Etiket arşivi: türkiye

Türkiye Meşveret Heyetinin Sadeleştirme ile İlgili Lahikası

sadelestirmeİçindekiler

1- 14 Nisan 2012 tarihinde yapılan Türkiye Umumi Meşveretinde Meşveret Heyetinin Sadeleştirme ile İlgili Lahihası …………………………………….5-20
2- 4 Nisan 2013 tarihinde yapılan Ehl-i Hizmet Meşveretinde sadeleştirme ile ilgili ehli hizmetin lahikası……………………………………..21-23
3- 1991 yılında Hz. Üstadın hizmetinde bulunan ağabeylerimizin tamim etmiş oldukları Sadeleştirme ile İlgili lahika mektubu……………….24-50

Broşürün tamamını indirmek için tıklayın : Sadelestirme.Brosuru.pdf

 

Önemli Olan Keyfiyettir (Kalitedir)

Asıl olanın kemiyet değil; keyfiyet olduğunu dikkate almadığımız zaman, anlayışımızda tersine bir durum hâsıl oluyor. Bu durum da çoğu zaman bizi yeise, karamsarlığa sürüklüyor. Kalite ve keyfiyetten ziyade, kalabalığı, sayı çokluğunu nazara alıyoruz. Böyle bir durumdan istenilen sonucun alınamayacağını göz ardı ediyoruz çoğu zaman. Dinleyenlerin çokluğu, cemaatin kalabalık olması nefsin hoşuna gidiyor, sözde şevkimizi arttırıyor. Dinleyenlerin az olması, camiamızın arzuladığımız çoklukta olmayışı da çoğu zaman bize ümitsizlik veriyor, hizmete olan şevkimizi kırıyor.

Burada doğru olan nedir?

Sonucu hiç hesaba katmadan, kemiyeti-keyfiyeti nazara almadan, aşkla şevkle hizmetlerimize dört elle sarılmaktır. Yalnız ve yalnız rıza-ı İlâhîyi dikkate alarak ihlâsla bütün gayretimizle çalışmaktır. İnsanlar bizi dinlemese, cemaatimizin sayısı çok az da olsa nice ruhânîlerin, meleklerin cemaatimize dahil olup, sesimize kulak verip, bizi dinlediklerinin şuuru ile hizmetlerimize ara vermeden devam etmeliyiz.

Elbette keyfiyet ile beraber kemiyete de önem verelim. Sesimizi daha geniş kitlelere duyurmanın gayretinde olalım. Nurlardaki hak ve hakikatları daha çok insanın öğrenip yaşaması için elden geldiği kadar çalışıp çabalayalım. Bu yolda emek sarf edelim; zahmetleri, meşakkatleri göze alalım. Velâkin meslek ve meşrebimizin esaslarını göz önünde bulundurarak… Dâvâmızın değerinden, ulviyetinden taviz vermeden… Nurlardaki hak ve hakikatlardan, düstur ve prensiplerden vazgeçmeden… Dâvâmızın büyüklüğüne, azametine bir gölge düşürmeden… Kısaca üstlendiğimiz dâvâ adına olmazsa olmaz prensiplerimizi, değerlerimizi korumak kaydıyla kalite ve keyfiyet ile beraber sayı çokluğu dediğimiz kemiyeten büyümek de elbette göz ardı edilemez.

Yoksa ne pahasına olursa olsun sayı çokluğuna odaklanıp, üstlendiğimiz dâvânın ulviyetini, şerefini, değerini düşünmeden, Nurlardaki hak ve hakikatlardan taviz vererek, oradaki düstur ve prensipleri hafife alarak, daha da ötesi ehl-i dünyanın memnuniyet ve rızalarını göz önünde bulundurarak, onların tabularına, kırmızı çizgilerine saygı göstererek, onlarla bazı pazarlıklara girerek, onlardan bazı maddî-manevî destek beklentilerine girerek gelişip büyümeye kalkarsanız, belki önünüzdeki bütün engeller kalkar ve gelişip büyürsünüz, sayı çokluğunu elde edersiniz; ama dikkat edin bu, hiçbir zaman sağlıklı bir büyüme olmaz. Genleriyle oynanmış, hormonlu, sağlıksız ve tehlikeli bir büyüme olur.

