İçi boşalan dâvâların imdadına düşman yetişir. Bu, ya bizzat dâvânın, ya da müntesiplerinin kofluğundan ileri gelen bir çaresizliğin sonucudur. Bir dâvâ müntesiplerini bir arada tutmakta yetersiz kaldığı zaman baştakilerin çoğu zaman yaptığı iş, nefret söylemleriyle dikkatleri ortak bir düşman üzerinde yoğunlaştırarak topluluğun koruma içgüdüsünü harekete geçirmek olur. Eğer hisler harekete geçirilebilirse, gerisi çok zorlanmadan gelecektir. Ondan sonrası, tehlikenin vahameti hakkında taraftarları sürekli şekilde, ve tabii gittikçe artan dozlarla, bilgilendirmek ve hisleri ayakta tutmakla geçer. Askerî darbeler her defasında İç Hizmet Kanununun 35. maddesinden darbecilerin kendi kendilerine Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi çıkarmalarıyla gerçekleşmişti. Çok uzak olmayan bir geçmişte, YÖK’ün de öğretim üyelerini mitinge çağırarak benzer bir görevi yerine getirmeye çalıştığını birçoğumuz hatırlayacaktır. Yine o sıralarda bir gün kapım çalınmış, açtığımda “Biz Atatürk devrimlerini korumak için dergi çıkarıyoruz” diye kendilerini takdim ederek ellerindeki dergiyi satmak isteyen iki gençle karşılaşmıştım. Bu örneklerdeki ortak düşmanı genellikle “irtica tehlikesi” teşkil ediyor, ara sıra buna daha başka “aşırı akımlar” da eşlik ediyordu.
Son yıllarda Cumhuriyet, demokrasi, Atatürkçülük gibi kavramlar üzerinden ve irtica tehdidine karşı yapılan koruma ve kollama çağrıları çok fazla rağbet uyandırmıyor. Buna karşılık, dindar kesimde koruma ve kollama kampanyalarının tırmanışta olduğunu görüyoruz. Kimi İslâmı, kimi Ehl-i Sünneti, kimi Kur’ân’ı, kimi Hadisi, kimi cemaatini, kimi ecdadını, kimi padişahını koruyor – hem de büyük ekseriyetle Müslümanlara, hattâ kendi grubunun içindekilere karşı! Hepsinde de asabiyet zirve yapmış, diller hayli keskinleşmiş durumda, ithamların ardı arkası kesilmiyor.
Bu modadan epeyce bir müddettir Risale-i Nur cemaatleri de nasibini fazlasıyla almış bulunuyor. Bir ara Risalelerin Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanması üzerine “Risale-i Nur’u tahrifattan koruma” bahanesiyle faaliyete geçen ve bu sütunlarda “Nur fabrikasının imalât hatâları” olarak atıfta bulunduğumuz küfürbaz bir grup, Risale-i Nur’un tarihinde görülmedik bir seviyesizlikle ortalığı kasıp kavurmuştu. Bu hadise, ahlâkî çöküş alanında ilk oldu, ama son olmadı. Ondan bir müddet sonra, cemaat içinde daha geniş bir tabana yayılan ve nerede bir imalât hatâsı varsa hepsini bir araya toplayan bir koruyucu ve kollayıcı akım peyda oldu ve Risale-i Nur’un ilim, irfan, hikmet ve şefkatle, hepsinden önce de edeple yoğurulmuş olan mesleğini kinle, husumetle, cehl-i mürekkeple ve son derece çirkin bir dille koruyup kollamaya başladı. Kime karşı?
Yine Risale-i Nur okuyanlara karşı. Çünkü bunlar kendileri gibi okumayanların Risale-i Nur’a ihanet ettiklerine inanıyorlar.
Onlar gibi okumamak ise, bilmediği kelimeler için lügate bakmak, Risale okurken açıklama yapmak gibi cürümleri içeriyor ve Risale-i Nur’a sadakat bu cürümlerden uzak kalmak şartına bağlanıyor.
“Lügate bakmadan ve açıklamaya ihtiyaç duymadan Risale okumak nasıl olur?” diye soracak olursanız, bunun iki türlü cevabı vardır.
Onların cevabı: Anlamaya ihtiyaç yok; siz okudukça hem lâtifeleriniz doyar, hem de Risaleler tesirini gösterir ve küfür cereyanlarını söndürür.
Hakikî cevap ise bundan çok farklıdır ve gözle görülen bir cevaptır: Anlamadan okuyan ve bunu fazilet sayanlar işte bu zat-ı muhteremler gibi birer koruyucu kahraman halini alır ve en kutsal görevlerini bu şekilde icra-yı sadakat etmekte bulur.
