Etiket arşivi: yahudi

Yahudiler Peygamberimize Nasıl Büyü Yaptı?

Peygamberimizin, zilhicce ayında Hudeybiye’den döndüğü ve muharrem ayına girmiş bulunduğu sırada idi ki Medine’de kalan Yahudilerin elebaşları, Müslüman olduğunu açıkladığı halde, münafıklıktan ayrılmayan Yahudi Lebid b. Asam’ın yanına vardılar. Lebid Zurayk oğullarının müttefiki idi. Kendisi sihirbazdı. Yahudiler onun sihirde ve sihirle adam öldürmekte Yahudilerin en bilgilisi olduğunu biliyorlardı.
Ona: “Ey Ebul’Asam! Sen bizim sihirbazımızsın! Muhammed, bizim erkeklerimizi ve kadınlarımızı büyüledi. Biz, ona karşı bir şey yapamadık. Sen, O’nun bize neler yaptığını dinimize nasıl aykırı davrandığını bizden kimleri öldürdüğünü veya sürgün ettiğini gördün.! Biz bütün bu yaptıklarına karşı onu sihirleyip cezalandırmak üzere seni tutuyor, görevlendiriyoruz.” Dediler ve Peygamberimizi sihirlemesi için de ona üç altın verdiler.
SİHİR HAZIRLIKLARI
Lebid b. Asam; Peygamberimizin tarağı ile başından taranmış saçlarını elde etmeğe girişti. Yahudilerden bir genç, gelir gider Peygamberimizin işini tutardı. Yahudiler, peygamberimizin saç ve sakal tarantısı ile bazı tarak dişlerini elde edinceye kadar bu genin üzerine düştüler.
Yahudi genci, Peygamberimizin saç tarantısı ile tarak dişlerini alıp Yahudilere verdi.
Lebid. B. Asam istediklerini elde edince ona bir takım düğümler düğdü ve üfledi. Bu düğümlenmiş ve üflenmiş saç tarantılarını, erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığının içine koydu. Sonra onu götürüp kuyunun içindeki basamak taşının altına yerleştirdi. Bu kuyu Zurayk Oğullarına aitti.
PEYGAMBERİMİZ HASTALANIYOR
Sihir yapılmasının ardından Peygamberimizin sıhhati bozuldu. Başının saçları dökülmeğe başladı. Peygamberimiz, yapmadığı bir işi yapmış, ailesine yaklaşmadığı halde, yaklaşmış gibi sanır oldu. Gözlerinin de feri azaldı. Ashab-ı Kiram Peygamberimizin hastalığını yoklamağa geldiler. Hastalığı günlerce sürdü. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 367)
Peygamberimiz hastalanınca Lebid b. Asam’ın kız kardeşelrinden birisi, Hazreti Aişe (Radıyallahu anha)nın yanına gelmişti. Kadın, Peygamberimizin hastalandığını öğrenince, dönüp bunu kız kardeşlerine ve Lebid’e haber verdi. Onlardan birisi:
“Eğer o gerçekten bir Peygamberse kendisine bu iş Allah tarafından haber verilir. Aksi takdirde, bu sihir kendisine nereden gösterilir? En sonunda aklı başından gider. Böylece de, kavmimiz ve dindaşlarımız umduklarına ermiş olur.” Dedi.
SİHRİN PEYGAMBERİMİZE HABER VERİLMESİ:
Hazreti Aişe, Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den şöyle rivayet ediyor:
Nihayet Resulüllah günün birinde tekrar tekrar dua etti. Sonra da bana: “Ey Aişe! Yapmış olduğum duamı Allah’ın kabul buyurduğunu biliyor musun?
Bana meleklerden iki kişi geldi. Bunlardan birisi başucumda, o birisi de ayak ucumda oturdu. (iki melek arasında konuşma şöyle geçti:)
– Bunun hastalığı nedir?
– Sihirlenmiştir
– Kim sihir yapmış ona?
– Lebid b. Asam!
– Sihir ne ile yapılmıştır?
– Erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığı, tarak, saç ve sakal tarantısı ile!
– Nerededir o?
– Zervan kuyusunda, basamak taşının altındadır.
– O’nun şifa bulması ne iledir?
– Kuyu suyunun tamamıyla çekilip içindeki basamak taşının kaldırılması ve altındaki kurumuş erkek urma çiçeği kapçığının çıkarılması suretiyledir! Dedi. Bundan sonra melekler havalanıp gittiler.”
SİHRİN KUYUDAN ÇIKARILMASI
Peygamberimiz, Hazreti Ali ile Ammar b. Yasir’i çağırdı. Zervan kuyusuna gitmelerini ve meleklerden işittiği şeyleri yapmalarını onlara emretti. Hazreti Ali ve Amer b. Yasir, hemen Zervan Kuyusuna gittiler. Kuyunun suyu, kınaya boyanmış, kuyu başındaki hurma ağaçlarının başları da şeytan başları gibi idi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.6, s. 57, Buhari, Müslim)
Kuyunun suyunu çekip boşalttılar, içindeki basamak taşını kaldırdılar. Taşın altında hurma çiçeği kapçığı, Peygamberimizin tarağı, başının saç tarantısı, üzerine iğneler saplanmış bir yay kirişi bulunup çıkarıldı.
DÜĞÜMLER ÇÖZÜZÜLÜNCE PEYGAMBERİMİZİN RAHATLAMASI
Yay kirişi üzerindeki düğümleri çözmeğe güç yetirilemedi. Cebrail gelip Felak ve Nas surelerinin ayetlerini okudukça, düğümler çözülmeye başladı. Her düğüm çözüldükçe, Peygamberimiz, önce elem, sonra da ferahlık duymakta idi.
En son düğüm çözüldüğü zaman, peygamberimiz, bir düz bağından boşanmış, krtulmuş gibi açıldı. Yemeğe içmeye başladı.
KUYU KAPATILDI!
 Peygamberimizin emri ile Zervan kuyusu kapatıldı.
Peygamberimiz Lebid. B. Asam’a haber gönderdi. “Allah bana senin yaptığın sihri haber verdi ve yerini de gösterdi. Sen, bunu ne için yaptın?” diye sordu:
Lebid: “Ey Ebu’l Kasım! Altınlara karşı duyduğum sevgi” dedi.
“ya Resulallah onu öldürsen” denildi. Pegamberimiz: “Onun sonunda göreceği ilahi azap daha şiddetlidir” buyurdu.
Peygamberimiz bir daha onun ne yüzünü gördü, ne de adını andı…
FELAK VE NAS SURELERİ
Felak ve Nas sureleri diğer ümmetlere verilmeyen çok büyük iki sure. Muavazateyn dediğimiz, her türlü eşrardan, shiriden, cinden büyüden Rabbimize sığınılan bu iki sureyi sabah akam okuyana nazar, sihir, büyü, cin, vesvese ve bir çok şer Allah’ın korumasıyla isabet edemez…

Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytan Gibidir

İslamiyet bütün insanlığa karşı şöyle seslenmektedir: ‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan gibidir.’ Ve Kur’an insanlığa şu hakikatı tavsiye eylemektedir: ‘164. İçlerinden bir topluluk: “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz). 165. Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.’ (Kur’an, 7:164-165) İşte bu sebeple Müslüman bilim adamları olarak Gazze’de devam eden Müslüman Filistinlilerin katliamına seyirci kalamazdık.

1.    İnsanlık Ailesinin Fertleri Olarak Zulme Karşı Sesimizi Yükseltmeliyiz

Ben de İslamiyet gibi inanıyorum ki, bütün insanlık bir aile gibidir. Allah’ın kulları ve Adem’in torunları olma noktasında ortak bir zemine sahibiz. Bu sebepledir ki. Hz. Peygamber 140.000 sahabenin huzurunda şu hakikatı berrak bir şekilde açıklamıştır: Ey insanlar! Allah’ınız birdir ve ilk babanız Adem de tektir. Hepiniz Adem’den gelmektesiniz ve Adem de topraktan yaratılmıştır. Birinizin diğeri üzerinde ayrıcalığı yoktur; sadece takva yani güzel ameller yapma üstünlüğü mevzubahistir.’ Bu sebepler biz Müslümanlar, ırk, din veya renk zemininde ayrımcılık yapamayız. Kimse Müslümanların anti-semitism yaptığını da iddia edemez. Biz Siyonizm’e karşıyız ve zulme karşıyız. Gazze’deki bu trajediye olan bizim ilk tepkimiz şudur: Barış ve hoşgörü dini olan İslam, insan hayatını en kıymetli varlık olarak kabul eder; ma’sum insanlara karşı yapılan tecavüz ve hücumları büyük günahlar arasında sayar. Nitekim bahsini ettiğimiz Kur’an ayeti bunu haykırmaktadır: ‘Kim bir başka canı öldürmek veya yeryüzünde anarşi çıkarmak gibi bir suçu bulunmadan haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim bir canının kurtuluşuna vesile olursa, bütün insanlığı ihya etmiş gibi olur. Bizim peygamberlerimiz, onlara çok açık deliller getirdiler. Ancak bütün bunlardan sonra insanlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmiş ve zulm etmişlerdir.’ (Kur’an, 5: 32). Gerçek şu ki, Müslüman ölüme değil sadece hayata hizmet eder.