Bediüzzaman’ın öncelikli tercihi kemiyet değil; keyfiyettir. O, işin özünü, aslını dikkate alıyordu. “Bazen bir tek kişi bin kişinin yapacağı hizmeti yapabilir” diyordu. Onun tek başına iman, Kur’ân hizmetindeki tarihî başarısını iyi okuyamazsak, keyfiyet-kemiyet denklemindeki sırr-ı hikmeti doğru okuyamayız. Yine onun, Van Gölü’ndeki Akdamar Adasını kastederek “Bu adada on sene kalarak elli tane talebe yetiştirsem, dâvâmı bütün dünyaya duyururum” kesin ve net iddiası da bu hizmette keyfiyetin, kalitenin önemi bakımından her halde bize bazı ip uçlarını veriyor.

Bir nutukla sekiz tabur askeri itaate getiren; bir makale ile otuz bin kişiyi ittihad-ı Muhammedî’ye üye yaptıran; Emeviye Camii’nde on bin kişiye irad ettiği hutbesini pür dikkatle dinlettiren; nice paşalara, valilere, mebuslara muhatap olup, fikirlerini kabul ettiren Bediüzzaman’ın öncelikli gayesi sayı çoğunluğu dediğimiz kemiyet olsaydı, her halde bir günde milyonlarca insanı hemen kendisine taraftar yapardı.

O büyük insan onca ikna veya ilzam kabiliyetine rağmen, o derece her insana nasip olmayan şan-ü şeref ve teveccüh-ü âmmeye rağmen, sürgün olarak gönderildiği Barla gibi küçük bir kasabada, dünyevî hiçbir mevkiyi, etiketi olmayan bir avuç köylü diyebileceğimiz insanla, sesini değil Türkiye’ye dünyaya duyurma başarısını gösteriyor.

Öncelikli gaye ve hedef kalite dediğimiz keyfiyet olunca, arkasında sayı çokluğu dediğimiz kemiyet kendiliğinden gelmiş oluyor. İşte Bediüzzaman’ın yaptığı da budur. Hizmete bin bir türlü mahrumiyetlerle, aklın alamayacağı baskı ve işkenceler altında beş on talebesiyle başlayan Bediüzzaman’ı şu an dünyanın her tarafında milyonlarca insanın okuyor olmasını çok iyi tahlil etmek lâzım.
Kısacası, ”Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yoktur.” (Bediüzzaman)

Hüseyin Gültekin / Nur Postası

AB hibeleri, şartlara uygun proje bekliyor!

AB’nin Türkiye için ayırdığı 5 milyar Euro’luk hibeyi kullanabilmek için süre bu sene sona eriyor. Uluslararası Diplomatlar Birliği Türkiye Başkanı Ferhat Bozçelik, sonuca odaklı proje hazırlanmadığı ve prosedürler yerine getirilmediği için hibeden şimdiye kadar sadece 600 milyon Euro kullanılabildiğini belirtiyor.

Avrupa Birliği’nin 2007’de Türkiye için ayırdığı 5 milyar Euro hibe fonunu kullanabilmek için süre bu yılın sonunda doluyor. Türkiye ise dört yıl içerisinde bu miktardan sadece 600 milyon Euro kullanabildi.

