Etiket arşivi: Türkler

Yaşasın Kardeşlik!

Kırk seneye yakın Türkiye’de devam eden çatışmaların neticesinde, 40 bine yakın insan öldürülmüş, bu çatışmanın uğruna milyar dolarlar hebâ edilmiş, başta işsizlik, sanayi ve tarım sektöründe birçok kayıplar olmuş, ne yazık ki kayıp edilen gücün tamamı millete mal olmuştur.

Bu millet artık akan kanın durdurulmasını istiyor, ölen askerin de, PKK’nın da ardından yanan bir yürek var. O da anne yüreği, bütün anneler bizim, artık ağlamasın yüreklerimiz!..

Tarihe bakıldığı zaman gerek dâhilde gerekse hariçte birçok üzücü hadiselerin neticesinde sulh ve barış hâkim olup, adâvete son verilmiştir. Yıllardan beri içimizde devam eden bu menfur cinayetler ve çatışmalar da elbette bir gün barışla son bulacaktır. Mademki sulh, barış ile bitecekse, yarın değil; bugünden barış olsun. Artık kan dökülmesin, halk barış istiyor, kardeşçe yaşamayı istiyor.

Son üç seneden beri “çözüm süreci” olarak gündeme getiren taraflar “hükümet, İmralı ve Kandil” inisiyatif kullanılarak halkın özlem duyduğu barışa adım atılmıştı, barışa ve kardeşliğe yönelik atılan adımlar her nedense son üç aydan beri tekrar eskiye teamül edilmiştir. Halk bu çatışmayı istemiyor, zaten tahammül edecek bir güçleri de kalmamıştır.

Cenâb-ı Allah (cc) Âyet-i Kerimede şöyle buyurur: “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir cezadır. Amma kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.” (Şûrâ, 40) Görüldüğü üzere insanları cezalandırmaktansa, affedici olanların ve barışa vesile olanların yüksek mükâfatı Allah’a aittir. Daima yapıcı ve uzlaştırıcı olmak lâzımdır. Ortaya çıkan bireysel ve toplumsal problemler her zaman müdahalelerle çözüme kavuşmuştur.

Bir Hadis-i Şeriftede Efendimiz (asm), “en güzel amel sulhu sağlamak” olduğunu emir buyurmuştur.

Kur’ân’ın dellâlı, Hatem-ül Enbiya’nın (asm) hatem-ül varisi, Risale-i Nurun müellifi, Bediüzzaman Hazretleri sulh ile ilgili Münâzarât eserinde şöyle diyor:

“Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve İmandır. Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Görüldüğü üzere İslâmiyet’ten evvel insanların hak ve hukuktan uzak olduğu ve cehaletin hâkim olduğu bir dönemde rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (asm) yaydığı İslâmiyet’le gelen güzellikler ve Kur’ân’ın nuru ile insanların inat ve taassupları kaldırılmış, kalplere hidayet verilmiştir. Örf ve âdetlerinde inatçı olan Araplar, İslâm’ın nuru ile inatlarını bırakıp, barış ve huzurun muallimleri, insanlığın medar-i iftiharı olmuşlar.

Netice itibariyle İslâmiyet’in ruhu ile yaşayan bizler, yani Türk ve Kürtler ayrı iki millet olsalar da, birbirlerine kenetlenmiş bir vücut hâlindedirler. Bin seneden beri beraber yaşamış bu insanların birbirlerinden ayrı yaşamaları düşünülemez. Çünkü bu halkın başka dostu ve yakını yok, başka seveni de yoktur. Kader bu insanları birleştirmiştir. Yaşasın kardeşlik…

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

04.10.2015

Ermenilerle Kürtleri birleştirme çabası daha Osmanlı’da başlamıştı!

Daha Osmanlı’nın son dönemlerinde bu tartışmalar başlamış, Ermenilerle Kürtlerinin Osmanlıdan ayrılarak birlikte devlet kurması planlanmıştı. Bu günde aynı gayeye hizmet edildiği görülüyor.

Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman halk, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918-1920 arasında) tarihlerinin en acı ve en hüzünlü günlerini yaşıyordu.

