Etiket arşivi: Uzman Pedagog Adem Güneş

Kardeş Kavgaları İle Nasıl Baş Edilir?

Her ebeveynin yönetmekte zorluk çektiği problemlerden bir tanesi, kardeşler arasındaki çekişmelerdir.

Genellikle “paylaşma” konusunda yaşanılan problemler, doğru yöntemle çözüm üretilmediğinde, ileriki yıllara da yansıyan bir soruna dönüşür. İşte bu konuda anne babaların bilmesi gerekli olan 10 önemli madde:

Çözümü Çocuktan Beklemeyin
Kardeş çekişmelerinin genelde en mağduru, büyük çocuktur. Ebeveynler küçük olanın isteğinin yerine gelmesi ve susması için büyükten yardım isterken, çoğu defa büyüğün hakkını elinden aldıklarının farkına varmazlar.Kardeş çekişmelerinde kimden yardım isteneceği değil, yardım istenecek konuda adalet önemlidir.

Bağırtıya Yenik Düşmeyin
Ev bir dinlence ortamıdır. Bu dinlencelerde genellikle çocuklardan bir tanesinin ve genellikle hep aynı çocuğun bağırtısı anne babayı tetikler. Kısa sürede çözüm üretmeye çalışan anne babalar, genellikle bağırtıyı susturmak üzere çözüm üretme yanılgısına düşerler. Hâlbuki bu tutum, ilerisi için oldukça yanlış bir pedagojik tutumdur. Zaman ne kadar dar olursa olsun ebeveynler bağırtıyı susturmak amacıyla değil, adaletli bir çözüm üretmek üzere hareket etmelidir.

Zamanı Planlayın
Paylaşamamaktan kaynaklanan kardeş çatışmalarının en güçlü ilacı, “zamanı planlayabilmek” tir. Aynı eşyaya yönelmiş olan iki kardeş arasında belli eşit zaman dilimleri oluşturularak ve bunu oldukça sıkı takip ederek, zamanın iyi edici iksiri kullanılabilir.

Eğer paylaşılamayan anne ya da babanın bizzat kendisi ise, hiçbir zaman çocuklardan birisi ötelenerek diğeriyle ilgilenilme yoluna gidilmemelidir. Buradaki planlama sadece “sıralaşmalı çocukları dinleme” şeklinde oluşturulabilir. Kardeşlerden bir tanesi, anlatımını tam olarak bitirmeden diğer kardeşin konuşmaya dâhil olması engellenmelidir.

Konuşma birinci kardeşle tam olarak bittikten sonra diğerine yönelinmelidir. Birinci çocuk hâlâ konuşmaya devam ederse; ona diğer kardeşle konuşulduğu söylenmeli ve “biraz sonra yeniden seni dinlenmeye devam edeceğim” denilerek, çocuk durdurulmalıdır.

İzin Almayı Öğretin
Çocuklar kendi eşyalarına karşı duygusal bir bağ kurarlar. Kendi eşyasının izinsiz olarak kullanılmasına bu yüzden tepkilidirler. Küçük çocuklar ise abi ve ablalarının eşyalarını değerli bulduklarından dolayı onların eşyalarını kullanmaya meyillidirler. 2 yaşından sonra çocuklara bir başkasının eşyasını izin alarak kullanılması gerekliliği öğretilmelidir. Bu yetenek ise 4 yaşından sonra tamamen kazandırılabilir.

Birlikte Karar Verin
Gelişimin gereği olarak küçük kardeş, abla ve abilerinin gidip geldiği yerlere onlarla birlikte gitmek, gelmek ister. Bu anormal bir durum değil, gelişimin bir parçasıdır. Böylece çocuk gelişim sürecini tamamlayacaktır.

Büyük çocuk ise zaman zaman küçük kardeşin kendi peşinden gelmesinden memnuniyet duyamayabilir. Arkadaşlarıyla özel olmak isteyebilir. Bireysel gidiş geliş hakkı kazanmak isteyebilir, bu da gayet normaldir. Ebeveynlerin böylesi durumlardaki tavrı, belirli yerler ve kişiler hakkında genel prensip kararı çıkartmak olmalıdır. Nerelere birlikte gidilebileceğinin, nerelere büyük kardeşin yalnız gitmesi gerekeceğinin ortaklaşa kararlaştırılması, çatışmayı azaltır ve konuda belirginlik kazandırır.

Tutarlı Olun
Tutarsız yaklaşımlar çatışmayı artırır. Bu yüzden kardeş kıskançlığının en belirgin sebebi, ebeveyn tutarsızlığıdır. Ebeveynin bazen izin verdiği eylem, bir başka sefer yasaklanırsa, evdeki yaşam döngüsü kurallar üzerine değil de ebeveynin o andaki duygularıyla şekillenirse, bunun bir anormal yansımasının kardeş çatışmalarında görülmesi muhtemeldir.

