Etiket arşivi: Vehbi Vakkasoğlu

Eğitim Ektiğini Biçme İşidir

Her anne gibi, o da çocuklarını severdi. Aslında iyi bir eşti, beyine de muhabbet ederdi. Ancak, kayınvalidesinden hiç hazzetmezdi. Eşinin annesiydi ama kendisi onu hiç anne gibi görememiş, bu yüzden de baştan beri hiç sevememişti. Bu sebeble de, zaman zaman kendini tutamaz, çocuklarının yanında da kayınvalidesinin aleyhinde konuşur, onun hatalarını sayar dökerdi. Bazen çocukları annelerine müdahele ederler, babaannelerinin o kadar da kötü olmadığını söylemeye çalışırlardı. Ancak anneleri onlara bu ifadelerinden dolayı fevkalade kızar “Daha sizin bilmediğiniz neleri var.” diyerek, konuyu kendi istikametinde derinleştirirdi.

İki oğlu ile tek kızı, hep bu acı sohbeti dinleyerek büyüdüler. Dolayısıyla da babaannelerini sevemediler. İlerleyen yaşına rağmen kadıncağızın torunlarına gösterdiği bütün ilgi ve sevgi boşuna gitti., Tabii ki o da, gelinini kızı gibi görememiş, bu sebeble de sevememişti. Ancak yıllar sonra, onu, kendi konumunda kabul etmek zorunda kalmıştı. Geride kalan uzun yılların sonunda, mutsuz bir aile vardı… Birbirini sevemeyen bir gelinle, kayınvalidesi… Bu ikisinin arasında ezilip durmuş, hatta bazen hayatından bezmiş olan birinin eşi ve diğerinin oğlu… En kötüsü de, bu ailenin sevgisiz yetişmiş gençleri…

Anne, kendisini haklı çıkarmak ve daha çok sevgiye layık göstermek uğruna, kayınvalidesini sürekli kötülediği için, suçlamayı seven, gıybetten hoşlanan evlatlar yetiştirmişti. Üstelik bu çocuklar, annelerine de, onun beklediği sevgiyi ve ilgiyi hiçbir zaman gösterememişlerdi. Çünkü sürekli suçlayan, evladına suçlamayı öğretmiş olur. Sürekli suçlayan, hiçbir zaman hatayı kendisinde aramayandır

***

Gıybeti meslek haline getiren ise, hem saygınlığını kaybeder, hem de gıybet konusu haline gelir. Unutulmamalıdır ki, çocuklarımız, bizim dediklerimizi yapmazlar; yaptıklarımızı yaparlar.

***

O, tam bir Osmanlı Hanımefendisi idi. Severek evlenmişti. Eşinin iyi bir işi, dolayısıyla kendilerine fazlasıyla yetecek geliri vardı. Evliliklerinin ilk yıllarında çok mutlu idiler. Hele de peşpeşe doğan çocukları mutluluklarını büsbütün artırmıştı. Ne var ki bu hayat, dikensiz bir gül bahçesi değildi. Herkesin burada bir imtihanı vardı. Bu hanımefendi de hayatın ağır ve acı bir imtihanına tabi tutuldu.

Günün birinde, kocası, kendisini ve çocuklarını yüzüstü bırakarak ortadan kayboldu. Aylar, yıllar geçti. Beyinden bir haber alamadı. Neden sonra öğrendi ki, adam bir başka hatunla, bir başka yerde yaşamaktaydı. Onu tekrar yuvasına döndürmek için çok uğraştıysa da, sonuç alamadı. Üzüntüsünün derinliğini çocuklarına yansıtmadı. Saçını süpürge yaptı, gözyaşlarını içine akıttı ama, hiçbir zaman dışarıya dönük feryat figan etmedi. Ortalığı birbirine katmadı. En dikkat çekici olan özelliği de, çocuklarına hiçbir zaman babaları aleyhinde konuşma yapmadı. Tam tersine, çocukları, babalarına kızgınlıklarını ifade ettikleri zaman, onları sakinleştirmeye çalıştı ve daha soğukkanlı düşünmeye davet etti. O’na göre, bu dünya, imtihan dünyasıydı. Onların imtihanı da, böyle bir babadandı. Her şeye rağmen sabır ve şükür içinde olmak gerekirdi. Beterin beteri vardı. Zor da olsa okuyorlar, iyi-kötü geçiniyorlardı. Aç, çıplak kalmamışlardı ya…

Bu Osmanlı Hanımefendisi, bir gün çocuklarını topladı ve dedi ki:

– “Artık büyüdünüz. İkiniz üniversite okuyacak. İnşallah diğer kardeşlerinizi de okutacağım. Ancak sizlerden bir isteğim var: Ola ki bir yerlerde, bir zaman babanızla karşılaşırsanız, ne olur ona karşı kötü, kaba ve kırıcı bir davranışta bulunmayınız. Ne de olsa o sizin babanızdır. Eğer beni seviyorsanız, babanız hakkında kötü düşünmeyin…

Herkes kendi kaderine koşar. Gerçi o, kendisinden beklenmeyecek şeyler yaptı. Yaptıklarını nasıl yaptı, bunca yıl sonra, hala anlayabilmiş değilim. Ama bize ayıplamak ve suçlamak düşmez. Çünkü o zaman, hataya hata ile karşılık vermiş oluruz. Zaten siz, babanıza her şeye rağmen saygı borçlusunuz. Yüreğiniz yettiğince, ona da hayrı ve huzuru için dua etmelisiniz. Tekrarlıyorum ve vasiyetim olarak söylüyorum ki, eğer karşılaşırsanız, babanıza asla saygıda kusur etmeyiniz. Onu kırarak beni mutlu edeceğinizi de hiç düşünmeyiniz.”