İşte bu acı ve hüzünlü günlerde bir haber, Müslüman yüreklerdeki acı ve hüznü daha da katmerleştirmişti. Bu habere göre; “Sevr’de Osmanlı Parlamenterleri olan Seyyid Abdülkadir ve Şerif Paşa, Ermeni delegesi Bogos Nubar Paşa ile anlaşmışlar. Türkiye topraklarında bir Ermenistan, bir de Kürdistan kurulmasını Sevr’deki düşman delegelerine kabul ettirmişlerdi.”

İşte bu haber, Beyazıt (Ağrı) Mebusu Dursun Ağazade Mehmet Şefik Bey’in (Şefik Baydar’ın), o zamanki Osmanlı Meclisinde kürsüye çıkarak şu haykırışına neden olmuştur. Bu haykırışın tamamı, Yeni gün Gazetesi’nin 4 Mart 1920 tarih ve 349 no’lu nüshasında yayınlanmıştır. Orijinali orada mevcuttur. Aşağıda günümüzdeki Türkçeye çevrilerek ve kısaltılarak verilmiştir.

İşte Osmanlı Meclisinde bir haykırış (Bu haykırışın nerdeyse her cümlesi o zamanki Meclis’te yüksek bir destek ve alkış almıştır. Bu destek ve alkış Meclis Tutanaklarından belli olmaktadır) :

“1-Kürtler, Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren bütün mevcudiyeti ile Türk kardeşleri ile el ele vermiş ve bu güne kadar yekdiğerinden ayrılmamak suretiyle yaşamışlardır. Bizler dinimizin bağları ile birbirimize bağlıyız. Doğu Vilayetlerinin nüfusunun yüzde doksan beşini çoğunluğunu oluşturan bu muazzam Müslüman kitle içinde Türk ve Kürt’ün hiçbir farkı yoktur. Aralarında ayrı gayrı yoktur.

2-İslamiyet, kavmiyet ve milliyetin çok çok üzerindedir. (İslamiyet’te hiçbir kavmin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır)

3- Şerif Paşa nereden ve kimden izin almıştır? Hangi bir Kürt’ün vekâletine sahiptir? Şerif Paşa, Ermenilerle Kürt’lerin bir kavim olduğu iddiasında bulunuyor. Hiçbir Kürt, Ermeni olamaz, hiçbir Ermeni de, Kürt olamaz. Her ikisinin de ayrı ayrı milletler olduğu tarihlerden beri bilinir.

4-Şerif Paşa emin olmalıdır ki, kendisinin verdiği bu kararı her Kürt, lanetle ve nefretle yüzüne çarpacaktır. Şerif Paşa sırf kendi namı ve hesabına bir anlaşma düşünüyor. Fakat bendeniz, Kürtler namına söz söylüyorum. Temsilci ve vekilleri olduğum Beyazıt sancağında meskun bulunan Celali, Ademan’lı, Zilan’lı, Sıpkan’lı, Hayderan’lı, Serah’lı, Cibran’lı, Camedan’lı aşiretleri ve bunlara mensup binlerce kabile ve yüz binlerce Kürdün temsilcisi sıfatı ile söylüyorum ki, Şerif Paşa’nın bu kararını kabul edecek hiçbir Kürt yoktur.

5- Şerif Paşa’nın bu kararı, haysiyet ve din duyguları dağlar kadar muazzam olan Kürt’lerin, lanetle red edecekleri bir karardır. Yine bu asil kavme izafeten söylüyorum ki, Kürt aşiretlerinin hilafet ve saltanattan ayrılmaya katiyen iltifat etmeyeceklerini, böyle bir şeyin hatır ve hayallerine bile getirmeyeceklerini beyan ile temin ediyorum. Bu asil kavim ki, Rus Çarlığı’nın Dünyayı dehşetle korkuttuğu zamanlarda dahi her türlü fedakârlık göstererek İslami Camia’dan ve saltanat ve hilafetten ayrılmadılar. O yiğit cengaverler ki, son harpte Rusların her türlü iltifat ve kandırmacasına kapılmayarak vatanlarını adım adım savunarak destan olacak kahramanlıklar göstererek ve toprakları üzerine kanlarını akıtarak, milyarlarla mal ve servetlerini feda ederek, dâhili Osmani’ye ye hicrete mecbur ve bin türlü sefaletle zarurete düştüler. Yine o Aslanlardır ki, Ağrı Dağı’nı ve Zilan deresini tutarak Ruslar’ın yenilgisine kadar Ruslar’a teslim olmadılar, savunmada sebat ettiler.

6-Evet, Kürt aşiret ve kavimlerinin bazı talepleri vardır. Kürtler ne ister? Kürtler; bulundukları yerde Türk kardeşleri ile birlikte medrese ve mektep ister. Yol ister. Adalet ve mali yardım ister. Bu da hakkıdır. Fakat bunu başka taraftan değil, makam-ı Devlet’ten ve Yüksek Meclis’inizden ister. Bu taleplerin de zamanını bilir.

7- Kürtlerin bugün ve gelecekte yegâne istediği şey, bütün varlığı ile saltanat ve hilafete bağlı kalmaktır. Bu bağlılığı da hiçbir tesir ve kuvvet bozamayacaktır.”

4 Mart 1920 tarihli “Yeni gün Gazetesi’nde” yayınlanan bu mektupta olduğu gibi İngilizlerin dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması planı; Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi’nin (Ki, aynı minvalde 7 Mart 1920’de ‘Kürtler ve Osmanlılık’ başlığıyla ‘İkdam’ gazetesinde, ve 17 Mart 1920 de ‘Sebil-ür Reşad” gazetesinde ‘Kürtler ve İslamiyet’ başlıklı makalesi ile Kürt Şerif Paşa’ya gereken cevabı makaleleriyle vermiştir. (Bkn: Asar-ı Bediiyye/ 16-17. Makale) önderliğindeki din adamlarının, Osmanlı meclisindeki Kürt mebusların, Kürt aşiret reislerinin ve Kürt halkının büyük tepkisi (makaleler, nümayişler, telgraflarla protesto edilmiştir) üzerine bu İngiliz planı akim kalmıştır.

Yukarıda tarihi bir belgeden, bir alıntı mevcuttur. Bir Milletvekilinin Osmanlı Meclis kürsüsünden dile getirdiği haykırışının bazı bölümlerini dikkatlerinize sunduk. Yorum ve değerlendirme sizindir. Bu yedi maddede ifade edilen hakikatleri, Türk, Kürt, aklı başında herkes ibretle düşünmeli ve dikkatle değerlendirmelidir.

Ayrıca yine Bediüzzaman hazretlerinin; asrın başında şarkta ahali içinde dolaşarak, Kürt aşiretleri ve Kürt halkı ile bire bir yaptığı görüşmeler sonucunda doğudaki hastalığı teşhis ve tedavi reçetesini de ‘Münazarat’ adıyla 1911 tarihinde telif ettiği eseriyle ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu hususta çözüm arayan etkili ve yetkili kişilerin mutlaka bu esere müracaatları Müslüman milletimizin geleceği açısından elzem olduğu kanaatindeyiz.

Üstad bu kitabı için yetkililere şöyle sesleniyor:

Ey kendini havas zanneden ehl-i siyaset ve ehl-i hükümet! Yeisi kırmak için avama ders ve hitap olan şu kitabı senet tutup teselli etmeyiniz. Zira, sizin su-i istimaliniz, onların su-i tefehhümünden daha ziyade su-i tesir eder. Size bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim; dersini dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.” (Münazarat sh:133)

Görüldüğü gibi, tokat yemeye devam ediyoruz. Hazretin ifade ettiği gibi “Münazarat”ta tesbit edilen hakikatlerin acilen siyasiler ve hükümet tarafından fiiliyata konması zamanı (yüzyıllık bir geçikmeyle) artık gelmiştir. Bu hususta hükümetlerin söyleyecek sözleri ve filleri kalmamıştır. Zira, her yol denenmiş ve her hükümet eteğindekini boşaltmıştır. Ama ne çare ki; dert, bela, musibet ve tokatlar da bu memleket üstünde bitmemiştir.

Çözüm noktasında; Ülkemizde akl-ı selimin hakim olacağını, sonunda hazretin belirlediği rotanın takip edileceğine olan inancımızı ve bilhassa kürtlerin çoğunluğunun bu ümid ve temenni içinde beklediklerini de ifade etmek istiyorum.

Recai ALBAY

Türkler… Kürtler… Osmanlılar

KÜRT SORUNU İÇİN OSMANLI TECRÜBESİ

Binlerce yıldır Ortadoğu”da yaşayan bir halk olan Kürtlerin, Türklerle olan ortak tarihini anlamak için 16. yüzyılın başlarına, Yavuz Sultan Selim devrine uzanmak gerekiyor. Osmanlı devletinin sınırlarını doğuya doğru genişleterek Ortadoğu”nun büyük bir bölümüne hakim olan Yavuz Selim”in karşılaştığı en büyük tehlike Safavilerdi. Liderleri Şah İsmail, sürekli olarak Anadolu”daki isyanları körüklüyor ve Osmanlı için askeri bir tehdit oluşturuyordu. 1514 tarihli Çaldıran Savaşı ile Yavuz, Safavi tehlikesini önemli ölçüde püskürttü. O zamana kadar Safavilerden rahatsız olan Sünni Kürt ve Türkmen aşiret beyleri, bu savaşta Osmanlı ordusuna büyük destek verdi.

Bu, Osmanlı ile Kürt beyleri arasında doğal bir ittifakın oluşması anlamına geliyordu. Ancak Çaldıran savaşı, Güneydoğu Anadolu”nun Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına gelmiyordu. Savaştan sonra da bölge, aralarında herhangi bir birlik olmayan Kürt beylerinin egemenliği altında ve Safavi tehlikesine açık kalmıştı. Savaştan sadece iki yıl sonra bu sorun da halledilecek ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler Osmanlı toprağı haline gelecekti. Bunu sağlayan en önemli aktör ise “İdris-i Bitlisî” adlı Kürt din âlimidir.

Yirmi yıl kadar Akkoyunlu devletinin hizmetinde çalışan İdris-i Bitlisî”nin babası soylu Kürt ailelerinden Mevlânâ Şeyh Hüsameddin El Bitlisî”ydi. İdris, Kürtçe gibi Türkçeyi de çok iyi biliyordu. Sühreverdi tarikatına bağlıydı. Akkoyunlu Türkmen devletinin başkenti Diyarbakır iken, burada hükümdar Uzun Hasan Beğ”in sarayında şehzadelerin hocası ve katip olarak çalışmıştı. Şah İsmail, Tebriz”i fethederek Akkoyunlu devletini yıkınca İdris de İstanbul”a gelip II. Bayezid”le görüştü. Padişah bu Kürt din âlimine büyük saygı gösterdi ve onu Osmanlı sarayında tarih yazıcılığıyla görevlendirdi. İdris, Osmanlı”nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt (Sekiz Cennet) adlı ünlü eserini burada yazarak Sultan”a sundu.

Sultan Bayezid”in yerine Yavuz Selim tahta geçince, İdris, yeni sultanın Doğu siyasetinin danışmanı oldu. Yavuz”la birlikte Çaldıran seferine katıldı, savaş sonunda Osmanlı egemenliğine geçen Tebriz”de bir süre kalarak Ulu Cami”de halka vaazlar verdi. 1516 yılında, Şah İsmail”in Doğu ve Güneydoğu Anadolu”yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı Mehmed Han”ın yerine onun kardeşi Karahan”ı tekrar Anadolu”ya gönderdi. Bu komutan Diyarbakır ve çevresini kuşatma altına aldı.

Osmanlı’ya Sığınan Kürt Beyleri

Bu tehlike karşısında, bölgedeki Kürt aşiretlerinin beyleri bir araya gelerek Osmanlı”ya katılma kararı aldı. Bu talebi de “Ariza” adlı bir metinde anlattılar. “Ariza”yı Kürt beylerini temsilen Sultan”a götüren kişi İdris-i Bitlisî”den başkası değildi. İdris, ayrıca, kendisinin Farsça kaleme aldığı İstimaletname”de “Bilad-ı Ekrad” yani “Kürt beldeleri” hakkında bilgiler verdi. Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürtlerin isteğini geri çevirmedi ve bu “bendeleri” Safavi tehdidinden kurtarmaya karar verdi. Yavuz”un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, İdris-i Bitlisi”nin manevi desteğiyle 10 bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır”ı Safavilerden kurtardı. Safavi kumandanı Karahan, Mardin”e kaçtı. Osmanlı ordusu, Mardin üzerine yürüdü sonuçta bu kenti de aldı.

Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildiği gibi, İdris”in Yavuz Selim adına bölgenin Kürt-Türk beyleriyle anlaşması sayesinde Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlandı. Bu üstün başarılarından dolayı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisî”yi ödüllendirdi. Kendisine bir ferman göndererek Diyarbakır bölgesini ona “temlik” olarak verdi. Ayrıca merkezi Diyarbakır olan ve Yavuz Selim”in 1516 yılında yeni kurduğu “Arab Kazaskerliği” kendisine bahşedildi. Böylece İdris-i Bitlisi Osmanlıların en büyük siyasi rütbelerinden biri olan kazaskerlik rütbesiyle taltif edilmiş oldu.

Uzun Osmanlı Yılları

Bölge Osmanlı”ya bağlandıktan sonra Kürt aşiret ve beyliklerine otonomi tanındı. Kurulan “Diyarbekir Vilayeti” bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli (Kürt) beylere verildi. Osmanlı”nın idari sisteminde en büyük birim “vilayet” idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadolu”yu içine alıyordu. Vilayetin altında livalar, onun da altında sancaklar vardı. 1520 yılındaki bir Osmanlı belgesinde, “Vilayet-i Diyarbekir” başlığı altında 9 liva, bunların da altında 28 “Ekrad sancağı” (Kürt sancağı) sayılıyordu. 1526 yılına ait bir belgede ise, “Diyarbekir Vilayeti Livaları” başlığı altında önce 10 Osmanlı sancağı, sonra da Vilayet-i Kürdistan başlığı altında “Ekrad sancakları” denilen 17 sancak sayılmıştı.

Belgeleri yorumlayan tarih profesörü Ahmet Akgündüz, Diyarbekir vilayeti içindeki sancakların 35″i geçtiğini; bunların 16″sının tımar düzenine tâbi klasik Osmanlı sancakları olduğunu; kalanların ise “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” diye de tasnif edilen “Kürdistan vilayeti livaları” olduğunu söylüyor. Bunun anlamı, söz konusu Kürt bölgelerinin belirli bir otonomiye sahip olduklarıdır. Bu düzende Kürtler kendi hayatlarını sürdürdü. Bu durum onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiş oldu.

Türklerle Kürtlerin Kaynaşması

Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da, Kürtler ile Türklerin kaynaşmış olmalarıdır. Kürtlerin tarihi konusundaki en önemli uzmanlardan biri olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında bu hususun altını çiziyor: “Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadı, bazı durumlarda birbirleri ile karıştı, bazı Türk liderler Kürtleri cezbetti veya bunun tam tersi oldu.” David McDowall”a göre, aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlarla, Türk veya Arapların yoğun yaşadığı bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini kaybetti.

Kürtler için Osmanlı ordusunun ilgi çekici olduğunu dile getiren David McDowall, Kürtlerin sabit ordunun süvarileri arasında Türklerin yanında yer aldığını söylüyor. Kürtlerin en önemli katkısının, özellikle merkezden uzaktaki birliklerde olduğunu hatırlatan McDowall, 1630″ların ortalarında İran”a yapılan bir Osmanlı seferinde Hakkari ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını, Bitlis”ten gelen piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor.

Bedirhan Efsanesinin Aslı

Kürtler arasında, 1840″lardan itibaren bazı isyanlar baş gösterdi. Kürt tarihinde önemli bir yere sahip olan Bedirhan ailesine, bu isyanlardaki öncü rolü sebebiyle hâlâ pek çok Kürt milliyetçisi tarafından efsanevi anlam yüklenir. Halbuki, ne Bedirhan ailesinin isyanlarında ne de o dönemdeki diğer Kürt kalkışmalarının herhangi birinde milliyetçi motif yoktu. Bunlar, 1839 yılındaki “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” ile başlayan Tanzimat dönemine tepki olarak gelişmiş hareketlerdi. Osmanlı, Tanzimat”la birlikte, daha önce geniş bir otonomi verdiği bölgeleri merkeze sıkı biçimde bağlamaya çalışıyordu. Buna tepki gösteren yerel liderler de ayaklanıyordu. Bunların kimisi Kürt, kimisi de Türkmen”di.

Tanzimat süreci ile Osmanlı idarecileri, merkezi yönetimi güçlendirmek, etkili biçimde vergi toplamak ve kuvvetli ordular kurmak niyetindeydi. O dönemde pek çok eyalette vergi Osmanlı memurları tarafından değil, yerel yöneticiler tarafından toplanıyor, bunlar da topladıkları verginin ancak bir kısmını merkeze aktarıyordu. Merkezin güçlenmesi için etkili bir bürokratik yapının kurulması ve bu yolla eyaletlerin kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu işi en iyi başaran kişi, devleti 1876-1909 yılları arasında yöneten Sultan II. Abdülhamid oldu.

Hamidiye Alayları ve Abdülhamid”in Kürt politikası

Sultan II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi. Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler, Abdülhamid”in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamid”in getirdiği çözümün çatısını da “Hamidiye Alayları” oluşturdu. Abdülhamid”in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğu”daki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.

Aslında alaylar, Sultan Abdülhamid”in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul”da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla “Osmanlı” bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardı. İstanbul”da “aşiret mektepleri”nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturuyordu. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem verdi.

Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü “Doğu Anadolu halkının devletle bütünleşmesinde Abdülhamid”in hizmeti büyüktür” şeklinde verir. Askeri bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koyar, gerilla tipi savaş verir.

Kürtlerin Milliyetçiliğe Yüz Çevirişi

Milliyetçilik, modern çağda doğan bir olgu. Modernizm öncesi dönemde, milliyetçilik yoktu. İnsanlar kendilerini şu veya bu milletin bir ferdi olarak değil, bağlı oldukları siyasi otoritenin (çoğunlukla bir kralın, padişahın veya derebeyinin) tebaası ve ait oldukları dini cemaatin bir parçası olarak görüyordu. Osmanlı tarihinde, devletin son birkaç on yılı sayılmaz ise kayda değer bir milliyetçilik bulmak mümkün değil. 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı devletinin tebaası, kendini daha çok dinî temelde tanımlıyordu. Kürtler, kendilerini “Kürt”ten ziyade “Müslüman” olarak görüyordu.

Jön Türk hareketiyle birlikte Kürt entelektüeller tarafından başlatılan milli bilinç oluşturma çabaları geniş Kürt kitleleri üzerinde etkili olmadı. The Kurds adlı kitabın yazarı Derk Kinane”ye göre Kürt ağaları, hanları, şeyhleri bu modern Kürtlerin milliyetçi çabalarından hiç etkilenmedi. Çünkü, onları “dinsiz ve devrimci fikirlerin taşıyıcısı” olarak gördü ve kuşkuyla değerlendirdi. Kuşkuyla bakılanlar arasında elbette Türk milliyetçileri de vardı. 1909 yılında Sultan Abdülhamid”e karşı düzenlenen Jön Türk darbesinden ve bunun ardından iktidarı ele geçiren milliyetçi kadrodan rahatsız oldular. Yine de bu huzursuzluklar isyana dönüşmedi ve Kürtlerin Osmanlı devletine olan sadakati sürdü.

Kürtlerin Osmanlı”ya sadakatinin en çarpıcı göstergesi, 1912″den 1918″ye kadar aralıksız devam eden kanlı savaş yıllarıdır. Trablusgarp, Yemen ve Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı”nda pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda görev aldı. David McDowall, düzenli orduda görev yapmaya karşı evrensel bir gönülsüzlük olmasına rağmen binlerce Kürt”ün silah altına girdiğini belirtiyor. Kürtler tüm bu savaşlarda, resmi dili Türkçe olan Osmanlı devleti adına savaşmıştı. Peki bu sadakat nereden geliyordu? McDowall”a göre, en önemli faktör Müslüman kimliğiydi.

Sevr’i Protesto Eden Aşiret Liderleri

Anadolu”da bunlar olurken, Avrupa”da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı”na, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir “Kürt Devleti” kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktı. Ağustos 1920″de imzalanan Sevr Antlaşması”nın 62. maddesi, “Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi” verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise “Kürt halkları”nın “Türkiye”den bağımsızlık elde etmeleri”nin yolunu açıyordu.

Ne var ki “Jön” Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini güneydoğu Anadolu”da bulamadı. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Paris”e bir seri telgrafın yollanmasına sebep oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincan”dan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa”nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yolladı. Benzer telgraflar Ocak 1920″de, Milli Misak”ın kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosu”na da yollandı. Mart 1920″de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalandı.

Dönemin Vakit gazetesinde Bediüzzaman Said-i Nursi, Ahmet Arif ve Mehmet Sıddık, Kürtler adına yayınladıkları ortak yazıyla, Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus ve Ermeni terörüne atıfta bulunarak, Şerif Paşa”yı şiddetle kınıyorlardı. Kısacası sonradan ulusal hafızamızda “sendrom” olarak yerini alacak olan Sevr Antlaşması”nı protesto edenler arasında Kürtler ön saftaydı. Kürtlerin Milli Mücadele”ye verdiği destek sonuna kadar sürdü. Urfa ve Maraş”ın düşman işgalinden kurtarılmasında önemli roller üstlendiler.

Benzer işbirliği Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Lozan”da Avrupalı devletler Kürtlerin “azınlık” olduğunda ısrar edince, İsmet Paşa “Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti”nin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil bir millettir; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir” diyerek karşı çıktı. Meclis”teki Kürt vekiller de İsmet Paşa”ya tam destek verdi. Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922″de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada, Sevr”i bir “paçavra” olarak niteledi, Türk-Kürt kardeşliğini vurguladı. Bir sonraki celsede ise, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır ve Van milletvekillerinin hepsi, Türklerle Kürtlerin tek bir kütle olduğunu belirten ortak bir açıklamaya imza attı.

Kürt Meselesinin Doğuşu

Peki Osmanlı”ya büyük sadakat gösteren, Milli Mücadele”ye canla başla destek veren, Sevr”i protesto edip Lozan”da “Türklerden ayrılmak istemeyiz” diyen Kürtler arasından nasıl oldu da bir “Kürt sorunu” doğdu? Bu sorunun cevabı, bir yönüyle Kürt milliyetçiliği ile ilgili. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği her ne kadar geniş kitleleri etkilemese de varlığını sürdürdü; cumhuriyet döneminde, özellikle de tek parti döneminde büyüdü.

Kürt sorununun kırılma noktası ise, 1925 baharında patlak veren Şeyh Said isyanı oldu. İsyan, Kürtler arasında çok sınırlı bir destek buldu; Bediüzzaman Said Nursi gibi önde gelen din adamları isyana karşı çıktı. Ama isyanı bastırmak ve “kökünden halletmek” için başlatılan Takrir-i Sükun döneminde sert yöntemlere başvuruldu. Bu tarihten itibaren 1930″ların sonuna kadar “bölge”de hemen her yıl ayaklanma yaşandı. Türkler ve Kürtler arasındaki birliği sağlayan Müslüman kimliğine yapılan vurgunun azalması sorunun çözümünün en etkin yolunu da ortadan kaldırmış oldu.

Kazım Karabekir”in Alternatif Projesi

Acaba Şeyh Said isyanı sonrasında daha farklı bir “doğu politikası” uygulanabilir miydi? Kurtuluş Savaşı”nın kahramanlarından Kazım Karabekir Paşa, farklı bir politika geliştirmiş ve önermişti. İsmet İnönü hükümetinin “Takrir-i Sükun” politikalarındaki sertliği eleştiren Karabekir, temeli eğitim ve ekonomik entegrasyona dayalı alternatif bir proje sunmuştu. Proje 4 temele dayanıyordu: 12 yaşından küçük çocukları gece yatılı mekteplerine almak; Hamidiye Alayları”nın devamı olan Aşiret Süvari Fırkaları”nı tarımsal müfrezeler haline getirerek bunları tarımsal kalkınma ve yol çalışmalarında üretici hale getirmek; bölgedeki din adamlarını, Kürtçeyi de iyi bilen üniversite mezunu hocalar ve hukukçular ile harmanlamak. Böylece, bölge insanının dini temelden kopmadan modern bir eğitim almasını sağlamak; özellikle Van Gölü havzasından başlamak üzere, bölgedeki diğer aşiret unsurlarını küçük parçalara ayırarak yerel kalkınmada çalıştırmak, bölgedeki Ermeni propagandalarını ve Kürtçülük hareketlerini etkisiz hale getirmek için üst kültürlü, temsil yetenekli, çevresindeki yerli halka sosyal hayatta ve üretimde örnek olacak Türk kanalları açmak.

Karabekir, Kürtlerin dini hassasiyetlerini gözetecek, onları modern eğitimle tanıştırırken bir yandan da üretime teşvik edecek ve böylece ülke geneliyle ekonomik entegrasyonlarını artıracak çözüm öneriyordu. 1926 yılında Meclis tarafından bölgeye gönderilerek durum hakkında rapor hazırlaması istenen Bursa Milletvekili Emin Bey de “sıkı yönetim yerine ılımlı, yumuşak bir politika uygulanması, Sultan II. Abdülhamid”in bölgede uyguladığı politikalara ağırlık verilmesini” öneriyor ve “güvenliği sağlamak için bölgede bulunan silahlı kuvvetlere yapılacak masrafın yarısı kadar bir masrafla bölgeye önemli hizmetler götürülebileceğine” dikkat çekiyordu.

İsmet İnönü hükümetlerinin uyguladığı politikalar ise, “radikal devrimcilik” vizyonuna göre şekillenmişti. Bu vizyonda ekonomiye ve yerleşik kültürel değerlere fazla önem verilmiyor, sorunun Kürtlere Türk kimliğini kabul ettirmek ve tepkileri bastırmakla çözümleneceği umuluyordu. Ancak bu politika ters tepti. Muhafazakar Kürtleri Türk kimliğine kazandırmak, ancak ortak dini ve kültürel değerler ekseninde yürütülecek politikayla mümkün olabilirdi. Bunun aksi bir çizgide oluşturulan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi projeler başarılı olamadı.

Dr. Hüseyin Koca”nın ifadesiyle “halk zaten sınırlı olan eğitim imkanlarından “çocuklarımız gavurlaşacak” diye faydalanmak istemedi.” Oysa, Dr. Koca”ya göre, “Kazım Karabekir Paşa”nın ziraat projesine kulak verilseydi, sosyal bütünleşme sağlanabilecekti.”

Tek parti döneminden sonra gerek Demokrat Parti döneminde, gerekse Anavatan Partisi iktidarında bir takım olumlu adımlar atıldı. Ancak, bu adımlar başarılı olamadı ve sorun günümüze kadar büyüyerek geldi. Şimdi, yeni bir dönemin başında kapsayıcı projelere ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Yanı başında Irak gibi istikrarsız bir yapının olduğu bir dönemde Türkiye”nin, tıpkı Osmanlı zamanında olduğu gibi ülkede yaşayan bütün unsurları ortak manevi değerlere dayalı, kardeşlik duygusuyla kucaklayacak politikaları hayata geçirmesi gerekiyor.

Mustafa Akyol