Böylesi bir ortamdaki ebeveyn tutarsızlığı, kardeşler arasındaki tutumlara da yansıyacaktır. Kardeşler de birbirleri arasında bazen izin verdiği şeye bazen engel oluşturacak ve bunu sorgulayan kardeşe de gerekçe sunamadığından dolayı çatışma körüklenecektir.

Ayrımcılık Yapmayın
Hiçbir anne baba bir çocuğunu diğerinden ayırmayı düşünmez. Ancak çocukların farklı kişilik özellikleri, anne babayı kendisiyle daha çok ilgilenmeye yöneltir.

Örneğin; kız çocuk cilveli, nazlı, cıvıl cıvıl haliyle ebeveynine yönelirken, erkek çocuk ebeveyninden ilgi bekleyebilir. Olayın akışına kendini kaptıran bir ebeveyn, içinde her iki çocuğu da eşit tuttuğu halde, dışa yansıyan görüntüde, kendi ile ilgilenen çocukla ilgilenir ve diğer çocuğun dışlanmışlık hissetmesine sebep olabilir. Bundandır ki duyguları çocukların yönetmesi yerine; ebeveyn, “kendisini yönetme becerisi” kazanmalıdır.

Kıyas Yapmayın
Her çocuğun kişilik özelliği birbirinden farklıdır. Bazısı bugün, bazısı yıllar sonra ortaya çıkabilir. Örneğin; sosyal yönü kuvvetli bir çocuk, daha ilk yıllarda bunu ortaya koyabilirken, sanatçı çocuğun keşfedilmesi genellikle zordur. Ebeveynin belli kişilik özelliği ortaya çıkan çocuğu örnek göstererek, diğerine “Sen de abin gibi biraz sosyal olsana” demesi, o çocuğun geliştireceği yetenekleri köreltir. Ve kardeşler arasında kıskançlık oluşturur.

Şeffaf Olun
Çocuk bazen kendisinin de bilmesi gereken bir bilgiyi, anne babasının kardeşiyle özel olarak konuştuğu düşüncesine kapılabilir. Örneğin; annesi ile kız kardeşinin odada ayrıca konuşması ve konuşulan konu hakkında şeffaf olunmaması ya da o konunun kendisiyle ilgisinin olmadığının söylenmemiş olması, çocukta dışlanmışlık hissettirir.

Her anne babanın çocukla kendine has konuşacağı özel konular olabilir. Ancak bu konuşma diğer çocuktan gizli saklı olarak yapılmamalıdır. Eğer içeriği hakkında diğer çocuğun bilmemesi gerekli olan bir konu varsa “Kardeşinle kendisi hakkında özel bir konu konuşacağım, bize biraz izin verir misin?” diye izin alınmalıdır. Ancak aynı tutum zaman zaman kendisi için de gösterilirse çocuk böylesi durumlarda daha anlayışlı olacaktır.

Aile Toplantıları Yapın
Genellikle iletişimin az olduğu, kuralların belirsiz olduğu, aile yaşam tarzının oluşturulmadığı aile ortamlarında kardeş çatışmaları daha sık görülür. Ebeveynlerin kaliteli bir aile yaşam ortamı oluşturabilmeleri için haftada bir gün aile toplantısı yapmalarında fayda vardır.

Böylesi toplantılar problemleri görünür kıldığı gibi ortak kabul edilmiş çözüm öneriyle de “birlikte yaşam becerileri”ni artırır. Ailede ne kadar güçlü, şeffaf ve saygı içerisinde bir ilişki kurulmuşsa, yaşam tarzı olarak da hak ve adalet ön planda ise, böylesi ailelerde kardeş kıskançlığının azalacağı bilinmelidir.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Aileyi fark etmek, huzurun ön şartıdır!

Günümüzde huzurlu bir hayat için gerekli şartların başında “çok çalışmak, çok kazanmak, çok harcamak” gibi kriterler sunulur. Huzuru yakalamak için de çok çalışılır, hatta bu uğurda aileler, eşler, çocuklar ihmal edilir. Bahane de hazırdır: “İşimde başarılı olup çok kazanayım ki size daha fazla vakit ayırabileyim…

Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Uzman Pedagog Adem Güneş ise bunun tam tersini söylüyor. Güneş, dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerektiğine vurgu yaparak “Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Kişi kendi içerisine ne kadar derinleşirse ve orayı tamamlarsa farkına varmadan dış dünyada da başarıları arka arkaya gelir. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Onun yanında güç veren bir çocuğu, yanında güç veren bir eşi vardır. Dolayısıyla o kişi tek başına değil üç-dört kişinin gücüyle birlikte farkına varmadan bir yücelik içerisindedir. Onun karşılığını da mutlaka bulur. Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır” diyor.

Güneş, kendisiyle yaptığımız söyleşide huzurlu bir hayat için öne sürülen gerekli kriterleri yeniden gözden geçirmemiz gereken bilgiler verdi.

Günümüzde modern hayat adı verilen yaşam tarzı, yani sürekli bir yerlere yetişme, sürekli bir yerlere koşturma, sürekli bir şeyler yetiştirme, şehrin kargaşası içinde kaybolma aile hayatımızı ve çocuklarla olan irtibatımızı nasıl etkiliyor?