İşbu vaziyet, koruyuculuk içgüdüsünün Risale-i Nur camiasındaki faaliyetlerine verilebilecek en yakın örnektir.
***
Eskiler böyle miydi?
Koruma içgüdüsünü sadece Risale-i Nur cemaatlerinin, hattâ sadece dinî cemaatlerin bir problemi olarak düşünmeyelim. İdeolojik kamplaşmalar, politikacı söylemleri ve her alandaki fanatik taraftarlar yüzünden bu problem pek çok kesimi, hattâ neredeyse bütün toplumun fertlerini birbirine düşman edebilecek bir seviyeye ulaşabilmektedir. Oysa bizim mazimize bakıldığı zaman, en derin fikir ayrılıklarının bile ilmî zeminlerde sükûnetle ve karşılıklı saygı içinde tartışılabildiğine dair yol gösterici pek çok örnekle karşılaşılacaktır. Büyük müfessir Fahreddin Razi, tefsirinin birçok yerinde Mu’tezilî müfessir Ebu Müslim Isfehanî’nin görüşlerini de delilleriyle beraber, hasmına hiçbir haksızlık etmeksizin nakleder, sonra da itiraz ettiği noktaları kendi delilleriyle beraber sıralar. O kadar. Ne bir suçlama, ne saldırı, ne niyet okuma, ne küçümseme, ne hakaret… Şimdi düşünmez misiniz, acaba Fahreddin Razi’nin itikadında mı bir gevşeklik vardı, yoksa biz mi taassubun esiri olmuşuz diye?
Koruyuculuk gelir, ilim ve irfan gider
İtirafı ne kadar güç olsa da, yukarıdaki sorunun cevabı zor bir cevap değildir. Çünkü ilim ve irfan ehlinin üslûbu bellidir. Bu bakımdan, tavır ve üslûptaki yozlaşma, ilim ve irfan cihetindeki yoksullaşmayı işaret eder. Hele bu yozlaşma edepsizlik ve hayâsızlık sınırlarına varmışsa, artık ilmin de, irfanın da oralarda bir işinin kalmadığına hükmedebilirsiniz. Ancak mesele bu hükme vardıktan sonra geçiştirilebilecek bir mesele değildir; çünkü koruyuculuk evveliyatı bulunan bir sürecin neticesi ise de, aynı zamanda daha büyük ve daha maliyetli başka maceraların başlangıcı demektir. Bilhassa Risale-i Nur cemaatleri bu konuyu kendilerinin var oluş sebepleri açısından incelemeye aldıkları takdirde bu gerçeği görmekte zorlanmayacaklardır.
Kavgacı ruhlar ve iman hizmeti
Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız: Kendisini Risale-i Nur talebesi olarak tanımlayan bir kimsenin en önemli işi hakaik-i imaniye iledir. Onlar, Üstadlarının Kur’ân’a iktidaen gösterdiği gibi, göklerde ve yerde sergilenen tevhid delillerine ve harikulâde hikmet ve rahmet tecellîlerine bakarlar, baktırırlar, düşünürler, düşündürürler, her şeyde marifetullah ve muhabbetullaha bir yol bulup insanlara da bunu gösterirler. Bu ise, akıl işi olduğu kadar gönül işidir, kalb işidir, zevk ve şevk işidir; birbirlerine lâf yetiştirmeye çalışan kavgacı ruhlarla becerilebilecek bir iş değildir. Bu bakımdan, koruyuculuk ile iman hizmeti birbirinin zıddı olan iki ucu temsil eder; bunlardan birine doğru yaklaşma, diğer uçtan uzaklaşma anlamını taşır. Bunun da sonucu olarak, koruyuculuk rolünü benimsemiş kimselerin fiilen iman hizmetinden müstafi sayılmaları icap eder.
Boş dâvâların açık alâmetleri
Kendi istikametinde yürümekte olan bir iman hizmetinin içinde koruyuculuk heveslerinin inkişaf etmesi tabii bir hal değildir. Milyonlarca vatan evlâdının imanlarını tehdit eden akımların gemi azıya aldığı bir zamanda, aklıselim sahibi hiçbir Nur talebesi, bu insanlara iman hakikatlerini ulaştırmak için çare araştırmaktan kafasını kaldırıp da lügatli kitap-lügatsiz kitap gibi gülünç kavgalarda lâf yetiştirme derdine düşmez. Eğer düşüyorsa, bu, içi boşalmış bir dâvânın en aşikâr alâmetidir; bunun tedbiri diğer her şeye nisbetle öncelik ve ivedilikle düşünülmelidir.
Koruyuculardan büyük tehlike mi var?
