Etiket arşivi: vefa

Risale-i Nur Hizmetinde Vefa

Risale-i Nur Hizmetinde Vefa

“Vefa, gavr-ı in’idama çekildi…” (1) muhtemelen bu cümle ilk defa çok kimsenin dikkatini çekecek ve ilk defa okuyacaktır. Külliyata dahil edilen Muhakemat’ın bir cümlesidir. Lakin ekser Nur talebelerince okumadığını, anlaması zor iddiası sebebiyle derslerde bile okunmadığı veya şahsi okumalarda da ihmal edildiğini biliyor ve görüyorum esefle… Her neyse bu şimdilik mevzumuz değil. İnşallah bu mevzuyu müstakilen yazarız.

Vefa, lügatte şu şekilde manası bulunmaktadır: “Ahdinde, sözünde durma. Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. Ödeme. Yetişme. Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.”

Risale-i Nur Külliyatında ise birkaç cümle ile iktibas edecek olursak;

Yâdı biliş yapasın ki, ancak dostta vefa var.” (2)

“Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen; vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliği ile cemal-i zâtiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.” (3)

Bu mehazlere nazar edince şunlar karşımıza çıkıyor.

Vefa lafzı mana itibariyle bu zamanda yok olup zamanın anlayışı onu izale edip tarumar ettiğini görüyoruz. Ahirzaman olması itibariyle her şeyde bir decdiyet görünüyor. Yani hak ve batıl karması neticesinde bir bozulma, yozlaşma, içi boşalma.

Buna dair Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de hayatından bir misal veriyor ki bu hadise onu ciddi manada müteessir etmiştir. İşte o hadise, “en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi.” (4)

Demek ki bu vefa insanın istinad noktasıdır. İnsanın bu mesnedi kırılmasıyla inkisar-ı hayale düşüp adeta çölün sıcağı ve soğuğunda kavrulup külli inkılablara maruz olabilir. Hadisenin ne olduğu mühim değil, mühim olan burada vefasızlık ve vefanın ihlal edilmesidir.

“…O derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyeti İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.” (5)

İnsanın manen istifade ettiği membalara vefasızlık etmesi ise yanlış bir harekettir. Bu membalar daimi olarak belli aralıklarla aranıp laakal hal hatır sorulmalıdır. Bize katkı sağlamış ve maneviyatımıza yatırım yapmış olan insanlara en büyük borcumuz ahde vefadır.

Ne mutlu ahde vefalı olanlara…

“Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, âmîn.” (6)

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 

1)Muhakemat (96)
2)Tarihçe-i Hayat (538)
3)Muhakemat (109)
4)Lem’alar (238)
5)Kastamonu Lahikası (90)
6)Tarihçe-i Hayat (11)

Kaynak: RisaleHaber

Cemaatler İslamiyete, İslamiyetle Hizmet Etmek İçindir

Cemaatler İslamiyete, İslamiyetle Hizmet Etmek İçindir

Din namına İslamiyet’te darklı metod ile hizmet etmek meselesi, ashabın dönemine kadar gitmektedir. Bu sebeple davamız olan İslamiyet’e hizmet etmek meselesinde ihtisaslaşmak yeni bir mesele değildir. “Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangınvar!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hâkeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.”[1]

Biz, Risale-i Nur Talebeleri, Müsbet Hareket Metodu ile İslamiyet’e hizmet etmek emelindeyiz. Herhangi bir yere kadrolaşmak yani çöreklenmek gibi bir şey peşinde değiliz, olmadık ve biiznillah olmayacağız da . .