Modern hayat hızlı akıyor. Bir taraftan belli kazanımları oluşturma çabası, bir taraftan kariyer oluşturma çabası, bir taraftan hayatın belli yerlerine tutunabilme ve orada kalabilme çabası var. Ayrıca modern hayatın bizim kültürümüzün dışında tanımladığı başarı kriterleri var. Bunlar hem bizim kültürümüzün dışında hem de insan ruhunun huzuru ve mutluluğunun dışında olan şeyler. Kim ne kadar iyi bir makam sahibi ise başarılı olarak adlandırılıyor, kim ne kadar çok sosyal itibarı yüksek olan mesleğe sahipse başarılı olarak algılanıyor, kimin ne kadar parası çoksa o kadar kaliteli olarak algılanıyor.

Modern hayatın başarı kriterleri insan ruhunu huzursuzluğa götüren ve belki de başardım zannettiği zaman içerisindeki huzursuzluğu artıran kriterler. Halbuki biz insanı psikolojik olarak ele alacak olursak insan kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir yaşam içerisindeyse, kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir meslek içerisindeyse, kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir evlilik içerisindeyse, kendisinin doyabileceği noktada durabilen bir ekonomik büyüyüş içerisindeyse, belli bir noktadan sonra burada yeter diyebilecek bir kariyer yükselişinin içerisindeyse, sosyal alandaki kazanımlarını belli bir noktada durdurabilecek bir güce sahip ve bununla birlikte kendi içine derinleşecek bir başarıyı elde etmişse onun adına psikolojik olarak bu kişi başarmıştır diyebiliriz. Ama sanayi toplumunun ve dijital çağın getirdiği hız insanı huzurlu etmekten daha çok, bir hedef belirleyip o hedefe ulaştırıp daha sonra bir sonraki hedefi gösterip sürekli bir tatminsizlik içine sürüklüyor.

Sanayi toplumu, aslında bir bakıma insana kazanımlar elde ettiren ama bir bakıma mutsuz eden serüvenin adı olmuş oluyor.

Peki bütün bu koşturmaca içerisinde kişi ailesini, eşini ve çocuklarını fark edebiliyor mu yoksa tamamen unutuyor mu?

Sanayi toplumuna bakıldığında aile şu anda çok da öyle hedefe konmuş bir yer değil. Batı’da çok defa bireysellik ön planda tutuluyor. Sanayi toplumu reprezentatif insan öngürüyor. Bir insan konferans salonunda yüzlerce kişinin karşısında ellerini açıp konuşabiliyorsa, bir şirketi yönetebiliyorsa, televizyonlara çıkabiliyorsa yani dış dünyaya hitap edebiliyorsa kişiyi başarılı olarak tanımlıyor. Oysa sizin söylediğiniz aile, çocuk vs. şeyler içe dönük başarının birer karşılığı. Aile kurabilmek dışa dönük bir şey değildir. Kendi içerisinde yeterliliği hissedebilen, kendi içerisinde huzuru bulan, kendi içerisinde sadakati olan, kendi içerisinde duyularıyla, hisleriyle var olan bir kişi aile kurabilir. Modern dünya ise daha çok dışa dönük insanı tercih ediyor. Dış dünyada birçok kişi var ki çok başarılı ancak içe dönük yaşama baktığınız zaman huzursuzluklar, gerginlikler, öfke bozuklukları, duygu durum bozuklukları, narsist bozukluklar, eşiyle anlaşamama, çocuklarıyla anlaşamama ve hayatın birçok noktalarında huzursuzluklar içerisindedir.

Dış dünyaya karşı konuşabilen, televizyona çıkabilen, konferanslar verebilen insanın iç dünyasında yani aile yaşamında da başarılı olması gerekmez mi?

Kişi dış dünyada var olduğu zaman onun duygu dünyasından istekleri olan kişiler yok. Dış dünyada kendisinden sevgi isteyen, kalıcı sevgi isteyen bir kişi yok karşısında. Dış dünyada daha çok yüzeysel bir iletişim içerisinde olunduğu için çok da problem değil dış dünyayla iletişim içerisinde olmak… Ancak çocukla iletişime geçmek, eş ile iletişime geçmek daha derin, daha uzun süreli karşılığı olan şeyler. Bir televizyon konuşması içerisinde kişi o sırada konuştuğu kadar konuşur, ancak mesela çocuklarla iletişimde güven ister, sakinlik ister, babalık ister, dokunmak ister, göz göze gelip kahvaltı yapmak ister çocuk… Tüm bunlar televizyondaki konuşmada veya salonlarda konuşmada ya da bir siyasi partinin lideri olmak gibi şeyler değil.

Dış dünyada başarılı bir insanın iç dünyasında da başarılı olabilmesi için daha doğrusu dış dünyayı fark ettiği gibi ailesini de fark edebilmesi için, her iki tarafı da başarıyla götürebilmesi için neler yapması gerekir?