Şurası unutulmasın ki, “Ben doğru yoldayım, sen dalâlettesin” anlayışının bir ifadesi olan koruyuculuk, sadece gerilim ve husumet üretir. Ve bu kavga ne kadar küçük meseleler üzerinde dönüyorsa, tehlike o nisbette büyük demektir; çünkü hayatın en önemli dâvâsı olan iman meselesi, en küçük bir meselenin hatırı için feda edilebilecek kadar önemsizleşmiş olur. Bu yüzden, koruyucular, iman hizmeti gibi müsbet cereyanlar için bizzat kendileri tehlike halini alırlar. Bu tehlike fark edilmez veya mühimsenmezse, iman hizmeti gerçekten uçurumun kenarında demektir; bir süre sonra orada gerçek hizmet denebilecek faaliyetler birer ikişer durmaya başlar. Sadece birbirlerine Risale okuyarak hizmet ettiğini zanneden ve neticeyi okunan Risalenin manevî âlemlerdeki harikulâde tesirinden bekleyen mübarek kardeşler bu hakikatin canlı delilleridir.
Koruyuculuk, standartları değiştirir
Dahası var: Koruma içgüdüsü hakimiyeti ele geçirdikten sonra, cemaatin bütün önceliklerini değiştirir. Karşımızdaki düşman bizi şu veya bu tuzaklarla yoldan çıkarmaya ve etkisiz hale getirmeye çalıştığı için, onu yok etmek, yok olmamanın birinci şartı haline gelir. Hayatta kalmak ve bu uğurda düşmanı ifnâ etmek birinci hedef olunca diğer ölçü ve ilkelerin sırasını ve geçerliliğini de yine bu hedef belirleyecektir. Böylece, bir gün, tıpkı FETÖ örneğinde görüldüğü gibi, yüce bir dâvâyı ayakta tutmak gibi kutsal bir gaye uğrunda herşey meşru hale gelebilir. Hayatta kalabilmek için domuz eti bile yenebiliyor; öyle değil mi?
Ahlâktaki tahribat
Koruyuculuğun faraza her türlü tahribatı tamir edilecek olsa bile, ahlâk üzerinde yaptığı tahribatı geriye çevirmek mümkün değildir. İsmail Lütfi Çakan hoca, Kayseri İmam Hatip Okulunda öğrenci iken, arkadaşlarıyla beraber okullar arası yarışmalarda ve spor karşılaşmalarında daima İmam Hatipliler olarak birinciliği kazandıkları halde, tek bir istisna olarak futbol maçlarına hiç girmediklerini ve bunun da çok önemli bir sebebinin bulunduğunu anlatıyor:
Okulumuzun futbol takımı yoktu. Her dalda başarılı olmamızda büyük ve etkin katkısı olan beden eğitimi öğretmenimiz Halil Yalçın bey, “Futbol sahasına çıkıp bir kez küfür yiyen çocuk bütün terbiyesini kaybediyor” diye futbol takımı kurmamış, kurdurmamıştı.[1]
Nasıl küfürbaz oluyorlar?
Bugün sosyal medyada bir tartışmaya katılmanın altmış yıl önceki futbol seyircisi önünde maça çıkmaktan çok daha riskli bir iş olduğunu anlatmaya lüzum var mı? Koruma içgüdüsüne mağlûp düşen mübarek kardeşlerin ağızlarının bu kadar bozulmasında başta gelen rolü sosyal medyanın oynadığı herkesin gözü önündeki bir gerçektir. Oraya giren ve sözünün işitilmesini isteyen kimse, elbette kendisini girdiği yerin kanunlarına uymak mecburiyetinde bulacaktır. Bu kanunların en önemlisi, lâf ebeliğinde, bilhassa hakaret ve küfür yarışında hiçbir şekilde alta düşmemek, daima en iyi söven, en fazla hakareti en etkili şekilde peş peşe sıralayan ve söz dalaşında ne yapıp yapıp son sözü söyleyen kimse olmaktan ibarettir; delil, mantık, haklılık gibi her türlü şey bu marifetlerin yanında teferruat bile sayılmaz. Kaldı ki, bir vak’ada bunu başarmak da yarışın sonu değil, sadece başlangıcıdır; bir vak’ada başarılı olan sonrakilerde de aynı başarıyı tekrarlamak için, başaramayan ise altta kalmanın acısını çıkarmak için sövme-sayma alanındaki performansını sürekli olarak geliştirmek zorundadır. Diğer yandan, sosyal medyaya bulaşmaksızın koruyuculuk yapmanın ise bir anlamı yoktur; ciddîye alınmak bir yana dursun, sesinizi duyan bile olmaz. Bu durumda koruyuculuğun ahlâkî bakımdan çok yüksek risk taşıdığını, böyle bir göreve soyunmayı düşünen herkes en başta çok ciddî şekilde dikkate almalıdır; çünkü bir kere çarka kapılanların çok geçmeden durumu anlayıp geriye dönebildiklerini gösteren örnekler maalesef pek nadirdir.
Problem üretme aracı
Şu gerçeği de hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir: Koruyup kollayıcılık problem çözme aracı değil, problem üretme veya var olan problemi büyütme aracıdır. Samimî bir şekilde ıslahat niyeti taşıyan insanlar bu yolla müsbet bir sonuç alamayacaklarını bilmeli, onun yerine fikirlerini delilleriyle beraber açıklamakla yetinmelidir. Zaten ıslahatçının sorumlu olduğu şey de bundan ibarettir; yoksa muhataplarının verdiği cevaptan yahut sözünü dinleyen kimselerin sayısından kendisi sorumlu tutulacak değildir. Bu gerçeği bilen kimse haddini aşıp da insanları kendi doğrularına zorlamaz; zorlayan da ıslahatçı olamaz, ancak ifsadatçı olur. Eskiler “İlimsiz ıslah etmeye kalkan kimsenin ifsad ettiği şey ıslah ettiğinden daha fazla olur” demişlerdir. Risale-i Nur’un serâpâ ihlâstan ibaret olan mesleğinde ise, neticeye dair en küçük bir iddia yahut beklentiye dahi sahip olmaksızın işin bu kısmını tamamen Allah’a bırakmak ve ne şekilde tecellî ederse etsin İlâhî takdire tam bir huzur-u kalple teslim olmak, bu işin alfabesi hükmündedir. Koruma içgüdüsü, bu hizmetin ruhunu daha işin başında felce uğratır. Bu ruh meflûç hale geldikten sonra da, insan, Rabbinin takdirine itimad edemez bir tavır içine girer. Rabbinin takdirine teslimiyetten boşalan yeri ise, ins ve cin şeytanlarının da yardımıyla, nefs-i emmâre doldurur ve insan, muazzam bir iman dâvâsının âkıbetini Âlemlerin Rabbi yerine kendi hevâsına tâbi telâkki eder. Bu zan yüzünden işler gittikçe içinden çıkılmaz hal alır, işler sarpa sardıkça hırs ve hırçınlık ziyadeleşir, izzet-i nefis tavan yapar; kendi çabası olmadığı takdirde dâvâsının hezimete uğrayacağına inandırılmış olan kahramanlarımız, meşruiyet gibi bir kıstas aramaksızın, kendilerine üstünlük kazandırma ihtimali olan her türlü çarenin peşine düşerler – dikkat buyurulsun, “kendilerine” üstünlük kazandıracak olan çareler; zira artık nefisler ayn-ı dâvâ haline gelmişler, yahut onun yerini zaptetmişlerdir. Bu noktadan itibaren onların başına gelen her iyilik veya kötülük, dâvâlarının başına gelmiş demektir. Koruma ve kollama görevlerinin işte böyle riskleri vardır ve bu riskler ihmale gelmeyecek kadar vahîm bir tehlike oluştururlar.
Kur’ân ne diyor?
Konuyu hangi yönden ele alırsak alalım, karşımıza çıkacak olan çıplak gerçek şudur:
Dinî hizmet ve faaliyetlerde koruma içgüdüsü problem çözmez, problem üretir; var olan problemi de büyütür. Onun için, bu hizmetlerde yollarına selâmetle devam etmek isteyenler, aradıklarını ancak koruyucu içermeyen dâvâ ve topluluklarda bulabilirler.
Bütün bu uyarılardan sonra hâlâ içinde koruyuculuğa yönelik bir arzu taşıyanlar varsa, onlara da eski Diyanet İşleri Başkanımız Ali Bardakoğlu’nun bir tesbitini hatırlatmadan geçmeyelim:
Dinin sahibi Yüce Mevlâdır, O dinini koruyacaktır.[2] Bize düşen Onun dinini korumak değil, kendimizi korumaktır. Allah bize “Dinimi koruyun” demiyor, “Kendinizi koruyun”[3] diyor.[4]
Hayatın formülü işte Kur’ân’ın bu formülündedir: “Kendinizi koruyun.”
“Kimden yahut neden?” diye soracak olursanız:
Dünya ve âhiret hayatınıza zarar verecek her şeyden. Ve bilhassa koruyuculardan!
ÜMİT ŞİMŞEK
[Devamı var]
[1] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Hayat Mektebinden Notlar: Hatıralar – Değerlendirmeler, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2019, s. 55-56.
[2] el-Hicr, 15:9.
[3] Bk. el-Bakara, 2:24, 48, 123; el-İsrâ, 17:15; Gafir, 40:9; el-Haşr, 59:9; et-Tahrim, 66:6.
[4] Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, İslâm Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme, İstanbul: Kuramer, 2019, s. 52.