Nurcular, Nur Talebeleri gibi namlarla iştihar etmiş olan hizmetimizde Rıza-yı ilahi temel gayedir. Bu gayede ilerlerken başka bir gayeye teveccüh edilmesi söz konusu değildir. Tabi ki insanın olduğu yerde aksamalar ve yanlış tatbikler olmuştur ve potansiyel olarak da olması mümkündür. Nurculuk tarihinde belki bazı gruplarda bu tevessül olmuş olabilir. Kaynaktan su içerek helak olanlar olduğu gibi . . Buna tevessül edenler ise diğer nur talebelerince ikaz edilip, bu hatanın nurun mizanlarıyla isbat edilmiştir. Ama hatada ısrar edenler oldu ise irtibatlar asgariye indirilip bir nevi daire dışına atılmıştır.

Nurcuları ifsad etmek için nurcuların içerisinenaehil çok kimse sokulmuştur. Beynelmilel cereyanlar tarafından. Bu sokulanlar ise ilim sahibi olmayan ekseriya maddi kuvveti bulunan kimselerdir. “Para veren akılda verir!”[2]kaidesince Nur hizmetinde istiğna en temel meseleler arasındadır. Çünkü maddeyi ön plana alan gruplar, hizmetler düşmanlar için patlatılacak açık hedef hükmündedir. Para ile açılan kapılar ve gösterilen yerler manada uzaklaşmış madde ile hemhal olmuştur.

Başka bir metod ise Nurcuların müsbet hareket metodundan uzaklaştırıp siyasallaştırılmasıdır. Söz konusu olan mesele başarılırsa iktidar mücadelesini silâh ve şiddet yoluyla elde etmek için silahlı mücadeleye yönelip müsbet hareket rafa kaldırılmasıdır ki Nurcu buna asla tevessül etmediler. Bu fikre sahip olanları da daire dışına çıkarttılar. Kaldı ki, bu yöntem Türkiye’de zemin bulamadı, Nurcular buna yeltenmedi.

Müsbet Hareket ise iki eğilimi öne çıkarttı: Biri, siyaset ve parti yoluyla iktidara gelmek. Diğeri, doğrudan siyaset yapmamakla beraber, iktidarlara yol ve yöntem göstererek bir nevi nokta-i isnad olmaktır. Ki bu ikinci metod daha selametlidir.

Bu noktada çıkış yolunu yine Bediüzzaman gösteriyor. Din adına siyaset ve iktidar mücadelesi yapılamayacağını; siyaseti dine hizmet ettirmek için yine siyaset dışı bir duruşa ihtiyaç olduğunu; islami cemaatlerin işinin siyaset değil, islamiyet’e doğru bir tarzda hizmet olması gerektiğini ısrarla vurgulayarak özelde nur talebelerini genelde ise islamiyete hizmet iddiasında bulunan herkese… Sıkıntı ise, bunlara uyulmamasından çıkıyor.

O halde özelde Türiyede genelde alem-i islamda islami bir kargaşa çıkmaması için siyasetsiz islama hizmet esasını hizmette temel prensip haline getirmeliyiz.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL


[1]Mektubat ( 100 )

[2] Zübeyir GÜNDÜZALP

www.Nur.Net.Org

Risale-i Nur Hizmetinde Risale-i Nur’a Vefa

“Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.” (1) Vefa bu zamanda helak olmuş ve dipsiz bir kuyuya girmiştir. Bu sebeple toplumda vefa aranılır olmuş. Vefadar bir dost, vefasız olan nicelere racihtir.

Vefalügatte şu şekilde manası bulunmaktadır: “Ahdinde, sözünde durma. Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. Ödeme. Yetişme. Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.” 

Risale-i Nur Külliyatı namındaki tefsir-i Kur’an, insanın akıl ve kalbine gelen ve gelebilecek olan şüphe ve tereddütlere cevap vermektedir. Risale-i Nur gibi bu gayeye müteveccih olan bazı kimseler ve eserleri de mevcuttur. Ama Risale-i Nurun tesirini ve alem-i İslam ve insaniyet genişliğinde olan hizmetini ifa ve icra edememiştir.