Aslında dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerekiyor. Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Kişi kendi içerisine ne kadar derinleşirse ve orayı tamamlarsa farkına varmadan dış dünyada da başarıları arka arkaya gelir. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Onun yanında güç veren bir çocuğu, yanında güç veren bir eşi vardır. Dolayısıyla o kişi tek başına değil üç-dört kişinin gücüyle birlikte farkına varmadan bir yücelik içerisindedir. Onun karşılığını da mutlaka bulur. Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır.

Kişi her hâlükârda dışarıda başarılı oldu ama içeriyi çok defa ihmal ettiyse o zaman klasik tanımıyla kişinin kendi eliyle zaman planlaması yaparak kaliteli iletişim halinde olması lazım. Eğer böyle bir şeyi başarabilirse dışarıda başarılı olmayı yakalayan kişi, içeriden de destek alırsa başarısı iki kat, üç kat artar. Yapılan çalışmalar da onu gösteriyor. Bunu bilen şirketler çalışanlarının aile yaşamını, aile içi iletişimini desteklemek üzere seminerler ve kurslar düzenliyorlar. Kişinin aile içindeki iletişimini düzenli hale getirdikten sonra şirketin performansı da artıyor.

Formül aslında tersten işliyor yani. Önce aileni fark et ki iş hayatında da başarılı olabilesin. Fakat günümüzdeyse tam tersi gibi düşünülüyor, “Ben ne kadar çok çalışırsam, ne kadar kendimi işime adarsam o kadar çok başarılı olurum” deniliyor.

Günümüzde bir yanılgı sonucu kişi dışarıda başarıyı elde etmek istiyor, bunun için de aileyi ihmal ediyor. Şu anda zaten ailelerin yaşadığı temel problem bu… Yani “Birazcık daha kazanayım sizle ilgileneyim, daha yukarıya çıkayım sizle ilgileneyim, milletin meselesini halledeyim sizle ilgileneyim…” Oysa kişi çocuklarını, eşini, evini ihmal ettiği için aile problem haline gelmiş. Kişilerin önce kendi ailesini kurgulaması lazım. Gençlere büyük büyük hedefler göstermeden önce bunun anlatılması gerekir. Kişinin bir numaralı hedefi ailesini kurgulaması, aile sistemini nasıl yükselteceğini düşünmesi, eşiyle muhabbetini nasıl arttıracağını, çocuğuyla birlikte nasıl bir birliktelik içerisinde olması gerektiğini düşünmek olmalıdır. Gençlere bunlar anlatılmalı, bu bilinç kazandırılmalıdır. Bir delikanlı eşiyle birlikte dirilmeye başlayınca gözleri çakmak çakmak olur. O kişi hangi işi yapıyorsa zaten başarılı olur.

Aileyi fark etmek, hissetmek diğer başarıların da tetikleyicisi bir anlamda…

İçte kendi derinliğini elde etmeden dışarıya doğru yönelmiş olan kişilere baktığımızda ham olduklarını, çiğ olduklarını, söylediklerinin aksine davrandıklarını, güven oluşturamadıklarını görüyoruz. Dışarıda bir şekilde başarıyı elde etmiş ama kendi içsel derinliği olmayan böyle kişiler aslında topluma da zarar veriyor. Çünkü elde etmiş oldukları başarı başkalarına da örnek oluyor. “Falancanın ailesi yok, falanca zaten iki kere üç kere ayrılmış dördüncüsüyle birlikteymiş, falanca zaten eşini dövüyormuş” gibi şeyler gençlerin “Demek ki aile olmadan da olabiliyor, sevgi olmadan da olabiliyor, sadakat olmadan da olabiliyor” diye düşünmelerine yol açıyor.

Amerikan ve Avrupa filmlerinin bazılarında şöyle sahneler vardır: Patron, çalışanını daha iyi tanıma adına onun evine akşam yemeğine giderek çalışanın aile hayatını tanımak ister. Aslında bu film sahnesi Batı yaşantısında bir gerçektir. Aile hayatında başarı o kültürlerde özellikle yüksek düzeyde yöneticilerde aranan bir şeydir. “Aile hayatı zayıf olan kişinin işteki verimliliği de sadakati de o kadar zayıf olacak” diye kişiyi ailesiyle birlikte tanımak ister patron.

Aileyi fark etmenin en temel unsuru nedir peki?

Bir beyefendi, bir hanımefendi ailesini kurgulamak istiyor ve yaşamı gerçekten yaşamak istiyorsa eşiyle birlikte çocuklarıyla birlikte yaşamak istiyorsa yapacağı en önemli şey ailedeki hayatı yavaşlatmak olacaktır.

