Etiket arşivi: ümit şimşek

İman hizmeti koruyucu içermemeli (Kur’an Ve Sünnet Işığında Risale-I Nur Hareketinin Dünü, Bugünü, Yarını-19)

İçi boşalan dâvâların imdadına düşman yetişir. Bu, ya bizzat dâvânın, ya da müntesiplerinin kofluğundan ileri gelen bir çaresizliğin sonucudur. Bir dâvâ müntesiplerini bir arada tutmakta yetersiz kaldığı zaman baştakilerin çoğu zaman yaptığı iş, nefret söylemleriyle dikkatleri ortak bir düşman üzerinde yoğunlaştırarak topluluğun koruma içgüdüsünü harekete geçirmek olur. Eğer hisler harekete geçirilebilirse, gerisi çok zorlanmadan gelecektir. Ondan sonrası, tehlikenin vahameti hakkında taraftarları sürekli şekilde, ve tabii gittikçe artan dozlarla, bilgilendirmek ve hisleri ayakta tutmakla geçer. Askerî darbeler her defasında İç Hizmet Kanununun 35. maddesinden darbecilerin kendi kendilerine Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi çıkarmalarıyla gerçekleşmişti. Çok uzak olmayan bir geçmişte, YÖK’ün de öğretim üyelerini mitinge çağırarak benzer bir görevi yerine getirmeye çalıştığını birçoğumuz hatırlayacaktır. Yine o sıralarda bir gün kapım çalınmış, açtığımda “Biz Atatürk devrimlerini korumak için dergi çıkarıyoruz” diye kendilerini takdim ederek ellerindeki dergiyi satmak isteyen iki gençle karşılaşmıştım. Bu örneklerdeki ortak düşmanı genellikle “irtica tehlikesi” teşkil ediyor, ara sıra buna daha başka “aşırı akımlar” da eşlik ediyordu.

Son yıllarda Cumhuriyet, demokrasi, Atatürkçülük gibi kavramlar üzerinden ve irtica tehdidine karşı yapılan koruma ve kollama çağrıları çok fazla rağbet uyandırmıyor. Buna karşılık, dindar kesimde koruma ve kollama kampanyalarının tırmanışta olduğunu görüyoruz. Kimi İslâmı, kimi Ehl-i Sünneti, kimi Kur’ân’ı, kimi Hadisi, kimi cemaatini, kimi ecdadını, kimi padişahını koruyor – hem de büyük ekseriyetle Müslümanlara, hattâ kendi grubunun içindekilere karşı! Hepsinde de asabiyet zirve yapmış, diller hayli keskinleşmiş durumda, ithamların ardı arkası kesilmiyor.

Bu modadan epeyce bir müddettir Risale-i Nur cemaatleri de nasibini fazlasıyla almış bulunuyor. Bir ara Risalelerin Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanması üzerine “Risale-i Nur’u tahrifattan koruma” bahanesiyle faaliyete geçen ve bu sütunlarda “Nur fabrikasının imalât hatâları” olarak atıfta bulunduğumuz küfürbaz bir grup, Risale-i Nur’un tarihinde görülmedik bir seviyesizlikle ortalığı kasıp kavurmuştu. Bu hadise, ahlâkî çöküş alanında ilk oldu, ama son olmadı. Ondan bir müddet sonra, cemaat içinde daha geniş bir tabana yayılan ve nerede bir imalât hatâsı varsa hepsini bir araya toplayan bir koruyucu ve kollayıcı akım peyda oldu ve Risale-i Nur’un ilim, irfan, hikmet ve şefkatle, hepsinden önce de edeple yoğurulmuş olan mesleğini kinle, husumetle, cehl-i mürekkeple ve son derece çirkin bir dille koruyup kollamaya başladı. Kime karşı?

Yine Risale-i Nur okuyanlara karşı. Çünkü bunlar kendileri gibi okumayanların Risale-i Nur’a ihanet ettiklerine inanıyorlar.

Onlar gibi okumamak ise, bilmediği kelimeler için lügate bakmak, Risale okurken açıklama yapmak gibi cürümleri içeriyor ve Risale-i Nur’a sadakat bu cürümlerden uzak kalmak şartına bağlanıyor.

“Lügate bakmadan ve açıklamaya ihtiyaç duymadan Risale okumak nasıl olur?” diye soracak olursanız, bunun iki türlü cevabı vardır.

Onların cevabı: Anlamaya ihtiyaç yok; siz okudukça hem lâtifeleriniz doyar, hem de Risaleler tesirini gösterir ve küfür cereyanlarını söndürür.

Hakikî cevap ise bundan çok farklıdır ve gözle görülen bir cevaptır: Anlamadan okuyan ve bunu fazilet sayanlar işte bu zat-ı muhteremler gibi birer koruyucu kahraman halini alır ve en kutsal görevlerini bu şekilde icra-yı sadakat etmekte bulur.

İşbu vaziyet, koruyuculuk içgüdüsünün Risale-i Nur camiasındaki faaliyetlerine verilebilecek en yakın örnektir.

***

Eskiler böyle miydi?

