslümanların ilim tahsilindeki hassasiyetini anlatır.

Muhammediler tahsil-i maarif ettikçe vicdanen hasıl ettikleri telezzüzden başka evamir-i ilahiye ve nebeviyeye ittiba etmiş oldukları cihetle bir de mecur olmak itikadında bulunduklarından hayat-ı ebediyelerine hizmet için ilme çalışır hatta sevk-i diyanetle hayat-ı faniyelerini bu sa’y yoluna hasrederlerdi.” (A.g.e. s. 57)

Kemal Bey tedkikini şöyle bitirir. “Ernest Renan’ın böyle cehl-i sırftan mütevellid tevehhümat ile malamal bir hutbe iradiyle istihsal edebileceği yegâne netice bize kalırsa kendisinin edyan aleyhindeki gayzına ve İslamiyete göstermiş olduğu hucumlar ile de ne kadar mümkin ise o kadar adi ve müstekreh bir burhan-ı nevin ikame eylemekten ibaret kalmıştır. Böyle bir netice ile âlem-i İslamiyet üzerinde hâsıl edebildiği tesir ise bütün asar-ı cehalet ve garezini şu risalede birer birer gösterdiğim bu zavallı Akademi hocasının vukufsuzluğuna karşı bir istihkar-ı anif ile mukabele etmekten başka bir şey olamaz!” (A.g.e.s. 62)

Prof. Dr. Himmet Uç

İslamofobya Sempozyumu Tebliği /BEDİÜZZAMAN’IN İSLAMOFOBYA KARŞISINDAKİ GENEL TUTUMU VE BİZDE İSLAMOFOBYA KARŞITI BİR ESER. NAMIK KEMAL’İN RENAN MÜDAFAANAMESİ