Etiket arşivi: vatan

Terör ve Anarşiden Kurtulmanın Reçetesi

Hemen konuya giriyorum dallandırıp budaklandırıp sözlerimi süsleye püsleye servis etmek niyetim değil. Zira kaleme dökeceğim konu ne edebi derinlik kaldırır ne de okundukça keyif verdirir.
Yeter artık yeter diyoruz ama bizlerin yeter demesi ile bitmiyor, fırtınalar sönmüyor yangınlar. Anarşiye teröre dur diyoruz bitsin istiyoruz ama durmuyor bitmiyor.

Bitmez de bitmeyecekte ama ben böyle hadiseler karşısında Rabbi Rahimime duruşumu sunuşumu takdim ediyorum. Zira bana bir fırsat bir imkan ihsan eylemiş Rabbim bu köşeden sesleniyorum sessiz dünyaya harflerin konuştuğu bu sesle..
Bir hastalık var ama bu hastalığın verdiği acı ve ağrıları konuşmak ile gündemle tutmakla bu yarayı kaşımakla bu hastalık iyileşmez iyileştirilmez ve hastalık hafiflemez şiddetini arttırır.

Peki ne yapmalı?

Bir çözüm üretilmeli bu çözüm ise hastalığın sebebi nedir hangi sebeplerden kaynaklanıyor bunları teşhis ederek iyileştirme yoluna gidilmeli.  Elbet böyle büyük bir kan kanseri gibi bir hastalığın çözümünü ben üretecek değilim fakat üreteni gördüm ondan haberdar edeceğim kamuoyuna..
Risale-i Nur’un Şualar kitabını elime aldım. Sayfa üç yüz kırk dokuzu açtım ve bir cümle okudum. Said Nursi toplumsal huzurun doktoru diyor ki; Afyon Mahkemesi Müdafasında “Bu vatanın 
ve bu milletin  hayat-ı içtimaiyesi  bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için  beş esas lâzım ve zarurîdir:

Hürmet,

merhamet,

haramdan çekinmek,

emniyet,

serseriliği bırakıp itaat etmektir.”
İşte çare bu kadar basit fakat gündemde tutulup üzerinde işlenen bir konu değil..
Fark ettiyseniz beş esas derken altı sayıldı. Evet beş esas İslam’ın beş temel şartıdır aslında sonra sayılan altı madde ise imanın altı rüknüdür aslında..

Şimdi sade ifadeleri sadeliğinden çıkarıp bizim anlamayacağımız fakat anladığımızı sanacağımız cümlelere dökeyim..
Türkiye Cumhuriyetinin ve bu topraklarda yaşayan insanların insanların sosyal yaşantılarının
bu şaşılacak bir çok filmlerin senaryoların çevrildiği zamanda Türkiye de meydana gelen terörizmden bu vatanı kurtarmak için İslam’ın beş temel esası imanın altı rüknü hayata geçirilmeli ve tabi olunmalı.
Bu ise Saygı ve sevgi ve karşılıklı anlayış ile, İnsanların birbirine şefkat göstermesi ile,
Allah’ın haram kıldıklarını işlememekle( faiz, zina, katl, içki, kumar, dinde olmayanı dine sokma, yalancı şahitlik, anne baba hukukunu çiğnemek, akrabayla ilişkiyi ve yardımı kesmek) İnsanların birbirlerine itimat ve güvenlerinin sağlanması ile, İşsizlik tembellik başı boşluğu bırakmak ile, mümkün olacaktır..
Ne kadar basit değil mi?
Şimdi tüccarları ve ticaretleri düşünelim. Silah satılacak mermiler üretilecek, İçkiler satılacak barlar pavyonlar iş yapacak, Bankalar faiz ile beslenecek, Medyalar açık saçıklık ile bekar gençliği insanları fuhşiyat görüntüler ile zinayı özendirecek teşvik edecek, Her türlü makyaj malzemeleri ile insanların yüzleri gözleri boyandırılacak sağlıkları tehlikeye düşürülecek, O kadar çok ilaç üretiliyor eczanelerde daha onlar tükettirilecek, Spor adı altında insanlar tarafgir olacak, lüzumsuz yere, siz şu kadar gol yediniz biz bu kadar gol attık muhabbeti ile akıllar meşgul edilecek.

Birde İslam’i kanal da da hocalar birbirlerini tekfir edecek onlara tabi olan cemaatlerde birbirlerini yiyecek biz fırka-i Naciye siz fırka-i dalle yetmiş üçün biri biziz siz değilsiniz falan filan..

En sade ve yalın dille başka nasıl yazılır bilmiyorum ama yapıcı onarıcı üretici hayırda yarışıcı ve en önemlisi İMAN ilmi ile meşgul olan bir MİLLET olmaya başlayalım İSLAM BİRLİĞİ için gayret gösterelim İnşallah tabi bu hizmeti verirken de saydığım kazanç sektörlerine vereceğiniz zararlar sebebi ile bir bedel ödeteceklerini unutmayın ..!!

Zira Bediüzzamanın dediği gibi CENNET ucuz değil, CEHENNEM dahi LÜZUMSUZ değil..

CENNET müşterilerini beklediği gibi CEHENNEM dahi müşterilerini bekler..

Şimdi sen söyle terör başka türlü nasıl biter..??
Araştırmacı – Yazar

Süleyman Yasin AKDENİZ

habermektebi.com

Vatan Sevgisi

Milletlerin yurt edinip özgürce hayatlarını sürdürmek için uğrunda nice mücadeleler verdiği toprak parçasına vatan denilmiştir. ”Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır“ veciz sözüyle, anlatılmak istenen de budur. Korunması, Hadisi Şerifle teşvik edilmiştir.

“Bir kimse kendini, dinini, namusunu ve malını korurken öldürülürse şehittir.”( Tirmizi, Diyat / 22)

Vatan, bir amaç ve gaye değil amaç ve gayeye hizmet eden bir araç bir vasıtadır. Amaç ve gaye insan ve onun inançlarının yaşanmasıdır. Hal böyle olunca elbette dinini rahatla yaşadığı vatan rahatla yaşayamadığı vatana tercih edilir. Yalnız tercih yapmak durumunda kaldığı zaman bu böyledir. Yoksa tercih gerektirmeden vatan değiştirmek yanlış ve hatalı olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asv) Mekke de dinini yaşayamaz bir hale geldiği zaman Medine ye hicret etmek durumunda kalmıştır. Ama şartlar değiştiği zaman vatan asıldır, ilk tercih edilecek yer orasıdır.

Peygamber Efendimiz (asv)’in Mekke sevgisi ve orayı arzulaması sadece dini hissiyatla izah edilemez, o arzu ve sevgi içinde vatan hasreti ve vatan sevgisi de vardır. Vatan sevgisi sadece dinin yaşanamaması noktasında geri plana atılır. Yoksa insanların vatanını sevmesinde ve saymasında dini açıdan bir sakınca yoktur. Nitekim vatanı öven ve vatanda kalmaya teşvik eden bir çok hadisler de mevcuttur.

“Vatan sevgisi imandandır” hadis-i şerifi, İslam âlimlerinin en büyüklerinden ve ikinci bin yılın müceddidi olan imam-ı Rabbani Hazretlerinin, Mektubat kitabının 155. mektubunda ve Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerinin Mesnevi’sinde vardır.

“Allah rızası için bir gün nöbet beklemek, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır. Sizden birisinin kamçınsın cennetten işgal ettiği bir yerde, dünyadan ve dünyadaki her şeyden hayırlıdır.’’ ( Buharı. Cihad. 71) Nöbet nerde tutulur, elbette vatan hudutlarında.

Dinin bir çok hükmü vatan ve toprak ile yaşanır. Ordu olup da karargahın olmaması, cemaat olup da mescidin olmaması, zekatın olup da zekatın kazanılacağı çarşı ve pazarın olmaması, ilim ve eğitimin olup da okul ve medreselerin olmaması, miras hukukunun olup da miras edilecek toprak ve tarlaların olmaması elbette düşünülemez.

İnsan dinini ve haysiyetli bir yaşamı ancak özgür ve bağımsız bir vatan üstünde yaşabilir. Vatansızlık çok acı ve kahırlı halettir. Nitekim Yahudiler meskenet zilletini vatansızlık ile yemişlerdir. Yani yersiz ve yurtsuz oldukları için tarihte itilip kakılmışlardır. Şeriat ile vatan bir birlerinin lazımı iki önemli ayrılmaz unsurlardır. Peygamber Efendimiz (asv)’in Mekke den çıkar çıkmaz Medine’yi yurt edinmesi vatan kavramının önemine işaret eder.

Ö. Nasuhî Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu’nda Darü’l-İslâm ve Darü’l-Harb’i şöyle tarif eder :

«Darü’l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Darü’l-Harb -tir»

Şafiî Mezhebi’ne göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü’I-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü’l-Harb» değildir. ( Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.).

Hanefî Mezhebi’nde, bir «Darü’l-Harb», «ahkâm-ı İslâm’ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder ( Kuhistanî, c. II, s. 311.). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İslamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A’zam Hazretleri’ne, diğeri ise İmameyn’e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.

İmam-ı A’zam’a göre «Darü’l-İslâm»-ın «Darü’I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü’l-Harb» değildir.

1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü’l-harb» denemez.

2. O diyar «Darü’l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «Darü’l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Darü’l-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A’zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an’anevî ilişkilerini devam ettirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayrimüslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayrimüslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaristan’daki Müslüman köyler gibi.) Nitekim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir îslâm devleti, her taraftan gayr-i muslini devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü’l-Harb» olmaz.

3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayrimuslim azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.

Bu ince şartlar dahilinde meseleye baktığımızd da Türkiye’nin fıkıh açısından Darü’l-Harb mı yoksa Darü’l-İslâm mı olduğu çok açık bir şekilde sabit oluyor. Bazı müfrit ve mezhepsiz fikri akımların iddia ettiği gibi Türkiye’miz Darü’l-Harb değildir.

sorularlaislamiyet.com

Risale-i Nur Hizmetinin Büyümesi Manevi Bayramdır

Son zamanlarda, başta bu vatan ve millette Risâle-i Nur hizmet-i îmâniyesinin devâm ve inkişâfı ile beraber, hâriçte âlem-i İslâm ve insâniyyette fevkal’âde hayırlı ve hâs hizmetler, neşriyâtlar olmaktadır. Mâlumunuz olduğu üzere, Mekke-i Mükerreme’de Nurlar’dan bâzı Risâleler tab’ ile neşr edilmiştir. Rusya’da ve Türkî Cumhuriyetlerde hakaik-i İmâniyeye dâir eserlerin neşri devâm ediyor. Akademik sâhalarda, yâni Üniversiteler gibi ilim ve irfân merkezlerinde de ümidin fevkinde gelişmeler olmaktadır.

Dînî İlimlere ve Kur’ânî hakikatlara âşina ve kendi sâhalarında otorite olan selâhiyyetli, mümtâz zatların, Hz. Üstâd Bediüzzaman ve Nur Risâleleri hakkında takdim ettikleri tebliğler, makàleler ve beyânları, yakın bir zamanda “Kur’ân-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersi” olan Risâle-i Nur’a nazarların daha çok çevrileceğine kat’i bir kanâat vermektedir. Nitekim, Hz. Üstâdımız hayatlarının son senelerinde, bir gün ikindi abdesti aldıktan sonra “Şu câzibedâr siyâset hâdiseleri biraz tevakkuf etse; birden beşeriyet nazarını Kur’ân’a çevirecek.” demişlerdi.

.. .. .. ve 1910 yılından beri Amerika’da yayınlanan beynelmilel “The Muslim World” dergisinin Üstâd Bediüzzaman hakkında özel bir sayı hazırlaması.. gibi bu babda pek çok hizmetler, dersler ve neşriyâtların Cenâb-ı Hakk’ın inâyet ve keremi ile îfâya başlanması; 1911’de Şam’da Câmi-i Emevî’de Üstâd Bediüzzaman’ın îrad ettiği ve sonra 1951- 1371’de neşr ettirdikleri Hutbe-i Şâmiye’den şu gelen hakikatlı haber ve beşâretlerin mes’ûdâne tahakkukları ve mâsadakları hükmündedir diye telâkki ediyoruz:

“…Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda, harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin îkâzatıyla uyanmış ve insâniyetin cevherini ve câmi’ istidâdını hissetmiş. Ve insan, acîb cem’iyetli isti’dâdıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünyâ hayâtı için yaratılmamış; belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular, mâhiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihâyetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış.

Hattâ insâniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayâliyeye denilse: “Sana, dünyâ saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir i’dam senin başına gelecek.” Elbette, hakikî insâniyetini kaybetmeyen ve intibâha gelmiş o insânın hayâli; sevinç ve beşârete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saâdet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir dîn-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm i’dâmına karşı din-i haktaki bir hakikatı arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hâl-i âlem bu hakikata şehâdet eder.

Kırkbeş sene sonra, tâmâmıyla beşerin bu ihtiyâc-ı şedîdini dinsizliğin zuhûruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeğe başlamışlar. Hem âyât-ı Kur’âniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri, aklına havâle eder, “Aklına bak” der, “Fikrine, kalbine mürâcaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikatı bilesin”diyor.

Meselâ: Bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikatı bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatına dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divâneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayâtında, hâdisât-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun. Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhâkeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar. Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmağa çalışınız!” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyâsen çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havâle ediyor.

Ey bu Câmi-i Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhâna tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakàik-i îmâniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bâzı efrâdları gibi ruhbanları taklid için bürhânı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhân-ı aklîye istinâd eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisâfına ve beşeri tenvir etmesine mümânâat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmişbir’de fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak…”

Hz. Üstâd Bediüzzaman, hayâtının son senesinde Ankara’da neşr edilen Nur’a âid son mecmua olan Sikke-i Tasdîk-i Gaybî.. veyâ İstanbul’da neşr edilen Şuâlar’dan bir formayı tashîh ederken, yakın bir gelecekteki îmânî ve İslâmî bir mânevî inkişâfâta dâir bir cümle münâsebetiyle Muazzez Üstâd; “Ben o bayramları görmeyeceğim. Sizler göreceksiniz” diye beyânda bulundular. Biz de; Tahiri, Zübeyr, Ceylân, Bayram, Hüsnü ve Sungur, “Hayır Üstâdım, Siz de göreceksiniz.” diye mâ’rûzatta bulunduk. Muazzez Nur Üstâd, tekrar; “hayır, ben görmeyeceğim” dedi ve bu karşılıklı mâ’rûzât birkaç defa tekrarlandıktan sonra Nur Üstâd, “hayır; ben görmeyeceğim, siz göreceksiniz. Sen gelir, o bayramları, kabrimde kulağıma söylersin” buyurmuşlardı. Bugün o cemâatten hayatta kalan bizler, bu günleri görmekle, Hz. Üstâdımızın ifâde buyurdukları o bayramları idrâk ediyoruz ümîdi ile kardeşlerimize arz ve takdim ediyoruz.

Bu münâsebetle, Hz. Üstâdımızın uzun ömrüne âit kanâatımızın bir sebebini kardeşlerimize arz etmek isteriz. Şöyle ki:

Hz. Üstâdımız, yanında bulunan talebe ve hizmetkârlarına bazen sadâkat dersi verirdi. Biraz da şiddetli îkâz ve ihtârda bulunurdu. Biz ona “resm-i geçit” derdik. Her birimize âit îkâzları muhtevî bir ders, meselâ; ‘‘Sana deseler ki, gel seni Ankara’da maârif vekîli yapalım. Yine Risâle-i Nur’a çalış. Fakat Said’ten ayrıl..” bu meâlde..

İşbu derslerin muhâtabları olan biz âcizler, Hazreti Üstâdımızın bu beyânlarını ‘kırk elli sene daha hizmetinde bulanacağız, belki hârika bir tecellî ile Üstâdımız uzun yıllar daha yaşayacaktır.’ kanaâti ile; ‘hayır Üstâdımız, siz de o bayramları göreceksiniz’ diye mukabelede bulunduk. Bu sebebledir ki; Hazreti Üstâdımızın vefât edeceğini hiç düşünmemiştik. ‘Said’den ayrıl’ sözü ne demektir, bilemedik. Bunları o zaman hep birer sadâkat dersidir diye telakki etmiştik.

Yoksa Hz. Üstâdımızın bu beyânâtları ‘Risâle-i Nur’un âlem-şümûl ve her ehli îmânâ faydalı küllî intişârı ve yayılması ve dersleri yanında, Hazreti Üstâdın tertip ve tanzim ettiği şekilde ve usulle Risâle-i Nur’un neşriyâtı, dersleri devâm etmelidir.’ gibi birer îkâz ve ihtârları mı idi. Ve son vasiyetleri istikametinde, hizmetin devam etmesi luzumunu mu ihtâr ediyordu. Ve bizzat Hazreti Üstâd’dan kaynaklanan hususların ikàmesini mi ders veriyordu diye tezekkürde bulunmuştuk. Cenâb-ı Hak’ka hadsiz şükür olsun ki Nur câmiasındaki kardeşlerimiz, Hazreti Üstâdımızın kendi yerinde vâris bıraktıkları Nur Külliyâtını, İhlâs ve Uhuvvet Risâlelerini, Mektubât’ın Nur’u ve lâhika mektuplarını, vasiyetlerini, temennî ve ricâlarını yakînen idrâk ederek sırât-ı müstakimin bu asırda bir âyine-i tecellîsi olan bu Hakikat-ı Kur’âniye istikàmetinde idâme-i hayat ettiler.

Yukarıda ifâde ettiğimiz Hazreti Üstâdımızın beyânlarını, mezkûr îkaz ve ihtârlarını ‘Hazreti Üstâdımızın, daha uzun yıllar yaşayacağına, biz de onun yanında ve hizmetinde bulunacağımıza’ haml ederdik. İşte bu sebebledir ki; Hazreti Üstâdımıza “siz de o bayramları göreceksiniz” diye mukàbelede bulunduk. Şimdi de bunun tam hikmetini bütün dekaiki ile idrâk etmiş değiliz. Belki Risâle-i Nur şahs-ı mânevîsinin hizmet-i külliyesi içinde, Nurlar’ın te’lifi, neşri, tertip ve tanzimi, ders tarz ve usulleri ve bilhassa hayâtını nurlara vakfedenlerin tâyinâtlarını devâm ettirmek gibi vasiyetlerinde zikrettikleri hususların yerine getirilmesi sadedinde bir ders-i ikaz telakki ediyoruz.

Nitekim son senelerindeki bir vasiyetinde:

“Hem benim şahsımın, hem Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin sermâyesini, kendilerini Risâle-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramıyanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar, birkaç senedir tayinatları verilen Nur talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesânüdü de tam muhâfaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnâmeyi tasdik ediyorum.

Said Nursî

Hazreti Üstâdımız “Umum Dostlarıma ve Nur Kardeşlerime Bu Vasiyeti İlân Ediyorum” diye başlayan son diğer bir vasiyetlerinde bu tayinat hususunu ehemmiyetle nazara veriyor ve “Şimdi, Risâle-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risâle-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tâyinini alabilir.” diyor ve devamla;

İnşâallah tam Risâle-i Nur intişâra başlasa; o sermâye şimdiki fedâkâr, kendini Risâle-i Nur’a vakfeden şâkirdlerden çok ziyâde fedâkâr talebelere kâfi gelecek ve mânevî Medreset-üz Zehrâ ve Medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak. Benim bedelime bu hakikate, bu hâle mânevî evlâdlarım ve hâs ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nur’a kendini vakfeden kahramân ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını ricâ ediyorum. Risâle-i Nur itibâriyle bana hiç ihtiyâç kalmadığı için âlem-i berzaha gitmek benim için medâr-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki, zahmetten rahmete gidiyorum.

Çok hasta

Said Nursî

Hazreti Üstâdımız Nur neşriyâtını ve matbaalarda tab’ını Nur’un bir mânevî bayramı diye ifade ederken Risâle-i Nur neşriyâtı ile hâs talebelerine husunan nafakasını tedârik edemeyenlere verilen tayinatı da ehemmiyetle nazara alıyor ve;

“Risâle-i Nur’un kıymettâr haysiyeti ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsinin kemâl-i sadâkati bu mânevî Nur bayramına vesîle oldu..” diye yâd ediyor.

Cenâb-ı Hak’ka hadsiz şükür Risâle-i Nur’un tab’ ile neşriyâtı ve tercümelerle Âlem-i İslâm ve insâniyette intişârı mânevî bir bayram olması gibi .. kemâl-i takdir ve tahsin ile yâd edilmesi dahi Allâh u a’lem Nur’un bir mânevî bayramı hükmündedir diye kardeşlerimize tebriklerle arz ve takdim ederiz.

Mustafa Sungur

“Vatan” sevgisi “iman”dandır..

Hangi şey imansız sevimli olabilir ki? İman, bütün yaratılanları, varlığın hepsini, aynı Yaratan’ın yarattıkları olarak kardeşimiz ve ailemiz eylediği için her yeri ve her şeyi bizlere “vatan“ımız eyliyor.

Elbette ki insan vatanını imanından dolayı sever.

Hangi sevgi imansız mümkündür ki?

İman olmasaydı sevme nasıl olurdu? Hangi şey imansız sevimli olabilirdi ki? Hadis diye bildiğim “vatan sevgisi imandandır” sözünü, sınırları siyasi olarak çizilmiş “millî vatan” üzerinden anlamak doğru değil. Şimdiye dek, mümin olanların içinde kendini buldukları vatanı (yani, meselâ, misak-ı millî sınırları içinde kalmış toprak parçalarını) imanlarından dolayı sevmesi tavsiye edildi.

Hal böyle olunca, meselâ Şam, meselâ Mekke, meselâ Kudüs, mesela Bağdat, meselâ Bosna “iman uğruna sevilecekler” listesinin dışında kalıyor. O zaman yurtdışında kalan mazlumlar, yetimler, öksüzler, fakirler, ezilmişler için ağlayacak kalbimiz yok. Öyle mi olmalı peki?

İman, varlığın hepsini, aynı Yaratan’ın yarattıkları olarak kardeşimiz ve ailemiz eylediği için siyasî sınırların dışındaki her yeri ve her şeyi “vatan“ımız eyliyor. Öyleyse müminlerin birlikleri “millî” değil “dinî“dir; “vatan“ları da “siyasî” değil “insanî“dir. Kardeşlik bağları da kanla değil imanla kurulur.

İman, her yeri vatanımız eylediği için her yeri/her şeyi sevdirir bize. Secde edecek özgürlüğün olduğu her yer “vatan”ımızdır.. evet, evet, vatanımızdır. Secde etmemizin çok görüldüğü bir yer ise “vatan”ımızı “gurbet” eyler. Bizi asıl toprağımızdan sürgün eder. (bu bağlamda, hz. peygamberin [asm] secde etmesine izin verilmediği için kendisinden hicret ettiği ‘doğum yeri’ mekke’nin fethinden sonra bir geceliğine de olsa, kendi evinden ikamet etmeyişi, “benim toprakta gözüm yok, ben hürriyetin peşindeyim, iman ile insan arasındaki engelleri fethetmekle/açmakla görevliyim” mesajı olarak okunabilir.)

İman sayesinde, “Allah göklerin ve yerin nurudur” diye/biliyoruz. Yani, sadece misak-ı millî gibi sınırlara göre değil sevmemiz. Bütün bir dünyanın bile denizde kum tanesi kaldığı semâları seviyoruz.

İmanın nuru sayesinde tanıdık, aşina ve sevimli oluyor bize siyasi sınırlarımızın dışında kalan yerler bile.. Hal böyle olunca, önce vatanımızı tanımlayıp sonsuz ve sınırsız imanımızı vatan sınırlarına göre mi tarif edelim? Yoksa, önce imanımızı tanımlayıp “vatan” bildiklerimizi imanın bize aşina ettiği yere göre tarif edelim?

Eğer, birincisini yaparsak, meselâ meriç nehrinin doğu kıyısı sevimlidir mümine, batı kıyısı ise ne kadar çiçekli de olsa tahammül edilmezdir?

Eğer, ikincisini yaparsak, sevmelerimizin arasına değil meriç ölüm bile giremez, vatanımızı değil dağlar kıyamet bile bitiremez.

Mümin için kabir bile sevilecek vatan olur.

Mümin için kıyamet sonrası da ebedi bahar çiçeklerinin süslediği vatan olur.

Dr. Senai Demirci

Müsbet Milliyet ve Menfi Milliyetçilik

Milliyeti şöyle değerlendirirsek, her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi müspet milliyettir ve güzeldir, Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse menfi milliyetçilik olur, dolayısıyla zararlıdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Bediüzzaman hazretleri insanlar arasında tanışmak ve yardımlaşmak ile ilgili açıklaması şöyledir:

“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf (tanışmak) ve teâvün (yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara (tümen), fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün (yardımlaşma kanunu) altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın (düşman) hücumundan masun (korunan) kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamat (karşılıklı düşmanlık besleme) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (Müslümanların sosyal hayat yapısı) büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife (kabile ve taife) inkısam (bölünme) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönü) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu ayetin ilân ettiği gibi, teârüf (tanışma) içindir, teâvün (yardımlaşma) içindir; tenâkür (karşılıklı inkâr etme) için değil, tehâsum (düşmanlık) için değildir.

Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi değildir. İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.

Menfi Milliyetçilik: Menfi milliyetçilik fikri her devirde başrolü üstlenmiş ve devletlerin tahribine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devlet-i Aliye adeta kavimler haritasına dönmüştü. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya’da, Afrika’da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme” görevlerine dayandırıyorlardı. ABD’de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail’de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Özellikle Fransız ihtilalından sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecini de meydana getirmiş.

Görüldüğü üzere hilekâr ve aldatıcı Avrupa zalimleri Müslümanlar arasına bu menfi milliyetçiliği sızdırıp ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik emeli taşıyanlar hele güçlü sayılan ırkların diğer ırkların üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı, ezilen kesim ise karşıdakine müteyakkız yani dikkatli ve uyanık olmaya meylettirdi, o da fırsatını kollar ne zaman imkân elline geçerse o zaman kin ve nefret duygusunu muzaaf bir şekilde gösterir. İşte Menfi milliyetçilik, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en belirgin özelliğidir.

İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyabilir. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir gereği olabilir. Bunda bir problem söz konusu olamaz. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl zararlıdır. Örneğin bir insanın benimsemiş olduğu partiyi desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü şekline gelirse çok ciddi problemleri de beraberinde getirir. İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazen haksız olabileceğini kabul etmeli, bizden olanlar daima haklıdır gibi genellemelerden kaçınmalıdır.

Bediüzzaman, “menfi fikr-i milliyet’ dediği şey, ırkçılıktır. Irkçı olmayan milliyet ise, ‘müsbet milliyet sınıfına girmektedir!” “milliyet” tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık “Milliyetimiz de yalnız “müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”dir” diyerek bunu vurgulamaktadır.

Hadis-i şerifte ferman etmiş:

İslam, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur“.  Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten meneden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,

Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (körü körüne bağlılık) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Netice itibariyle, menfi milliyetçiliğin tarihin ispatiyle çok zararları görülmüştür. Örneğin Emeviler, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler, hem de kendileri çok zarar gördüler. İşte menfi milliyetçiliğin neticesi görüldüğü üzere tahriptir, yıkımdır ve felakettir. “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Müsbet milliyet: Buda toplumsal hayatın ihtiyacı dâhilinde meydana gelmektedir. Bireyler, kavimler, cemaatler hatta devletler kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı gerektiren faydalı bir kuvvet ve önemli bir ihtiyaçtır. İslam kardeşliğine bir vasıtadır. Ancak İslam milliyeti, İslamiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a ve zırh olmalıdır. Müsbet milliyet, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyet, diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi değildir, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere “milliyetçi”lik için müspet bir kullanım söz konusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Aslında “müspet milliyetçilik” değil, söz konusu “müspet milliyet”tir. Bununla da hususan “müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” kast edilmektedir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur, “İslâm milliyetçiliği” dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, “Emaneti ehline tevdi edin” İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı desteklemektedir.

Bediüzzaman diyor ki: “İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ”Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsurlar, milletler) içinde en kesretli (çokluk) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam (bölünme) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin (övünülecek şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”(26 mektup/3.mebhas)

Elhasıl, Bediüzzaman’ın dediği gibi:”Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır.

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org