Koruma içgüdüsünü sadece Risale-i Nur cemaatlerinin, hattâ sadece dinî cemaatlerin bir problemi olarak düşünmeyelim. İdeolojik kamplaşmalar, politikacı söylemleri ve her alandaki fanatik taraftarlar yüzünden bu problem pek çok kesimi, hattâ neredeyse bütün toplumun fertlerini birbirine düşman edebilecek bir seviyeye ulaşabilmektedir. Oysa bizim mazimize bakıldığı zaman, en derin fikir ayrılıklarının bile ilmî zeminlerde sükûnetle ve karşılıklı saygı içinde tartışılabildiğine dair yol gösterici pek çok örnekle karşılaşılacaktır. Büyük müfessir Fahreddin Razi, tefsirinin birçok yerinde Mu’tezilî müfessir Ebu Müslim Isfehanî’nin görüşlerini de delilleriyle beraber, hasmına hiçbir haksızlık etmeksizin nakleder, sonra da itiraz ettiği noktaları kendi delilleriyle beraber sıralar. O kadar. Ne bir suçlama, ne saldırı, ne niyet okuma, ne küçümseme, ne hakaret… Şimdi düşünmez misiniz, acaba Fahreddin Razi’nin itikadında mı bir gevşeklik vardı, yoksa biz mi taassubun esiri olmuşuz diye?

Koruyuculuk gelir, ilim ve irfan gider

İtirafı ne kadar güç olsa da, yukarıdaki sorunun cevabı zor bir cevap değildir. Çünkü ilim ve irfan ehlinin üslûbu bellidir. Bu bakımdan, tavır ve üslûptaki yozlaşma, ilim ve irfan cihetindeki yoksullaşmayı işaret eder. Hele bu yozlaşma edepsizlik ve hayâsızlık sınırlarına varmışsa, artık ilmin de, irfanın da oralarda bir işinin kalmadığına hükmedebilirsiniz. Ancak mesele bu hükme vardıktan sonra geçiştirilebilecek bir mesele değildir; çünkü koruyuculuk evveliyatı bulunan bir sürecin neticesi ise de, aynı zamanda daha büyük ve daha maliyetli başka maceraların başlangıcı demektir. Bilhassa Risale-i Nur cemaatleri bu konuyu kendilerinin var oluş sebepleri açısından incelemeye aldıkları takdirde bu gerçeği görmekte zorlanmayacaklardır.

Kavgacı ruhlar ve iman hizmeti

Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız: Kendisini Risale-i Nur talebesi olarak tanımlayan bir kimsenin en önemli işi hakaik-i imaniye iledir. Onlar, Üstadlarının Kur’ân’a iktidaen gösterdiği gibi, göklerde ve yerde sergilenen tevhid delillerine ve harikulâde hikmet ve rahmet tecellîlerine bakarlar, baktırırlar, düşünürler, düşündürürler, her şeyde marifetullah ve muhabbetullaha bir yol bulup insanlara da bunu gösterirler. Bu ise, akıl işi olduğu kadar gönül işidir, kalb işidir, zevk ve şevk işidir; birbirlerine lâf yetiştirmeye çalışan kavgacı ruhlarla becerilebilecek bir iş değildir. Bu bakımdan, koruyuculuk ile iman hizmeti birbirinin zıddı olan iki ucu temsil eder; bunlardan birine doğru yaklaşma, diğer uçtan uzaklaşma anlamını taşır. Bunun da sonucu olarak, koruyuculuk rolünü benimsemiş kimselerin fiilen iman hizmetinden müstafi sayılmaları icap eder.

Boş dâvâların açık alâmetleri

Kendi istikametinde yürümekte olan bir iman hizmetinin içinde koruyuculuk heveslerinin inkişaf etmesi tabii bir hal değildir. Milyonlarca vatan evlâdının imanlarını tehdit eden akımların gemi azıya aldığı bir zamanda, aklıselim sahibi hiçbir Nur talebesi, bu insanlara iman hakikatlerini ulaştırmak için çare araştırmaktan kafasını kaldırıp da lügatli kitap-lügatsiz kitap gibi gülünç kavgalarda lâf yetiştirme derdine düşmez. Eğer düşüyorsa, bu, içi boşalmış bir dâvânın en aşikâr alâmetidir; bunun tedbiri diğer her şeye nisbetle öncelik ve ivedilikle düşünülmelidir.

Koruyuculardan büyük tehlike mi var?

Şurası unutulmasın ki, “Ben doğru yoldayım, sen dalâlettesin” anlayışının bir ifadesi olan koruyuculuk, sadece gerilim ve husumet üretir. Ve bu kavga ne kadar küçük meseleler üzerinde dönüyorsa, tehlike o nisbette büyük demektir; çünkü hayatın en önemli dâvâsı olan iman meselesi, en küçük bir meselenin hatırı için feda edilebilecek kadar önemsizleşmiş olur. Bu yüzden, koruyucular, iman hizmeti gibi müsbet cereyanlar için bizzat kendileri tehlike halini alırlar. Bu tehlike fark edilmez veya mühimsenmezse, iman hizmeti gerçekten uçurumun kenarında demektir; bir süre sonra orada gerçek hizmet denebilecek faaliyetler birer ikişer durmaya başlar. Sadece birbirlerine Risale okuyarak hizmet ettiğini zanneden ve neticeyi okunan Risalenin manevî âlemlerdeki harikulâde tesirinden bekleyen mübarek kardeşler bu hakikatin canlı delilleridir.

Koruyuculuk, standartları değiştirir

Dahası var: Koruma içgüdüsü hakimiyeti ele geçirdikten sonra, cemaatin bütün önceliklerini değiştirir. Karşımızdaki düşman bizi şu veya bu tuzaklarla yoldan çıkarmaya ve etkisiz hale getirmeye çalıştığı için, onu yok etmek, yok olmamanın birinci şartı haline gelir. Hayatta kalmak ve bu uğurda düşmanı ifnâ etmek birinci hedef olunca diğer ölçü ve ilkelerin sırasını ve geçerliliğini de yine bu hedef belirleyecektir. Böylece, bir gün, tıpkı FETÖ örneğinde görüldüğü gibi, yüce bir dâvâyı ayakta tutmak gibi kutsal bir gaye uğrunda herşey meşru hale gelebilir. Hayatta kalabilmek için domuz eti bile yenebiliyor; öyle değil mi?

Ahlâktaki tahribat

Koruyuculuğun faraza her türlü tahribatı tamir edilecek olsa bile, ahlâk üzerinde yaptığı tahribatı geriye çevirmek mümkün değildir. İsmail Lütfi Çakan hoca, Kayseri İmam Hatip Okulunda öğrenci iken, arkadaşlarıyla beraber okullar arası yarışmalarda ve spor karşılaşmalarında daima İmam Hatipliler olarak birinciliği kazandıkları halde, tek bir istisna olarak futbol maçlarına hiç girmediklerini ve bunun da çok önemli bir sebebinin bulunduğunu anlatıyor:

Okulumuzun futbol takımı yoktu. Her dalda başarılı olmamızda büyük ve etkin katkısı olan beden eğitimi öğretmenimiz Halil Yalçın bey, “Futbol sahasına çıkıp bir kez küfür yiyen çocuk bütün terbiyesini kaybediyor” diye futbol takımı kurmamış, kurdurmamıştı.[1]

Nasıl küfürbaz oluyorlar?

Bugün sosyal medyada bir tartışmaya katılmanın altmış yıl önceki futbol seyircisi önünde maça çıkmaktan çok daha riskli bir iş olduğunu anlatmaya lüzum var mı? Koruma içgüdüsüne mağlûp düşen mübarek kardeşlerin ağızlarının bu kadar bozulmasında başta gelen rolü sosyal medyanın oynadığı herkesin gözü önündeki bir gerçektir. Oraya giren ve sözünün işitilmesini isteyen kimse, elbette kendisini girdiği yerin kanunlarına uymak mecburiyetinde bulacaktır. Bu kanunların en önemlisi, lâf ebeliğinde, bilhassa hakaret ve küfür yarışında hiçbir şekilde alta düşmemek, daima en iyi söven, en fazla hakareti en etkili şekilde peş peşe sıralayan ve söz dalaşında ne yapıp yapıp son sözü söyleyen kimse olmaktan ibarettir; delil, mantık, haklılık gibi her türlü şey bu marifetlerin yanında teferruat bile sayılmaz. Kaldı ki, bir vak’ada bunu başarmak da yarışın sonu değil, sadece başlangıcıdır; bir vak’ada başarılı olan sonrakilerde de aynı başarıyı tekrarlamak için, başaramayan ise altta kalmanın acısını çıkarmak için sövme-sayma alanındaki performansını sürekli olarak geliştirmek zorundadır. Diğer yandan, sosyal medyaya bulaşmaksızın koruyuculuk yapmanın ise bir anlamı yoktur; ciddîye alınmak bir yana dursun, sesinizi duyan bile olmaz. Bu durumda koruyuculuğun ahlâkî bakımdan çok yüksek risk taşıdığını, böyle bir göreve soyunmayı düşünen herkes en başta çok ciddî şekilde dikkate almalıdır; çünkü bir kere çarka kapılanların çok geçmeden durumu anlayıp geriye dönebildiklerini gösteren örnekler maalesef pek nadirdir.

Problem üretme aracı

Şu gerçeği de hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir: Koruyup kollayıcılık problem çözme aracı değil, problem üretme veya var olan problemi büyütme aracıdır. Samimî bir şekilde ıslahat niyeti taşıyan insanlar bu yolla müsbet bir sonuç alamayacaklarını bilmeli, onun yerine fikirlerini delilleriyle beraber açıklamakla yetinmelidir. Zaten ıslahatçının sorumlu olduğu şey de bundan ibarettir; yoksa muhataplarının verdiği cevaptan yahut sözünü dinleyen kimselerin sayısından kendisi sorumlu tutulacak değildir. Bu gerçeği bilen kimse haddini aşıp da insanları kendi doğrularına zorlamaz; zorlayan da ıslahatçı olamaz, ancak ifsadatçı olur. Eskiler “İlimsiz ıslah etmeye kalkan kimsenin ifsad ettiği şey ıslah ettiğinden daha fazla olur” demişlerdir. Risale-i Nur’un serâpâ ihlâstan ibaret olan mesleğinde ise, neticeye dair en küçük bir iddia yahut beklentiye dahi sahip olmaksızın işin bu kısmını tamamen Allah’a bırakmak ve ne şekilde tecellî ederse etsin İlâhî takdire tam bir huzur-u kalple teslim olmak, bu işin alfabesi hükmündedir. Koruma içgüdüsü, bu hizmetin ruhunu daha işin başında felce uğratır. Bu ruh meflûç hale geldikten sonra da, insan, Rabbinin takdirine itimad edemez bir tavır içine girer. Rabbinin takdirine teslimiyetten boşalan yeri ise, ins ve cin şeytanlarının da yardımıyla, nefs-i emmâre doldurur ve insan, muazzam bir iman dâvâsının âkıbetini Âlemlerin Rabbi yerine kendi hevâsına tâbi telâkki eder. Bu zan yüzünden işler gittikçe içinden çıkılmaz hal alır, işler sarpa sardıkça hırs ve hırçınlık ziyadeleşir, izzet-i nefis tavan yapar; kendi çabası olmadığı takdirde dâvâsının hezimete uğrayacağına inandırılmış olan kahramanlarımız, meşruiyet gibi bir kıstas aramaksızın, kendilerine üstünlük kazandırma ihtimali olan her türlü çarenin peşine düşerler – dikkat buyurulsun, “kendilerine” üstünlük kazandıracak olan  çareler; zira artık nefisler ayn-ı dâvâ haline gelmişler, yahut onun yerini zaptetmişlerdir. Bu noktadan itibaren onların başına gelen her iyilik veya kötülük, dâvâlarının başına gelmiş demektir. Koruma ve kollama görevlerinin işte böyle riskleri vardır ve bu riskler ihmale gelmeyecek kadar vahîm bir tehlike oluştururlar.

Kur’ân ne diyor?

Konuyu hangi yönden ele alırsak alalım, karşımıza çıkacak olan çıplak gerçek şudur:

Dinî hizmet ve faaliyetlerde koruma içgüdüsü problem çözmez, problem üretir; var olan problemi de büyütür. Onun için, bu hizmetlerde yollarına selâmetle devam etmek isteyenler, aradıklarını ancak koruyucu içermeyen dâvâ ve topluluklarda bulabilirler.

Bütün bu uyarılardan sonra hâlâ içinde koruyuculuğa yönelik bir arzu taşıyanlar varsa, onlara da eski Diyanet İşleri Başkanımız Ali Bardakoğlu’nun bir tesbitini hatırlatmadan geçmeyelim:

Dinin sahibi Yüce Mevlâdır, O dinini koruyacaktır.[2] Bize düşen Onun dinini korumak değil, kendimizi korumaktır. Allah bize “Dinimi koruyun” demiyor, “Kendinizi koruyun”[3] diyor.[4]

Hayatın formülü işte Kur’ân’ın bu formülündedir: “Kendinizi koruyun.”

“Kimden yahut neden?” diye soracak olursanız:

Dünya ve âhiret hayatınıza zarar verecek her şeyden. Ve bilhassa koruyuculardan!

ÜMİT ŞİMŞEK

[Devamı var]

[1] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Hayat Mektebinden Notlar: Hatıralar – Değerlendirmeler, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2019, s. 55-56.

[2] el-Hicr, 15:9.

[3] Bk. el-Bakara, 2:24, 48, 123; el-İsrâ, 17:15; Gafir, 40:9; el-Haşr, 59:9; et-Tahrim, 66:6.

[4] Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, İslâm Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme, İstanbul: Kuramer, 2019, s. 52.

Azmedilmeye değer işler

“Muhakkak siz malınızla ve canınızla sınanacaksınız; sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve Allah’a ortak koşanlardan pek çok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız, işte bu, uğrunda azmedilmeye değer işlerdendir.”
Âl-i İmrân Sûresi, 3:186

“Oğlum, namazı dosdoğru kıl, iyiliği tavsiye et, kötülükten sakındır, başına gelene sabret. İşte bunlar, uğrunda azmedilmeye değer işlerdendir.”
Lokman Sûresi, 31:17

“Kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu, uğrunda azmedilmeye değer işlerdendir.”
Şûrâ Sûresi, 42:43

Kur’ân-ı Kerimin üç yerinde, “azmedilmeye değer işlerden” bazıları hakkında öğütler yer alır. Her üç âyette sayılan öğütleri bir arada sıralayacak olursak:

Sabır: Bu, her üç âyette birden azmedilmeye değer bir iş olarak öğütlenmiştir.

Sakınmak, yani takvâ: Genel anlamıyla, Allah’ın buyruk ve yasaklarına karşı gelmekten ve böylece kendi davranışlarının yol açacağı kötülüklerden sakınmak.

Namazı dosdoğru kılmak: Bu, sadece namazı “kılmaktan” ibaret kalmayan, onun hakkını vermeyi ve ona önem vermeyi de içeren bir iştir.

İyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak: Sadece iyiliği yapıp kötülükten uzak kalmakla yetinmeyip, çevresine de iyilik yayan ve münasip şekilde kötülükleri önlemeye çalışan birisi olmak.

Bağışlamak: Şûrâ Sûresinin âyeti, haksızlığa uğrayan kişiye hakkını arama yolunu açmakta, ancak kendisine kötülük edeni bağışlamayı da üstün bir davranış olarak teşvik etmekte, “azmedilmeye değer işler” arasında göstermektedir.

Kur’ân’ın öğütlediği bu davranışların herbiri üzerinde uzun uzadıya durmak da elbette ki yerinde olur. Ancak burada, dikkatlerden uzak kalmaması gereken bazı noktalara, genel hatlarıyla işaret etmek istiyoruz.

Her üç âyetin ifadesinde de, “azmedilmeye değer işlerden” kaydı vardır. Bu da gösteriyor ki, sayılan davranışlar sınırlayıcı değil, örnekler niteliğindedir. Yani, uğrunda azmedilmeye değer işler bunlardan ibaret değildir. Bunlar gibi, uğrunda azmedilmeye değer daha başka davranışlar da bulunabilir. Önemli olan, bu çizginin korunması, sayılan davranışların gösterdiği yönde, o örneklerin doğrultusundaki işler üzerinde azmedilmesidir.

Bunlar ve benzeri davranışların, kolayca başarılabilecek işler olmadığı da âyetlerin ifadesinden anlaşılmaktadır. Bunda da hem bir teşvik, hem bir tesellî vardır: Evet, sayılan davranış örneklerini sergileyebilmek ciddî bir çaba ister; sağlam bir iradeye, sürekli eğitim ve temrinlere ihtiyaç gösterir. Fakat bu fiyatı ödemeye de değer. Eğer siz azmedip de sayılan konularda bir beceri elde edecek olursanız, emekleriniz asla boşa gitmeyecektir. Tökezlediğiniz zaman da bu sizin şevkinizi kırmasın. Zira bunlar kolay işler olmadığı gibi, sizden beklenen de bir hamlede mükemmelliği yakalamak değildir. Önemli olan azmetmektir; küçük adımlarla da olsa sürekli bir gelişim çizgisini yakalayabilmektir.

Âyetler, bütün bu anlamları dile getirirken, aynı zamanda, bize bir hayat hedefi de gösteriyor, bu dünyada ne aradığımızı yahut ne aramamız gerektiğini bildiriyor. Bu uyarıdan da iki önemli sonucu çıkarabiliyoruz.

Birincisi: Bu dünyada bulunuşumuzun amacı rahat bir hayat geçirmek, başıboş yaşamak, keyif sürmek değildir. Âyet, “azmedilmeye değer işleri” bize hedef olarak göstermekle bunu bildiriyor, “Azmedin, çabalayın” diyor.

İkincisi: Eğer azmedilecekse, bu, azmedilmeye değer şeyler uğrunda olmalı, harcanan çabalar alınan sonuca değmelidir. Gelip geçici dünyanın hevesleri, insan gibi üstün özelliklerle donatılmış bir varlığın çabalarına değecek şeyler değildir. İnsan bu dünyaya geliş amacını iyi bilmeli, sonra da uğrunda azmedilecek şeyleri bu amaç doğrultusunda değerlendirmelidir.

İşte Kur’ân, sayılan âyetlerinde verdiği örneklerle, insanlığın önüne, ciddî bir gelişim ufku açıyor ve bu uğurda ondan ciddî bir çaba bekliyor.

Özellikle günümüzün “kişisel gelişim” furyası karşısında Kur’ân’ın bu irşadları daha büyük önem kazanıyor.

Fâni dünyanın tasaya değmez işlerini büyük birer ideal haline getirip pazarlayan, yahut büyük başarılara kolay yoldan ulaştırmayı vaad eden  “uzmanların” telkinleri altında şaşkına dönmüş günümüz insanının, bu irşadlara her zamankinden fazla ihtiyacı var.

ÜMİT ŞİMŞEK

İsraf, insanı nasıl şeytana kardeş yapar?

 

“Akrabaya, yoksullara, yolculara hakkını ver; israfla saçıp savurma.
Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”

İsrâ Sûresi, 17:26-27

Bu âyette, Yüce Allah, israftan kaçınma emrini,

(1) ihtiyaç içinde olanları gözetmek

(2) şeytanlara kardeş olmaktan kaçınmak

şeklinde iki ibretli öğüt arasında bize sunuyor.

Böylece, israfın asla gözardı edilmemesi gereken iki önemli boyutunu gözlerimizin önüne seriyor.

Bu boyutlardan birincisinde, bir hak ihlâli söz konusudur. Zira Allah’ın kuluna cömertçe bağışladığı nimetlerde, akrabanın, yoksulun, yolcunun da bir payı vardır. Bu nimetlerden ihtiyaç fazlasını gelişigüzel saçıp savuran kul, sadece Rabbinin nimetine karşı saygısız davranmakla kalmaz, aynı zamanda, gözetmekle yükümlü tutulduğu hemcinslerine karşı da haksızlık etmiş olur.

Birinci âyette ihtiyaç sahiplerine haklarını verme emri ile israf fiilinin karşıtlık teşkil edecek şekilde bir arada sayılması, her ikisi arasında bir ilişki bulunduğu fikrini hatıra getiriyor. Toplumların bugünkü haline baktığımız zaman ise, bu ilişkiyi açıkça görebiliyoruz. Meselâ, Birleşmiş Milletlerin 2001 yılına ait İnsanî Gelişme Raporuna bu açıdan göz attığımızda, kendimizi şu çarpıcı rakamlar karşısında buluyoruz:

Dünya halkının toplam gelirinin dörtte üçünü, onların dörtte biri cebe indiriyor.

Dünyanın en zengin insanları arasında, en üst seviyede yer alan yüzde 1’lik kesim, dünya halkının yarısından daha fazla gelire sahip bulunuyor.

1990 yılında 100’e yakın ülkeden 1300 temsilci, dünyanın geleceğini konuşmak için Moskova’da bir araya geldiğinde, dünya 100 haneyi barındıran bir köye benzetilmiş ve dünya halkının durumu şöyle bir manzara ile tasvir edilmişti:

Bu hanelerden 70’inin evinde içme suyu yoktu. Tüm arazinin yüzde 60’ı sadece 7 ailenin elindeydi. Bu aile, kullanılabilir enerjinin yüzde 80’ini tüketiyordu. 100 aileden 60’ı ise, arazinin yüzde 10’luk bir kısmına tıkışmıştı. Hava, su, çevre, günışığı, her geçen gün daha da kötüye gidiyordu.

Daha başka anket ve araştırmalar ise, Bangladeş’te 2 bin, Nijerya’da bin dolar seviyesinde olan yıllık ortalama gelirin İngiltere’de 30 bine, ABD’de 40 bine yükseldiğini gösteriyor. Bunun bir başka ifadesi, Nijeryalının 3 bin yıllık gelirini tek bir Amerikalının bu dünyadaki ömrü içerisinde tüketmesi demek…

Dünyanın halinden sual edecek olanlar için, gezegenimiz işte böyle bir manzara sunuyor: bir tarafta, eriştiği nimetleri nasıl saçıp savuracağını şaşırmış bencil bir azınlık; diğer tarafta, temel ihtiyaçlarını güçlükle sağlayabilen — çoğu zaman da sağlayamayan — bir çoğunluk. Aslında bu gezegen, karaları ve denizleriyle, bugünkü nüfusundan kat kat fazlasını barındıracak imkânlara ve besleyecek kaynaklara sahip; fakat maddî imkânların büyük kısmını elinde tutan azınlığın bilinçsiz ve bencil kullanımı sebebiyle, var olan kaynaklar tükeniyor, sınıflar ve ülkeler arasındaki uçurum derinleşiyor, karada ve denizde fesat yayılmaya devam ediyor.

Ve, Allah’ın bağışladığı nimetleri kendi içinde âdil bir şekilde paylaştırmayan dünya, sonuçta, adım adım topyekûn bir yoksulluğa doğru gidiyor.

Bu manzaraya karşılık, bir de, İslâm toplumlarının zaman zaman, zekâta muhtaç kimse bırakmayacak derecede refah seviyesini yakalamış olmasını hatırlayalım. Bugünün medeniyet anlayışı ile, hattâ bu anlayışın etkisinde kendi benliğinden uzaklaşmış zamanımız İslâm toplumlarının durumu ile, öyle bir Kur’ân medeniyeti arasındaki fark ne büyüktür!

Bu farkı kapatacak ve insan sınıfları arasındaki uçurumu ortadan kaldırarak dünyayı yaşanır hale getirecek bir çözümü, pek çok âyetiyle Kur’ân tekrar tekrar ders veriyor.

“Ne bağışlayalım?” diye soranlara, “İhtiyaçtan fazlasını” buyuruyor.[1]

Allah’ın makbul kullarını, “harcadıkları zaman saçıp savurmayan, ama cimrilik de etmeyip orta bir yol tutan kimseler”[2] olarak tanımlıyor.

Ve bu âyette de, tutumluluğu, ihtiyaç sahiplerine yönelen bir şefkat duygusuyla birlikte ders vererek bu dünya üzerindeki huzur ve mutluluk anahtarını bize sunuyor.

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] Bakara Sûresi, 2:219.

[2] Furkan Sûresi, 25:67.

Din ve dünyanın şifresi: Kolaylık

“En kolay olanı Biz sana kolaylaştıracağız.”
A’lâ Sûresi, 87:8

Kolaylık, bu dinin esaslı bir ilkesi olduğu gibi, yaratılışın da en temel gerçeklerinden biridir. Ve her iki yönüyle de, bu hakikat, bir yandan yaratılış ile İslâm dininin birbirine o muhteşem uyumuna bir delil teşkil ederken, bir yandan da İlâhî rahmetin biz kullar üzerindeki pek büyük lütuflarına işaret etmektedir.