Bu anne, vefatına kadar, çocuklarının bütününden çok büyük bir hürmet ve muhabbet gördü. Çünkü sevgi sarayını taş taş örmüş; kendisini bırakıp giden ve bir daha da arayıp sormayan kocası da dahil olmak üzere, hiç kimse için sevgisizliğe prim vermemişti. Bu harika tavrının mükafatı olarak da, başkaları için istediği sevgi ve saygı, en kaliteli haliyle, önce kendisine gelmişti. Zira sevgi, önce telkin edene; saygı da evvela öğretene yönelir.

Vehbi Vakkasoğlu – kadinpenceresi.com

Sevgiyi Sevmek Zorundayız

Yüce Yaratıcı kendisini unutanı, kendi haline bırakıyor. Bir Batılı düşünürün ifadesiyle, ALLAH’ tan uzaklaşan insan, bizzat kendisinden uzaklaştı. Allah’tan uzaklaşmak, insanlıktan uzaklaşmak anlamına geldi. Bu şekilde kendisinden uzaklaşan insanlar, artık insanlar gibi konuşamıyorlar ama, hayvanlar gibi havlaşıyorlar. Madde itibariyle çok zenginleşen insanlar, yüreklerini fakirliğe teslim etmiş bulunuyorlar. Hep biriktirmek ve daha fazlasına sahip olmak uğruna, hatır gönül dinlemiyen insan, en yakınlarını bile uzaklaştırdı. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda bile bulamayacağı kadar uzaklaştırdı. Şimdi Batılı zenginler, önemli bir hastalık geçirdiklerinde, tehlikeli bir ameliyat yaşadıklarında çok seviniyorlar. Çünkü ancak o zamanlarda, yakınlarının sevgisini ve bir parça da olsa şefkatini görebiliyorlar. Maddeci medeniyet insanı sevgi yetimi ve şefkat öksüzü haline getirmiştir.

İşte bu zihniyetin en hayırlı sonucu, çok kullanışlı ve lüks huzur evleri açmaktır. Çünkü maddeci insanın kendisi gibi çıkarlarından ve beden rahatından başka değer tanımıyan nesli, anne ve babası da dahil kimseyle birşey paylaşmak istemiyor.

Bu sebeble, Batılı bir pedagog şöyle diyor:

“Çocuklarınıza iyi bakın ve çok iyi bir eğitim verin. Çünkü onlar gelecekte sizin hangi huzurevinde kalacağınıza karar verecek kişilerdir.”

Demek oluyor ki, bugünkü maddeci medeniyetin yetiştirdiği en hayırlı evlat, ebeveynini en iyi bir huzurevine götürüp bırakandır. Bu anlayış artık bizim ülkemizde de yerleşmeye başlamıştır. Hem de varlıklı insanlar huzurevi köşelerine atıp ziyaretine aylarca, yıllarca gelmediği anne babasını huzursuz etmektedir.
Bütün bunlar günümüz dünyasında çölleşen yüreklerin feryadı sayılmalıdır.

Bu kötü gelenek, yürek zengini insanlar tarafından kırılmalıdır. Bu insanlar artık Batı dünyasında giderek azalmaktadır. Dolayısıyla da bu noktada Müslümanlara görev düşmektedir.

Hala Allah ve ahiret imanı ile yüreklerinde insanı bir taraf kalmış olan Müslümanlar’a çok büyük bir vebal ve ağır bir görevdir bu… Eğer yeryüzünde sevgi yaşayacaksa, yani insan, insan olması itibariyle, yaşamaya değer bir hayatı yaşayacaksa, MÜSLÜMAN yüreğine ihtiyaç vardır. Bu yürek, Allah’a imanla yücelmiştir. O’NA TEVEKKÜL VE TESLİMİYETLE güçlenmiştir. Yaptığı iyiliklerin dünyada değilse bile, ahirette işe yarayacağını bilen, bu sebeble de kötülük görse dahi, iyilikten vazgeçmeyen bir yürektir. Bütün mahlukatı Allah’ın ayali bilen, varlığa hizmet etmenin Allah’a kulluk olduğunu idrak etmiş bir yürektir.

Yani yaratılmışı YARATAN’dan ötürü seven bir anlayış…

Vehbi Vakkasoğlu

Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklananlar Dost Olup Bir Olabilirler…

Dost yürekler bulur birbirini… Daha doğrusu buldurulur birbirine layık yürekler. Rabbim iyileri iyilerle karşılaştırır. Dostları dostlarla… Dünyada tesadüf yoktur. Dostluk da tesadüf olmaz… Dostlar da tesadüfen bulmaz birbirlerini… Buldururlar… Dost arayan, dost olmalıdır

İnsan müthiş ve muazzam bir varlıktır. Yaratıkların en mükemmeli ve en üstünüdür. Bu üstünlüğün en önemli özelliği ise, bilmesi ve sevmesidir.

