Etiket arşivi: ümit şimşek

Risale-i Nur cemaatleri FETÖ fitnesinin muhasebesini yapmak zorunda (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-17)

Bünyesinden FETÖ gibi bir tedhiş örgütünü çıkarmış olmak, hiç şüphesiz, bir cemaatin başına gelebilecek talihsizliklerin en kötüsüdür ve Risale-i Nur cemaatleri bu talihsizliği yaşamıştır.

Lâkin bu talihsizliği daha da kötüleştiren birşey var: Cemaatlerimiz başlarından geçen şeyin büyüklüğünü kavramış görünmüyorlar; çünkü bugüne kadar hiçbir Risale cemaatinde FETÖ tecrübesinin ciddî bir tahlile tabi tutulduğuna dair bir haber işitmedik. Bütün işittiğimiz, o da belli bir tarihten sonra olmak üzere, FETÖ’yü reddeden ifadelerden ibaret kalıyor. Fakat bu mikrop bünyeye nasıl girdi, nasıl yer edindi, nasıl gelişti? Hangi kapıları açık buldu da içeri girebildi? O gözlerinin önünde gelişip dururken Risale-i Nur talebeleri ne yaptılar? Kendi kucaklarında bir canavarın büyümekte olduğunu fark etmediler mi? Fark ettilerse neden sesleri çıkmadı? Fark etmedilerse nasıl bir gaflet onları böyle bir tehlike karşısında tedbir almaktan alıkoydu? Risale mahfillerinde böyle soruların sorulduğuna, sorulabildiğine, sorulmuş olsa bile cevap alınabildiğine kani değiliz. Tabii, bu durum bir başka vahîm soruyu daha gün yüzüne çıkarıyor:

Dün FETÖ’nün barınma imkânı bulup da rahatça geliştiği bir yerde yarın daha başka oluşumların yaşanmayacağını kim temin edebilir?

Bunu kimse temin edemeyeceği gibi, tam tersine, benzer olayların daha pek çok defalar yaşanabileceğine dair alâmetler fazlasıyla mevcuttur. Teröristbaşının Risale-i Nur cemaatleri içinde nasıl bir gelişme zemini bulduğunu hatırlayacak olursak, bu çizgiyi geleceğe uzatarak yeni parazitlerin beklentisine girmekte zorlanmayacağımızı da görmüş oluruz.

Bir defa Risale-i Nur gibi muhteşem bir eser, Bediüzzaman Said Nursî gibi karizmatik bir müellif ve bunlara bağlı olarak vücuda gelen ve toplumun bütün kesimlerinde kök salan muazzam bir cemaat her zaman için parazitlerin iştahını açan bir alan teşkil eder ve etmektedir. FETÖ ise Risale-i Nur’un nüfuzundan beslenen ilk ve tek oluşum değildir; ancak en meşhuru ve en etkilisi olmuştur. Bu itibarla, onun Risale-i Nur cemaatleri içinde başlayan ve sonra bütün ülkeyi ve neredeyse bütün ümmetin bünyesini saracak bir güce erişen gelişmesini dikkatli bir şekilde incelemek, bütün benzerlerini de kapsayan bazı tesbitleri yapmamıza imkân verecektir.

FETÖ elebaşısının Risale-i Nur cemaatleri içinde belirmesi ve adından söz edilmeye başlaması, onun bir Nur talebesi olarak Risale-i Nur dâvâsına yaptığı hizmetler vasıtasıyla değil; artistik vaazları, hep uçlarda seyreden ve insanları ağlatan iddia ve tasvirleri, ve en önemlisi, Hz. İsa olduğuna dair dillerde dolaşan ve hiçbir zaman reddedilmeyen iddialar vasıtasıyla gerçekleşti. Onun tarzı da, ona yakıştırılan roller de Risale-i Nur’un bünyesine yabancıydı; bu bakımdan cemaat onu benimsemekte önceleri bir hayli çekingen davrandı. Ama çok net bir tavırla onu reddederek bünye dışına da atmadı. O ise bildiği yolda devam ederek, hiçbir iyileşme belirtisi göstermeksizin, için için cemaatin bünyesinde gelişmeye devam etti. Zaman içinde hayranları çoğaldı; çoğalan hayranlar onu geniş maddî imkânlara kavuşturdu; daha sonra da profesyonelce gerçekleştirilen PR taktikleriyle FETÖ lideri ülkede gündemi belirleyecek bir güce erişti. Bir ara popülaritesi o derece artmıştı ki, Köprü trafiğinin yoğun saatlerinde yol açmaya çalışan trafik polisi uyarılarından sonuç alamayınca çareyi “Fethullah Hoca var” anonsunu yapmakta buluyor ve anonsu yapar yapmaz da sihirli bir el değmişçesine trafik açılıveriyordu!

Ne var ki, bu popülariteye erişmek için FETÖ liderinin kullandığı bütün malzeme Bediüzzaman Said Nursî’ye aitti. Öyle ki, örgüt gazetesinin okuyucuları, meselâ “Mevt idam değil, hiçlik değil, tebdil-i mekândır” vecizesini Bediüzzaman Said Nursî yerine Fethullah Gülen imzasıyla okuyordu. Risale-i Nur’u bilmeyenler bu sözleri ve Bediüzzaman’ın alâmet-i farikası haline gelmiş olan deyimleri Fethullah Gülen’e ait zannederek bu büyük mütefekkire (!) hayran kalıyor; Risale-i Nur’u bilenler ise “Olsun, Üstadın fikirleri yayılıyor ya” şeklindeki avuntularla vicdanlarını rahatlatıyorlardı.