Uluslararası Diplomatlar Birliği Türkiye Başkanı Ferhat Bozçelik, yönetmeliklerden dolayı uzayan süreç ve mevzuattan dolayı başvuru şartlarını zor bulan kuruluşların hibelerden yeterince faydalanamadığını söylüyor. Bozçelik, “Yeniden toplantılar yapılacak. Bu kez bir daha bu paranın ayrılması zor, çünkü krizden dolayı bazı harcamalara dikkat etmeye başlandı.” diyor. AB hibesi için yerel yönetimler, KOBİ’ler, işletmeler, dernek ve vakıflar, eğitim kurumları, kültür ve medya kurumlarının çatısı altında başvuru yapılabiliyor.

Beş yıl önce AB’nin gelişmekte olan aday ülkelerde kalkınmayı artırma çalışması kapsamında Türkiye’ye ayrılan hibelerinde projenin içeriğine göre başvuru şartları çeşitlilik gösteriyor. Ferhat Bozçelik, projenin kabul edilmesinin yanı sıra istenen şartları yerine getirmenin de önemli olduğuna dikkat çekerek, “Türkiye’de insanlar disiplinli bir şekilde süreç takip etmeye alışık olmadığı için istenilen belgeleri tamamlayıp, projeyi sonuçlandıramıyor. Bu yüzden eksik olan binlerce dosya kenarda bekliyor.” değerlendirmesini yapıyor. Bir bankadan kredi alırken bile yerine getirilmesi gereken birçok şart olduğunu vurgulayan Bozçelik, “Burada ise karşılıksız para alıyorsunuz. Bizden birtakım belgeler istenmesi çok normal. Önemli olan sabırla işi sonuçlandırmak.” diyor.

    Özellikle tarım projesi üretenlerin hibelerden kolaylıkla faydalanabileceğini belirten Bozçelik, bu sektörde etkili olacak bir proje ya da su kullanımında tasarruf sağlayacak bir proje ile hibe alınabileceğini kaydediyor. Aynı şekilde çevreyle ilgili bir projenin de rahatlıkla kabul görme ihtimali var. Tarımda destek alınabilmesi için proje sahibinin o alandaki yetkinliğinin önemli olduğuna dikkat çeken Bozçelik, “Türkiye’de tarım için hibe isteyip araba almaya kalkanlar oluyor. Ya da işsiz bir adam gidip bin tane koyun almak istiyor. Bunların bu işi yapıp yapmadığı araştırılır. Yapmadıysa hibe alamaz.” değerlendirmesini yapıyor. Kalkınma programları çerçevesinde belediyelerin de proje üretmesi için teşvik edildiğine işaret eden Bozçelik, belediyelerin AB şartlarında kesimhane yapması halinde yaklaşık 800 bin Euro hibe alabildiğini, ancak maalesef bu fırsattan çok az sayıda belediyenin faydalanabildiğini belirtiyor. Bir projenin altı haftada hazırlanabileceğini vurgulayan Bozçelik, eksik başvurular yüzünden binlerce dosyanın beklediğini kaydediyor.

Geçen yıl bir okul nano teknoloji projesiyle 1 milyon liralık hibe almaya hak kazanmış. Fondan faydalanan bir diğer örnek proje de Ardahan’ın simgesi ‘Damal Bebeği’nin üretimi için 356 bin Euro hibe kaynak alınması. 20 bin bebeğin yapımı ve tanıtımında kullanılmak üzere alınan fon 50 kişilik istihdam sağladı…

… AB Bakanlığı’nın sitesinde hibe programları için düzenli bir duyuru zamanı bulunmadığı belirtiliyor. Proje geliştirmek isteyenlerin bakanlığın ve ilgili sitelerin web sayfalarını belirli aralıklarla takip etmesi öneriliyor.

ARİFE KABİL / Zaman

Haberin Tamamı için Tıklayınız –>>

İsrail’in (Yahudilerin) Filistin’e yaptığı zülümler daha ne kadar sürecek !?

Bugün İsrail’in (yahudilerin) Filistin’e yaptığı zülümler yer göğe sığmıyor. Bu nereye kadar sürecek. Allah neden yardım etmiyor?