Risale-i Nur Külliyatını ilk defa okuyan çok kimseler -vaktiyle bizler de- anlamakta zorlanmış belki bir paragrafta bir cümle ancak anlayabilmiş ve o anladığımız ummandan katre ile “haydi daha fazla oku ve anlamak gayretinde ol” diye kendimize demişizdir.

Anlamanın yolu sadeleştirme yoluna girip hakikatleri ayağımıza getirmekle değil, okuyarak, müzakere ve mütalaalar ile terakki ederek o hakikatlere takarrüb etmeye gayret etmeliyiz. Sadeleştirme aslına bir ihanettir. Sadeleştirme, tercüme değildir. İkisi arasında çok fark var.

Risale-i Nur’dan istifade eden kimselerin Risale-i Nura sadakati ise, ancak ve ancak üzerinde fikir teatileri, müzakere, mütalaa, istinbat ve istihraçlarla okumakla mümkündür. Okumayı, müzakereyi, mütalaayı, istinbat ve istihraçları, dersleri terk eden kimse Risale-i Nur Külliyatına olan vefasını terk etmiş en iyi ifadeyle ahde vefası sarsılmıştır.Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir.” (2)

Ahde vefasını muhafaza etmek niyet ve gayretinde olan kimselere en kestirme yol, çevrenizde vefalı olarak gördüğünüz kimselerle daha fazla fiziki ve kaliteli zaman geçirin. Çünkü kim kiminleyse onun haletinde sirayet ona akacaktır. “Dostunu söyle kim olduğunu söyleyim.” Bu söz bize yazımızda yoldaşlık etmektedir. Zaman, zemin, taam, libas bunlar insanın halet-i ruhaniyesine doğrudan etki eden sebeplerin başında gelmektedir. Bu sebeple, bu şeylere dikkat etmemiz elzemdir.

Ahde vefasını insanın muhafaza etmek gayret ve niyetinde olmak bir kenz-i mahfinin miftahıdır. İnsan, bu miftah ile hem dünyasını hem de ukbasını şekillendirecektir. Manen istifade ettiğimiz Risale-i Nur Külliyatına olan vefa borcumuzu ihmal etmemekle beraber yanımıza bu manada kimseler bularak beraber ahdimizi kuvvetlendirebiliriz.

“Hristiyan Dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı manevî istilâsına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir.” (3)

“Risale-i Nur doğrudan doğruya hakikî bir tefsir-i Kur’anîdir ve Kur’anın malı ve lemaatıdır.” (4)

Ne mutlu ahde vefalı olanlara…

“Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, âmîn.” (5)

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

1-Muhakemat (96)
2-Kastamonu Lahikası (31)
3-Mektubat (482)
4-Emirdağ Lahikası-2 (134)
5-Tarihçe-i Hayat (11

Kaynak:RisaleHaber

www.NurNet.Org

Adı Huzurevi…

(5 senedir huzurevinde yaşayan bir annemizin kaleminden duygusal bir hikaye..)

Buz gibi odalarla dolu kocaman binalar diktiler ülkeme. İçine ömürlerinin son demlerinde olan anneleri, babaları doldurdular. Adına huzur evi dediler. Oysa huzur hiç uğramadı oraya. Eskiden yaşlılarımızı kapatmazdık başka yerlere. Onların yüzü suyu hürmetine belalar def oluyor der, onları nimet bilirdik. Boyunlarını bükük bırakmazdık.

Dışarıdan huzurlu gibi görünen, bu sessiz sakin binalarda, ne fırtınalar kopuyor kimbilir. Kaç anne anlatmak, haykırmak istedi duygularını, kaç anne yazmak istedi bilinmez. O annelerin adına yazdım bu satırları. Bu mektup huzursuz odalardaki yüreği yorgun annelerin sessiz çığlıklarıdır….

