Etiket arşivi: ülfet

Umursamazlık Hastalığı

“İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri; ülfeti ilim telâkki etmeleridir.”  Mesnevî-i Nuriye

 Ülfet: Şu muhteşem kâinatta sergilenen ve her biri bir kudret mûcizesi olan mükemmel eserleri üstünkörü bir nazarla geçiştirme, onları bildiğini zannetme ve derinlemesine düşünmekten hassasiyetle kaçınma hastalığı. İnsan fikrini yanlış yollara sevkeden, vehimlere ve zanlara sürükleyen bir maraz.

Asrımızda, madde üzerinde yoğunluk kazanan aşırı yorgunlukların, akılları gereksiz meşgul eden siyasî polemiklerin ve dünyanın dörtbir yanından ekranlara hücum edip seyircilerin ruh dünyalarını altüst eden üzücü haberlerin ve hayâsız sahnelerin bu hastalıkta çok önemli payları var.

Uhrevî hayatımız için fevkalâde önem kazanmış olan bu yaramız üzerinde ne kadar durulsa yeridir.

Süleymaniye’ye ne zaman gitseniz, o muhteşem mâbedi hayran hayran seyreden bir grup insana rastlarsınız. Bu insanlar, o sanat âbidesini niçin uzun süre temaşa ederler? Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilir. Ben meseleyi bir başka yönüyle ele alacak ve diyeceğim ki, “diğer yapılarda san’at olmadığı için.”

Başka menzillerde ayrı mevzuları konuşan bu insanlar, Süleymaniye’ye geldiler mi artık Sinan’dan bahsetmeye başlarlar. Daima onu yâd eder, onu takdir ederler. Şimdi, hayâlimizde herşeyiyle Sinan’ın eseri olan bir şehir canlandıralım. Câmilerini de o yapmış olsun, dükkânlarını da, evlerini de, yollarını da. Böyle bir şehirde doğan, büyüyen bir insan için iki şık sözkonusu: Ya, her adımda Sinan’ı hatırlayacak; yahut, ülfet dediğimiz alışkanlık belâsıyla, bu harika eserleri görmeden yaşayacak, onun yapıp çattığı bu beldede ondan gâfil olarak ömür tüketecektir.

Bu şehre bir başka diyardan gelen insanlar ise şehre adım atar atmaz hayretler içinde kalacaklar. Her evin, her dükkânın, her mâbedin önünde dakikalarca duracaklar. O şehrin çoğu yerlilerinin müptelâ oldukları alışkanlık hastalığı bunlara bulaşmayacak. Ve onlarda iki hayret birbirine karışacak; hem şehrin  güzelliğini, mükemmelliğini şaşkın şaşkın seyredecekler, hem de ahâlinin gafletine bir mânâ veremeyecekler.

Büyüklüğüne sınır biçilemeyen ve sanat inceliklerine hakkıyla vâkıf olunamayan bu kâinat şehri de Allah’ın mülkü. Sinan’ın varlık programını bir katre su içinde O çizmiş. O katreyi câmiler, köprüler, hanlar, hamamlar yapan büyük bir mimar hâline o getirmiş. Sinan O’nun olduğu gibi, Süleyman da O’nun. Sen de ben de hep O’nunuz. Bir gramında milyarlarca bakterinin oynaştığı şu toprak tabakası da O’nun, her damlasında trilyonlarca mikrobun kaynaştığı şu su damlası da… O, arz ve semânın yegâne Hâlıkı ve Mâliki. Arzdakiler de O’nun, semâdakiler de. Kimde ne güzellik varsa O’nun ihsanı, kimde ne kuvvet varsa O’nun ikramı…

Hiçbir insanın bu diyarda Allah’dan gâfil olmaması beklenir, ama bu çoğu kez gerçekleşmez.Dünyaya imtihan için gönderilen bu insanlar, hakikata erebilmek için nice perdeleri yırtmak ve nice engeli aşmakla karşı karşıya kalırlar. Nefis, şeytan, ihtiyaç, hırs, çevre, mevki, makam, servet ve daha niceleri… Ancak bu mânileri gerilerde bırakanlar, bu âlemi Allah’ın eseri olarak seyretmenin zevkine erebilirler.