Tabandaki çalışmaların ağırlıklı kısmı ise, anne-babaları hem çocuk yetiştirme, hem de paralarını nasıl harcayacaklarını düşünme zahmetinden kurtarma yönünde cereyan ediyordu. Böylelikle insanlar bir yandan bugünün tehlikeli ortamında çocuklarını güvenilir bir yere emanet etmiş olmanın huzurunu yaşarken, aynı zamanda bütün varlıklarını FETÖ’ye kaptırmak suretiyle daha nice gençlerin kurtuluşuna maddî yönden destek olarak âhiretlerini de kurtarmış oluyorlardı. Bu arada herhangi bir anne-babanın aklına bazı tereddütler düşecek olsa da, o günlerde öğrenci yurtlarından bazılarına Peygamberimizin uğradığına dair haberlerle bu tereddütler tamamen izale edilebiliyordu. Önceleri büyük şaşkınlıkla karşılanan bu rivayetler zamanla o kadar sıradan hal aldı ki, bazı yurtlar Resulullah için yatak ayırmaya başladılar. Bunu takiben yurtlarda ara sıra “Bu sabah yatağı sıcaktı” şeklindeki söylentilerin kulaktan kulağa yayıldığını eklemeye lüzum var mı?

FETÖ, tabandaki yerini sağlamlaştırdıkça gerçek yüzünü de göstermeye başladı. Ve sırtında yükseldiği Müslümanlara ilk büyük darbeyi başörtüsü üzerinden vurdu. İslâmın bir alâmet-i farikası olan ve ülkemizde Nene Hatun ile özdeşleşmiş bulunan başörtüsüne müstebit bir zihniyetin koyduğu yasağa karşı bütün bir millet yekvücut halde mücadele verirken, Teröristbaşı başörtüsünü “füruat” ilân ediverdi ve o andan sonra kamuoyunun başörtüsü ile ilgili duyarlılığı hiçbir zaman eski gücünü toplayamadı. Böylece FETÖ genelde Müslümanlara, özelde ise Nur talebelerine iki darbeyi birden indirmiş oldu. Çünkü başörtüsü İslâmın sembolü olarak Müslümanların nazarında dokunulmaz bir yere sahip olduğu gibi, aynı zamanda Bediüzzaman’ın da hayatındaki yegâne mahkûmiyetin sebebiydi. Ve Bediüzzaman, bu mahkûmiyetine rağmen eserini tekrar neşretmiş, üstelik bu defa kitabın başına mahkûmiyet kararını reddeden zehir zemberek bir de not ilâve etmişti.

Ama Bediüzzaman’ın yolundan gidenler, Bediüzzaman’ın sırtından yol alanın bu hıyanetini pek çabuk unuttular. Bunu unuttukları gibi, ondan sonra gelen darbeler karşısında da neredeyse oralı bile olmadılar. Nihayet bir gün Teröristbaşı İslâm topraklarındaki Yahudi işgalciyi “meşru otorite” ilân ederek vatan hainliğinden başka bir anlam taşımayan mandacılığını pervasızca ortaya koyduğunda, yirmi dört saat geçmeden basında onun hıyanetine gerekçeler üreten yazılar peş peşe belirmeye başladı. Risale-i Nur camiasından çıkan tek tük itiraz seslerini ise kimsenin duyacak hali yoktu; dalkavuk şamataları bu sesleri pek çabuk bastırıveriyordu.

Nihayet gün geldi, örgüt Resulullahı dahi aşacak bir konuma ulaştı. Hızır aleyhisselâmın kıssası üzerinden, “Peygamberde olmayan ilim başkalarında olabilir” düşüncesi açıkça dile getirilmeye başladı. Önce tarikat olarak ortaya çıkıp sonra mezhebe dönüşen, sonra da kendisini yeni bir din olarak ilân eden ve cihadı kaldırıp bütün dinleri birleştirme iddiasında olan Bahâîlik gibi, FETÖ de aynı gayelere müteveccihen bir metamorfoz geçiriyordu. Ama asıl hayret verici olan şey şuradaydı:

Kamuoyu bir yana dursun, Risale-i Nur cemaatleri bile artık bütün bunları kabul edecek, kabulün de ötesinde çeşitli tevillerle hoş görecek ve hattâ yer yer müdafaa edecek duruma gelmişti. Eğer Fethullah Gülen bu cemaatin içine yuvalanırken en başta bu kimliğini ortaya koysaydı, hiç şüphe yok ki, sadece Nur cemaatleri değil, bütün ehl-i iman tarafından tard edilecekti. Fakat insanlar o gün tereddütsüzce karşı çıkacakları kesin olan şeyi yıllar sonra hoş görecek, hattâ benimseyecek hale gelmişlerdi. Nasıl oldu bu iş?

Toxoplasma gondii adı verilen bir parazit, farelerin vücuduna yerleştiği zaman, onları kedilerden korkmaz hale getiriyor; tehlikeyi umursamayan fareler de kolayca kedilere yem oluyor. Bir başka parazit de hezen arılarına musallat olduğunda onları su birikintilerine dalış yaparak boğulmaya sevk ediyor. Özetle: FETÖ de bizim cemaatlerimizin içinde yuvalanan bir parazitti; onları nifak tehlikesini umursamaz hale getirdi ve intiharın eşiğine kadar sürükledi. Tabii ki asıl çözmemiz gereken problem bir vaiz ile etrafında kümelenen bir örgütün Risale-i Nur cemaatlerine böyle bir tuzağı niçin ve nasıl hazırladıklarından ziyade, kendilerini “ehl-i tahkik” olarak niteleyen Risale-i Nur talebelerinin böyle bir tuzağa cemaat halinde nasıl düşebildikleri sorusu olmalıdır.

Aslında bu sorunun cevabını veya cevaplarını bulmak o kadar zor değildir; zor olan bunu itiraf etmektir. Fakat bu zorluğu göze alarak alenî bir nefis (veya nüfus) muhasebesi yapıp da durumumuzu düzeltmediğimiz takdirde, bundan daha zor günlerin bizi beklediğinden de şüphe etmemeliyiz.