Mesela peşi sıra planlanmış 3-4 tane günlük etkinlik yerine sadece bir tane etkinlik yapmak… “Sabah 8’de kalktık, çocuk okula gitti, saat 12’de geldi, saat 13’te şunu yapacağız, saat 14’te şuraya gidelim, saat 15’te arkadaş gelecek, saat 17’de şu olacak, saat 19’da şu yapılacak…” Kişi bu kadar enerjiyi taşıyamaz. Dolayısıyla yapabildiği kadarına razı olmak gerekir. Özellikle akşam saat 6’dan sonrasını, 7’den sonrasını aile dışında başka şeylere planlamamak gerekli. Eşi eve geldiği zaman bir kadın hâlâ telefonla konuşuyorsa, eşi varken internetin arkasındaysa bu kişi yaşamı yavaşlatamaz. Çünkü zaten zihnen bir sonrakine ya da aklının kaldığı yere odaklı olduğundan dolayı yavaşlayamaz.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Tatil, sosyal hayatı öğrenme sürecidir!

Dünyada en çok tatil yapan ülkelerden birisi olarak, tatil süreci adeta bir boş kalma, iş yapmama süreci olarak algılanıyor maalesef. Okullar veya işyerleri tatil olmuş olabilir ama hayat devam ediyor, hem de tüm hızıyla. Dolayısıyla tatilde ailemizi, çocuklarımızı veya sosyal iletişimde olduğumuz insanları hayatımızdan çıkartamıyoruz.

Esasen tatilde şöyle bir durum da ortaya çıkıyor: Anne-babalar çocuklarıyla okul döneminden çok daha fazla zaman birlikte olmaya başlıyorlar. Tatile çocuk terbiyesi açısından baktığımızda aslında anne-babaların işi daha da artıyor.

Acaba çocuklarla tatili en iyi nasıl değerlendirebiliriz? Tatili çocuk terbiyesi açısından en verimli hale nasıl getirebiliriz?

Bu ve benzeri sorularımızı yönelttiğimiz Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve “Tatil Sürecinde Çocuk Eğitimi” kitabının yazarı, Uzman Pedagog Adem Güneş bu konuda önemli bilgiler verdi…

Siz Avrupa’da hem eğitim aldınız hem de eğitim verdiniz. Uzunca bir süre yurt dışında yaşayan birisi olarak Türkiye’de tatil süreci doğru değerlendirilip tatil psikolojisi doğru algılanabiliyor mu?

Batı’da tatilin öğrenmenin yeni bir süreci olarak algılandığını görüyoruz. Tatil süreci yaklaşmaya başladığı sürede kişiler hangi ülkeye tatile gideceğini, hangi ülkede ne yapacağını, neden o ülkeyi seçtiğini ya da ülkesi içerisinde tatil yapacaksa nerede bulunacağını, orada neler yapacağını planladıkları çok belirgin bir kültür var Batı’da. Bu planlama sürecinde tatil için gidilecek yerdeki etkinlikler ve orada ne gibi kazanımlar olacağı konuşuluyor. Örneğin; Yunanistan’ın Atina şehrine tatile gidilecekse, tarihî yerler, önceki yıllarda gitmiş olanların hatıraları, gazeteler, dergiler yoğun bir şekilde taranıyor.

Türkiye’de ise tatil bir boş kalma süreci, rahatlama süreci olarak algılanıyor. Gerilmiş, sıkılmış insanın birazcık rahatlayayım diyerek boşta kaldığı bir değer olarak algılanıyor. Bu bakımdan baktığınızda ikisi arasında çok ciddi fark vardır.

Bir pedagog olarak Türkiye’deki tatile bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tatil sürecinde de yaşam devam ediyor. Ailenin içerisinde henüz yaşamını kurmamış, öğrenme çağında olan çocuklar varsa, öğrenme süreci ve yaşam süreci hâlâ devam ediyor ise tatili boşta kalma süreci, rahatlama süreci olarak değerlendirmek gerçekçi değil. Öte yandan ülkemiz gökyüzü, güneşi, denizleriyle çok zengin bir ülke olduğu ve yoğun turizm yatırımı yapıldığından, yatırımın da çoğunun deniz ve sahil turizmine yönelik olduğundan tatil denizlerde rahatlama, deniz kenarında boş kalma olarak algılanıyor. Hâlbuki tatil böyle bir şey değildir.

Ülkemizde dokuz ay boyunca gerek okulda gerekse ailede çocuklar ciddi bir eğitime ve terbiyeye tabi tutuluyorlar. Uzun bir süreç olan üç aylık tatil süreci içerisinde hem eğitime ara verilmiş olması, hem de ailenin rahatlama sürecine girerek çocuk terbiyesini gevşetmesi çocuk üzerine ne gibi etkiler yapar?

Eğitime ara verilmez. Tatili bir başkasının müfredatını uygulamaya ara vermek şeklinde algılamak gerekiyor. Okulların yoğun bir müfredat programı var. Sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar sürüyor. Ayrıca sınav kaygısı, stres, üniversite ve liselerin giriş sınavları derken çocuklar hakikaten yoğun bir baskı altında tutuluyor. Tüm bunlara rağmen tatil öğrenmenin devam ettiği bir süreçtir. Bir başkasının programından çıkıp, kendi başınıza bir program yaparak ailece uygulayabilecek bir eğitim sürecine girildiği bir dönemdir. Üzerinizden bir otorite kalkmış oluyor. Tatilin okuldaki eğitimden tek farkı budur. Aile reisi olarak aile büyüklerinin yapacağı en önemli şey ailenin kendi müfredatını kendilerinin yapmasıdır.