Gelin Hz. peygamber’in şu hadisi üzerinde iyice düşünelim: “Hz. Resûl (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah’ın sınırlarında duran ile bu sınırları aşan insanın durumları şuna benziyor: Bir grup insan aralarında kur’a çekerek gemiye bindiler. Kur’a sonunda bir kısmı üst kata, bir kısmı da alt kata düştü. Geminin alt katında bulunanlar su almak istediklerinde üsttekilerin yanından geçerlerdi. Dediler ki: Biz payımıza düşen yerden bir delik açsak, üstümüzdekileri de rahatsız etmemiş oluruz.

Eğer üst kattakiler, alttakileri yapmak istedikleri ile başbaşa bıraksalar hep birlikte mahvolurlar. Eğer ellerinden tutup onları engelleseler hem kendileri, hem de onlar hep birden kurtulmuş olurlar.”

Ey Dünya Ailesinin Üyeleri! Siz ve biz böyle kamil insan manasına hak kazanan bir şahs-ı maneviyi temsil ediyoruz. Bizler, bir fabrikanın çarkları gibiyiz. İnsanları bir araya getirmek mecburiyetindeyiz; yoksa dünya fabrikası tamamen kapanır ve insanlık alt üst olur.

2.    Müslümanlar olarak Tarih Boyunca Yahudilere asla fena muamelede bulunmadık

Ecdadımızın “şer’-i şerif“ dediği İslâm hukukuna göre, Müslümanlarla sulh yapan ve İslâm Devleti’nin hâkimiyetini kabul eden gayr-i müslimlere “zimmî“ adı verilir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve “şer’-i şerif” ne diyorsa öyle muamele yapılır.  Yahudiler de bu hükümlere tabi idi.

Bilindiği gibi, XV. asırda Avrupa’da kölelik, insanlar arasında ayırım ve nihâyet bunların neticesi olarak engizisyon mahkemelerinin zâlim kararları kırıla gidiyordu. Avrupalılar, kendi aralarında kanlı çatışmalara girdikleri gibi, Hıristiyan olmayan milletlere karşı da tam bir savaş ilan etmişlerdi. Katoliklerin Protestanlara ve Protestanların Katoliklere hayat hakkı tanımadığı Hıristiyan Avrupa’da elbette ki Yahudilere de hayat hakkı tanımayacaklar idi. Nitekim tanımadılar da.

İslâm tarihçilerinin Endülüs ve Avrupalıların da İspanya dedikleri yarım adada Endülüs Emevilerinin kurdukları İslâm Medeniyeti sayesinde tam bir hürriyet içinde ve emân altında yaşayan diğer din mensupları arasında Yahudiler de vardı. Yahudiler de zimmî sayılıyor ve İslâm Ülkesi olan Endülüs’te huzur içinde yaşıyorlardı. Ne zaman ki, Endülüs’te bulunan Müslüman devlet 1492 tarihinde yıkıldı ve yerine tamamen Roma zihniyetine hâkim Hıristiyan kuvvetler hâkim oldu; o zaman Hıristiyanlık dışındaki din mensupları büyük bir zulme maruz kalmaya başladılar. Yahudiler de bu zulümden paylarını aldılar ve hatta vatanları olan İspanya’dan sürülmeye başlandılar. Yahudi olsalar da aslında o dönemde mazlum durumuna düşen Yahudilere bir Müslüman devlet olan Osmanlı Devleti kucak açtı. Bunu yapan da II. Bâyezid idi.

Kemal Reis komutasındaki Osmanlı donanması, katliama maruz kalan Yahudi ve Müslümanları, gemilerle taşıyarak daha emin bölgelere ve özellikle de Yahudileri Osmanlı ülkesine getiriyorlardı. Çünkü Gırnata 1492 yılında düşünce, hem Müslümanlar ve hem de Yahudiler, büyük zulümlere maruz kalmışlardı.