İşte bu sebeple bilmeyen ve sevmeyen insan, yaratılış çizgisinden uzaklaşmakta ve üstünlüğünü yitirmektedir.

Bilginin ve sevginin en tatlı meyvesi ve neticesi ise, DOST olmaktır.

Dost olmak, dost bulmak demektir. Gerçekten var olan sevgi, yürekten taşar ve etrafını kendinden haberdar eder.

Çevresinde bilinir sevgi de, güzel gönüllü insanları mıknatıs gibi çeker, toplar, birleştirir. Dost yürekler bulur birbirini… Daha doğrusu buldurulur birbirine layık yürekler. Rabbim iyileri iyilerle karşılaştırır. Dostları dostlarla… Dünyada tesadüf yoktur. Dostluk da tesadüf olmaz… Dostlar da tesadüfen bulmaz birbirlerini…

Buldururlar…

Dost arayan, dost olmalıdır.

***

Dostluğu, sevgi ve şefkat dolu sohbetlerle yaşatanların sarsılmaz birliği ve beraberliği, toplum yapısını da güçlendirir, sağlamlaştırırdı. Gerçek dostları, ancak ölüm ayırırdı.

Dost öyle derin ve tarifsiz bir güzelliğin temsilcisiydi ki, “Dostun dostu da dost”  sayılırdı… Zira dostluğun altyapısını oluşturan muhabbet, şefkat, merhamet, vefa manevi ve ruhani özelliklerdir. Bunlar başkalarına da sirayet eder, yakın duranları da rengine boyardı.

Yaratılışımızın gereği olan dostluk, Rabbimiz’in de emridir. Yüce Yaratıcı bizi, kendisinden korkarak, yaratılış çizgimizi bozmamaya ve dolayısıyla da, SADIK’larla beraber olmaya çağırır. (Tevbe,119)

Efendiler Efendisi de şöyle buyurur: “Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de kamil mümin olamazsınız.”

“Size bir şey söyleyeyim mi? Onu yaptığınız takdirde birbirinizi seversiniz: Aranızda selamı yayınız ve hediyeleşiniz…”

Bir Kutsi Hadiste de, birbirlerini Allah için severek dost olanlar şöyle müjdeleniyor:

“Ey Habibim, benim için birbirlerini sevenleri müjdele… Benim için birbirlerine ikramda bulunanları müjdele…

Senin için birbirine itimat edip de dost olanları müjdele… Onlara benim de muhabbetim tahakkuk etmiştir. Ben de o kullarımdan razıyım…”

Dünyaya dostluğu ve sevgiyi en sağlam ölçülerle hediye eden Güzeller Güzeli Efendimiz, kazanılan her arkadaşın Cennet’te bir derece kazandıracağını haber veriyor.

Allah için birbirlerini seven dostların ahiret alemleri öyle nur, huzur ve mutluluk dolu olacak ki, bunu ancak Efendimiz  (SAV) anlatabilir.

“Kıyamet gününde, Arş-ı Ala’nın etrafına kürsüler konacak. O kürsülere oturanların yüzleri, ayın ondördü gibi parlayacak…

Diğer insanlar korku ve endişe içinde çalkalanırken, onlarda korku ve endişe olmayacak… Nebiler ve şehitlerden olmadıkları halde, bütün iman ehli onlara imrenecek…

Kürsüleri nur, elbiseleri nur, vücutları nur… Yüzlerinin ışığından ay ve güneş olmadığı halde, mahşer yeri pırıl pırıl olmuş.

“Ya Rabbi, bunlar kimlerdir?…” diye soracak mahşer halkı…

Onlar öyle kimselerdir ki, ayrı ayrı memleketlerden, uzak şehirlerden Allah için bir araya gelip toplanırlar, sevişirler ve Allah’ı zikrederler…

Onlar ne birbirlerine haset ederler, ne buğzederler, ne kin beslerler. Gönül birliği içinde Hakk’a müstağraktırlar. Allah sevgisinde yok olmuşlardır.

İşte onlar, o kürsülerde oturanlar, Allah için birbirlerini sevenlerdir.”

Kenetlenmiş tuğlalar gibi, ayrılmaz bir bütün olmuşlar, kaynaşmışlar, kopmazlaşmışlar… Kardeş olmuşlar, dost olmuşlar… Onların biri binden fazladır.

Rabbimizin sevgisinden sevgisiyle yarattığı insan, böylece erer insanlığın sırrına… Böyle layık olur insanlığa… Bu sebeple,  “Sevmeyende ve sevilmeyende hayır yoktur…”

Bu sevgiyle bir kubbeyi meydana getiren taşlar gibi olurlar… Birinin hayatı, ötekilerle irtibatlanır ve asla yalnız ve tek olmazlar. O dost gönüllüler birbirlerinde fani olmuşlar, erimişler, kaybolmuşlardır.

Dost adama, yedi kat yabancı da dosttur. Allah’ın ayali olan halkın her bir ferdini, bir dost adayı olarak görür, dostluk gösterir. Dostluğun gerektirdiği gibi davranır…

***

Dostluğun bedeli nefsaniyetten arınmaktır. Nefsani duyguları bir kenara atmak, kötülükleri emreden nefsin burnunu her daim toprağa sürtmektir. Çünkü dostluk vefa ister, fedakarlık ister, aşk ister, kadir-kıymet bilmek ister, katlanmak, katlanmak, katlanmak ve asla kırılmamak ister…

Üstelik, kendi varlığını daima daha aşağı görmek ister, ancak tevazu tabanına oturur. Kibirle, gururla, kendini beğenmişlikle, bencillikle yürümez…

Bu sebeple dostluk önce HAKK’A DOSTLUK olarak temellenmelidir.

Ancak Allah’ın ahlakı ile ahlaklananlar dost olabilirler, tek’leşip, bir olabilirler

NÜKTE

Yavuz Sultan Selim, Mısır yolunda, “Ordu-yu Hümayun” saatlerce Kocaeli’nin bağ ve bahçelerinden geçer. Yavuzun içinde bir endişe: “Acaba asker izinsiz bir tek elma koparmış mıdır?…”

Bir müddet sonra ordusunu durdurur. Yeniçeri ağasını yanına çağırarak, bütün askerin heybelerinin aranmasını emir verir. Arattığı şey; tek bir elmadır. Fakat yok. Yarım elma bile çıkmaz heybelerden. Yavuz sevinçlidir:

– Eğer bir askerin üstünde halkın bahçesinden koparılmış tek elma çıksaydı, Mısır seferinden vazgeçecektim. Şükür Allah’ıma, der.

Tarih gösteriyor ki; gerçek “ZAFER”ler yalnız kılıçların ucunda değil, üstün ahlak anlayışının ve faziletlerin burcundadır.

VEHBİ VAKKASOĞLU

Çocuk Eğitiminde Muhammedi Metot

O (a.s.m.), yolda ve yorgun gördüğü çocukları devesine bindirir, onları böylece şereflendirip sevindirirdi. Kuşu ölmüş bir çocuğa, taziye ziyaretinde bulunma inceliğini bile göstermiştir. “Çocuklarla çocuklaşın” buyuran Güzeller Güzeli (a.s.m.), bu tavsiyesini bizzat uygulamış; onlara hediyeler vererek, şakalar yaparak, sevgi iletişimini çok güçlü kurmuştur.

Onları mide açlığından çok, gönül açlığı ilgilendirmiştir. O güzel gönüllü insanlar, yüreklerindeki sevginin azalmasıyla tedirgin olmuşlar, hemen sevgilerini yeniden coşturmanın yolunu aramışlardır…

Ne mutlu onlara ki, en muhteşem gönül doktorunu da yanı başlarında bulmuşlar ve dertlerine en etkili, en evrensel reçeteleri yazdırmışlardır.

İşte onlardan biri Efendimize (a.s.m.) gelir ve kalbinin katılaştığından dertlenir. İnsanlığın gönül doktoru Efendimiz (a.s.m.), kıyamete kadar geçerliliğini yitirmeyecek olan muhteşem reçetesini yazıverir:

Kalbinin yumuşamasını dilersen, ya bir fakiri doyur ya da bir yetimin başını okşa.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2-263)

Anne-babanın ve özellikle de bütün eğitimcilerin gözleri gönüllerinde olmalı, sürekli sevgi düzeylerini denetlemelidirler. Çünkü asıl açlık, gönül açlığıdır. Gönlün sevgi seviyesi düşükse çocuklara karşı davranışımızı doğru ayarlama imkânımız kalmaz. Bir başka deyişle sevgisiz eğitim olmaz.

Bu düşüncelerimi dile getirdiğim bir konferansımda dinleyicilerime sormuştum:

Peki, siz acaba son kez ne zaman bir yetimin ya da öksüzün başını okşadınız?

Bir beyefendi hemen elini kaldırdı ve içimi ezen şu cevabı verdi:

Hocam! Sen bırak öksüzü yetimi de, bize çocuklarımızın başını en son ne zaman okşadığımızı sor!

İşte bu ilgisizlik, sevgisizlik bataklığını günden güne derinleştiriyor. Fakiri, yetimi, öksüzü koruyup kollayan, aslında asıl iyiliği kendine yapıyor. Çünkü bu suretle, sevgisini bereketlendirip gönlünü çoraklaşmaktan kurtarıyor.

Şartsız sevginin Sultanı (a.s.m.)

Sevgisine karşılık beklememek, aldığına bakmaksızın vermek duygusunda, Efendimiz (a.s.m.) eşsiz bir örnektir. Bu özelliği sebebiyle Rabbimiz, o Güzeller Güzeli’ni kendi sıfatlarıyla övmüş ve “Sen, müminlere Rauf ve Rahim’sin” buyurmuştur.

Tevbe Suresi’nin 128. ayeti, hepimizin ezberinde, hep canlı ve taze olarak bulunmalıdır:

Andolsun ki, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona pek ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.

Kendisine düşmanlık eden inançsızlara bile gönlünü açmayı, onları da kurtarmaya çalışmayı inanılmaz derecede ileri götürmüş, bu yüzden de Rabbimiz tarafından şöyle uyarılmıştır:

Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa arkalarından üzülerek, adeta kendini tüketeceksin!” (Kehf Suresi, 6)

Halbuki Efendimizin (a.s.m.) görevi, sadece hakikati duyurmaktır. Ancak O’nun (a.s.m.) emsalsiz sevgi ve şefkatle dolu gönlü, adeta hiç kimsenin cehenneme gitmesine razı olamıyor. “İnanmıyorlar” diye kendini kahredecek, paralayacak derecede üzüntülere düşüyor. Ve O’nu (a.s.m.) bu hali sebebiyle Rabbimiz uyarıyor ve bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu bildirerek teselli ediyor.

Ve başka bir ayet-i kerime de buyuruyor ki: “Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir.” (Yusuf Suresi, 103)

Yine Rabbimiz, O’nun (a.s.m.) şefkat ve sevgisinin nasıl bir sonuç doğurduğunu şöyle açıklamıştır: “Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba, katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi.” (Âl-i İmran Suresi, 159)

Yüceler Yücesi, bu özelliği sebebiyle hem Efendimizi (a.s.m.) övmüş, hem de O’nun (a.s.m.) bu güzel vasfını bizlere örnek göstermiştir.

Kötüler için çırpınır,

Günahkârlar için gözyaşı döker.

Hayatı sevgi ve şefkatten ibaret.

Bizlere örnek; bir ders, ibret…

Peki, bizler, onun inançsız karşıtlarına davrandığı gibi davranabiliyor muyuz çocuklarımıza?

Bu kadarını bile başarabilsek, çocuklarımız, yüreklerini hiçbir şekilde koparmazlar bizden. Hem gerçekten insan olurlar hem de her şartta seven, gerçek kişiler haline gelirler.

“Çocuklarınıza yardımcı olunuz!”

Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurur: “Her doğan çocuk muhakkak İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra anasıyla babası onu Yahudi yahut Nasranî yahut Mecusi yapar.” (Buhari)

Gerçekten de çocuklar doğuştan tertemizdir. Bütün kötülükleri sonradan öğrenir. Yani, içine doğdukları dünya onları rengine boyar, kendisine benzetir.

Efendimiz (a.s.m.), “Çocuklarınıza iyilik üzere olmaları hususunda yardımcı olunuz” buyurmuş, bu yardımın nasıl olacağını uygulayarak da göstermiştir. Mesela, yemek sırasında, mevcut duruma müdahale edip doğrusunu yaptırmış; yemeğe besmele ile başlamayı, sağ elle ve kendi önünden yemeyi bizzat tatbik ederek öğretmiştir.

Ceza denince, bazı anne-babaların aklına ilk önce dayak geliyor. Oysaki bu ceza şekli, akla en son ve bütün çözümlerin tükendiği noktada gelmeli; mümkünse hiç uygulanmamalı.

Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), dayağa izin verir ama ona öyle bir sınırlama getirir ki dayak sertçe bir masaja ve kendine getirme harekâtına döner. Çünkü yüze, başa, karna, kasığa vurmayı ve dayağa kendini tatmin duygusunu katmayı yasaklamıştır. Dayak, çocuğu yaralamamalı ve sağlığını bozacak şekle gelmemeli. Çünkü maksat, çocuğun canını yakmak değil, suçu önlemek ya da hatadan vazgeçirmektir.

Çocuklara olan sevgisi ise dillere destandı. Buyururdu ki: “Çocuklarınızı öpüp seviniz. Her öptüğünüzde cennetteki makamınız bir derece yükselir.”

Akra b. Haris, Efendimizin (a.s.m.) Hz. Hasan’ı öptüğünü görünce:

Benim on çocuğum var ama hiçbirini öpmedim” dedi.

Efendimizin (a.s.m.) verdiği ibretli cevabı mutlaka duymuş olmalısınız:

Merhamet etmeyene, merhamet edilmez.”

Bir başka zaman da Efendimize (a.s.m.) bir bedevi geldi ve hayretle:

Demek siz çocukları öpüyorsunuz, oysa biz onları hiç öpmeyiz” dedi.

Bunun üzerine, şefkat madeni Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:

Yüce Allah, senin kalbinden merhameti kaldırmışsa ben ne yapayım!

Sevgisini sadece çocuklarına, torunlarına söylemezdi. Bu sevgiden bütün çocuklar nasiplenmiştir. Dostlarının çocukları, öksüzler, yetimler, hicret sırasında Medine’de kendisini karşılayan kız çocukları, düğünden dönen çocuklar, hatta başka din mensuplarının çocukları… Bunların hepsi, o muhteşem yüreğin muhabbetinden gıdalanmıştır.

Seven insanların en güzeli

Güzeller Güzeli (a.s.m.), çocukları şefkatle kucaklar, bağrına basardı. Bir dizine Usame’yi, diğerine de torunu Hasan’ı alarak, “Allah’ım, bunları sev, çünkü ben onları seviyorum” buyururdu. İbn Abbas’ı da bağrına basarak, “Allah’ım ona Kitap’ı öğret” diye dua ettiğini biliyoruz.

Bir defasında, hasta torununu ziyarete gitmiş, çocuğun durumuna çok üzülmüş ve ağlamıştı.

Niçin ağlıyorsunuz ey Allah’ın Resulü?” diye soranlara şu cevabı vermişti:

Bu, merhamettir. Allah, onu dilediği kulunun kalbine koyar. Ve ancak merhametli kullarına rahmetiyle muamelede bulunur.”

Güzeller Güzeli’nin (a.s.m.) bir âdeti de çocukları omzunda taşımasıydı. Bir gün Hz. Hasan’ı omzuna oturtmuş, sokakta gidiyordu. Karşısından gelen sahabe, bu manzarayı görünce:

Ey Hasan, ne güzel bir bineğin var. Senden önce hiç kimsenin, bu kadar güzel bir biniti olmadı” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (a.s.m.):

Ama amcası, binici de ne güzel!” buyurdu.

Gözümün nuru diye tarif ettiği namazda, hem de Allah’a en yakın olduğu secde sırasında, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, Efendimizin (a.s.m.) sırtına binerlerdi. Güzeller Güzeli (a.s.m.), çocuklar incinmesinler diye secdesini uzatırdı.

Bazen torununu kucaklamış olarak namazını kılar, bazen de torunlarını zor durumda görüp hutbesine ara verir, onları kucağına alıp tekrar minbere çıkar ve hutbesine devam buyururlardı.

Bazen kucağına aldığı bebekler, üzerini ıslatırdı. Efendimiz (a.s.m.), bundan dolayı asla kızmaz, yüzünü asmaz, sadece temizlik için su ister, kirlenen yeri kendisi yıkardı.

Nebevî bir tavsiye: “Çocuklarla çocuklaşın”

Bir defasında Efendimiz (a.s.m.), sabah namazını her zamanki gibi uzunca kıldırmayı arzu etti. Fakat namaza başlayınca, cemaatteki hanımlardan birinin çocuğu, “Anneee! Anneee!” diye ağlamaya başladı. Güzeller Güzeli (a.s.m.), bu feryada dayanamadı ve namazı düşündüğünün aksine çok kısa kıldırdı.

Resulullah Efendimiz (a.s.m.), hasta çocukları ziyarete gider ve onların tedavileriyle de yakından ilgilenirdi.

Efendimize (a.s.m.) bir ara hizmet etmiş bulunan bir Yahudi çocuğu hastalanmıştı. Onu da ziyaret etti ve şefkatini göstererek ilgilendi. Bu durumdan çok etkilenen ve mutlu olan çocuk, İslam’a yöneldi.

O (a.s.m.), yolda ve yorgun gördüğü çocukları devesine bindirir, onları böylece şereflendirip sevindirirdi. Kuşu ölmüş bir çocuğa, taziye ziyaretinde bulunma inceliğini bile göstermiştir.

Çocuklarla çocuklaşın” buyuran Güzeller Güzeli (a.s.m.), bu tavsiyesini bizzat uygulamış; onlara hediyeler vererek, şakalar yaparak, sevgi iletişimini çok güçlü kurmuştur.

Evet, babaların en güzeli böyleydi. O (a.s.m.) en güzel baba, herkese babalık yaptı; herkes de O’nun (a.s.m.) kucağına koştu.

Şimdi, O’nu (a.s.m.) seven babalar, bu yüreğin neresinde? Eğitimin olmazsa olmaz ilk şartı, sevgi merkezli olmasıdır. Çünkü eğitim her şeyden önce yürek işidir.

Vehbi Vakkasoğlu

vehbivakkasoglu.com

İsraf İflah Etmez!

İsraf, saçıp savurmak, boş yere harcamak, kıymetli olanı kıymetsiz yerde kullanmak demektir. Bu yüzden müsrif, hem kendine , hem de başkasına zarar verir.

Müsrif, hem akılsız, hem de ahlaksızdır. En büyük zararı kendisine verir. Kötü örnek olur, zayıf karakterli ve bilinçsiz insanları da etkiler. Savurganlığı nisbetinde, insanların kızgınlığını, kırgınlığını ve nefretini kazanır..

İsrafın altında, bir kendini gösterme, merakı vardır. Başkalarına üstünlük taslama, varlığını görünür kılma, değersizliğini abartılı saçıp savurmlarla örtüp gizleme duygusu, israfı körükler.

İsraf, lüksün anasıdır. Dış dünyasını sun’i yıldızlarla süsleyenler, iç dünyalarının semasını yıldızsız bırakıp, hep karanlıkta kalanlardır. Daima, kendi bolluğu ve refahı adına; yoklukla, açlıkla, imkansızlıkla boğuşanları görmezden gelen, zalim bir gafletin anasıdır israf…

İnsanın içinde zaten var olan bu canavarı, Batı Medeniyeti besledi, büyüttü ve kışkırttı. İsraf, tüketim ekonomisiyle sıradan ve normal bir iş, hatta bir fazilet haline geldi. Topluma benimsetilen bu yanlış idrak sayesinde, artık utanılacak değil,övünülecek ve imrenilecek bir özellik haline geldi. Kazandığı bu itibar sebebiyle de, israf,artık dizginlenemez ve önüne geçilemez bir hale geldi.

Bu sonuçta, tabii ki basının da, çok mühim bir katkısı vardır. Zira,bir çok israfı, allaya pullaya reklam ve haber konusu yapıyor, dolayısıyla da, insanları müsrif olmaya özendiriyor. Basının verdiği genel mesaj, şöyle özetlenebilir:

“Eskiyi at, yeniyi al! Eskimeden at, ihtiyaç olmadan al! Daha çok, daha sık, daha lüks al! Al, al, al! At, at, al! At, al; al at!

Değerin, alabildiğinin değeri kadar…Alamayan değersizdir, hiçtir. İnsan oturduğu ev kadar, bindiği araba kadar, müdavimi olduğu lokanta kadar, kısacası harcadığı para kadar değerlidir.

Böyle düşündüren maddeci inancın mabedi, alış veriş merkezleridir. Parıltılı ihtişamlarıyla, hep alan, kazanan , oyalayan, çalıp çığıran, eğlendiren, hatta sömüren merkezler… Bir itibar kazandırdığı sanılan markalar dünyasına mahkum, modanın peşinde, modacının kulu kölesi olan insanlar…

Reklamlar, sanal ihtiyaç alanları oluşturuyor. Böylece, temel ihtiyaç maddeleri çeşitlendikçe çeşitleniyor, insanın olmazsa olmazı, dörtten dört bine çıkıyor, çıkarılıyor. Sürekli artan ve yenilenen ihtiyaçlarını ele geçirmekte zorlananlara, tüketim ekonomisi olmayan parayı harcama imkanı sağlıyor. Böylece ortaya, kredi kartları çıkıyor. Olmayanı harcayan müsrifler sebebiyle, günümüz ekonomisinin en tehlikeli kara deliği haline gelen kredi kartları…

Bu bencil yaşama biçimi, tamamiyle israf üzerine kuruludur. İsraf ise, dipsiz bir kuyu gibidir, sonu kapkaranlık, bir türlü görünmüyor. Fakat, görünen tek gerçek o ki, israf iflah etmiyor.

İsraf, nice bitmez sanılan serveti, hazır parayı bitiriyor. Bitmez, tükenmez sanılan birikimler, miraslar güneş görmüş buz gibi eriyiveriyor.

İsrafa bulaşmamak için, önce insanın dünyaya bakışını düzeltmek gerekiyor. Bu dünya sonlu ve sınırlı bir yaşama alanıdır. Devam eden bir yolculuğun mola yeridir. Bütün himmeti, emeği, gayreti buraya sarfetmek müthiş bir yanlıştır.

Bu yanlışta karar kılan insan, dünyanın bütün imkanlarını sadece kendisi içinmiş gibi bilir ve tüketir. Tabii ki böyle bir açgözlülükle menfaatine saldıran kişi, dünya ile birlikte, kendisini de tüketir.

Oysa ki bu dünya, sadece bize ait değildir. Bizden sonra geleceklere de, yetmesi gerekir. Yüce Yaratıcı’nın emrettiği gibi tutumlu yaşandığında, bütün zamanlarda herkese de yetecektir.

İsrafa dağlar dayanmaz; her hazırın bir tükeniş anı vardır.

Asıl yatırımı sonsuz ve sınırsız dünya için yapmak gerekir.

Bu sebeple Rabbimiz uyarır:

“-Yiyin, için ama israf etmeyin!”

Yiyip içmekte israfa kaçanlar, bir zaman sonra o israfın getirdiği fazlalıklardan kurtulma mücadelesi veriyorlar. Varlıklılar, yeme içme çokluğundan; yokluk içindekiler de, açlıktan perişanlık çekiyorlar. Zira,israf bencil yapıyor; bencillik de cimrileştiriyor. Böylece ortaya dengesiz bir dünya çıkıyor:

Bir yanda müsrifler, diğer yanda açlar. Sodom ve Gomore ahalisi, yiyemez oluncaya kadar yedikten sonra, kusma çukurlarına koşup midelerini boşaltıyorlar, sonra da, tekrar yemeye koşuyorlrdı… Ama o toplumda da açlar vardı…

Mevlana deyişiyle, bir yanda, içi boş lüks elbiseler, diğer yanda da elbisesiz adamlar… Şairler Sultanı’na göre de, “Başsız başsız adamlar!”

İmam Azam,devrinin en zengin adamı olarak, ne güzel der: “İsrafta hayır yoktur; hayırda da israf yoktur.”

Bu muhteşem Alim, taksitle bir şey almazmış. Sebebini soranlara da, “Benim, o kadar süre yaşayacağıma dair garantim yok” dermiş.

Asıl marifet, zenginken müsrif olmamaktır. Fakir zaten tutumlu olmaya mecburdur. Beş yıldızlı otellerin, lokantaların açık büfe ortamlarında israfa düşmemek ise, yiğitliktir.

Bollukta tutumlu olmak, nimetin devamına fiili bir duadır. Çünkü israf, nimeti nimet saymamak, küçümsemek , önemsiz ve değersiz görmek demektir.

Nimeti hor görmek ise, nimetin sahibini takdir etmemek demektir. Bu takdirsizlik ve kıymet bilmezlik, bazan itham ve iftira boyutlarına bile varabilir. Bu da, israf kötülüğünün , giderek inançsızlığı nasıl doğurduğunu gösterir.

Basit ve önemsiz sanılarak, takdir edilmeyen nimet israf edilir. İsraf , nimete fiili bir şükürsüzlüktür. Şükürsüzlük ise, Yüceler Yücesi’ne saygısızlık, sevgisizlik ve takdirsizliktir.

Her nimetin gönderen hanesinde tek isim vardır:

“-Allah (c.c.)”

Onun nasibettiği her şey, çok değerlidir. Değerli şeyler ise, israf edilmemelidir. Bizim sunduğumuz bir hediyeyi, kıymetsiz görerek, buruşturup çöpe atan bir insana, biz nasıl bakarız?

Rahmetli dedem, abdest alırken büyükçe bir tahta kaşık kullanır, suyun zerresini damlatmamaya özel bir özen gösterirdi.Çocuk yaşımızdayken, onun bu gayreti çok tuhafımıza giderdi. O da bize, Güzeller Güzeli’nin hadisini hatırlatırdı:

“-Bir ırmaktan abdest alırken bile,suyu israf etmeyiniz.”

Bütün büyükler,israftan kaçınmışlardır. Az eşya ile,çok sade yaşamışlardır.Maddi boyutları bakımından küçülenler,manevi boyutlarıbakımından büyümüşlerdir. Yani, “Beden inceldikçe,ruh kalınlaşmıştır.”

Osmanlı,manevi ihtişam döneminde mütevazı Topkapı Sarayı’nı, çöküş döneminde ise, Dolmabahçe Sarayı’nı yapmıştır.

Mana da derin ve zengin olan, madde de israflı yükseltilere tenezzül etmez.

Ancak, israfla cömertliği birbirine karıştırmamak gerekir. Cömertin varlığı elinde olur; onu HAKİKİ SAHİBİ adına tasarruf eder; müsrif kendini mal sahibi sanır, emanetçi olduğunu unutur, harcama kurallarını da kendisi koyar …

Müsrif,döke saça kendine harcarken mutludur;cömert başkasına verirken huzur bulur…Alışverişte sıkı pazarlık yapar ama, kazandığının birkaç katını sadaka ve yardım olarak sarfederken eli titremez, tam tersine yüreği sevinçlerle dolar. Mehmet Akif dedem, ne güzel örnektir bu hususta…Dostu Rıza Efendi onu şöyle anlatır:

“-O, ne yüksek bir insandı! Onun şahika-i faziletine erişmek ne mümkün! Fakir veya yetim bir çocuk görse, hemen kesesini boşaltırdı. Parası yoksa, ağlardı. Yardım için arkadaşını teşvik ederdi. Ahbabının kesesini kendi kesesi gibi, kendi kesesini de ahbabının kesesi gibi bilirdi.

Nazarında paranın hiç kıymeti yoktu. Elinden gelse,yeryüzünden fakirliği ve sefaleti kaldırırdı. İnsanlara karşı, o kadar hayırhahtı.”

Dünya, maddi bir israf çılgınlığı yüzünden krize düştü. Ancak, derin bir ekonomik kriz ile, tutumlu olmayı hatırladı. Ancak, kerhen hatırladığı tutumluluğu uygulaması, hiç de kolay değildir. Tutumluluk, bir alışkanlık ve eğitim işidir.

Bu sebeple, daha çocukluktan itibaren, yeni nesillere, israftan kaçma alışkanlığı kazandırılmalıdır. Mesela, çocukların, mutlaka bir kumbaraları olmalıdır. Almak istediklerini, hemen önlerinde bulmamalılar.

Eski eşyalarını biriktirmeyi ve onlarla yoksul yaşıtlarını sevindirmeyi düşünebilmeliler.

Yiyecekleri kadar yemek almalı; tabaklarında yemek bırakmamalılar. Meyveleri birbirlerine atacak malzeme olarak görmemeliler. Yemeğe Allah’ın adıyla başlayıp, doyduktan sonra da nimetin Sahibi’ne şükretmeyi unutmamalılar.

Büyükler, bu hususta da küçüklere mutlaka örnek olmalılar.

Müslüman evinde israf olmaz. Bu sebeple de, Müslüman’ın evinden çöpe pek az şey çıkar.

Zira orada karpuzun, portakalın, limonun kabuğu işe yarar… Yenen zeytinin çekirdeği tesbih olur. Bayat ekmek köfte olur. Ekşimiş yoğurt ayranlaşır. Eskimiş eşya görev değiştirir, işe yaramaya devam eder.

İsraf kalksa, ekonomik durum kendiliğinden düzelir, krizden eser kalmaz.

Evliliği, israfla başlayan gençleri, iktisada nasıl alıştıracağız? Gösterişli davetiyeler, orijinal nikah şekerleri, lüks salonlar, pahalı elbiseler , gelinlikler, yuvaya mutluluk getiremiyor; eşya işe yaramıyor.

Selamı da israf etmeyiniz, kelamı da… Alana veriniz selamı, dinleyene söyleyiniz…Söyleyeni dinleyiniz hayırsa…Eğer selamınız alınmazsa, siz alınız tekrar…Kelamınız boşa gidecekse, tutun çenenizi…Ne selam israf olsun, ne de kelam…

Sevginizi de, kalbinizde bastırarak israf etmeyiniz; sevilecek bunca güzel şey yaratmışken Rabbimiz…

Vehbi Vakkasoğlu

vehbivakkasoglu.com