Etiket arşivi: üslub

Bediüzzaman’ın Türkçesine yapılan hakaret-amiz itirazlar

Son zamanlarda Üstad Bediüzzaman’a dil uzatmak, onun ve nur talebelerinin aleyhinde ileri-geri konuşmak moda olmaya başladı. Bundan iki-üç yıl önce şiirle iştigal eden bir zat, bugün yaklaşık 60 dile çevrilmiş bulunan Risale-i Nur hakkında “Risale-i Nur’un dili çok kötüdür” demişti. Ayrıca şu hezeyanda bulunmuştu: “Risale-i Nur okuyanlar bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir.”

İşte önceleri ateist, sonradan ateistlikten dönmüş olduğunu söyleyen birisi, bu şaheserler hakkında böyle bir iftirada bulunmuştu. Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar hakkında ateşli öfke kusan bazı şahıslar da, bu gibilerin aşağılayıcı sözlerine sarılarak Bediüzzaman gibi hayatını İslam’a vakfetmiş olan ve yazdığı eserlerle ehl-i imanın imanlarını kurtarmaya çalışan bir İslam âlimine ve okurlarına, haddi aşacak şekilde dil uzatıyorlar.

Önce şu tespiti yapmamız lazım: Şairler şöhret meraklısıdırlar; hatta bazıları şöhretle anılsınlar diye caminin duvarını bile kirletirler. Onlar Bediüzzaman gibi ömrünü mahviyet içinde Kur’an’a hizmetle geçiren âlimleri hiç ama hiç anlayamazlar. Hatta imanı kurtarmanın ve Kur’an’a hizmetin de çok yabancısıdırlar.

Allah aşkına, Risale-i Nur için, “Çok kötü ve anlaşılmaz bir dille yazılmış” demek, o eserleri anlayarak okuyanlara açık bir iftira değil midir? O eserleri okuyanlar için, “Peşinen anlamamayı kabul edenler” demek aşağılayıcı bir dil değil midir? Kaldı ki, Bediüzzaman’ın dili, eğer müfterinin dediği gibi, çok kötü olsaydı, neden bu kadar tahsilli ve aydın insan bu eserleri okumaya devam ediyorlar? Neden dünyada ortalama 60 dile çevrilmiş bulunuyor? Neden Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında bugüne kadar yüzlerce uluslararası sempozyum düzenlendi?

Her şeyden önce Risale-i Nur’un o kişinin şiirleriyle mukayese edilemeyecek derecede kabule mazhar olması, iftira sahibinin kıskançlığını ortaya koyduğu gibi, dilinin de sorunlu olduğunu en iyi anlatan bir durumdur.

Bediüzzaman gibi vefat etmiş mazlum bir insana ve yıllarca laik rejimin takibinde kalan ve hapis yatan talebelerine böyle isnatlarda bulunmak insafa, vicdana ve dine sığar mı? Ateistlikten döndüğünü söyleyen birisi, eğer sözünde doğruysa bu iftirayı yapabilir mi?

Risale-i Nur elbette ki, tenkit edilebilir. Müellifin kendisi de, “Benim gibi iyi derecede Türkçe bilmeyen…” diyerek özrünü beyan ediyor. Ama “Bu eserlerden kimse bir şey anlamaz” demek toptan, maksatlı ve aşağılayıcı bir dildir.

Eğer denildiği gibi “Çok kötü bir dille” yazılan bir eser, Türkiye’de en çok tekrarla okunan bir eser durumuna gelmiş ise, o zaman bu sözün sahibi zımnen, Türkiye’nin yarısına yakın kısmının geri zekâlı ve ahmak olduklarını söylemeye çalışıyor. Bu tutum, bizzat kendisinin sorunlu bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir.

“Risale-i Nur okuyanlar bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir” sözü, ehl-i insaf olan herkese göre, hem Risale-i Nur’u okuyanlara hem Bediüzzaman’a bir hakaret ve bir iftiradır. Şunu söyleyeyim ki, Said Nursî’yi “Deccallara meydan okuyan imanın remzi” olarak tanımlayan, Risale-i Nurları da “Büyük bir imparatorluğun son sözleri” olarak değerlendiren çağımızın büyük sosyoloğu Cemil Meriç Risale-i Nurlar hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Risâle-i Nur’da üslûp ile mana tam bir ahenk halindedir. Denizin suyunda tuzla su nasıl kaynaşmışsa, Nur eserlerinde de mana ile üslûp o şekilde kaynaşmıştır. Bu itibarla Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir.”  Bu sözler, böylelerinin ağzına vurulan büyük bir şamardır.

Aslında nefse ağır geldiği için, onun kitaplarını inceleme zahmetine katlanamayanların Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a dil uzatmaları, hakarete varan ifadeler kullanmaları ve itirazları, sadece onların seviyelerini ortaya koymaktadır. Oysa Bediüzzaman’ın Türkçesi çok güzel ve çok özel bir Osmanlı Türkçesidir. Üstad, konu dağılmasın ve anlam zarar görmesin diye, Risale ve mektuplarında anlam bütünlüğüne çok önem vermiştir. Ayrıca okurlarının durumlarını göz önünde bulundurarak Türkçesini hep yenilemiştir. Mesela, 1935 yılında yazılan Eskişehir müdafaası ile 1952’de yazılan İstanbul Gençlik Rehberi müdafaasının Türkçeleri çok farklıdır. Keza Barla Lahikasındaki mektuplarla Emirdağ lahikasındaki mektupların Türkçesi oldukça farklıdır. En son yazılan mektuplar daha sade bir Türkçe ile yazılmışlardır. Ne var ki, bugünkü İngiliz gençleri Şekspir gibi klasik bir yazarı okurken anlamakta biraz zorluk çektikleri gibi, günümüz gençlerinin de Risale-i Nur’u okurken biraz sıkıntı çekmeleri son derece normaldir.

Kaldı ki, Bediüzzaman’ın hasımları kabul etmeseler bile, Risale-i Nurlar bugün milyonlarca insan tarafından okunmakta ve anlaşılmaktadır. Risale-i Nurlar iman ilm-i halleridir. Nur talebeleri bu eserleri, bazı hocalar gibi, “Acaba neresinde ne gibi bir eksiklik bulabilirim de onu el-âleme ilan edeyim” niyetiyle okumuyorlar. Onlar saadet-i ebediyenin anahtarı olan tahkiki imanı elde etmek için okuyor ve tahkiki imanı elde ediyorlar da. Bundan daha büyük bir servet olabilir mi? Hangi şairin şiir kitabı veya hangi yazarın çok satan kitabı bu kadar ulvi bir zevke okunabilmiş ve milyonlarca insana iman hazzını verebilmiştir?

Risale-i Nurların dili o kadar tatlı, o kadar ruhu okşayan bir üslupla yazılmış ki, okurlar onu okumaya doymuyorlar. Üstelik müellifin kendisi bile, Esmaü’l-Hüsnâ’nın bazı isimlerini farklı bir açıdan şerh eden Haşir Risalesi gibi bazı eserlerini defalarca (500 defa) okuduğunu itiraf ediyor.

Şimdi numune olarak Bediüzzaman’ın birkaç vecizesini buraya alacağım:

İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir. Küfür insanı gayet canavar hayvan eder.”

Nasılki esmada bir ism-i azam var, öyle de o esmanın nükuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır. Ey İnsan! Eğer insan isen kendini oku! Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali vardır.”

Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel firaklarla doludur.

“Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”

İşte iman, işte marifet, işte Osmanlı aydınının güzel Türkçesi… Acaba bu kelimelerin ifade ettiği manalar bu kadar tatlı bir üslupla başka türlü ifade edilebilir mi? Bu sözlerin neresinde hakikate aykırı bir kelime ya da anlaşılmaz bir taraf vardır? Kuşkusuz, şair veya yazar olduklarını söyleyenler bu ulvi manalara çok yabancı oldukları için bunları idrak etmekten uzaktırlar.

Peki, hoşlanmadıkları birçok tarikat lideri ve cemaat olduğu halde bunlar neden özellikle vefat etmiş olan Bediüzzaman’a ve Risale-i Nurlara saldırıyorlar? Çünkü bunlar, Ehl-i sünnet itikadını bozup kendi arzularına uygun bir İslamiyet ortaya koymak istiyorlar. Bu çabalarına en büyük engel, Ehl-i Sünnet itikadını en iyi şekilde müdafaa eden Risale-i Nur’u görüyorlar. Risale-i Nur, tıpkı Mevlana’nın Mesnevisi gibi, İslam’ı anlatan ve tecdit eden ve asırlara hitap eden manevi bir Kur’an tefsiridir. Eğer Mevlana kısmen devletin koruması altında olmasaydı bu kişiler ona da çok saldırırlardı.

Bir de Kur’an’ın şairler hakkında ne söylediğine bakalım:

 Allah Zü’l-Celal Şuara Suresinde şöyle buyuruyor:

 (وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ  أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ  إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُوا  وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ) “Şairlere ise, haddi aşan azgınlar tabi olurlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başka.”

Allah burada iman edenler ve amel-i salih işleyenler dışındaki şairleri hicvediyor. Anlıyoruz ki, şairlerin büyük kısmı, haddini bilmiyor, her vadide kalem oynatmaya çalışıyor ve yapmadıkları şeyleri söylüyorlar. Salih amel işlemek şartıyla iman edenler müstesnadır.

Şu da vardır: Bu tür hakaret dili kullananlar, ellerinde demir türü siyaset topuzu ve iş verme imkânı olanlardan çok korkarlar. Fakat Nur talebeleri gibi cehennem ateşinden kurtulmak için imanlarını güçlendirmeye çalışan, bu meseleye hayatlarını vakfeden ve ellerinde siyaset topuzu bulunmayanlardan elbette ki korkmazlar. Onun için meydanı boş buldukça saldırıyorlar. Faraza eğer bir gün Nur talebeleri işveren konumuna geçip ellerine idari bir güç geçecek olursa, mesela vali, rektör veya bakan olurlarsa, o Risale-i Nur ve Bediüzzaman aleyhinde konuşanların hepsi, iş bulmak ya da işlerinde yükselebilmek için birer meddah kesilirler. Her gün ellerine Risale-i Nurları alıp gösteriş yapmaya çalışırlar. Bu tür olaylara, yaşayarak defalarca şahit olan bu fakire inanın; hakaret edenler bu kadar korkak ve bu kadar zavallıdırlar.

Musa Kazım YILMAZ

Kaynak: RisaleHaber

Risale-i Nur’da Neden Uzun Cümleler Kullanılmış?

Risale-i Nur’da geçen cümlelerin ekseriyetle uzun cümleler olması ne hikmete binaendir? Halbuki daha kısa cümlelerle daha kolay ve herkesin kolayca anlayabileceği ifadeler olsaydı, daha istifadeli olmaz mıydı? Dini ve terminolojik alt yapısı olan biri bile bazı uzun cümlelerde dikkat ve idrak kaybına uğrayabiliyor.

Risale-i Nur, birçok yerde uzun cümleler tercih etmiştir. Ancak uzun ve kısa cümlelerin ard ardalığı dikkati çekiyor. Uzun cümlelere en iyi örnek, 1O.Söz [Haşir Risalesi] ve 7. Şua [Ayet-ül Kübra Risalesinde]dir. Ayrıca kelimelerin bitiş biçimleri, kullanılan zaman kipleri sürekli değişiyor.

Risale-i Nur, bu özelliği ile monotonluğu yıkmıştır. Esasen insan zihni benzer kalıplarda gelen mesajlardan bıkar. Başucunda bir saat aynı tonda çalsa beyniniz bir süre sonra saatin sesini otomatiğe alır ve dikkatinizi saat sesinden koparır. Beyin, farklılaşmaları kavramaya endeksli bir yaradılışa sahiptir. Bu özellik edebiyatta da dikkati çeker. Aynı uzunlukta, aynı biçimde ve aynı zaman kipiyle sonlanan cümlelerden oluşan bir yazıyı okumayı deneyin. Bir sayfa geçmeden bıktığınızı, hem de dikkatinizi kaybettiğinizi göreceksiniz.

Bediüzzaman -burada dilini sadece şekil açısından tahlil ediyoruz- zihinleri zorluyor. Uzun cümleler kavrayış kapasitesinin inkişafına yönelik zorlamaları doğurur. Ancak bu zorlamalar hem kısa cümlelerle esnetiliyor, hem de dikkati canlı tutacak yeni unsurlar ekleniyor. Örneğin okuyucusuyla veya bir muhatabı ile sohbet ediyor. Bir anda muhatap olarak buluyorsunuz kendinizi… Dikkatinizin dağılmasına fırsat verilmeden bir soru soruluyor. Zaten okunan metin hayalden çok, zihinle konuştuğu için kaçamıyoruz.

Bediüzzaman zihni sürekli çalışmaya, ve her defasında daha çok çalışmaya zorlayan bir muhakeme biçimi kullanıyor. Muhakeme kabiliyetlerini beyin bilmeceleri yoluyla geliştirmemiş olanların Risale-i Nur’lardan ilk anda kavrayabilecekleri mesajlar sınırlı olabilir. Ancak bu eserlerin kavrama ve muhakeme kabiliyetinde oluşturduğu heyecan çok yüksek.

İki yıl önce Tabiat Risalesinin İngilizce baskısını Tunus’lu bilgisayar mühendisi bir dostuma takdim etmiştim. Ertesi gün okudu ve görüştüğümüzde bana “mesajını kavramakta güçlük çektiğini” söyledi. Aynı dikkatini kullanarak tekrar okumasını rica ettim. Daha sonra görüştüğümüzde, kavrayışının nasıl inkişaf ettiğini bana anlatırken duyduğu hayranlığı iyi hatırlıyorum.

Risale-i Nur’ların kavrama ve muhakeme yeteneğinde yol açtığı inkişafın sebebi üzerinde çok düşünmüştüm.

İngiliz Edebiyatı tarihine geçen yüzlerce eser sahibi meşhur yazar Arnold Beneth‘in “Günün 24 saatini yaşamak” isimli kitabını okuyunca bu sorunun cevabını buldum. Beneth, roman türü eserlerin beyne bir katkıda bulunmadığını savunuyor. Ona göre okurken belli bir gerginlik oluşturan, zihin yorucu eserlerin muhakemenin inkişafında etkisi çok büyük. Tanımladığı özelliklerin Risale-i Nurda mevcudiyeti şaşırtıcı olmamalıydı.

Tunus‘lu dostumun ifade ettiği gibi Risale-i Nur beyne sürekli muhakeme yaptırıyor. Okunan ya da dinlenen her şeyin düşünce kabiliyetini geliştirdiği sanılmamalıdır. Tam tersine bazıları paslanmasına yol açabilir. Alman Beyin Antreman Kurumu başkanı Bern Fishner‘in “Bir kaç saat televizyon seyretmenin beyinde oluşturduğu tembelliğin giderilmesi için bir haftalık egzersiz gerektiğini” söylemesi dikkat çekicidir. Beyindeki bu tembellik TV’den yayılan radyosyondan kaynaklanmıyor şüphesiz. Konu romanvari bir hikayenin, bir hayalin direnişsiz akışına bırakılan beynin uyarımlardan yoksun kalmasıyla ilgilidir. Bu ve benzeri birçok tezden hareketle, Risale-i Nurları ciddiyetle, dikkatle ve ısrarla okuyan kişilerin kavrayış ve muhakemelerinin ya da zekalarının çok fazla inkişaf edeceği tezi ileri sürülebilir. Bunun fiili örneklerini de görüyoruz.

Risaleleri çok okuyanların simalarını gözlemleyebildiniz mi? Simalarındaki gençliğe ve parlaklığa dikkat ediniz. Hıristiyan olan bir Ingiliz dostum David Packam, yıllar önce Türkiye’ye geldiğinde bana “Ankara’nın sokağında beklesem, insanlar arasında arkadaşlarınızı simalarına bakarak tek tek seçebilirim.” demişti. Risaleleri çok okuyanların simalarında bu farklılık, yani gençlik ve parlaklık sadece iman ve ruhaniyetin inkişafından doğan bir hususiyet değildir. Olayın fizyolojik bir boyutu da vardır.

Risaleleri çok okuyanlar beynin devamlı aktif tutulmasının etkisi altında aralıksız düşünme alışkanlığını geliştiriyor. Genç kalmakla ilgili olarak ABD’nin bazı üniversitelerinde yapılan araştırmalar, genç kalma ile zihinsel aktivite arasında yakın bir ilişkiyi ortaya çıkardı. Zihin işçileri, çok daha fazla enerji tükettikleri halde beden işçilerinden daha genç gözüküyorlardı. Çünkü beyin sürekli çalışınca-beyin için bir potansiyel çalışma sınırı konulmadığını biliyoruz-vücudun fonksiyonlarının kontrolü daha mükemmel işliyor. Bu bedensel gençlik-ruhsal yönlerini ihmal etmemek şartıyla-genelde zihinlerini çok kullanan hemen hemen herkeste dikkat çekebilir.

Risale-i Nurun üslubunda dikkat çeken bir diğer özellik, bu eserlerin anlaşılması bağlamında-bir önceki bölümde değindiğimiz gibi-bir kısım ifadelerde örtüklüğün, imaların mecazların tercih edilmesidir.

Bu durumun tercih edilmesinin sebebi bazı yerlerde siyasal olabilir. Bazı yerlerde modern bilimlerin bir kısım hususları yeterince açığa çıkarmamış olması sebebiyle dar düşünen kimselerin açık itirazlarını yol açmamak amacı olabilir. Bazı yerlerde de gaybi olan-Kader-i İlahice gizli tutulması istenen hususların imtihan dünyasında olmamız sebebiyle, bazı hadislerinde yüce Peygamberimiz’in (ASM) veya bazı ayetler-de yüce Rabbimizin tercih ettiği gibi-net olarak ifade edilmemesi gereğinden kaynaklanabilir.

Hz.Mehdi (R.A), Hz. İsa (A.S) deccal, süfyan, İslamın dünyaya hakim oluşu vb. hususlarda örtük noktalar vardır.

Yine de açık olarak ifade ettiği bazı hususların belli bir zamana kadar yayınlanmamasını tercih etmiştir Bediüzzaman. “İnnaa’tayna Tefsiri“, “Sinek Risalesi” gibi… Sinek Risalesi sonradan yayınlanmıştır. Bu risalede Bediüzzaman insanların zannettiğinin tam aksine, Rabbimizin sinekleri yeryüzünün temizliği gibi bir kısım hikmetlerle yarattığını, ancak beşerin kasır fehminin bunu anlamadığını söylüyor. Bu risale ancak sineklerin, gerçekten de en çalışkan mikrop toplayıcı ve temizleyicisi olduğu, vücutlarının, sindirim sistemlerinin buna göre yaratıldığı ve sineklerin vücudunda mikrop tutunamadığına dair bilimsel araştırmaların yayınından sonra neşredilmiştir.

Risale-i Nur‘lardaki bu mecazi, örtük ifadeler okuyucunun merak ve tecessüsünü tahrik ediyor, okuyucuyu konunun muhtelif anlamları üzerinde odaklanmaya itiyor.

Risale-i Nurun dili ve üslubu üzerinde buraya kadar kısmen değindiğimiz özellikler bu eserlerin Türkiye’de yüce Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok satılanlar listesinde yer almasında önemli bir paya sahip olmalıdır. Bu eserlerin bir roman gibi yazılması da tercih edilebilirdi. Ama bu haliyle küçük bir çocuktan bir akademisyene kadar herkes çok şeyler anlıyor ve her okuyan her defasında yeni anlamlar kavrıyor. Hiçbir Risale-i Nur okuyucusu her şeyi bütün yönleriyle anladım diyemeyecek kadar derin ve yoğun anlamlar bu eserlere sıkıştırılmıştır.

Muhammed Bozdağ / Sorularla Risale-i Nur

Risale-i Nur’un dili ve üslûbu

Risale-i Nur’un dili, tarihimizin, kültürümüzün, irfanımızın, edebiyatımızın dilidir. Bu bakımdan çok ehemmiyetlidir. Çünkü bir milleti ayakta tutan, onun dini, irfanı, tarihi, kültürü ve millî düşünceleridir.

Diline, kültürüne hâkim olmayan bir millet, git gide kendi kültür ve irfanında tasarruf edemez hale gelir ve söz hâkimiyetini yabancı menfaatlere devretmek vaziyetine düşer. Dil, bir milletin hissiyat ve heyecânînı, karakter ve seciye-i milliyesini, duyuş ve düşünüşünü tezahür ettiren bir aynadır.

Dil, bir milletin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Milletimizin tefekküründeki, edebiyat ve san’atındaki zerafet ve bediî zevk, lisanımızın zenginliğinden kaynaklanmaktadır.

Biz, deryalar kadar engin, semalar kadar derin bir medeniyetin sahibiyiz. Edebiyat, estetiği, tarihi, mimarisi, san’atı ve tasavvufu ile namütenahi zenginliğe sahip bu medeniyetin terennüm ve tercümanlığı, ancak cami ve zengin bir lisanla mümkündür. Bizim lisanımız, kütüphanelerimizin şehadetiyle, engin medeniyetimize ayna olacak vüs’attedir. Onun her bir kelime ve tabiri arkasında, bir tarih yatmaktadır. Bu lisan-ı tağyir etmek, tarihe karşı mes’uliyeti hiçe saymak demektir.

Bizi bu mefahirden uzaklaştırmak ve kökümüzden koparmak isteyen bir kısım karanlık emel sahipleri, dessasane ve plânlı bir şekilde milletimizin müşterek hafızası hükmünde olan dilimizi dejenere etmek ve zaafa uğratmak için olanca güçleriyle çalışmışlar ve el’an da çalışıyorlar. Zira onlar çok iyi biliyorlar ki, dili ihmal edilen bir milletin diniyle, tarihiyle ve kültürüyle bütün bağlantı noktaları kesilir. Artık o millet, dinî ve millî gerçeklere karşı gafil ve cahil kalır. Ruhundan, cevherinden kopar, merkezinden uzaklaşır. Bütün değer hükümlerinin yabancısı, hatta düşmanı kesilir.

Ne hazindir ki, bugün bir İngiliz genci Şekspir’in yüzyıllarca evvel kaleme aldığı bir eseri rahatlıkla anlarken, bizim gencimiz İstiklâl Marşını anlamaktan aciz kalıyor. Bu ise ancak gizli ve menhus hainlerin muvaffakiyeti demektir. Maalesef, insanımız, harici düşmanların tecavüzüne karşı gösterdiği heyecan ve hassasiyeti, bu topsuz tüfeksiz yıkılışa karşı gösterememektedir. İşte hazin olan budur.

Cenâb-ı Hakk’a nihayetsiz hamd ü senalar olsun ki, Risale-i Nur, dinî ve millî lisanımızı muhafaza etmekle dilimiz üzerinde oynanan bu hain planı da akim bırakmıştır.

Evet, Risale-i Nur, lisan-ı millîmizdir. Geçmişimizle geleceğimizi birbirine bağlayan bir köprüdür. O, artık bizim irfanımızın en güzel bir aynası olmuştur. Muhteşem tarihimiz ile istikbalin arasında açılan bu aşılmaz uçurumu kapatmış ve lisanımızı düştüğü rezilane vaziyetten kurtarıp, onu asaletli ve haysiyetli mevkiine iade etmekle bu memlekete en hayatî ve şerefli bir hizmet daha ifa etmiştir.

Risale-i Nur’un üslubuna gelince; onda üslûp ile mânâ tam bir ahenk halindedir. Mânânın letafeti ile üslûbun bedaati, imtizaç etmiştir. Gülün latif kokusuyla güzel renginin, çiçeğinde kaynaşması gibi.

Risale-i Nur, aile ve çok yüksek hakikatların izahı olduğundan, Bediüzzaman mevzuun ulviyetine binaen makam iktizası olarak, eserlerinde şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden “üslub-u âliye”yi ihtiyar eder. Bununla beraber, konunun hususiyetine mutabık olarak, yer yer, “üslûb-u müzeyyene” ve “üslub-u mücerred”i de ihmal etmez. Kullandığı her üslupta itidali ve muvazeneyi daima muhafaza eder. Makamın istidad ve kabiliyeti nisbetinde, teşbih ve temsile yer verir. Hisse canlılık, hayale renklilik kazandırırken hakikati merkezinden oynatmaz.

Onun üslubunun en hâkim unsuru, son derece ikna kudretine sahib olmasıdır. Pek çok edipler yeknesak bir üslubun kıskacında kıvranıp dururken, Bediüzzaman, ilim ve hikmetin, akıl ve mantığın hâkimiyetinde değişik üslublar, kullanır. Hatta mevzuya hissî bir akış, ince bir ruh, kalbî bir bakış hâkim olsa bile, yine hislerin kontrolü akıl ve mantığın elindedir.

*  *  *

Mehmed Kırkıncı