Tatil sürecini ailenin kendi müfredatını uygulayabileceği serbest bir zaman olarak mı değerlendirmek gerekiyor?

Evet. Eğer programsız bir tatil olursa hangi gün, nerede ve niye sorularına cevap vermeden sabah kalkılıp bir yere gidilir, öğleden sonra hiçbir yere gidilmez, tatille alakalı hiçbir şey konuşulmazsa, anne veya babanın aklından geçen yere çocuklar sürüklenirse okuldaki o stresli süreci bile özler çocuklar. Çocukların söz hakkı olmadığı, hiçbir şekliyle ne olacağı belli olmayan kaotik bir tatil dinlenmeyi değil, stresi beraberinde getirir. Tatil dönemi bu tür kaotik plan ve programsızlıktan dolayı çok defa ailelerin mutlu başlayıp kavgayla bitirdikleri bir hal alıyor. Aile fertleri beklentilerini karşılayamıyor.

Milli Eğitim’in müfredatında belirlenmiş köşe taşları var. Yani şu kadar süre eğitim yapılır, şu tarihte şu sınav var, bu tarihte bu sınav var gibi bir müfredatı var ve bunu uyguluyor. Tatilde ise ailenin müfredatı devreye giriyor. İdeal bir tatil müfredatında hangi köşe taşlarının olması gerekir?

Tatilde ilk planlanacak şey zamandır. Yani tatil bir haftalık veya aylık tatilse harita üzerine yatırılır gibi zamanı planlamak lazım. Arkasından mekân planlaması yapılır. “Bir aylık tatilde 15 gün şuradayız, 5 gün buradayız, 2 gün buradayız” gibi mekân planlaması yapılmalıdır.

Sonra mekân planlamasının içinde aktivitelerin planlanması gerekir. Asıl problem burada çıkar. Çünkü genellikle burada beklentilerin çakışmasını görürüz. Aktiviteler planlanırken baba dinlenmek ister, anne ise annesine gitmek ister, çocuklar tatil köyüne gitmek isterler. Babanın burada aile reisi olarak planlanacak günlerin içerisinde hangi aktivitelerin olacağını problemsiz şekilde doldurmuş olması gerekir.

Peki tatilde çocukların ders çalışması için bir plan yapılması gerekir mi?

Tatil, ders çalışma süreci değildir. Tatil gezme, eğlenme dönemidir. Aileler; çocuk ders kitabını yanına almıyor, boş geçiyor, bir şey öğrenmiyor diye korkmamalılar. Çocuk; bir otobüs yolculuğunda, bir şehre gezmeye gittiğinde, babası birisiyle konuşurken, rezervasyon yaptırıldığında, tatil yerinde insanlarla ilişkide her bir faaliyette sosyal bir öğrenme gerçekleştirir. Bu sosyal öğrenmeler okulda olamayacak şeylerdir.

Eğer anne-babalar tatil döneminde de çocukların önüne ders kitabı koyarlarsa bu sosyal öğrenmenin önüne geçmiş olurlar. Bazı aileler vapur yolculuğunda çocuğun önüne vakti boş geçmesin diye kitap koyuyorlar. Çocuk midesi bulana bulana ders yapıyor. Oysa bir vapur yolculuğunda çocuğun öğreneceği çok şey vardır. Kaptanından tutun da oturma düzenine kadar pek çok şey öğrenebilir. Baba elinden tutup güverteyi, kaptanı, çapayı, vapurun nasıl gittiğini, suyun kaldırma kuvvetini anlatmış olsa hayatın içinden bir şeyler öğretmiş olur. Dolayısıyla öğrenme tatil sürecinin her aşamasında devam eder.

Anne-babalar fırsatları kollasınlar. Öğrenmek demek illa ders kitabını okumak demek değildir. Tatil döneminde çocukların en ezildikleri nokta budur. Özellikle şunu belirtmek isterim: Öğretmenler tatil döneminde çocuklara tatil ödevi vermemeliler. Eğer bir tavsiyede bulunacaklarsa “Gittiğiniz yerlerde resim çekin, gittiğiniz yerdeki en meşhur yiyeceğin tarifini getirin” diyebilirler. Bunu notla değerlendirmek yerine tatil yerlerini daha dikkatli gezmelerini, bunları arkadaşlarıyla paylaşmalarını sağlayabilirler.