***

Bu yazı serisinin başından beri üzerinde durduğumuz hususlar, özellikle Kur’ân ve Sünnetin öncelenmesi ile ilgili olarak yazdıklarımız, böyle bir muhasebenin iskeletini teşkil edecek mahiyettedir. Bu iskeleti Kur’ân ve Sünnetin irşadları ile Risale-i Nur hizmetinin özellik ve kuralları ışığında kurmaya çalıştığımız zaman şöyle bir tablo ile karşılaşabiliyoruz:

Üstadın şikâyetine konu olan sair kütüb-ü İslâmiye gibi Risale-i Nur da Kur’ân’ı gösteren şeffaf bir eser olarak kalması gerekirken zamanla mukallitlerin hatâsı yüzünden Kur’ân’a perde haline getirilmeseydi ve Risale-i Nur cemaatleri bu eserden aldıkları yöntemlerle doğrudan doğruya Kur’ân’a yönelerek onunla haşir neşir olsalardı; iman hizmetinin uçma-kaçma ile hiçbir ilgisi bulunmayan, hayatın kanunlarına tam bir itaatle beraber sürekli gayret isteyen, bunun karşılığında da neticeyi kulun sorumluluğuna bırakmayıp bütünüyle Allah’ı takdirine tahsis eden, Allah’a kullukta ve Onun kanunlarına itaatte peygamberler de dahil olmak üzere herkesi eşitleyen bir hizmet olduğunu görecek ve bu hakikati ruhlarına sindirecekler, hayatın dalgalanmaları arasında zaman zaman bocalar gibi olsalar bile yine Kur’ân’a döndüklerinde sorumluluklarıyla karşı karşıya geleceklerdi.

Fakat FETÖ bu hedefin tamamen zıt istikametinde gelişti; insanların telâkkileri de onunla beraber değişti. İslâma hizmet gibi bir gaye ile dahi olsa gözünü dünya hedeflerine dikerek yoksul ve garip insanları ihmal etmeyi Kur’ân “dünyanın gösterişine göz dikmek” olarak niteler ve şiddetle bundan sakındırırken,[1] FETÖ’nün elde ettiği geniş dünyevî imkânlar, onların bütün yanlışlarını örten bir fazilet olarak değerlendirildi. Çok geçmeden de bu telâkki bir temel değer halini aldı; herşey şöhretle, servetle, ihtişamla, alkışla, gösterişli müesseselerle, medyatik itibarla ölçülür, her hatâ bunlarla örtülür hale geldi. Başörtüsünü feda etmek, İsrail’i İslâm toprakları üzerinde meşru otorite ilân etmek, diyalog adı altında dinleri birleştirmek gibi mahiyeti ve hedefi apaçık ortada olan en cür’etkâr teşebbüsler hep aynı örtü altına süpürülerek unutulmaya terk edildi.

Bu arada, Kur’ân’ın Müslümanlar için en büyük bir tehlike olarak gösterdiği ve Medenî sûrelerin yarısından fazlasında ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğu nifak tehlikesi karşısında da Risale-i Nur cemaatlerinin ciddî bir duyarlılık sergilediğini söylemek mümkün değildir. Oysa FETÖ’cülerin davranışlarında âyet ve hadislerin nifak alâmeti olarak saydığı özellikler açıkça ve sürekli şekilde görülüyordu. Öyle ki, sadece örgütün kimlerle dostluk kurduğuna ve kimlerin dostluğundan kaçındığına bakarak dahi bu konuda sağlıklı bir teşhis koymak pek kolaydı. Onlar hiçbir zaman samimi Müslümanlarla, dindarların öncülüğündeki oluşumlarda yer almamaya itina gösterdiler; hattâ dindarlar tarafından eleştirildikleri zaman bu eleştirileri ecnebîlerin nezdinde bir itibar vesilesi olarak kullanmaktan dahi geri kalmadılar. Kur’ân ile hemhal olan bir topluluğun yıllar boyunca aynı istikamette seyreden böyle bir çizgiyi fark etmemiş olması, fark ettiği halde tedbirli davranmaktan geri kalması olacak iş değildi; lâkin Risale-i Nur cemaatleri ne yazık ki kendilerinden beklenen duyarlı davranışı gösteremediler.

Ama bıçağın kemiğe, tehlikenin kapıya dayandığı gün de geldi. FETÖ, kendisini gücünün zirvesinde gördüğü bir zamanda, Risale-i Nur Külliyatını sadeleştirme teşebbüsüne geçti. Ve o zaman Risale-i Nur cemaatlerinde FETÖ’ye karşı ciddî sayılabilecek seviyede tepkiler ortaya çıkmaya başladı.

Fakat herşeye rağmen FETÖ’ye hüsnüzan beslemekte devam edenler yine Risale-i Nur cemaatleri içinde eksik değildi. Onları da bir beddua seansı uykularından kaldırdı.

Şimdi bu durumda bir tuhaflık yok mu: Başörtüsü feda edildiğinde, İslâmın şeâirine dokunulduğunda, İslâm toprakları işgalci kâfire peşkeş çekildiğinde ciddî bir tepki vermeyen vicdanlar, ancak Risale-i Nur’a dokunulduğu zaman harekete geçebiliyor! Hattâ bazıları bu kadarını da yeterli bulmuyor, uyanmak için, taraftar olduğu siyasî kadrolara saldırılmasını bekliyor!

***

FETÖ tecrübesi pahalı bir maceraydı, yaşandı ve bitti. Fakat cemaatlerimizin kapıları yeni maceralar için ardına kadar açık bulunuyor. Çünkü bu maceranın muhasebesi yapılmadı. Suçu bütünüyle FETÖ’nün üzerine yükleyip arkasından da biraz sövüp sayarak işin içinden sıyrılmak şu an için rahatlatıcı olsa da asıl problem bütün azametiyle karşımızda duruyor. Zira FETÖ’nün Risale-i Nur cemaatleri içinde yuvalanıp gelişmesine yol açan anlayışlarda ciddî bir değişim emaresi görülmüyor. Genç nesiller inkâr fırtınaları arasında bocalayıp dururken birbirlerine kitap okuyarak iman hizmeti yaptığını düşünen cemaatlerimiz hayatın gerçekleriyle yüzleşip de çözüm üretmek yerine lügate bakmanın ve derste açıklama yapmanın caiz olup olmayışını dert ediniyor. Kendi gayretleriyle yaşıtlarına hizmet sunmaya çabalayan ve bu yönde kayda değer başarılar da kaydeden genç kadrolar ise FETÖ’cülere has taktik ve ithamlarla sindirilmek isteniyor. Hayalî düşmanlar gerçek tehlike ile yüzleşmeye fırsat vermiyor. Ve bu istikamette atılan her adım Risale-i Nur cemaatlerini asıl hedefinden ve Kur’ân’ın çizgisinden biraz daha uzaklaştırıyor.

Oysa problemin tek ve net bir çözümü var:

FETÖ bu bünyeye hangi kapılardan girdiyse o kapıların tamamını sıkıca kapatmak.

Ama o kapıların hepsi hâlâ ardına kadar açık.

Bir tek Kur’ân’a giden kapı kapalı; onun da üzerinde kalın harflerle yazılmış ürkütücü bir yazı var:

“Okuma, anlamazsın!”

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] Bkz. En’âm sûresi, 6:52-53; Kehf sûresi, 18:28; Abese sûresi, 80:1-10.

Bugün neler olacak?

Her yeni gün, Yer ve Gökler Rabbinin bize bir armağanıdır.

İnanan insan, onu merakla bekler,

bir sürpriz paketini açar gibi merakla açar, merakla yaşar.

Bugün nasıl bir gün olacak?

Yaygın anlayış, bu sorunun cevabını meteoroloji uzmanından bekler. Fakat bu, bir hava raporundan daha fazlasını isteyen ve meteoroloji bültenlerinden daha fazla ratingi hak eden bir sorudur ve herkes için her gün ayrı bir cevabı vardır.

Bu soruya hayatın en önemli sorusu da diyebiliriz. Ömürler günlerden yapıldığına göre, günlerimizin içeriği, ömrümüzün içeriği demektir. Şöyle de sorulabilir:

Dünkü günümüz nasıl geçti?

Bu soruya vereceğimiz cevap, bütün bir hayatın eğilimini yansıtacak ve ciddî bir değişim olmadığı takdirde ömrümüzün nasıl geçeceğine dair genel bir çizgi ortaya çıkaracaktır. Bu yüzden, pek çoğumuz hakkında “Bugün nasıl bir gün olacak?” sorusunun cevabı “Dünkü gibi” olur ve çok fazla meraka değer bulunmaz.

Fakat dün, bizim için bilinen ve artık değiştirilmesi mümkün olmayan bir zaman dilimidir. Bugün ise henüz bilinmeyen bir gelecektir ve bize çok önemli fırsatlar sunabilir. Onun için, bugünümüzün, bütün bir ömür için harcanacak meraka değer bir potansiyeli vardır.

Bugünün değerini kavrayabilmek için, onun hakkında bilmediklerimize geçmeden önce, bildiklerimizi sıralayalım:

Birincisi: Bugün ne olacaksa Allah’ın ilim ve iradesiyle olacak, Onun kudretiyle vücuda gelecektir.

İkincisi: Olmuş ve olacak her şey gibi, bugünün hadiseleri de ardında Onun sonsuz hikmetini saklar.

Üçüncüsü: Ondan gelen her şey hikmetli olduğu kadar güzeldir de: ya bizzat, yahut sonucu itibarıyla.

Bu üç noktayı yaşanan bir iman olarak benliğine sindirmiş olan bir insan için, yeni bir gün, açılmaya hazır, sürpriz dolu bir armağan paketi demektir. İnanan adam bilir ki, o paket doğrudan doğruya Yer ve Gökler Rabbinden bizzat kendisine gönderilmiştir (birinci madde). Ve bu paketin içine tesadüfen karışmış hiçbir şey yoktur. Yeni günün 86400 saniyesi, bütün sürprizleriyle birlikte, o armağan paketinin içine bir maksatla, bir hikmetle konmuştur (ikinci madde). Üstelik bu, bir isminin bir parıltısıyla koca bir âlemi baştan başa güzelliklerle donatan Esmâ-i Hüsnâ sahibinden gelen bir armağan paketidir; onda güzellikten başka bir şey bulunmaz (üçüncü madde). Bu bilgilerle ve bu imanla donanmış bir insan için, başka hangi şey yeni bir günü karşılamaktan daha çok meraka değer?

Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, bu armağan paketi bilinçli bir şekilde açılmadığı takdirde, getirdiği hiçbir şey ele geçmez. Zira sonuç itibarıyla onun hikmetini de, güzelliğini de ortaya koyacak olan, insanın imanlı bakışı ve iradeli davranışıdır.

– Eğer Rabbinin ona gönderdiği armağan paketindeki güneş bütün gün bir şeyler anlattığı halde o bir kez olsun dönüp de buna bakmamışsa;

– Eğer Rabbinin ona gönderdiği gün içinde kuşlar cıvıldaşıp çiçekler gülümserken o bunların farkına bile varmamışsa;

– Eğer Rabbinin eserleriyle baş başa kalacak ve onların tesbihatını doya doya dinleyecek fırsatlar da bu armağan paketi içinde ayağına kadar geldiği halde o bunlardan yüz çevirmişse;

– Eğer bu armağan paketinden çıkan sürprizler arasında bir şükür, bir fikir, bir sabır, bir zikir, bir güler yüz, bir bağış, bir affediş, bir yardım gibi nice rıza vesilesi fırsatlar insanın önünden gelip geçtiği halde o bunlardan birini olsun avlayamamışsa, bunda armağan paketini açmasını bilmeyenden başka kimin kusuru vardır?

Her yeni gün, Yer ve Gökler Rabbinin bize bir armağanıdır. İnanan insan, onu merakla bekler, bir sürpriz paketini açar gibi merakla açar, merakla yaşar. Bu merak, onun ömür dakikalarını doyumsuz hazlara dönüştürür. Zira hayatın en güzel tarafı, onun bilinmezliğindedir. Her şeyi bilenin bilgisi içinde olduğumuzu bilmek, bize bilgi olarak yetmez mi?

Geri kalan, armağanları birbiri ardınca toplamak ve iman hakikatlerinden alınan dersi her nefeste soluyabilmekten ibarettir.

Ümit Şimşek – zaferdergisi.com

Hadisler Bize Kadar Nasıl Ulaştı?

Peygamberimiz zamanında hadisler yazıldı mı, yazılmadı mı?

Hadis-i şerifler bize ulaşıncaya kadar hangi merhalelerden geçti, sahih olan olmayandan nasıl ayrıldı?

Hadisler bize kadar nasıl ulaştı?

“Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok anan kimseler için, Allah’ın Elçisinde size güzel bir örnek vardır.”

Ahzâb Sûresi, 33:21

Hz. Muhammed (sav.) en son peygamber olduğuna göre, onun irşadı, kendisinden sonraki bütün çağlara sağlam bir şekilde ulaşacak demektir. Madem ki insanlar Âhirzaman Peygamberine inanmak ve itaat etmekle yükümlü tutulmuştur; o halde, Peygamberden kendilerine intikal eden şeyin ne olduğunu açık bir şekilde bilmeleri gerekir. Yoksa, kimsenin, kendisine açık bir şekilde bildirilmemiş olan şeye uymakla yükümlü tutulmayacağı aşikârdır.

Peygamberden bize intikal eden iki ana kaynak vardır. Bunlardan birincisi olan Kur’ân, hiçbir tahrife uğramadan, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir sağlamlıkla bugün herkesin elinde ve dilindedir. Dinin ikinci ana kaynağı olan Hadis de bize güvenilir bir kaynak olarak ulaşmış bulunuyor. Ancak onun muhafaza edilme ve bize ulaşma yöntemlerinde farklılıklar vardır.

Hadis dendiğinde, bundan, (1) Peygamberimizin sözlerini, (2) onun davranışlarını, (3) başkasına ait olup da onun tasdikine mazhar olmuş davranışları anlıyoruz. Bunların her üçü de, Peygamberimizin bütün hayatı boyunca, onun Sahâbîleri tarafından son derece dikkatli bir şekilde takip edilmiş ve kaydedilmiştir.

Hadisler nasıl kaydedildi?

Bu takip ve kayıt işlemi, önceleri, büyük ölçüde ezberlemek yoluyla gerçekleşiyordu. Zaten İlâhî kader, Peygamberi göndermeden önce o günkü Arap  toplumunu böyle bir görev için hazırlamış, onları son derece güçlü hafızalarla seçkin kılmıştı. Öyle ki, uzun çöl yolculuklarında, onlar, deve üzerinde iken hafızalarından satranç oynayabilecek bir hale gelmişlerdi. Peygamberimiz ise, konuştuğu zaman, değil öyle güçlü hafıza sahiplerinin, en zayıf hafızalı insanların bile rahatlıkla belleyebileceği şekilde tane tane konuşurdu. Hz. Aişe, bu durumu, “İsteyen, onun harflerini bile sayabilirdi” sözüyle tasvir eder.1

Dinleyenin hafıza gücü ile konuşanın bu özelliğine, bir de, Peygamberin her sözünü ve her hareketini iyice belleyip insanlara aktarmak yönündeki Sahâbe duyarlılığı eklenince, onun ağzından çıkan her sözün ve attığı her adımın zihinlerde, gönüllerde, dillerde ve hayatlarda sapasağlam bir şekilde yerleşmesi için gerekli olan bütün şartlar tamamlanmış oluyordu. Üstelik bunu, bizzat Peygamberimiz, bir görev olarak Sahâbîlerine yüklemiş, “Benden bir şey işitip ezberleyen ve onu başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Bakarsınız, kendisine bilgi ulaştırılan kişi, onu işitenden daha iyi anlar”2 buyurmuştur.

Hadisleri yazanlar da vardı

Ayrıca, daha Peygamberimiz hayatta iken onun sözlerini yazan Sahâbîler de olmuştur ki, bunların başlıcası, Hadis ilminin en önemli isimlerinden Abdullah ibni Amr’dır. O, Peygamberimizden ne işitirse yazardı. Bazıları ona “Resulullah sakin halde iken de konuşur, öfkeli iken de. Sen ondan duyduğun her şeyi yazma” deyince o da yazmayı bıraktı. Fakat bu durumu Peygamberimize anlatınca, o, dilini işaret ederek, “Yaz,” buyurdu, “Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, buradan, haktan başka bir şey çıkmaz.” Bunun üzerine Abdullah eskisi gibi hadisleri yazmaya devam etti.

Sahâbenin bir diğer özelliği de, doğrulukları idi. Resulullah’ın terbiyesi onları öyle bir kıvama getirmişti ki, yalanın her türlüsünden tabiatları itibarıyla nefret ederler ve en küçük bir yalanı akıllarından dahi geçirmezlerdi. Fakat Peygamberimizden sonraki dönemlerde, çok çeşitli kültürlerden insanların İslâm’a girmesi, arkadan da malûm fitne hareketlerinin vuku bulması ve çeşitli sapık mezheplerin ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısım insanlar Peygamber adına yalan söylemekten çekinmez hale gelince, Sahâbe de hadis rivayeti işini sıkı tutmaya başladı. Artık “Resulullahtan işittim ki” diyen herkesin sözüne itibar edilmiyor, ondan şahit veya yemin isteniyor, yahut daha başka yöntemlerle sözlerinin doğruluğu kontrol ediliyordu.

Sahih hadisler nasıl belirlendi?

Takip eden yüzyıllarda ise, Peygamberden rivayet edilen hadislerin derlenip toplanması, daha sonra da tasnif edilmesi çalışmaları başladı. Bu arada, “Hadis” şemsiyesi altında bir ilimler topluluğu vücuda geldi ve bu ilimlere has ilkeler ve yöntemler geliştirildi. Meselâ bunlardan cerh ve ta’dil ilmi, hadis rivayet eden kişilerin hayatını, davranışlarını, zayıf ve kuvvetli taraflarını bir istihbarat örgütünden aşağı kalmayacak bir profesyonellikle inceliyor ve bu konudaki güvenilirlik nisbetini belirli ölçütler içinde derecelendiriyordu. Üstelik, böyle bir tahkikattan bir kere geçer not almak da ömür boyu garanti teşkil etmiyordu…

İnsanlık tarihinin en seçkin eserleri

Böylesine duyarlılıklar içinde ve binlerce ilim ehlinin yüzyıllarca süren gayretlerinin sonucunda, Peygamberimizden bize intikal eden hadisler toplandı, tasnif edildi, sıhhat açısından derecelendirildi ve ortaya, birbirinden değerli yüzlerce eser çıktı. Bunlardan her biri ayrı bir yönüyle diğerinden ayrılıyor, meselâ kimi fıkıh, kimi ahlâk, kimi ibadet konularına ağırlık veriyor, kimi hadisleri konularına göre, kimi de râvilerine göre sınıflandırıyordu.

Bu eserler arasında, başta Buharî ve Müslim’in Sahih’leri olmak üzere, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce’nin Sünen’leri, “Kütüb-i Sitte” ünvanıyla, en önde gelen altı hadis külliyatı olarak genel bir kabul gördü. Bu, elbette ki, bütün sahih hadislerin sadece bu kitaplarda bulunduğu anlamına gelmiyordu; ancak hem sıhhat itibarıyla hadislerin son derece sıkı bir incelemeden geçirilerek tasnif edilmiş olması, hem de hadis külliyatlarındaki belli başlı özelliklerin bu altı kitapta bir araya toplanmış olması sebebiyle, Kütüb-ü Sitte, İslâm ümmetinin ortak güvenini kazanan eserler olarak, ilim dünyasında en seçkin bir yere kavuşmuş oldu.

Her mesele uzmanından sorulmalı

Bugün gelinen noktada, bize hadis olarak ulaşan haberlerin sıhhat derecesini ölçme imkânı en geniş anlamda mevcuttur. Ancak bunun bir uzmanlık işi olduğu unutulmamalıdır. Bütün bilimlerde olduğu gibi, din ilimleri de kendi içinde ayrı ayrı disiplinlere ayrılır ve bu disiplinlerden her biri ayrı bir uzmanlık ister. Hadis hakkında son sözü söylemek de, hiç şüphesiz, Hadis ilimlerinde uzmanlaşmış otoritelere düşen bir iştir. Bir tarafta her işittiğini gelişigüzel bir şekilde hadis diye nakletmek, diğer tarafta da Kur’ân’ı öne çıkarma görüntüsü altında Hadis’e olan güveni sarsmak gibi aşırılıklar arasında doğru yolu bulabilmek için, insanın her işi ehline sormak gibi bir sorumluluk karşısında bulunduğunu hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamak gerekir. Çünkü bu işin bir tarafında Peygamber adına yalan söylemek, diğer tarafında da Peygamberin sözünü inkâr etmek gibi ciddî bir tehlike vardır:

“Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.”3

“Bilmediğin şeyin peşine takılma. Çünkü kulak olsun, göz olsun, kalp olsun, hepsi bundan sorumlu tutulmuştur.”4

ÜMİT ŞİMŞEK – zaferdergisi.com

Kaynaklar:

1. Buharî, Menâkıb: 23; Müslim, Zühd: 71, Fedâilü’s-Sahâbe: 160; Ebû Dâvud, İlim: 7; Tirmizî, Menâkıb: 9.

2. Ebû Dâvud, İlim: 10; Tirmizî, İlim: 7.

3. Nahl Sûresi, 16:43; Enbiyâ Sûresi, 21:7.

4. İsrâ Sûresi, 17:36.

Fırıncı Ağabeyin Büyük ve Küçük İşleri

Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir.
Yahya Kemal

Bediüzzaman’ın eserlerinden bir muhteşem eserdi Fırıncı Ağabey. Uzun ve bereketli ömrünün en verimli çağında Risale-i Nur ile tanıştı ve ondan sonra da son nefesine kadar Risale-i Nur’dan ibaret bir hayat yaşadı. Risale-i Nur’u tanımasıyla birlikte değişen sadece kendisi olmadı. Giderken, arkasında bizzat vesile olduğu güzelliklerle süslenmiş bir dünya bıraktı.

Onu Fırıncı Ağabey yapan macera, merhum Enver Ceylân Hocanın engin ferasetiyle yaptığı bir yönlendirme sonucunda başlamıştı. O zamanlar genç bir fırıncı olan İnegöllü Mehmet Nuri Güleç’in zihnini kurcalayan sorular vardı. Allah bir anda her şeyi nasıl görüyor, nasıl biliyor, nasıl yaratıyor, nasıl yönetiyor; bunların cevabını arıyordu.

Enver Hoca onu üniversite öğrencisi Nur talebelerine yönlendirdi. Verilen adresteki küçük apartman dairesinde, en gösterişli mobilya olarak bir portakal sandığı ile sıcak bir alâka ve aradığı soruların cevabını buldu genç fırıncı. O sadelik ve sıcaklık mı genç fırıncının ruhuna aksederek onu kitlelerin Fırıncı Ağabeyi yaptı, yoksa iki sadelik ve iki sıcaklık mı orada buluşup kaynaştı? Bunu kesin olarak bilemesek de, bildiğimiz birşey var: O buluşma, İnegöllü genç fırıncıyı bütün bir milletin Fırıncı Ağabeyi yapan bir sürecin başlangıcı olarak ezelde takdir edilmişti.

Fırıncı Ağabey, Risale-i Nur’u tanıdıktan bir müddet sonra bu harikulâde eserlerin Müellifiyle de tanışma ve onun hizmetine girme şerefine erişti. Bu arada, onun mütevazi fırıncılık mesleği iyice bereketlenmiş ve muhtemelen kendisini büyük servetlere ulaştıracak bir tırmanışa geçmişti. Ama o bunu iman hizmetinden kendisini uzaklaştıracak bir tehlike olarak gördü ve fırıncılığı terk ederek kendisini tamamen Risale-i Nur’un hizmetine verdi.

Fırıncı Ağabey sadece kendi işini yapmakla yetinen bir insan değildi; o, planlar kuran, hedefler belirleyen, insanların içindeki kabiliyetlerin kokusunu alarak onlara yol açan, organizasyonlar yapan ve bu plan ve organizasyonlar için sürekli faaliyet halinde bulunan bir insandı. Kendisinin iki günü değil, iki saati bile birbirine eşit geçmediği gibi, etrafındakileri de harekete geçirmesiyle tanınmıştı. Bu özelliği sebebiyle Üstad ona “zemberek” ve “İstanbul’un Hüsrev’i” adlarını takmıştı. Yine Üstadın ona verdiği bir üçüncü isminin daha olduğunu söylemişti, ama bunu öğrenmek nasip olmadı.

İnsanları harekete geçiren bir özelliği vardı Fırıncı Ağabeyin, ama oturduğu yerden değil! O her zaman her türlü hizmetin bizzat içinde, ortasında, başında, sonunda, her tarafında idi. Onu bazan en yüksek seviyedeki ilim ve sanat erbabı ile sohbet halinde görürdünüz, bazan da Fatih’in sokaklarında medresenin inşaatına sırtında helâ taşını taşırken. Bir taraftan imkânların en ziyade kısıtlı olduğu zamanlarda Amerika Birleşik Devletlerinde Risale-i Nur hizmetini başlatmak için organizasyonlar yapar, imkânları ve insanları bulup buluşturur, sonra San Francisco yakınlarındaki El Cerrito’da faaliyete geçirdiği medrese ve yayınevinin mutfağında bulaşık yıkar, onu bitirince de oturup kitap ve dergi formalarını katlardı. Bugün dünyanın neresinde bir Risale-i Nur faaliyeti görecek olsanız, bilin ki o faaliyeti vücuda getiren halkaların bir yerlerinde mutlaka Fırıncı Ağabeyin himmeti vardır.

***

Fırıncı Ağabeyin bir özelliği dünyanın dört bir tarafına uzanan büyük hizmetleri ve – Üstadın tabiriyle – zemberekliği ise, en az onun kadar önemli diğer bir özelliği de “küçük işleri” idi. Hattâ onu herkesin Fırıncı Ağabeyi yapan asıl özelliği buydu. Tanıdık tanımadık kimin hangi işi düştüyse onunla kendisinin en önemli bir işi gibi meşgul olur ve sonuç alıncaya kadar o iş onun gözünde dünyanın en önemli işi olurdu. Bu yönüyle Fırıncı Ağabey, Peygamber ahlâkının günümüzde pek az bulunan temsilcilerinden biriydi denebilir. Resulullahı anlatan Sahabîleri “O yoksullarla ve dul kadınlarla beraber yürüyüp onların işlerini halletmekten asla yüksünmezdi”[1] diyorlar. Mazlumların avukatı merhum Bekir Berk, ona bu özelliği sebebiyle “Somuncu Baba” adını takmıştı. Fırıncı Ağabeyin yanından geçip de ondan bir iyilik görmemiş kimse görülmemiştir desek, herhalde mübalâğa etmiş olmayız.

Gelin görün ki, büyük işlerle meşgul olanlar, Fırıncı Ağabey gibi yurdun ve dünyanın dört bir yanındaki mühim hizmetlere imzasını atmış bir kimsenin böyle ufak tefek işlerle zamanını harcamasına mânâ veremeyip bu yönünü hep küçümsediler. Kendi dünyalarının küçük işlerinde boğulmuş olanlar da onun büyük hedeflerini ve büyük başarılarını ya anlayamıyor, ya da anlamak istemiyordu.

***

Dünyamız bu sabah daha yoksul bir dünya olarak güne başladı. Dünkü dünyamız, içinde Fırıncı Ağabeyi barındıran bir dünya idi; bugünkü dünyamızda artık Fırıncı Ağabey yok. Ve bu, hepimizi çok yakından ilgilendiren bir yoksullaşma. Ne yazık ki, böyle büyük şahsiyetlerin müddet-i hayatlarında insanlar onların yokluğunu tasavvur edemiyor. Bu yüzden, onlar gibi olmak ve onlara benzer insanlar yetiştirmek ihtiyacı çok fazla hissedilmiyor. Ama hayatın en büyük gerçeği bir gün o büyük insanları aramızdan alıp götürdüğünde, bir başka büyük gerçeğin ister istemez farkına varıveriyoruz:

Büyük ve küçük âlemlerin her ikisinde birden böyle hedeflerin peşinde koşacak ideal sahiplerine meğer pek çok ihtiyacımız varmış!

[1] Nesâî, Cum’a: 31; Dârimî, Mukaddime: 13.

ÜMİT ŞİMŞEK

Müslümanın Yürüyüşü

Rahmân’ın kulları yeryüzünde alçakgönüllülükle yürürler.
Furkan Sûresi, 25:63

Kur’ân’da “Rahmân’ın kulları” olarak anılan seçkin kulların bazı önemli özellikleri, bu âyet ile onu izleyen âyetlerde sayılmış ve bize örnek olarak gösterilmiştir. Bu özelliklerden birine daha önce 84. bölümde temas etmiştik. Bu âyet ise, o seçkin kulların hem alçakgönüllülüklerine, hem de ağırbaşlılıklarına işaret eden iki özellik sıralıyor.

Bu özelliklerden birincisi, yeryüzünde alçakgönüllülükle yürümektir ki, bu, kasılıp böbürlenmemeyi, insanlar üzerinde üstünlük taslamamayı ifade etmektedir. Nitekim İsrâ Sûresinde, “Rabbinin katında hoş karşılanmayan kötülükler” arasında, “kasılarak yürümek” de özellikle sayılmıştır:

Yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.[1]

Hz. Lokman’ın oğluna öğütlerini anlatan âyetin dersi de aynı yöndedir:

Kibirlenip de insanlardan yüzünü çevirme; yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve böbürlenenlerin hiçbirini sevmez.[2]

Bir hadis-i şerifte ise, geçmiş ümmetlerden birisinde, giyinip kuşandıktan ve tarandıktan sonra kasıla kasıla yürüyerek halka çalım satmaya kalkan kendini beğenmiş bir adamın âkıbeti haber verilir:

Allah onu yerin dibine geçiriverdi. Hâlâ da o adam toprağın altında kıyamete kadar debelenerek yerin dibine geçmeye devam eder.[3]

Kasılarak yürümek bir aşırılık ise, bunun tam karşısında da süklüm püklüm dolaşmak gibi bir başka aşırılık vardır ki, bunun, âyette geçen “alçakgönüllülük” ile hiçbir ilgisi yoktur. Sahâbîler, Allah Resulünün canlı ve seri adımlarla yürüdüğünü anlatırlar. Her haliyle bize örnek olarak gönderilen ve bütün davranışlarında ahlâkın en üstününü sergileyen Peygamber Efendimizin yürüyüşünde insanlara karşı bir üstünlük havası sezilmediği gibi, tükenmişlik, bitkinlik, yorgunluk gibi bir manzara da görülmezdi. O daima canlı, atak, enerjik, dostlarına şevk aşılayan, düşmanlarından her zaman bir adım önde olan, ama bunu da asla alçakgönüllülüğünü elden bırakmadan yapan bir güzel ahlâk abidesiydi.

Onun Sahâbîlerinin de, her konuda olduğu gibi, bu konuda da referanslarını ondan aldıkları bilinmektedir. Hz. Ömer’in, hasta olmadığı halde bitkin ve bezgin bir şekilde yürüyen bir delikanlıyı uyardığı anlatılır. Muhtemelen o genç Kur’ân’ın “alçakgönüllü yürüme” buyruğundan böyle bir anlam çıkarmıştı. Ancak bu yorum Allah Resulü ile Sahâbîlerinin yorum ve yaşayışına uyan bir yorum değildi.

İşte, Kur’ân, ideal mü’mini, birçok âyette olduğu gibi, burada da bir denge halinde gösteriyor:

Ne kasılıp böbürlenmek, ne de içi geçmiş bir halde süklüm püklüm dolaşmak…

Her iki aşırılıktan da uzak şekilde, bir ağırbaşlılık ve alçakgönüllülük içinde, Allah’ın aziz bir kuluna yaraşır şekilde yürümek…

Bu dengeyi yakalamak ve korumak her zaman pek kolay olmayabilir. Çünkü her iki yönde de insanı aşırılıklara çağıran pek çok unsur vardır.

Özellikle zamanımızın telkinleri, insanları, benlik şişiren şeylere çağırıyor. Farklı olmak, ayırt edilmek, herkesin hayran bakışlarını üzerinde toplamak, hava atmak, tepeden bakmak gibi davranışlar, kınanmak bir yana dursun, rağbet gören ve insanların iştahını kabartan birer davranış modeli haline gelmiş bulunuyor. Zihinler boşalıp ruhlar çoraklaştıkça, bu boşluk, cilâlanmış görüntülerle, debdebe ve gürültülerle kapatılmaya çalışılıyor. Artık yürürken kasılmak da yetmiyor; böbürlenmek için, üzerine binilecek gösterişli ve gürültülü araba, motosiklet gibi “kasılma araçlarına” da ihtiyaç duyuluyor. Eski zamanların sadece yürürken çalım satan insanları, zamanımızın direksiyon arkasından etrafa terör saçan, yedi mahalleyi gürültüye ve dehşete boğan motorize canavarları yanında pek mâsum kalmıyor mu?

Buna karşılık, dindar insan deyince pek çok zihinde canlanan, ununu eleyip eleğini asmış, içi geçmiş, eline vurup lokması alınacak bir biçarenin yürüyüşü de, âyetin tanımına uygun düşen bir davranış değildir. Kur’ân, her konuda olduğu gibi, bu konuda da bir denge halini ders vermekte ve hem ağırbaşlılığı, hem de alçakgönüllülüğü bir arada toplayan canlı, dinamik bir davranış modelini mü’mine yakıştırmaktadır.

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] İsrâ Sûresi, 17:37.

[2] Lokman Sûresi, 31:18.

[3] Buhârî, Enbiya: 54; Müslim, Libas: 49, 50.