Çoğu insanın şu mûcizeler diyarında gaflete düşebilmesi, biraz da onların bu âleme geliş biçimleriyle alâkalı… İnsanlar, bu beldeye Yıldız Sarayı’na girer gibi girmiyorlar. Kapıda saray muhafızlarınca karşılanmıyor, içerileri teşrifat memurları nezdinde gezmiyorlar. Onlar bu sarayın içinde yaratılıyorlar. Sarayda doğuyor, sarayda büyüyor, sarayda ölüyor, saraya defnediliyorlar. İşte bu saray hayatının verdiği umursamazlık ve vurdumduymazlık hastalığına “ülfet” diyoruz. Bu hastalıkla fikirler uyuşur, ruhlar donuklaşır. Ne bakışlarda hayat, ne kalplerde seziş kalır. Bu derde müptelâ olanlar, her zerresi sonsuz hikmetler taşıyan bu âlemde ömürlerini ‘O mahiler ki derya içredür deryayı bilmezler’ mısraında ifadesini bulan bir garip ruh hâleti içinde geçirir dururlar.

Yokluğunu hiç çekmedikleri nimetler onların nazarlarından saklanır.

Dünyanın güneş etrafındaki harika seyahatını hiç hatırlamazlar. Zira, bir an inmeksizin hep onun sırtında gezmişlerdir.

Baharın geldiğine yeterince hamdetmezler. Çünkü baharsız yıl geçirmemişlerdir.

Hava nimetine şükretmek hatırlarına gelmez. Çünkü, hiç havasız kalmamışlardır. Misaller çoğaltılabilir. Ve bütün bu nankörlükler çoğu kez ülfetten kaynaklanır.

Mademki ülfet bizi çoğu zaman gaflete sürüklüyor. İsterseniz onu bir derece yenebilmek için, şu arz küremize bir yabancının gözüyle bakalım. Başka bir âlemde yaratılmış olup dünyamıza ilk defa gelen farazî bir şahısla sohbet edelim: Mevsim kış olsun. Misafirimizle bir bahçede buluşalım ve ona ağaçları göstererek, “dikkatle bakmasını, ikinci görüşmemizde kendisine bir sorumuz olacağını” söyleyelim. O farazî şahıs dünyamızı terk etsin ve her tarafın yemyeşil olduğu, ağaçların meyvelerle dolduğu bir sırada aynı bahçeye tekrar gelsin. Zannederim, dostumuz ilk önce gözlerine inanamayacak, neye uğradığını şaşıracak ve hayretler içinde kalacaktır. Ağaçların birinden kopardığımız bir meyveyi kendisine uzatarak, ‘Bu cismin meydana gelişini nasıl izah edersiniz?’ diye sorduğumuzda, önce meyveyi dikkatle süzecek, sonra çeşitli ihtimaller sıralayacaktır. Herhalde en fazla üzerinde duracağı şık, ‘meyvelerin bir başka yerden getirilip bu dallara yapıştırıldığı’ olacaktır. Kimbilir, belki de konuşmasını bir nükteyle noktalamak isteyecek ve ‘elbette bu yollardan birisiyle oldular, ağacın içinden çıkmadılar ya!’ diyecektir. Biz bu nükteye acı bir tebessümle karşılık verecek ve kendisini yolcu edeceğiz.

Bir de aksini düşünelim. Bir başka misafirimiz de yaz ortasında dünyamıza gelmiş olsun. Bir müddet kaldıktan sonra ayrılsın ve her tarafın karla kaplı olduğu bir kış günü geri dönsün. Kendisine karları göstererek, ‘bunların meydana gelişlerini nasıl izah edersiniz?’ diye sorduğumuzda, herhalde önce yerden bir avuç kar alacak, bir süre ovduktan sonra, büyük bir ihtimalle, bize şu cevabı verecektir: “Bunları başka bir memleketten getirip yerlere sermişsiniz!…” Belki de sözlerini, ‘herhalde bunlar gökten inmediler’, diye bağlayacaktır.

Şimdi biz misafirlerimizi bırakıp kendimize dönelim ve iyice bir düşünelim.

Gerçekten de, en uzak ihtimal, meyvelerin dallarda bitmesi, yağmur ve karın gökten inmesi değil mi? Ama gel gör ki, bu mûcizeler diyarında bizi kuşatan diğer hâdiseler gibi bunları da ülfetle geçiştiriyoruz.

Nice kışlar geçirmiş, nice baharlara  erişmiş kimseler olarak, ne meyveyi, ne yağmuru, ne de karı hakkıyla tefekkür edebiliyoruz.

Meyve ve kar… Bu kâinat tablosunda ülfetle geçiştirdiğimiz nice varlıktan iki misal…

Kur’an-ı Kerim, semâvat ve arzın yaratılışından insanın ana rahminde geçirdiği devrelere; arının ilhama mazhariyetinden devenin yaratılış keyfiyetine; Güneş’in lâmbalık vazifesinden arzın beşiklik yapmasına, gece ve gündüzün düzenlenmesinden insanın uyutulup uyandırılmasına kadar her hâdise ve her mesele üzerinden ülfet perdesini kaldırmış ve bu kudret mûcizelerini ehemmiyetle gözler önüne sermiştir.

“Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havarik-ül âdat mûcizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.” Mesnevî-i Nuriye

Kâinat kitabını okumadan yaşayan, ihtiyaçlarının peşinde durmadan koşan, hırs ile kazanıp gafletle tüketen, yorgunca yatıp sersemce uyanan, aceleyle yiyip süratle işine koşan ve yeni bir günü daha tüketmeye başlayan insanoğlu, ülfet perdesini yırtabilmek için Kur’an’ın irşadına ne kadar muhtaç, öyle değil mi?

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Haşlanan Kurbağa Misali Gaflet!…

Şu aşağıdaki hüzün verici kurbağa deneyi, ilim adına yapılmış mıdır? Yoksa ihtimal üzerinden bir anlatım mıdır, bilmiyorum.

Fakat ülfet ve aşina (bildik, tanıdık, dost sanma ve alışagelme) hastalıklarımızla geçen yaşantılarımız nedeniyle, yavaş yavaş Cehenneme sürüklendiğimizi çok iyi anlatan ilginç bir örnektir. İdrak edip tedbir alma adına arz edeceğim.

“Kurbağayı, kaynar bir su kabına atmışlar. Fıtri bir refleks hareketiyle fırlayarak, kendisini kaptan dışarı atmış ve haşlanarak ölmekten kurtulmuş… Bir başka deneyde ise kurbağayı normal veya ılık bir suya atmışlar.

O suyun içine, hortumla ve yavaş yavaş sıcak su, hatta kaynayan su akıtmaya başlamışlar. Suyun ısısı tedricen arttığından, bu tedrici artışa ülfet eden kurbağa, bu tedrici değişime AŞİNA olmuş. Ve tam bir rehavete gömülmüş. O aşina oluş ve ülfet içinde gelen rehavetle, kurbağa elini ayağını oynatamaz hale gelmiş. Sonra da o sıcak suda haşlanmış kalmış…”

– Evet, şimdi biz bu hüzün verici örnekten ne anlayacağız ve nasıl ibret alacağız?…

Beraberce mütalaa edelim: Bu konuda yüzlerce örnek vermek mümkün, fakat bugün bizim okurlarımız sadece bir örnekle bile konuyu anlama kabiliyetinde oldukları için, bir örnekle iktifa edeceğiz. Yeter ki konuya tam odaklanalım.

Asr-ı Saadetteki İslam ruhu, anlayışı ve uygulanışı dillere destandır. “Gözlerinizi haramdan sakının!” (Nur S. 30.) Ayeti nazil olduktan sonra sahabeler, es-kaza ve gayri ihtiyari yabancı bir kadının sadece boynunu görse, bu ayetin tehdidinin korkusuyla, belindeki hançeri çıkarıp elinin içini kesiyormuş. Yani, “Ben Rabbimin emaneti olan bu gözümü, O’nun yasakladığı haramdan nasıl sakınamadım ve koruyamadım” diye kendine, kalıcı bir ceza veriyormuş.

Kadınlar ise hem “Örtünün ve iffetlerinizi koruyun” Emr-i İlahisine uymak için, hem de mü’min erkeklerin günaha girmelerine sebep olup mes’ul olmamak için, vücut hatlarını belli etmeyen çok bol ve siyah elbise giyip PEÇE kullanıyormuş. Belki de biraz abartılı tedbir alıyorlarmış. Neticede; Onların Dünya sınavı da böyle geçti gitti…

Günler, aylar, yıllar, hatta asırlar geçtikçe bu hassasiyet giderek azalıyor. Onları tehdit eden ayetler, tek bir harfi dahi değişmeden, bugün de aynen yürürlükte olmasına rağmen, bugünkü Mümin erkeklerin, yani bizlerin “harama bakmama veya gözlerimizi haramdan sakınma” konusundaki hassasiyetimiz nasıldır? Yürekler acısı değil mi?…

Bizler de önceleri, “muhafazakar TV” diye haber izlediğimiz zaman, başörtüsüz spikerin boynunu, o ayetin dışında (veya zaruret) sanıp, normal karşılamaya başlamış, buna alıştıktan sonra diğer haberlere de bakmayı mubah saymıştık.

Hafif hafif dozajı arttırılan mahremiyetlere (su sıcaklığı arttırılan kurbağa misali)iyice alıştık. İlk zamandaki hassasiyetimizi (kurbağanın ilk sıçrama çevikliğini) kaybettiğimiz için, günahlar içindeki rehavetle mayişmeye başladık. Sonra da Cehennemde pişmeye aday olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu bile,maalesef fark edemez olduk. Allah cc hepimizi muhafaza eylesin… Amin.

– Peki, bunun sebebi ve daha da önemlisi, bu tehlikeden kurtulma çaresi nedir?…

Cevap: Öncelikle şu dünya hayatında, SINAVDA (Bkz. Mülk S. 2. Ayet.) olduğumuzu hiç unutmayalım. Nefis ve Şeytanın da her zaman insanoğlunu doğruluktan alıkoymaya, kararlılıkla çalıştıklarını da aklımızdan çıkarmayalım. Bizler kendimizi HAKK ile meşgul etmezsek, bu sınav gereği BATIL bizleri işgal edecektir. (Allah cc muhafaza eylesin.)

İslam’dan uzaklaştırıldıkça, çeşitli entrikalarla İmanlarımız zayıflatıldıkça, verilen tavizlere de aşina oluyoruz ve böylece ülfet kesp ediliyor. Yukarıdaki KURBAĞA misali, şeytanın tuzağına düştüğümüzü bile fark edemiyoruz.

Her nesil, kendisinden önceki nesilden devraldıklarını, işte bu sebeplerle DOĞRU SANIYOR ve kendi tavizleri de onlara ekleniyor. Daha sonra da; “Nasıl yaşıyorsanız, öyle inanmaya başlarsınız” (Hz. Ömer.) uyarısı gerçek oluyor… En sonunda da Zuhruf S. 37. Ayet: “Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise kendilerini doğru yolda olduklarını SANIRLAR…” ..ayeti gerçekleşiyor.

– Haramlar, eğer sana tatlı geliyorsa, Allah cc. sana helallerin tadını tattırmaz…

ÇARE: Bizler bu konuda o kurbağadan çok daha şanslıyız. Çünkü bizler “aman ülfete kapılmayın, günahlarınıza aşina olmayın, her gün İman ilmiyle meşgul olarak imanınızı güçlendiriniz ki şeytan sizi saptıramasın, çok çok tövbe ediniz, yoksa Cehennem ateşine müstahak olursunuz” diye, her zaman uyarılıyoruz. Çok şükür ki bu uyarıları uygulama alanları olan camilerimiz, medreselerimiz, dergahlarımız ve Nurterapi sohbetlerimiz de çok.

Son Nebi Hz. Muhammed’in (SAV), asrımızdaki varisi olan Bediüzzaman Hz.’nin şu haykırışlarına da bakınız: “Günahlar, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, İSTİĞFAR ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor…”

Zübeyir Gündüzalp : “Korkuyorum Üstadım, ahir zamanda imanımı kurtaramamaktan çok korkuyorum!…

-Bediüzzaman Said Nursi : “Korkma Zübeyir, Titre! TİTRE.!…”

Günahlarım ÇOK diye Ümitsizleşme. Gafur ve Rahim olan Allah’a cc güven ve O’na dön. Tövbe ve istiğfar et. Başka da çaremiz YOK… Vesselam.

A. Raif Öztürk