Ben burada başka bir konuya daha temas etmek istiyorum…

Tabii, buyurun…

Tatil, ailenin gerçekten de bir aile olup olmadığının anlaşıldığı bir dönemdir. Tatil döneminde çocuklar beraberken, anne-babalarıyla birlikteyken oflayıp pufluyorsa, “Ben sıkıldım” diyorsa, “Ben başka yere gideceğim” diyorsa, aile bir arada duramıyorsa burada bir sorun var demektir. Ailenin aile olma fonksiyonunun görüldüğü tek dönem tatil dönemidir. Çünkü okul ve çalışma döneminde anne-babalar 7-8 saat birbirlerinden ayrı kalıyorlar, çocuklar keza birbirlerinden ayrıdırlar. Çocuk bu süreçte aidiyet duygusuyla aileye bağlı olup olmadığını göremiyor. Tatil bunun en iyi görülecek yeridir. Aile eğer tatilde bir arada kalmayı beceremiyorsa, anne-babalar ailedeki aidiyet eksikliğini görmeliler.

Tatil süreci bu eksikliğin giderilmesi için nasıl değerlendirilmeli?

Tatil, aile fertlerinin birbirlerini daha yakından tanımaları için bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Baba 18 yaşına gelmiş oğlunu daha yakından tanımak için bir banka oturup ne düşündüğünü konuşarak birbirlerini daha yakından tanımalarını sağlayabilir. İşte bu anın yaşanması tatilin en verimli geçtiği anlardandır diyebiliriz.  Yoksa mutlaka eğlenmek, birlikte bir boş vakti değerlendirmek, dinlenmek, rahatlama süreci yaşamak elbette önemlidir. Ama aidiyet yoksunluğu gibi ailenin bir takım temel unsurları varsa, kaç kere denize girilirse girilsin, kaç kere lunaparka gidilirse gidilsin bir netice alamayacaktır. Tatil süreci, ailedeki aidiyet yoksunluğunun giderilmesi için en iyi şekilde değerlendirilmelidir.

Yaz Okulları

Her yıl giderek yaygınlaşan yaz okulları konusunda birkaç hususu belirtmekte fayda var. Bilindiği gibi yaz okulları gerek öğrencilere gerekse yetişkin­lere yönelik olarak organize edilmektedir. Yetişkinlere yönelik yaz okullarının arasında, ebru kursları, ney kursları, yabancı dil kurslarını sayabiliriz. Böylesi kurslara gitmek, tatil sonrasına da bir avantaj olduğu için bunları tavsiye edebiliriz.

Ancak öğrencilere yönelik olarak düzenlenen yaz okullarında anne-babaların bazı kriterleri gözden geçirerek karar vermeleri gerektiğini hatırlatmakta fayda var. Yaz tatilleri kötü alışkanlıkların kazanıldığı dönemlerin başında gel­mektedir. Tatilde gençler, birbirleriyle ilk defa karşılaşıyor ol­­manın ve (ihtimal ki) bir daha da kar­şılaşmayacak olmanın ver­diği rahatlık içinde davranabiliyorlar. Böyle­si bir rahatlık suni dostlukların ve mas­keli iletişimlerin de zemini olu­yor.

İşte bu itibarla bakıldığında, her ne kadar yaz okullarının faydası, takdir edilecek boyutlarda olsa da yaz okulu organiza­törlerinin bu ve benzeri konulardaki hassasiyeti bilinmedikten sonra çocukların böyle­si bir aktiviteye katılmaları sakıncalı ola­bilir.

Özellikle kız-erkek karışık yapılan organizelerde, ergenlik dö­ne­mi­nin de verdiği çalkantıların tesiriyle maskeli ve suni ileti­şim­ler, çocukların yaz tatili­ni hüsrana çevirebilir. Bu tür­lü so­runlar, sokakta da mar­kette de bir alışveriş merkezinde de yaşanabilir, dememek lazım. Çünkü toplu bulunan yerlerde dostluklar çabuk gelişir. Ki­şi­le­rin bir daha birbirlerini (bel­­ki de) hiç göremeyecek oluşu, on­ları cesur davranmaya itebilmektedir.

Yaz okulları seçiminde dikkat edilecek diğer bir konu ise ter­cih edilen yaz okulunun hangi gelir seviyesinden veya sosyal se­viyeden kişilere hitap ediyor olduğudur. Sosyal çevre farklılığı yetişkinler arasında sorun olmasa da gençler arasında ciddi bir kırılganlığın nedeni olabilir. Henüz cep telefonu bile olmayan bir çocuğun, katıldığı yaz okulun­daki arkadaşlarının hepsinde, “iPad” veya “PSP 2” elektronik cihazları varsa bu çocuk onların yanında kendini ezik hissedebilir.

O nedenle, tatillerine yaz okulu programı alan anne-babaların bu hususlara dikkat etmesini öneririz.

Üç aylar ve çocuk terbiyesi

Son bir kaç yıldır yaz ayları ve tatiller artık Ramazan orucu ile beraber anılıyor. Bilindiği gibi Ramazan ayı, üç aylar olarak bilinen Recep ve Şaban’dan sonraki üçüncü aydır. Ramazan’dan önceki bu iki ay içinde, birçok kişi Ramazan ayına ha­zırlık olarak oruç tutmakta, hayır işlerine daha çok zaman ayır­mak­ta­dır.