Değerli Kardeşimiz;

Musibet kelimesi, daha çok, insana isabet eden hastalık, bela, sıkıntı gibi elem ve keder verici hâdiseler için kullanılır. Ve bunlarla insanoğlu, sabır imtihanına tabi tutulur. Bir hadis-i şeriften aldığımız müjdeye göre, lambanın sönmesiyle yeniden yanması arasında çekilen cüz’i bir sıkıntı bile günahlara kefaret oluyor. Hastalıklar, musibetler, özellikle umumî afetler, bunları sabır ve rıza ile karşılayan bir kulun manevî makamını yükseltiyorlar; kalbini safileştiriyor, ruhunu olgunlaştırıyorlar.

Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.” Lem’alar

Her hastalık, her musibet ayrı bir sabır imtihanıdır. Bu imtihanı kaybeden insanlar, kadere itiraz etme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Kaderin ince sırlarını bilmenin insan idrakinin çok ötelerinde olduğu, Kur’an-ı Kerimde, Hz. Musa’nın(a.s.) bir kıssasıyla müminlere ders verilir. Bu kıssada Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır’ın(a.s.) seyahatlerine yer verilir. Kısaca özetleyelim:

Hz. Hızır, ilm-i ledün denilen, “hâdiselerin hikmet yönünü bilme,” hususunda İlâhî lütfa mazhar olmuş bir büyük veli, yahut bir peygamber. Hazret-i Musa (a.s.) bu zattan hikmet dersi almak ister. Hz. Hızır onun arkadaşlık teklifini, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin” şeklinde ilginç bir gerekçe ile reddeder ve sözünü şöyle tamamlar: “(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?

Hz. Musa’nın(a.s.) “İnşallah sen beni sabreden bir kul olarak bulacaksın, senin emrine de karşı gelmem” demesi üzerine arkadaş olurlar. Hz. Hızır bu arada bir de şart koşar: “Ben bir konuda sana bilgi verinceye kadar benden hiçbir şey sorma!” Bir gemiye binerler. Hz. Hızır, gemiyi yaralamaya başlar. Hz. Musa(a.s.) dayanamayıp itiraz eder. Hz. Hızır’ın ikazı üzerine, “unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme…” diyerek özür beyan eder. Yolculuğa devam ederler. Hz. Hızır, küçük bir çocuğu öldürür. Hz. Musa, buna da itiraz eder. Hz. Hızır kendisini tekrar ikaz edince, Musa aleyhisselâm: “Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme” der.

Daha sonra bir köye uğrarlar, kimse onları misafir etmez. Hz. Hızır, o köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı tamir eder, doğrultur. Hz. Musa, biraz da sitem karışımı bir üslupla, böyle yapmasının hikmetini sorunca, Hz. Hızır, “arkadaşlığımız burada sona eriyor; şimdi sana sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim” der.

Gemiyi yaralamasından başlar: “Zâlim bir hükümdarın sağlam gemilere el koyduğunu, gemiyi bu yüzden ayıplı kılmak istediğini söyler. Öldürdüğü çocuğun babasının salih bir zat olduğunu, çocuğun onları azgınlığa ve nankörlüğe boğmasından koktuğunu ifade eder. Duvar tamirine gelince, o duvarın altında bir hazine bulunduğunu, evdeki iki yetim çocuk büyüyünceye kadar duvarın yıkılmaması gerektiğini, onun için tamir yoluna gittiğini anlatır. Ve bütün bu işleri, kendi hevesiyle değil, İlâhî ilhamla yaptığını özellikle vurgular.

Allah kelâmında yer almış bu kıssadan almamız gereken en büyük ders şu olsa gerek: “Hz. Musa gibi büyük bir peygamber bile, hâdiselerin altında yatan İlâhî hikmetleri tam olarak bilemediğine göre, biz boşuna kendimizi yormayalım.

Beşerin iradesi dışında cereyan eden olaylara kendilerince yorumlar getirenler, bir bakıma Hz. Hızır’ı taklide kalkışmış oluyorlar. Ancak, o, bütün bunları İlâhî ilhamla söylüyordu; bunlar ise ya nefislerinin isteklerini aktarıyorlar, yahut kendi his ve heveslerine tercüman oluyorlar. Nur Külliyatında, “Ehl-i hakikat gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler” buyurulur. Hakikat ehli denilince en başta peygamberler hatıra gelir. Onlar bile gaybî şeylerden, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bildirdiği kadarına vâkıf olabilirler. Peygamberlik görevlerini yürütürken, olayların zahirine bakar, İlâhî emirlere uygun olup olmadıklarına nazar eder, ona göre hükmederler. Hâdiselerin altında yatan bütün hikmetleri bilmeleri, bazen, bu kutsî görevlerinde aksamaya yol açabilir. Bu hikmet içindir ki, kendilerine her şeyin iç yüzü ve hikmet yönü tam olarak bildirilmemiştir.

İşte bu kıssa bunun en güzel bir örneğidir. Kıssanın ayrı bir yönü üzerinde de durmak isteriz: Seçilen üç olay âdeta birer semboldür. Birincisi “mala gelen zararları” ikincisi “cana, çoluk çocuğa, akrabalara gelen musibetleri” üçüncüsü de, “İslâm düşmanlarının dünyada nâil oldukları nimet ve ihsanları” temsil ediyor.

Muhyiddin Arabî Hazretleri, kıssada geçen üç olayla Hz. Musa’nın(a.s.) başından geçen üç olay arasında ilgi kurar. Bunlardan birisini nakledelim: Hz. Musa’yı da annesi bir sandığa koyup Nil nehrine atmıştı. Ama bu atışın “Zahiri helâk, batını necat idi”. Yani görünüşte annesi onu boğulmaya terk ediyordu. Halbuki, o böylece ölümden kurtulmuş, bununla da kalmayıp Firavunun sarayına yerleşmişti. Hz. Hızır’ın gemiyi yaralaması da böyle idi.

Hz. Hızır, Hz. Musa’ya(a.s.) “kendisiyle arkadaşlık etmeye güç yetiremeyeceğini” söylemekle ona ilk gaybî haberi de vermiş oluyordu. Bu haberini bir teselli cümlesiyle tamamlamıştı: “(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?” Bu teselli cümlesinde aynı zamanda büyük bir müjde de saklı: “Kadere itiraz etmemek şartıyla, insanoğlunun musibetler karşısında gösterdiği sabırsızlıktan dolayı ceza görmeyeceği müjdesi…

Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette aciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı…

Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi’ diyerek, aciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.” Mektûbat

Başta da belirttiğimiz gibi, bu kıssadan alınacak en büyük hisse, “insanın İlâhî hikmetleri ve kaderin derin sırlarını anlamadaki aczini hissetmesidir.

Ahmet Avni Konuk şöyle buyurur:

Bir abd bir belâya giriftar olunca, onun eleminden Hakk’a şikayet ederse sabrına zarar vermez. Ancak Hakk’ın gayrına şikayet etmeyip, nefsini zapt etmeli. Şikayet eden kimse, … kazaya değil makzi olan şeye razı olmamış bulunur. Halbuki bize, ‘makzi olan şeye razı olun’ diye hitab olunmadı.

Filistindeki müslümanların çektikleri sıkıntılar onların ahiretleri noktasında düşünüldüğü zaman büyük mükafatlara mazhar olacaklardır. Allahu Tealanın direk azab etmemesinin hikmetine gelince;

Bunun bir cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkarlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.

İşte imtihan gereği olarak bir musibet geldiği zaman hem iyileri hem de kötüleri beraber içine alıyor. Böylece imtihan sırrı kaybolmuyor. Eğer musibetlerde ve zulümlerde iyiler kurtulup sadece kötüler zarar görseydi, imtihan sırrı kaybolurdu. Kötüler de iyi olmak zorunda kalırlardı. Böylece Ebubekir r.a. ruhlu insanlar ile Ebucehil ruhlu insanlar aynı seviyede kalırdı. Bu açıdan bazen hiç suçu olmayan günahsız kimseler de zulme maruz kalabiliyorlar.

2- Zulmedenler yaptıklarının cezasını bu dünyada olmasa bile ebedi alemde hakkıyla çekeceklerdir. Bu bakımdan adalet yerini bulacaktır. Zulme uğrayanlar ise hem zalimlerden haklarını alacaklar, hem de suçsuz ve günahsız olduğu halde bu zulme uğramasından dolayı da Allahın lütfuna ve rahmetine mazhar olarak ebedi alemde sonsuz nimetlere gark olacaklardır. Hatta günahsız olarak böyle zulümlere maruz kalanlara ahirette durumları ve nasıl oldukları sorulacak olsa, “çok az zahmetle çok büyük mükafat aldık ve zulmedenlerin cezalarını hakkıyla aldıklarını da gördük, çok memnunuz” diyeceklerdir.

Bunların bedenlerine yapılan çirkinlikler ise sadece dünya yönüyledir. Ahirette onların hiç bir eseri olmayacaktır. Siyaha boyanmış bir çekirdek ağaç olunca, onun çekirdeğindeki siyahlık ağacın, yaprak, çiçek ve meyvelerinde olmayacağı gibi, bu dünyada değişik zulümlere uğrayan masum insanların ahiret alemlerinde hiç bir eseri ve izi kalmayacaktır.

3- Ayrıca böyle zulümlere maruz kalanların istikballeri noktasından da bir rahmet olacağı düşünülebilir. Gerek kendileri gerekse de aile, eş ve dostları açısından bir rahmet eseri olarak Allahın değişik rahmet tecellilerine mazhar olabilirler.

İşte hiç günahı olmadığı halde başına böyle zulümler gelen çocuklar ve kadınlar da kendilerine yapılan bu zulümlerden dolayı, gerek dünyada gerekse ahiret alemlerinde öyle büyük sıkıntılardan kurtulacaklar ve öyle büyük rahmetlere gark olacaklardır ki bunu anladıklarında şikayet bir tarafa çok şükredecekler ve Allahın sonsuz rahmeti karşısında memnun ve mesrur olacaklardır. Allah hiç bir kuluna zulmetmez. Kullarına zulmedenlerin cezasını ise onlara zaman tanısa bile asla ihmal etmez.

Selam ve dua ile…
Kaynak: Sorularla İslamiyet

 

Suriye’ye “Büyük Ortadoğu Projesi”

Bu gün komşu Suriye devleti hızla bölünüp parçalanmaya gidiyor. Bunun üzerinde Türkiye’nin Suriye’ye karşı tutumu nasıl olmalı? diye bir soru aklıma geldi. Türkiye elbette uluslar arası hukuka göre etkin bir biçimde hukukunu korumalı; Akçakale’de katledilen vatandaşların hakkını savunmalı, yani meşru müdafaa hakkını kullanmakla haklılığını ortaya koymalıdır. Bilindiği üzere; Türkiye ile Suriye halkı arasında tarih boyunca komşuluk ve akrabalık bağı devam etmiştir. Bu bağ dünya var oldukça da devam edecektir. O zaman; Türkiye, Suriye’de gelişen bu günkü olaylara karşı yukarıdaki kopmaz bağlarımız için temkinli ve itidalli davranması gerekir. Çünkü: Türkiye’nin, anlık bir kıvılcımına karşı Suriye devletinin de karşılık vermesi, durum ne kadar vahim olacağı bilinmez.

3/Ekim 2012 günü Suriye tarafından Akçakale ilçemize düşen top mermisinden hemen sonra, Suriye Enformasyon Bakanı Ümran El Zubi’nin, Şam adına resmen Akçakale‘ye düşen top mermisiyle vefat edenlerin ailelerine ve kardeş Türk halkına başsağlığı dilemiş, Akçakale’de şehit olmasına yol açan top mermisinin kaynağını araştırdığını bildirilmiştir. Türkiye sınırına “10 kilometreden fazla yaklaşmama emri”ni vermesi bir özür mahiyeti taşımaktadır. Türkiye Hükümetinin temkin ve tedarik maksatlı iyi niyetle çıkardığı teskerenin “savaş tezkeresi Olmadığı”nı bilinse de, Türkiye: Kara, deniz ve hava unsurlarının kullanılması muhtemel sınır ihlaline karşı bir teyakkuz olsa da, halk arasında gene de tedirginlik yaşamaktadır.

Suriye’nin durumuna gelince: En son Uluslararası Hak İhlâlleri İzleme Merkezi’nin “Suriye raporu”nda, “Kuzey Irak örneğinde olduğu gibi, Suriye’de de Esad sonrası süreç için, küresel ve bölgesel aktörler tarafından yönlendirilecek ve Türkiye için tehdit tahlilinde” bulunulduğu belirtilmiştir. Acaba; Suriye “özgürleşiyor mu, yoksa parçalanıyor mu? “ “Görünen köy kılavuz istemez” atasözü soruya, güzel bir cevap olsa gerek…

Bütün olup bitenlerin bu coğrafyanın yeniden şekillendirildiğini gösterdiğine işaret edilen raporda da açıkça “Suriye bugün İsrail’in bölgedeki politikaları açısından tehlike arz etmiyor. Zaten parçalara bölünmeye doğru gidiyor. Irak’ın işgal edilmesi ile parçalara bölündüğü gibi. İsrail için tehdit teşkil eden Suriye’nin de “İsrail’in güvenliği” hesabına bugünkü iç savaşa itildiği anlaşılmaktadır.

Yabancıların fesat çıkarmasıyla Suriye’de şiddetlenen iç savaşın, bundan önce de İslâm ülkelerini etnik ve mezhebi ayrımlarla küçültüp devletçikler haline getirerek “büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olarak ortaya koyuyor.

Evet, yabancılar, günün birinde çekip gidecekler. Ama Türkiye, Suriye’yle, Irak’la, İran’la komşu kalmaya devam edecek. Bu nedenle Türkiye ortak inanç, tarih, kültür ve mirası paylaştığı Suriye, Irak ve İran komşularıyla yüz yüze kalacaklar, dolayısıyla iyi ilişkilerimizi geçmişte olduğu gibi bu günde sürdürmeliyiz. Aksi takdirde, Uluslararası Hak İhlâlleri İzleme Merkezi’nin “Suriye raporu”nda da belirtildiği gibi, Başta Suriye’nin parçalanmasının en büyük zararı Türkiye’ye olur…

Türkiye, Suriye’nin istikrarı ve sulhun temini için elbette birçok fedakârlıkları göstermiş, Şam hükümeti ile defalarca temas etmiştir. Her şeye rağmen, uzlaşma temin edilemediği bilinmektedir. Türkiye gene de barış umudunu yitirmeden, bu Müslüman kardeş ve komşu ülke için arabuluculuk görevini sürdürerek barış, huzur ve istikrarın sağlanmasına öncülük etmesi, insani ve İslami bir görevdir. Altı yüz sene devlet-i Aliye’yi adaletle, sulhla idare eden ve hâkimiyetini sürdüren bir imparatorun mirasçılarına elbette “yurtta sulh, cihanda sulh” düşmektedir. Bu haslete mazhar olan bir millet olarak, Suriye komşumuzun bugünkü muzdarip hali, elbette başta bizi alakadar etmektedir. Bu nedenle Suriye’nin sulh ve istikrarı için arabuluculuk ve barışa katkı da aslı görevimiz olmalıdır.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

9.10.2012