Yaratılışın en temel gerçeklerinden biri olarak biz bu hakikatle o kadar iç içeyizdir ki, bilinçli bir şekilde durup da düşünmezsek, onu fark edemeyiz. Hattâ, farkına vardığımız zaman bile, onun hayatımızdaki örneklerini saymakla bitiremeyiz.

Nefes alışımız bir kolaylıktır. Biz bunu hiç aralıksız, gece ve gündüz, bütün hayatımız boyunca yaparız. Bu, her saniye trilyonlarca beden hücresinin oksijen ihtiyacını karşılamak ve zararlı gazları vücut dışına atmak demektir. Fakat Yüce Allah, sınırsız rahmet ve kereminin bir eseri olarak bu işi bizim için kolaylaştırmış, hiç zahmetsizce bir nefes alış verişi haline getirmiştir.

Yiyip içtiklerimizin boğazımızdan kolaylıkla geçmesi de, tıpkı soluk alıp vermek gibi, son derece karmaşık işlemleri içeren ve trilyonlarca beden hücresine enerji sağlayan bir mucizeler zinciri demektir. Ancak bunun da bize bakan yönü, sayısız tatlarıyla, renk ve kokularıyla bize lezzet veren yiyeceklerin kolayca çiğnenmesinden, boğazımızdan kolaylıkla akıp geçmesinden ibarettir.

Bu kolaylıklar, hayat ile ilgili olan herşeyde ortaya çıkar ve bizi her taraftan kuşatır. Bunu, her türlü enerji ihtiyacımızın bir güneş ışığı ile karşılanmasında görebiliriz. Yağmurun yağışında görebiliriz. Yerin bitirdiklerinde görebiliriz. Gece ve gündüzün değişmesinde görebiliriz. Kısacası, Kur’ân’ın bize birer ibret tablosu olarak gösterdiği kâinat âyetlerinden hangisine dikkat edecek olsak, İlâhî rahmetin onda bizim için pek çok şeyi kolaylaştırdığını görebiliriz.

Aynı hakikat, iman konusunda da aynen geçerlidir.

Biz, ilmi ve kudreti her şeyi kuşatan tek bir Yaratıcıya iman etmekle, en kolay, en gerçekçi ve en doğal yolu bulmuş oluruz. Zaten varlık âlemindeki her şey ve her hadise, üzerinde o sonsuz ilmin ve sonsuz kudretin eserlerini açıkça göstermektedir. Bu imanla, bir elektrik düğmesine dokunmuşçasına, bütün âlemimiz aydınlanıverir, her şey bir anlama kavuşur. Aksi takdirde, o sonsuz ilmi ve kudreti herbir varlıkta ayrı ayrı kabul etmek gerekecektir. Çünkü bu özelliklerin varlığı, âlemdeki her şeyden açıkça anlaşılmaktadır; onları yok farz etmek mümkün değildir. Bediüzzaman, eserlerinin birçok yerinde bunu “yüsr-ü vahdet,” yani, “birlikteki kolaylık” olarak niteler; bu kolay yolu kabul etmemekte direnenlerin, tek bir Yaratıcı yerine, varlıklar sayısınca yaratıcıları kabul etmek gibi bir zorlukla karşı karşıya bulunduklarını belirtir.

Yaratılıştaki ve imandaki bu kolaylık, dinin yaşanmasında da kendisini gösterir. İnsan, bu dinin buyruk ve yasaklarından hangisine dikkat edecek olsa, onda, bu hayata anlam ve huzur kazandıran özellikler bulur. Namaz vasıtasıyla insan her gün defalarca günlük hayatın sıkıntıları arasında teneffüs etme ve Rabbiyle bir sohbete erişme imkânı bulur. Zekât, vermenin hazzını ona yaşatır ve böylece onu Rabbinin kereminden bir nasip sahibi yapar. Allah’ın ve Resulünün hedef olarak gösterdiği iyilikler, ona bu dünyada Cennetin manevî hazlarını yaşatır. Yasaklanan kötülüklerden uzak bir hayatta insan kolaylık ve mutluluk bulur.

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, “Seni en kolay yola ileteceğiz” vaadine hak kazanmak için, kulun üzerine düşen bir yükümlülük de vardır. Eğer kul kendine düşeni yerine getirirse, Rabbi de ona olan vaadini en güzel bir şekilde gerçekleştirir. Bir başka âyet, bu konuyu özlü bir şekilde açıklar:

Kim bağışta bulunur ve kötülükten sakınırsa,
Ve en güzel olanı [Kelime-i Tevhid] doğrularsa,
En kolay olanı Biz ona kolaylaştırırız.[1]

Bu âyet-i kerimeden bütün bu anlamları çıkaran bir insanın, sadece kolaylığa erişen değil, aynı zamanda, kolaylaştıran bir kul olarak, Rabbinin bu nimetine iki yönlü bir ayna olması gerekir. Zira, din ve dünyasında Rabbinin sayısız kolaylıklarına böylece muhatap olan insana, artık bütün bu kolaylıklardan sonra yaraşan bir tek şey vardır:

Kolaylaştırıcı olmak.

Eğer insan, bağışta bulunmak ve kötülükten sakınmak suretiyle kolaylığa hak kazanır ve ondan sonra da bu kolaylığın hakkını, başka kullarla olan ilişkilerinde, alışverişlerinde, muamelelerinde kolaylaştırıcı olmak suretiyle öderse, yaratılışın en önemli hikmetlerinden birini keşfetmiş ve hem Kur’ân’ın, hem de kâinat kitabının âyetlerine uygun bir hayatın anahtarını elde etmiş demektir.

[1] Leyl Sûresi, 92:5-7.

ÜMİT ŞİMŞEK

Bir insan = Bir kâinat

Yaprak üzerindeki bir çiy damlasına güneş vurduğu za­man, bütün özellikleriyle beraber vurur. O damla, artık gü­neşle baş başa bir sohbet içindedir. Yanındaki diğer damlala­rın, yeryüzündeki sayısız damlaların, hattâ koca okyanusla­rın güneşle doğrudan münasebeti, onun bu sıcak ve özel soh­betine engel olmaz ve değerinden hiçbir şey eksiltmez. Eğer güneş koca uzayda sadece o çiy damlasını aydınlatıp ısıtacak olsaydı, bunu yine aynı şekilde yapacaktı.

Âlemlerin Rabbi karşısında her bir varlığın her bir hali, gü­neş karşısında çiy damlasının durumu gibidir. O tek bir şeyi yaratıp yaşatırken, sanki bütün kâinatı bir yana bırakmış gibi onu yaratıp yaşatır. Bütün kâinatı da, sanki tek bir şeyi yara­tır gibi yaratır ve idare eder.

Onun sanatı bir kuşu rengârenk tüylerle süslerken, sanki kâinatı süslüyor gibidir. Yahut kâinat yok, sadece o kuş var­dır ortada. Öylesine önemle ona yönelir, duasını dinler, ihtiyacını görür ve üzerinde nakış nakış bir elbise dokur. Aynı anda yeryüzünün dört bir köşesinde milyarlarca kuşun giyiniyor olması, onun elbisesinde tek bir nakış nok­san bırakmaz.

Onun rahmeti bir yavrunun feryadını dinlerken, sanki kâinatı dinliyormuş gibidir. Yahut kâinat yok, sadece o yavru vardır ortada. Şekeri, tuzu, proteini, kaymağı sadece o yavru için özel şekilde terkip edilmiş bir sütü ana şefkatiyle sarıp sarmalar, tam ihtiyaç zamanında ve hiç umulmadık bir yer­den onun imdadına gönderir. Aynı anda yeryüzünün dört bir köşesinde milyarlarca yavrunun aynı özenle besleniyor olması, o yavruya gönderilen sütü bir dakika geciktirmez, kaymağından bir miligram noksan bırakmaz, onun mazhar olduğu şefkatten de hiçbir şeyi eksiltmez.

Her birimiz Onun ilminden, kudretinden ve rahmetinden nasiplenirken sanki bir kâinat oluruz. Kanımızın her bir dam­lası, bir kâinat yaratılıyormuşçasına Onun emriyle yaratılır ve damarlarımızda dolaşır. Ciğerlerimize girip çıkan her bir hava zerresi, sanki kâinatta başka bir zerre yokmuşçasına Onun gözetimi altında iş görür. Adım atarken, otururken ve yatarken her an vücudumuzun her parçasının durumunu beyne bildirmek için koşuşturup duran sodyum ve potas­yum iyonları da, bütün o bilgileri Allah’ın izniyle alıp değer­lendiren beynimiz de, her an, sanki Âlemlerin Rabbi sadece onunla meşgul oluyormuş gibi Ondan emir ve kuvvet alır.

Elimizi açtığımız zaman, adetâ bütün kâinatı bir yana bı­rakmış gibi bizi dinleyen öyle bir Zâtın rahmetine el açmışızdır. Artık isteyin isteyeceğinizi; çünkü duanız, kâinatın duası gibi dinlenecek ve cevap verilecektir.

Günde beş defa Onunla mazhar olduğumuz “bâkiyâne sohbet” de, Onun kudretinin ve rahmetinin nazarında mil­yonlarca kişinin namazından bir namaz değil, sanki kâinatta o anda kılınmakta olan yegâne namaz gibidir. Çünkü “gafle­tin hiçbir çeşidi hiçbir zaman Ona arız olamaz.” Onun huzurundayken bizim hayalimiz nerelerde dolaşırsa dolaşsın, O her an bizi görmekte ve dinlemektedir. Savuşturulacağım bile bile bir devlet büyüğünden randevu alıp birkaç dakika görüşebilmek için aylarca beklemeyi göze alan, üstelik bunu bazan bir ömür boyu anlatılacak bir hatıra haline getiren in­sanlar, Âlemlerin Rabbi huzuruna her gün beş defa çağrılma­nın ve hiçbir sınırlamaya tâbi tutulmadan her türlü dileğini dilediği gibi Ona arz edip doğrudan doğruya Ondan cevap almak için her gün defalarca önüne serilen imkânların kaç tane kâinat demek olduğunu da kolayca takdir edebilirler.

— Hayat Meydan Okuyor’dan

Ümit Şimşek