Takvime baktım da 5 sene olmuş buraya geleli. Nasıl geçti o 5 sene bir de bana sor. Çok bakmıyorum takvimlere. İçim sıkılıyor, zaman geçmiyor. Eskiden su gibi akıp geçiyor zaman derdim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Demek insan mutluyken çabuk geçermiş zaman. Hapishanedekileri şimdi daha iyi anlıyorum.gibii buraya bıraktığın gün anneler günüydü hatırlıyor musun? O günden beri anneler günü denen gün benim için daha da bir anlamsızlaştı. Her sene bugün anne olmak ayrı bir acı veriyor bana…

Sen küçük bir çocuktun daha. Hiç bir yere bırakmazdım ben seni, öyle savunmasız, öyle masumdun ki, kimselere güvenip yollamazdım. Yanımdan hiç ayırmazdım. Şimdi beni nasıl olupta tanımadığın insanlara teslim ettiğini düşünüyorum. Gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Yıpranmış, işe yaramaz. Kırgınlık mı? Belki, kırgınım biraz…

Geçen gün eski komşumuz Mevlüde teyzenin kızı Şükran geldi. Yolda görmüş seni. “Neden bıraktın anneni” diye sormuş sana. “Kendisi istedi” demişsin. “Maaşıda var bakıyorlar, yeri sıcak, her işi görülüyor içim rahat” demişsin. Kendim istemiştim evet, bazen naz yapma kabilinden ” Yaşlanınca huzurevine gönderin beni, kimseye yük olmak istemem” derdim. Ama içten içe hiç konduramazdım bu durumu, ne kendime, ne sana. “Bırakmaz beni bir yere” derdim. Tıpkı küçükken benim seni bırakmadığım gibi, beni hiç bırakmazsın sanırdım.

Yaramaz bir çocuktun sen. Yerinde duramayan serseri bir mayın gibiydin. Kaç kez ısırdım dudaklarımı sana bağırmamak için, kaç kez sıktım yumruğumu vurmayayım diye. Ama hiç vurmadım sana, hiç kırmadım kalbini… Komşulardan biri sana “çok yaramaz” dedi diye aylarca onun yüzüne bakmamıştım. Kimse laf söylemesin, incitmesin isterdim. Tahammül edemezdim sana dikilen sert bir bakışa bile…

Geçen gün bana “bunak kadın” dedi bakıcının biri. Hasta bezini lavaboda unutmuşum. Arada oluyor tutamıyorum diye vermişlerdi. Diğerleride duydu ya, nasıl utandım bir bilsen… Daha ne laflar söylüyorlarda dilim varmıyor söylemeye. Kırar mıyım, incitir miyim diye kim düşünüyor ki? Çok hassastım eskiden bilirsin, çabuk alınırdım. Hem benden titizi mi vardı? Kimselerin işini beğenmezdim. Şimdi yemek yerken bile yoruluyorum,üstüme döküyorum. Bazen yatarak kılıyorum namazlarımı. Secdeye başımı koyup uzun uzun öylece kalmayı ne çok özledim…

Yaşlansam da geleceğe dair umutlar besliyordum buraya gelmeden evvel. Evladımı büyüttüm nasıl olsa, artık yorgunluklar biter, ben rahat otururum torunlarımı severim, sen sorarsın “anne ilacını getireyim mi, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye. arkama yastık koyarsın, kesemediğim tırnaklarımı sen kesersin sanıyordum. Şimdi çoğu kez tırnaklarımı keserken kanattıklarını bilmezsin tabi…

Gerçi benden daha beterleride var burada. Emine Bacı vardı mesela. Köyden gelmişti. Bir ay kadar oldu öleli. Bir sene evvelde Alzheimer hastası olan kocası ölmüştü. Çok çekti zavallı. Üç oğlu varmış Emine Bacı’nın. Aslan gibiymiş hepsi. Ben görmedim, gelmezlerdi hiç. Üç adam bir anayı sığdıramamışlar evlerine. Bağ bahçe gezmeye alışmış kadın. Hiç oturup kalmamış yerinde. Burada nasıl zorlandı, neler çekti Allah biliyor. Her yaz köyüne gidecek diye umut ederdi. Haber göndermiş oğlu, “Annemin ancak ölüsü çıkar oradan” demiş. Köylülerden çıkarıp bakmak isteyenler olmuş, ona da izin vermemişler. Bir keresinde pencereden atlamaya kalktı da zor tuttu bakıcılar. En son oğlu bayramlık göndermişti, “zıkkım olsun ondan gelen” dedi, giymedi elbiseyi. Hiç oğlum, yavrum demedi. “Köyüm” dedi, “evim” dedi durdu gariban. Bir sabah yatağında ölü buldular. Ölümü bile yalnız oldu Emine Bacı’nın. Ooof off hangisini anlatsam, daha neler var neler…

Şu bakıcı kadını sevemedim bir türlü. Sanki özel olarak seçmişler. Bu kadar mı merhametsiz olur bir insan ? Hiç mi gülmez yüzü ya hu? Her gün odaya gelince burnunu tutuyor. Pis kokuyormuş. Pencereyi sonuna kadar açıyor. Mutlaka yarım saat açık tutuyor. Çok üşüyorum. Zaten parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi…

Hatırlar mısın ilkokula gittiğin o yılları. Kışın kuzine sobayı yakardım. Sen gelmeden yemeği hazır eder, sobanın üzerine koyardım. Sen seviyorsun diye sobanın fırınında bir kaç tane küçük patatesi pişirirdim muhakkak. Okuldan gelir gelmez sobanın yanına koşardın. İlk işin tencereye bakmak olurdu. Genelde sevdiğin yemekleri yapardım. Ellerin üşümüş diye avuçlarımın içine ellerini alır ısıtırdım, öperdim öperdim…

Sık sık uğrarım demiştin. Tam 8 ay olmuş uğramayalı. İşlerin yoğunmuş, zamanın yokmuş. Torunlarımda sormuyorlar demek. Yeni eve taşınmışsın aldım haberini. Arkadaşın Zehra söyledi. Vefalı kızdır, arada geliyor sağolsun. Annesi de babası da yanında vefat etmiş. Hiç bırakmamış bir yere, yanından ayırmamış. İmrenmedim desem yalan söylerim… “Evi çok büyük” dedi. Kocaman odaları, geniş bir balkonu varmış evinin. Yeni mobilyalar almışsın, eskileri elden çıkarmışsın.Tıpkı beni çıkardığın gibi… Herşeyi sığdırdın da evine, bir beni sığdıramadın a kuzum. Hadi onu da geçtim. Bir kere “Anne gel evimi gör, bir kaç gün kal” bile demedin… Zehra’ya “Anneler gününde görmeye gideceğim” demişsin… Ben anneler gününü hiç beklemiyorum biliyor musun? Anne olmak acı verir mi insana? O gün bana acı veriyor yavrum. Artık kendimi bir anne gibi hissedemediğim için belkide… Bir evlat bir torun sevemezsen, çevrende anne diyen olmazsa sana, ne anlamı var anne olmanın?

Ölene imrenilir mi hiç? İmreniyorum işte. Kimin öldüğünü duysam “darısı başıma” diyorum. Hayaller umutlar, mutlu zamanlarmış insanı ayakta tutan. Onlar yoksa yaşamak zulüm olurmuş meğer…

Kim icat etmiş bu huzursuz evleri? Rahat yüzü görmesin deyip her gün beddua ediyorum. Huzur eviymiş. Hergün ölüp ölüp diriliyorum bu huzursuz odada. Hiç tanımadığım, mizacımın uymadığı insanlarla yatıp kalkıyorum. Hiç bir şey bana ait değil. Söz hakkım yok, elbiselerim bile benim değil sanki. “Allahım al emanetini ne olur, bu yükü taşıyamıyorum…”

Bu huzursuz evleri icat edenler mi çıkarmış anneler günü denen yalancı günü? İnsanlar yaşlı annelerini bu evlere kapatsın da sonra anneler günü olunca ziyaret etsinler diye öyle mi?

Bak yine geldi o uğursuz gün. Zehra geleceğini söylemişti. Gelsen de bir, gelmesen de artık. Ben anneler gününü hiç sevemedim biliyor musun? Dünyalara sığmayan anne yüreğim huzursuz bir odaya hapsedildi. Ne sevmenin, ne anneliğimin bir anlamı yok artık… Çok üşüyorum. Hem parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi

(Alıntıdır)

Çetin Kılıç

Tahiri Mutlu Kimdir? (1900-1977)

Nur Talebelerinin Tahiri Ağabey, Bediüzzaman’ın son yıllarında yanında bulunmuş, hizmet tarzını yakından görüp bilen sayılı kişilerdendir. Üstad’ın hizmet için vekil olarak bırakıp, “Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilecek” dediği kişilerden birisidir. Said Nursî onun, on velî kuvvetinde olduğunu söylemiştir: “Tahiri´nin öyle bir derecesi var ki, manevi sahadaki derecelerinden birini görse dünyayı terk eder! Ya Rabbi, bu manevî varlığını kendisine bildirme! Ahirette Ümmet-i Muhammed´e faydası olacak…”

Tahiri Mutlu, 1900 yılında Isparta’ya bağlı Atabey ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluk yılları, mânevî değerlerin ön planda tutulduğu, dinî hassasiyetleri olan bir aile ortamında geçti. Vatanî hizmetini Millî Mücadele yıllarında yerine getirdi. Savaş sonrasında gazilik unvanı ve madalyası aldı. Kendisine gazilik maaşı bağlandıysa da, o bu maaşı almaya yanaşmadı.

Tahiri Mutlu 1930 yılında Bediüzzaman’ın ismini duymuş ve Risâle-i Nur’la tanışmıştı. Bu tanışmadan sonra Hafız Zühdü’nün oğlu Eşref ile birlikte Barla’ya giderek Bediüzzaman’ı ziyaret etti. Bu ziyaret kendisini çok etkiledi. 1935 yılından sonra fiilen Risâle-i Nur Talebeleri safında yerini aldı. 1942 yılında Ayetü’l-Kübra Risâlesi’nin bastırılması amacıyla İstanbul’da kırk beş gün kaldı. Bu arada sık sık Sahaflar Çarşısı’na giderek Bediüzzaman’ın eserlerinin olup olmadığını araştırdı. Bunun sonucunda İşaratü’l-İ’câz, Hakikat Çekirdekleri ve Lemeat adlı eserleri bulup aldı.

Tahiri Mutlu, Ayetü’l-Kübra Risâlesini bastırdıktan sonra İstanbul’dan ayrılarak vapurla İnebolu’ya ve oradan da Kastamonu’ya geçti. Bu tarihlerde Bediüzzaman Kastamonu’da sürgün hayatını yaşıyordu. Görüşme sırasında, bastırılan Risâleleri Üstada gösteren Mutlu, ayrıca bulduğu diğer eserleri de takdim etti. Bediüzzaman özellikle Lemeât’ı görünce çok sevindi.

Tahiri Mutlu, Bediüzzaman ve diğer Nur Talebeleri gibi, takiplerden kendini bir türlü kurtaramadı. 1943’te Denizli ve 1948’de Afyon hapishanelerinde çileli günler geçirdi. Ayrıca, 1958 yılında Ankara ve 1960’ta Isparta’da hapis hayatına devam etti. Mahpusluğu sırasında boş durmadı. Etrafındakilere iman hakikatlerini anlatmak için büyük gayret harcadı. Karşılaştığı sıkıntıları hiçbir zaman kendine dert edinmedi. Her zaman hizmeti birinci planda tuttu. Onun bu samimî tavrı Bediüzzaman’ın dikkatinden kaçmadı ve kendisini takdir ederek bunu lahikalara kaydettirdi:

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat’î kanaatim gelmiş ki, Risâle-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musîbet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev’i ve Hâfız Ali (r.h.), Tahirî’yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. ‘Acaba neden?’ derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyâni şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi’nan-ı kalbleriyle Risâle-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risâle-i Nur’un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. Âmin.”

Tahiri Mutlu, 1953 yılında Bediüzzaman’la birlikte Barla’ya gitti. Onlarla birlikte Zübeyir Ağabey de bu seyahate katılmıştı. Beraber kaldıkları mekânları ziyaret ettiler. Talebelerinin kusurlu hareketlerine kızan Bediüzzaman’ın hiddetli ve kızgın anlarında, Tahiri Mutlu’nun gelmesi ile tavrını değiştirdiği ve hemen yumuşamaya başladığı hatıralarda anlatılmaktadır. Böyle durumlarda hemen bu mümtaz talebesini tebessümle karşıladığı, Allah’ın veli kulu diye hitap ettiği nakledilmektedir.

Bediüzzaman’ın talebesi olmaktan iftiharla söz eden Tahiri, bu yüzden hapis yatmıştır. Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde yaptığı savunmada, “…Üstadım Bediüzzaman Said Nursî ve diğer arkadaşlarıyla birlikte suçlu gösterilmekle mahkemeye veriliyorum… Ahlâkımızı dinen terbiye edip yükselten ve kendisine ‘müceddid’ dediğimiz halde bizi reddedip kıran ve büyük bir hürmetle Üstad kabul ettiğimiz Said Nursî’nin senelerden beri talebesiyim…”

Talebesine “Kahraman Tahiri” olarak hitap eden Bediüzzaman; “Merhum Lütfi’nin ehemmiyetli varislerinden Abdullah Çavuş, Kahraman Tahiri ile Atabeyi, Nurs karyem hükmüne getirmişler”  ifadesini kullanmıştır. Hizmetlerinden övgüyle söz ettiği gibi, ailesine de yakın ilgi göstermiş, selâm ve duâsını eksik etmemiştir:

“Tahirî gibi kahraman bir şakirdi Risâle-i Nur’a yetiştiren ve o vasıtayla defter-i â’mâllerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi bize kardeş veren o mübarek zatlar, İnşaallah bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususî duâlarımızda dâhildirler.”

Bediüzzaman, Tahiri Ağabeyi yazılarından dolayı da takdir etmektedir: “Tahirî’nin bize o kıymettar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaya sevk ediyor. Ve onun ma‘sûme iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar, burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor, görenleri Risâle-i Nur’a cezb ediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahirî’nin kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı”

Ömrünü iman hizmetinde geçiren Tahiri Mutlu Ağabey 3 Nisan 1977 tarihinde vefat etti. Vasiyetine uyularak Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi. Önden giden Nur Talebelerine komşu oldu.

Tahirî Ağabeyin, sadakati, vefası, iman ve Kur’ân hizmetindeki sağlam duruşu, Risâle-i Nur’un neşri için bütün malını infak etmesi, hayatını Nur hizmetine vakfetmesi ve ibadetindeki azamî dikkati gibi örnek hayatı öne çıkmaktadır. Tahiri Mutlu’nun unutulmaz bir hizmeti de tevafuklu Kur’ân’ın bastırılması hususunda gösterdiği gayret, yaptığı fedakârlıktır. Köydeki tarlalarının tamamını ve evini satıp getirdi, Kur’ân’ın basılması için ortaya koydu. Tevafuklu Kur’ân’ın—Bediüzzaman’ın tarifi üzerine—ilk defa yazılmasına Hüsrev Efendi muvaffak olduğu gibi, Tahiri Ağabey de basılıp Müslümanların eline geçmesine vesile oldu.

Onun hizmetleri İnşâallah ebede kadar unutulmayacaktır.

Yeni Asya