Böylesi yoğun bir dinî atmosferin yaşanacağı dönemin tatile denk geliyor olması, birçok aile için bulunmaz bir fırsattır. Zira çocuklarını oruca alıştıracak olan aileler, okul zamanını değil; tatil zamanını kullanmış olacaklardır. Mübarek gün ve geceler­den çocukların daha çok istifade edebilmesi için çocuklarla bir­likte ziyaretler ve geziler düzenlenebilir. Bu günlerde, çocuklarla birlikte farklı camilerde na­maz kılmak, mevlit dinlemek, türbeleri ziyaret etmek vb. faali­yet­ler­de bulunmak onların sosyal ve manevî gelişimine katkı sağlayacaktır.

Öte yandan maalesef her Ramazan ayında oruç ile ilgili med­yada bazı haberler yapılmakta, senaryosu önceden hazır­lanmış gibi birtakım olaylar ekranlara getirilmektedir. Çoğunlu­ğu itibari ile dine çok saygılı olan Türkiye’de böylesi haberler gençlerin kafalarını karıştırmakta, oruç ve Ramazan ayı ile ilgili tereddütlerinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.

Örneğin, bir dönemde televizyonların en hararetli tartışma konusu olan “İçkili iken oruç tutmak orucu bozar mı?” gençlerin tek başına cevap bulamayacağı sorulardan birini oluşturuyordu. Bunun yanında, özellikle tatil beldelerinde oruç tutmaların en asgari seviyeye iniyor ol­ması, oruç tutan gençlerin kendileri ile çelişmesine de sebebiyet verebilir. Bir tatil bölgesinde sadece kendisinin oruç tuttuğunu bilen bir genç –popüler tabir ile– ma­hallenin psikolojik baskısı ile oruç tutmaktan çekinebilir.

Bu veya buna benzer soruların bu yıllarda da yaşanacağı dik­kate alınarak dinî hassasiyeti bulunan ailelerin çocuklarına bi­rer “ilmihal” almalarında ve gençlerin tatil döneminin belli bir kısmını ilmihal bilgilerini gözden geçirmeye ayırmalarında fay­da vardır.

Öte yandan, özellikle dinî günlere denk gelen tatil günleri, dinî hassasiyeti kırabilecek olan tatil beldelerinden uzakta geçiri­lebilinir. Aksi takdirde, oruç tutabilecek yaşa gelmiş olan gençler, bir yandan deni­ze girmek, diğer yandan da oruçlu olmak ara­sın­da çelişki yaşayabilirler. Özel gün ve gecelerde tatil mekânı olarak, yaylalar, ormanlık alanlar, sefire bölgeleri ve köyler seçi­le­bi­lir. Böylece hem daha çok tefekkür etme fırsatı ya­kalanacağı gibi, Ramazan ayında dışarıdan gelecek negatif sinyallerden de uzak durulmuş olur.

Bunlarla birlikte bazı aileler, çocuklarına dinî eğitim verme noktasında çok aceleci ve ısrarcı da olabiliyorlar. Örneğin fizyo­lojik gelişimini henüz tamamlamamış olan çocuklardan oruç tutmasını beklemek, çok doğru bir davranış değildir. Ergenlik dönemine girmemiş olan çocuklardan olsa olsa, anne babasına özenden kaynaklanan mutluluğu yaşatma adına, birkaç saat ya­hut yarım gün aç kalmaları istenebilir. Bütün gün boyunca oruç tutmaya teşvik etmek, doğru bir davranış değildir.

Tatil sonrası sendromuna dikkat

Güzel bir tatilin en kötü yanı çabucak bitmesidir. Bitmesinin de ötesinde, asıl sorun, tatil sonrasındaki eski hayata yeniden uyum sağlama sırasında çekilen güçlüklerdir.

Bilinen bir gerçek var ki planlı ve programlı yapılan tatil, in­san hayatında önemli bir yer tutmakta ve tatil sonrası hayata ge­çişte zorluklar daha az yaşanmaktadır.

Ne zaman ki tatil dönemi bir kaos ve plansızlıkla geçtiyse tatil sonrasına ayak uydurmak da o derece zor olmaktadır. Zira planlı yapılan tatilde insanın biyolojik rit­mi tahrip olmamış, dengesi kay­bol­mamıştır. Plansız ve programsız ya­pılan tatillerde, bozulan bi­yolojik rit­min yeniden ayarlanması hayli zah­metli olmaktadır.

Tatilde geç kalkmaya alışmış ço­cuklar, tatil sonrasında erken kalkmakta zorluk çekmekte, uyku­suz ve yorgun okul yolunu tutmaktalar. Okulun ilk haftasının böyle verimsiz başlaması, sonraki haftaların da sıkıntılı geçece­ğinin ilk sinyalidir.

Bu itibarla bakıldığında, tatildeki düzensizliğin tatil sonrası­na yan­sımaması için gerekli tedbirler alınmalıdır.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi