Etiket arşivi: Uğur Tuğrul

Vahdet

“Bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve dünya hayatının saadetine medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lazım gelir.”

Peygamber sünneti tabir edilen evliliğe niyetin içini bu manalarla doldurmak lazım. Ta ki aile hayatı hakiki kıymetini muhafaza etsin.

Mesela insan eski dostlarının hatırını sayar, onların hukukuna riayet eder. Dostluğun devamlılığı ve alakaları derecesinde muhabbetini ve hürmetini muhafaza eder. Yoksa o dostluk devam etmeyecektir. Aynen bunun gibi o dostların olmadığı zamanlarda da var olan, her şeye rağmen bağlılığı devam eden ve her zahmetini de daima çeken refikasına karşı daha ziyade hürmet ve muhabbet göstermek lazım gelir.

Hem bu alaka, dünyadan sonraki alemlerde de beraber yol alınacağı nazara alınsa, oralarda da yalnızlığını evvela refikasıyla gidereceği bilinse, elbette o hürmet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil ebedi bir devamlılık ölçüsüyle tartılır, hakikatlı bir suret alır. Ve saadet getirmesi niyetiyle yapılan bir evlilikte küçük meselelerin o saadeti bozmasına müsaade edilmez. Bu ölçülerle ahlak yükseklenir, kusurlara bakılmaz ve ailenin saadeti inkişafa başlar.

Bu meselede, hayali aşkların tatminiyle zahiren mutluluktan uçan kişilerle, kalben ruhen huzur ve sükunet bulmuş ama zahirde sakin ve vakur ailelerin saadeti birbirine karıştırılmasın. Mesela unutulmaz evlilik teklifleri gerçek bir saadet manasına gelmiyor. Allah’tan başkasına rüku etmek (tabir-i diğerle diz çökmek) yalvarırcasına bir şeyler istemek (yani evlilik teklifi yapmak) yüz suyu dökmek şuurlu bir mümine yakışmaz.

Veya her an düşünülüyor olmayı istemek, hayallerde gezmeyi arzulamak müspet neticeler vermez. Bu beklentilerdeki fazlalıklar, haddinden fazla karşı tarafa yüklenen meziyetler ve ona göre talep edilen neticeler ancak hayal kırıklığını, çoğu zaman da eli boş dönmeyi netice veriyor. Kimse melek olamayacağı gibi, başka bir insanı tatmin etmesi kastıyla da yaratılmamıș.

Evliliğin üçüncü bir hikmeti olan ‘kendini sair günahlardan muhafaza etmek’ ciheti ise peygamber sünneti olmasına çok muvafık düşüyor. Zira kalp, kesrete âfâka dağılmaya en müsait bir cihazdır. Her güzel şeye meyledebilir, her hayalin peşine düşebilir, her mesut insana gıpta edebilir. Âfâkî temennilerde dolaşır durur.

İşte evlilik yoluyla kalpte vahdet temin ediliyor. Kalp, nazarını bir noktaya hasrederek yabancı şeylerden temizleniyor. İstikametini ve kıblesini bir derece belirleyip sükunet buluyor. Kulluk ve ibadette en önemli nokta olan kalben huzuru yakalıyor. Yani gözünü haramdan sakınmakta ve dininin yarısını muhafaza etmekte kuvvetli bir vesile elde ediyor. Hem evlilikle bir vazife paylaşımı yapılarak ahiretine çalışmaya daha fazla vakit ayırabilir.

İşte bu nazarla evliliğe bakılsa ve içi bu manalarda doldurulsa küçük meseleler problem olmaktan çıkar. ‘Aradı, aramadı.. Sordu, sormadı.. Şunu dedi, bunu dedi..’ gibi meseleler gözünde basitleşir. Zaten bu tür meseleler üstünde uzlaşılabilecek şeyler değil. Sırf nefsin tatminine yönelik beklentilerin sonu gelmez. Şeytan da bu durumdan çokça istifade eder.

Elhasıl; Rabbini tanımak ve ona kulluk etmek için yaratılmış olan insana, sair dünyevi şeyleri hakiki maksat edinmek, aklını fikrini daima bu hayallerin tatmini için çalıştırmak o insana nispeten aşağıdır ve çoğunun da bir hakikatı yoktur. Demek iman şuuruyla, ehl-i dünyanın gafletle dinini unuttuğu aynı yerde ehl-i iman manen hayat buluyor. İnşaallah.

Uğur Tuğrul – cocukaile.net

Tesettür

Sebepler âleminin normal seyri dışında yaratılan, denizlerin diplerinde, sağlam bir kabuk içinde, haricî her taarruzdan korunmakla vücut bulan ve masumiyete simge olan “inci”nin, böyle bir seyirle yaratılmasındaki hikmet herhalde bize vermek istediği ders olmalı.

Evet, değerli elmaslar toprak örtüsünün altında vücuda gelir. Kıymetli inciler tesettürsüz meydana gelemez. Mücevherler orta yerlere bırakılmaz. İnsanlar, gizli definelerin peşine düşer. Nazik ve nazenin aletler usulsüz kullanılırsa bozulur. Zarif ve latif eşyalar özel bakım ve muameleyi îcab ettirir.

Bazı nimetler de tadımlıktır. Her zaman bulunmaz. Bulunursa israf edilmez.

Mesela sevimli çocuklar vardır. Nazar değmesin diye her tedbir alınır. Çocuklara şefkat gözüyle bakılmasına rağmen yine de nazara mani olunamadığı halde; hanımlara yönelen bunca su-i nazar ve pis hevesler nereye gidiyor?

“Evet, güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse manen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir.” Şükür, nimeti ‘gerektiği yerde sarf etmek’ olduğuna nazaran güzelliğin şükrü de onu meşru dairede sarf etmektir.

İşte tesettür kadının zarif olan mahiyetini muhafaza ettiriyor. Kıymetsizlikten, hafiflikten ve haricin hevesine esaretten kurtarıyor. Kendi nefsinde ve ruhunda onu serbest bırakıp hakiki özgürlüğünü temin ediyor. Manevi terakki yolunu açık bırakıyor. Fıtratın netice vereceği güzel ahlaklara zemin hazır ediyor.

Zira cazibe dış güzelliğe bina edilirse manevî güzelliğin inkişafına mani oluyor. Günlük heveslerle mutmain olup, manevî güzelliklere ihtiyacını hissettirmiyor. Suretteki güzellik zamanla azaldığı halde manevî cihette de bir inkişaf yoksa, sonrasında, sevmek beklediği nazarlarda aradığı muhabbet hâsıl olmuyor.

Hem insanların teveccühü, iltifatı erkeklerde bile hoş karşılanmamıșken, kadınlara yönelecek teveccüh değil makbul görülmek, derecesi dahi öyle içtihada veya keyiflere bırakılmayıp, doğrudan Kur’an ile tayin edilmiş.

Mesela Kur’an, anne babaya öf demekten men etmiş. Fakat dövmekten bahsetmemiş. Buradan dayağa ruhsat çıkmadığı gibi; kadınlara da yakalarını ‘bile’ örtmelerini emretmiş. Flörtten açıkça bahsetmemiş. Buradan da buna ruhsat çıkmıyor. Zira herkes bilir ki hafifi men edilen şeyin ağırı zaten men edilmiştir.

Ayetin emriyle, gayet açıkça ve tevile imkân bırakmayacak derecede, erkeğin nazarına bile murad aldırmayan Kur’an, elbette kadını namahremin eline, diline ve sair azasına veya gönlünün hevesatına terk etmez.

Demek tesettüre kadının sadece vücudu değil; hissiyatı, edası, cilvesi, tavrı, hatta sesi (yani sohbeti), hatta hayalleri (yani iç dünyası).. yani cazibe namına nesi varsa herşeyi dahil. Zira bunlar da gayet cazibedar birer -manevî- ziynet hükmündedir.

Buna göre İslâm’la alakası olmayan sokaklar veya karmakarışık ortamlar veya sosyal adı altındaki sanal çöplükler kadının mekânı olamaz. Zira haydutlara açık umumî mekânlar, manevî pek çok cevhere kılıf olabilen hanımefendilere mekân olamaz.

Hem ‘leysezzekeri kel’ünsa’ ayetiyle kadın ve erkek eşit değildir. Dolayısıyla aynı günahın kadın ve erkekte meydana getireceği tahribat da eşit olmaz. En azından insanlar nazarında eşit olmaz. Kadının en esaslı hasleti sadakat ve iffettir. Erkeğe iyi-kötü gene bir aile emanet edilebilirken, kadının hatası insanlarca affedilmediğinden telafisi yoktur. Ayrıca iradesi o manevî tahribatı tamire kâfi gelmeyebilir. Dolayısıyla erkeğe kıyas edilmez.

Hem nasibinin kendisi için ilk olmasının kuracağı bağ, karşı tarafa vereceği güven sağlıklı bir ilişkinin de esasıdır. Nitekim görücü evliliklerinin daha uzun ve sağlıklı olması buna şahittir.

Ayrıca şimdiki hanımlar, kâmil hocaları veya kemalât sahibi nadir bulunan beyefendileri görüyor. Onlara kıyasla kendini maddi manevi her cihetle sarabilecek yüksek bir erkek beklentisine girebiliyor. Hâlbuki şimdiki medeniyet öyle mahsulleri pek yetiştirmiyor. O zâtlar zamanla o keyfiyete ulaşıyor. Hem bir erkeğin hocalık sıfatıyla, kocalık sıfatı birbirinden farklı olabilir. Her fıtrat da birbirine uymaz. Farklı iki kişinin uyumu noktasında nefislerinin terbiye ve imtihan süreci de onlara has olur. Yani sıkıntı ve imtihanlar noksanlık alameti olmaz. Demek başkalarına gıpta etmeye gerek yok. Hayırlı olan her zaman yüksek olan değil genelde denk olandır. Evlenirken belli kriterler olmakla beraber nefis seviyesindeki uyuma da bakmak lazım. Zira hocalık sıfatlarıyla evlenip mutmain olamayan çok insan var.

Kocası ise bu kadar beklentiye cevap veremeyip hanımını tatmin edemezse bu sefer kendini aciz hissedip kalben soğuyabilir. Bunun çaresi tevazudur ve memnuniyettir ve rızadır. Dua ile ve erkeğe iltifat ve cesaretlendirmek ile teslimiyet ve memnuniyet ile erkek istenilen noktaya çekilebilir. Zaten başka da çözüm yoktur. Erkek bu tür meselelerde kadının gönlünü alabilir fakat kadın manen ezilmiş bir erkeğin gönlünü alamaz. Hem nasibi bu olana yeni evlilikler de fazla bir katkı sağlamayabilir. İlk göz ağrısının tadı da başkalarında bulunmaz. Çare boşanmayı düşünmek değil, -mümkün mertebe- olanı ıslaha çalışmaktır.

Nasibe kanaat, takdire rıza, bir sıkıntı varsa ıslahına dua İslam’a muvafık emirlerdendir ve saadetin de esaslarıdır. Çünkü kendisinden razı olunması insanı yumuşatır. İnsan beğenildiği ve iltifat gördüğü tarafa meyleder. Ve ayetin işaretiyle madem ki iyi niyetli olanlar karı-kocanın arasını bulabiliyor, öyleyse ıslahı da mümkündür. Zaten çokları boşanamaz. Öyle ise manevi ipleri koparmamak, “şahsiyetimden taviz veremem, beni böyle sev” dememek, yanlış düşündüğü izzetini terk etmek, uyumlu davranmak daha isabetli olur.

Ayrıca güzel geçim, sakinlik ve yumuşaklık erkeğin evde arayacağı esaslardandır. Bunlar da yine, serbest yaşayanların, fıtratlarındaki asabiyet sebebiyle zayi oluyor.

Hem tesettürün manası hayâ perdesini takınmaktır. Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibarettir. Kadın, fıtratının hassasiyetiyle pis nazarlardan elbet çabuk sıkılır. Daima buna maruz kala kala normalleşse o latife artık söner. Bundan lezzet almaya başlasa o latif latife artık çürür. O hanım da kız edasını kaybeder.

Hem hayâ, İslâm’ın ahlâkıdır denilmiş. Bu noktadan tesettür yüksek ahlâkın da bir mertebesidir, bez parçasından ibaret değil. Onu takınan hayâyı da takınmak lazım. Tâ asıl maksat hâsıl olsun, dünya metaı muamelesi görmesin, kendisine hürmet edilsin.

Elhasıl: Hayatın belli bir döneminde var olan güzellik, ölçüsüzce sarf olursa çabuk zayi olur. Nezaket, letafet, tevazu gibi manevi güzellikler ancak hakiki tesettürle yani hayâ perdesine sarmakla muhafaza olur. Erkek güzelliğe belki karşı koyar veya zamanla alışır. Fakat manevi cazibeye karşı koyamaz. Hem mide gibi her latifenin ve heveslerin de bir kapasitesi vardır. Dışarda tatmin olursa eve kalmaz. Hem haramla tatmin olursa bozulur. Tebessüm, merak, teslimiyet gibi hislerin helaline saklanması îcab eder.

Hem malumdur ki; Herkesin ulaştığı şeye kıymet verilmez. Açığa vurulan sırlar değerini kaybeder. Bahsi çok yapılan işlerin bereketi kalmaz. Nimeti iftiharla izhar etmek kaybetmeye sebeptir. Amel-i sâlih dahi gizlenince sevabını muhafaza eder. Öyle ise;

“Meziyetin varsa hafa türabında kalsın, tâ neşvü nema bulsun.” Yani gizlilik toprağı altında, yani tesettür çarşafı içinde saklansın, tâ inkişaf edebilsin. Vesselâm.

Uğur Tuğrul

Vâlid

“Ve vâlidin ve mâ veled” (Beled:3)

“Babaya ve ondan meydana gelen çocuğa yemin ederim.”

Demek babalık üstüne yemin edilecek muhterem bir makammış.

Âyetin hemen devamında şöyle buyruluyor, “biz insanı bir sıkıntı ve zorluk içinde (olacak ve bunlara göğüs gerecek şekilde) yarattık.”

 Demek babalık meşakkatli vazifeleri de beraberinde getiriyormuş. Öyle başıboş bir makam değil.

Şimdi herkes çocuklardan şikayetçi. Yaramaz, söz dinlemez, hırçın vs. Peki bu çocuklar bu hale nasıl geldi.

Bir zaman bir hocadan işitmiştim, “Hayırlı evlâd yatak odasından başlar, besmeleyle başlar” diye.

Evet cima adabında işe eûzü besmeleyle başlamak da vardır. Zira hadiste istiaze edilerek başlanılan bir ilişkiden eğer çocuk hasıl olacaksa, o çocuğa şeytanın zarar veremeyeceği bildirilmiş. Hayırlı evlâdın çok şartları olmakla beraber, başlangıçta tohumun rastgele atılmaması olmazsa olmaz şartlardan.

Eûzü ve besmele gibi tabirler basit birkaç kelâmdan ibaret değildir. Çok küllî manaları bir tarafa, şöyle bir manası da var ki, insan hem nebatî, hem hayvanî, hem melekî hislerle donatılmış. Besmelesiz, Allah’a sığınılmadan yapılan işlerde bazı hayvanî hisler teskin olmuyor. Mesela bir nimeti yerken Allah hatırlanmasa “Minnetsiz, tabiattan koparmak canavarca his verir.” İşte besmele hayvanî hisleri susturup melekî hisleri uyandırıyor.

Aynı kıyasla cima halinde de işin hayvanî boyutta kalmaması ancak Allah’ı hatırlamakla ve istiaze etmekle mümkün. Zira hadisin ifadesiyle, ehl-i iman için meşrusu ibadet kabul edilmiş bir işte besmelesiz, istiazesiz hareket etmek şeytanın müdahalesi yol verir.

İnsanın vücuduna sebep olan ilişki maddi bir mahiyetten ibaret değil. Zira Efendimiz (asm), Çocukların, kalb meyveleri olduğunu belirtmiş. Halbuki yapılan işin zahiren kalble pek alakası yok gibi.. fakat uygunluk cihetleri vardır.

Mesela anne babanın huyu da çocuğa geçiyor. Kalbî temenni ve arzular çocukta tezahür edebiliyor. Çok anlatılır; ‘çok istediği halde okuyamayan bir kişinin çocuğunun âlim olduğu.’ Hem eskimez eserlerde yazar, ‘Tatmin edici bir ilişkiden hasıl olacak çocuk daha gürbüz olur.’ İstenmeden olan çocukların zayıf bünyeli oldukları herkesin malumudur. Hatta ilk çocukların mahcub edalı, utangaç, sonrakilerin ise ona nisbetle kısmen ârsız olması anne babanın o dönemlerdeki birbirlerine karşı hissiyatından kaynaklanıyor. Hatta hayalde canlanacak bir suretin çocuğa geçebileceğine ihtimal verilmiş. Evet, çocuklar esasen kalb meyveleridir, cima adabında kalbi ve hayâli temiz tutmak da vardır.

Meseleye bir de şu pencereden bakalım. Ben kendim işittim ki, deprem olan bir vilayette bir çift o gece yeni evlenmiş. Evleri de yıkılmış. Fakat çiftin bulunduğu oda yıkılmamış. Hem hiç işitmiyoruz, göçük altından ailevi bir durumda birilerinin çıktığını. Madem Cenab-ı Hakk onları mahcubiyetten muhafaza ediyor, öyle ise ibadet şuurunu taşımak lazım.

Hadisin beyanıyla, babanın bir vazifesi de çocuğuna güzel isim koymaktır. Muhterem ecdadımız kız evlada, ikram edilen manasıyla ‘kerîme’, erkek evlâda da hizmet edilen manasıyla ‘mahdum’ tabir etmiş. İnsana yapılan hitabın onun şahsiyetini yönlendireceği, konulan ismin de dua hükmünde fıtratına tesir ettiği artık ilmen bilinmektedir.

Hem zamanımızda çok görüyoruz. İnsanlar evcil hayvanlarına dahi muntazam vakit ayırıyor, günlük gezintiye çıkarıyor, hatta atıklarını elleriyle temizliyor.. tabi neticede hayvanla arada sadakat gibi bazı bağlar oluşuyor. Pekala, bu ilgi ve alakanın az bir kısmı evlada ve aileye ayrılmış olsa, insanın yüksek olan fıtratı arada kopmaz bir bağı kendiliğinden kurmayacak mıdır?

“Sizin hanenizdeki masum evlâdlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.” Bu zevki yakalamak lazım.

Peder ve valideye şefkat duygusu verilmiş ki evlâdını ebedî cehennem ateşine düşmekten muhafaza etsin. Halbuki şimdiki aileler “aman çocuğum dünyada rahat etsin” diye ahiretini nazara almıyor, onu tamamiyle dünyaya teşvik ediyor. Fıtrî şefkati yanlış yerde kullanmanın bir cezası olarak layık olduğu hürmeti göremiyor.

Bazen buna da dikkat edildiği halde bilinemeyen bir nokta var: Aileler evlâdını temellük ediyor. Yani kendi malı gibi davranıyor. O, Allah’ın kulu olduğu, kendisine emanet olduğu, Allah’ın farzları da belli olduğu halde “benim evlâdım benim yolumdan gitmeli” gibi bazen haksız arzularla evlâdına baskı uyguluyor. Bu da aksü’l-ameli netice veriyor. Temellük ettiği için her şeyine müdahale ediyor, kendi şahsiyetinin oluşmasına fırsat vermiyor. Allahu a’lem bu hatanın bir cezası olarak da evlâdlar ailelerden alınıyor. Her biri başka bahanelerle, yani ya çalışmak, ya okumak, ya evlenmek gibi sebeplerle ailelerden uzaklarda yaşıyor. Ta ki o haksız temellük davasından vaz geçilsin, herkes Allah’a karşı kendi kulluğunu ortaya koysun.

Elhasıl: Temiz bir mahsul için evvela o tohuma menşe olan kalb temiz olmalı. Güzel, sağlıklı bir netice için helaline iştiha ve muhabbet olmalı, hissiyat sıkılgan ve soğuk olmamalı. Terbiyeli, olgun evlâdlar için tavırlar istikametli, hitaplar düzgün olmalı. Sadık, iffetli evlâdlar için ilgi alaka, sevgi daima canlı olmalı; zira ilgi ve sevgi evde karşılanmayınca yanlış yerlerde aranıyor. Sağlam bir aile için birbiriyle müfritane irtibat, insanî bir hürmet, affedici -ve affettiği şeyi unutan- bir merhamet olmalı.

İmanın kazandırdığı şuur ve sorumluluk, sünnetin adap ve düsturları, ebedî beraberlik fikrinin vereceği sadakat hisleri bir ailede hükmetmeli. Vesselam.

Uğur Tuğrul

Fıtri Kültür

Öncelikle bir hakikat söyleyeyim: “Hüküm hatimeye göre verilir” Evet işin neticesine bakmak lazım. Kültür sahibi olmanın ölçüsü, İslami kriterlere göre tanzim edilmediyse bazen zararlı düşüyor. Zira medeni ölçüler, nefsâni arzuları tatmin üzere bina edilmiş. İslamiyet kültürde, ahlakta, ailede daima en parlak ve nurlu meyveler verdiği halde bu kültürü geliştirmek yerine kendi cüz’î aklımızla, daha doğrusu nefsimizle benimsediğimiz başka yollar çizmek istenen neticeyi vermiyor, fıtrata muhalif düşüyor.

Mesela bir erkek pek çok kayıtlarla bağlıdır. Babası ve annesi başta olmak üzere pek çok akrabası ona yol gösterir. Bunlar evladının her halükarda iyiliğini istedikleri için onu hatalardan men eder. Ve erkek nazarında hatırları da kıymetlidir. Bu fıtridir. Yani erkek asabi olsa bile fıtraten kulağı bunları dinler. Bir de mesela Hocası, Mürşidi, Cemaati olabilir. Bunlar da erkeğe yön verir. Cazibedar hocalarına, abilerine itiraz edemez. Ve erkek fıtraten öğrendiği güzel hakikatlara kayıtsız kalamaz. Her şeyin en güzeline sahip olmak, ailesini en iyi görmek onun fıtri ihtiyacıdır. Hem sünnet bizi cemaate sevkediyor. Çünkü düzgün bir çevre çok hatalardan, ifrat ve tefritlerden insanı alıkoyar. Nitekim ‘cemaatten ayrılanı kurt kapar’ denilmiş.

kalp agacPeki eğer birilerinin başı boş olacak olsaydı bu erkek mi olmalıydı, yoksa kız mı? Erkeği fıtri olarak bağlayan bu kadar kayıtlar varken, kadın hangi kayıtla bağlı olabilir? İşte İslami ölçüleri nazara alırsak kadının başı da kocasıyla bağlanmış. Onun sahipliği ile muhafaza olur. Onun rızası ile mutlu olur. Kocası onun ya cennetidir, ya cehennemi. Erkek hanımının kötü olmasını isteyecek de değil. -Tabi anlık lezzetlerin şevkiyle evlilik yapan, şuursuz insanlar bahsimizden hariç-

Bir evde koca ve baba sıfatını taşıyan erkek, aile ferdlerinin çilesini çekme vazifesini üstlenmiştir. Nitekim evladı bir hata yapsa baba hem sahip çıkar, hem bedelini rıza ile öder. Hanım bir hata yapsa, hissi tavırlar koysa erkek onu hem hazmeder, hem de sevgisini esirgemez. İşte erkeğin mahiyetinde bu manalar da var.

Demek ailedeki hataların, sıkıntıların kefaretini manen erkek ödüyor. Tabiri caizse günahına bedel o yanıyor. İlginç ki dışarıya da birşey sezilmiyor. Hakikaten erkek tam anlamıyla hadiste zikredilen; “Eğer bir kimsenin bir başkasına secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim..” manasına mâsadak oluyor. Yani kocalar aslında büyük fedakarlıklara sahip oluyor. Bilsin bilmesin fıtri vazifesi bunu netice veriyor. Hariçte belli olmaması, hergün dilinden tatlı iltifatlar dökülmemesi bunu cerh etmez. Zira onu zaten fiilen yapıyor.

Ben hep merak ederdim, erkek çoğu zaman nefsini düşündüğü halde nasıl oluyor da hadislerce zikredilen babalık ve kocalık makamlarını hak ediyor diye. Demek zımni, arka planda, iç dünyada cereyan eden fedakarlıklar, feragatler, gayretler, himmetler var. Yani arzu duyduğu çok şeylerin peşine düşmeyip eline geçene razı olması, ailesinin her sıkıntısını omuzlaması, onları sahiplenmesi, ihtiyaçlarını ve isteklerini yerine getirmek için elinden geleni yapması, bütün hayal ve arzuları zamanla ailesine ve evladına hasrolup bunu varlığının neticesi bilmesi tam bir feragat örneğini teşkil ediyor.

İşte bu mahiyetteki kocaya itaat ve hürmeti Allah ve Resülü farz kılıyor. Hem de eğer olabilse idi secde derecesinde.

Hem Efendimiz (asm) üç kişi yolculuğa çıkacak olsa birinin başkan olmasını istemiş. Aile gibi en önemli ve temel müessese elbet mizansız bırakılacak değildi. İşte doğrudan Kur’an, erkeği aileye reis tayin etmiş. Demek bu noktadan kocanın kararları inayet altında ve daha isabetli düşüyor. Aynı evde ikilikler bulunursa, kendine mahsus bir dünya olan o aile terakki edemez, saadette geri kalır.

Hem hanım, manevi letafeti, şefkati gibi yumuşatıcı hisleriyle o aileye saadet vesilesi olacakken ve aile saadetine mahsus bir varlık iken, dünyanın ince hesaplarıyla kocasına itiraz etse ilk önce kendi huzuru kaçar. Yükünü gemiye bırakmak, yani kocasına tabi olmak, mutlu olmak ve mutluluğu ile kocasını da mutlu etmek daha isabetli olacaktır. Böyle olunca erkek muhakkak hanımının hatırını sayar, ona da danışır.

Şimdiki avrupai medeniyet ise kültür adı altında -belki bu da var ama- iç yüzünde nefsâni, şehevî hisleri daima tahrik ederek aslında bi türlü doymaz, azla yetinmez, her an büyük heyecanlar isteyen nefisler yetiştiriyor. Mesela daima sokaklarda, karşı cinsin günde yüz çeşidini gören bir göz yarın eşini beğenmiyor veya onunla doymuyor, doyamıyor. Mesela evlilik dışı büyük heyecanlar ve hisler yaşayan bir nefis, yarın sakin bir ortamda yapılan ciddi bir evlilik görüşmesinde istediği elektriği alamıyor. Öyle hisler, böyle ortamlarda uyanmaz. Gerek de yok zaten, çünkü nefis daima insanı aldatır. Orada akıl ve kalb çalışır. Buna göre karar vermek daha isabetli olur.

Ayrıca kızlar pek çok hayaller kurarken ve güzel beklentileri olduğu halde -ama çoğuna gerek yok- erkekler zaruri ihtiyaçlarının karşılanması ile yetinir. Kurduğu düzenin iyi kötü devamını ister. Hemen boşanmaya meyletmez.

Bu münasebetle söyleyelim. Cinsel ihtiyaç erkeğin zaruri ihtiyacıdır. Kadında ise bu arzu ancak harici bir tahrikle uyanır. Dolayısıyla kadın ailede bu ihtiyaca cevap vermeye mecburdur. Kadındaki arzu ise kısmîdir. Bir uyaran olmazsa her zaman aramaz. Şer’i hükümler de buna göredir.

Hem kızlar manevi olarak da zayıftır. Hislerine mağlubdur. Akıldan ziyade hisleriyle hareket eder. Yani hissî olarak telkin edilen şeylere aldanıp ikna olabilir. Harici teveccühlere mağlub oluyor. Şimdi nerde kaldı bildikleri, okuduğu kitaplar, kazandığı kültürler..

Elhasıl; İslam, her iki tarafa fıtrata muvafık vazifeler tayin ediyor. Kadının manevi mahiyetine bakınca aile hayatına mahsus olduğu anlaşılıyor. Öncelikli olarak bu maksadı muhafaza etmeyen, bunu kâmil noktalara taşımayan kültür ve emsali şeyler çoğu zaman mâlâyâni, bazen de zararlı düşüyor. Evveliyetle bu temel sağlam atılıp muhafaza edilmeli, bunun prensipleri öğretilmeli ki diğer kazançlar birşey ifade edebilsin. Demek kızların her şeyi okuması, her yere gitmesi ona kültür ve neşe değil, belki kendini muhafaza etmezse tehlike getirir. Bu meyanda dış hayatta nefsani gülücükler dağıtmak da kalbten gelen hakiki ve ruhi bir sevinci ifade etmez.

Ayrıca insan ne kadar okusa, kendini geliştirse, âlim de olsa en büyük makam şehitlerindir. Demek fıtri bazı vazifeler ve ihtiyaçlar var ki diğer pek çok kemâlâttan ağır basıyor. İlim her kemâlâtın başıdır tabi, fakat bu, esas vazifelerimiz noktasında ruhi bir kemâle, salih amellere inkılâb etmediyse ve bizim nefsimize bir sükunet ve itminan vermemişse matlub netice alınamamış demektir. Hem Cenab-ı Hakkın yaratılıştan bir adım üstün kıldığını, diğer kemâlâtlarla kimse geçemez. Vesselam.

Uğur Tuğrul / cocukaile.net