İşte bu şer`î hükme dayanan Osmanlı Padişahlarından II. Bâyezid, 1492 senesi ilkbaharında İspanya’dan tardedilen Yahudileri, zimmet akdinin hükümlerine uymak şartıyla Osmanlı Ülkesinin belirli yerlerine ve özellikle de şu anda Yunanistan’da bulunan Selanik, Edirne, Ağriboz’a bağlı Livâdiye ve Tırhala çevresine yerleştirmişti (Akgündüz, Ottoman Legal Codes, v. III, pp. 393; v. VI, p. 637 et seq.; Taboos Collapse, I-II, Istanbul 1996-97, v. II, pp. 118- 133; Zeydan, Abdulkerim, Ahkam al-Dhimmiyyin wa’l-Musta’manin, Baghdad 1963, p. 22 et seq.)

Kim Osmanlı Devleti veya başka bir Müslüman tarafından bir Yahudi ferdinin öldürüldüğünü veya malının gasp edildiğini isbat edebilir? Tarihçiler şahittir ki, Avrupalılar 15ci asırda Yahudileri katledip sürgün ederken Osmanlı devleti onlara kucak açtığı gibi, Hitler ve ordusu Yahudilere katliam uygularken de Türkiye Cumhuriyeti Prof. Hırsch dahil nice Yahudi bilim adamlarına kucak açmıştı.

3.    Zulüm devam etmez, fakat küfür devam edebilir

Şu gerçeği unutmamalıyız ki, ‘Zulüm devam etmez, fakat küfür devam edebilir’. Hz. Peygamber şöyle talimat vermektedir: Zulüm işlemekten şiddetle sakınınız; zira zulüm haşir gününde büyük bir karanlıktır.’ (İmam Müslim). Bir hadis-i kudside ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Bu dünyada ve ahrette zalimden zulmünün intikamını ben alacağım. Ayrıca bir mazluma zulm edildiğini gördüğü ve o zulmü engellemeye muktedire olduğu halde yardım etmeyenden de intikamımı alacağım.’ (Tabarani). Fakat ‘11. Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler. 12. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar. ‘ (Al-Baqarah 2:11-12).  ‘Nasıl ki küçük kabahatleri işleyenlerin, nahiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i îmanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve sür’aten verilir. Ehl-i dalâletin cinâyetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, muktezâ-yı adalet olarak Âlem-i bekadaki Mahkeme-i Kübrâya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.’ (Bedıuzzaman, Lem’alar, 10. Lem’a).

Yukarıdaki hakikatlerden açıkça görülmektedir ki, İslamiyet’in ve gerçek Müslümanların zulümle asla alakası olmamalıdır. Dünya medyası tarafından meselenin tersine gösterilmesi esef vericidir. Din namına zulüm işleyenler ile hakiki Müslümanlar ayrılmalıdırlar.

Biz Müslüman bilim adamları olarak Birleşmiş Milletler, bazı Amerikan ve Avrupalı kurumların diyalog, uyum ve demokrasi gibi güzel kelimelerine güvenmiyoruz; zira bunları söylemeye devam ettikleri halde açıkça zulümler karşısındaki suskunluklarını sürdürüyorlar.

4.    Radikalizmin ve Terörizmin Gerçek Kaynakları

1. Sırplar binlerce Müslüman kadına Bosna’da tecavüz eyledi ve binlerce masumu katl etti; Kuzey İrlanda terör faaliyetleri hala Avrupa’nın hatıralarında yaşıyor; Afrika ve Güney Amerika’da terör kol geziyor; ama hala Avrupalı ve Amerikalıların dilinde ve elinde sadece İslami terör yaftası var. Filistin’de binlerce masum çocuklar ve kadınlar tanklarla ve savaş uçaklarıyla katl ediliyorlar. Amerika Irak’ta iki milyon Müslüman katletti. Bütün bunlardan sonra soruyoruz, kimdir terörün kaynakları? Kararı siz verin.

2. Maalesef şer bir öteki şerri doğuruyor. Bazan iki taraf da mevcut uluslar arası kuralları ve mukaddes değerlerin sınırlarını aşıyorlar. Bir taraf masum halkı tanklarla ve savaş uçaklarıyla öldürüyor ve diğer taraf da İslama aykırı da olsa intihar saldırıları yapıyor. Eğer bir taraf Camileri, Birleşmiş Milletler binalarını ve yardım konvoylarını bombalıyorsa, radikalizmin kaynağı kimdir? Kararı siz verin.

3. Batı ve Amerika kendine destek olması halinde diktatörleri bile destekliyor ve bunun adı demokrasi oluyor. Ama dinine bağlı Müslümanlar demokrasi yoluyla ve meşru seçim ile iktidara gelirlerse onlar terörist oluyorlar. Allah için nedir şu demokrasi? Kararı siz verin.

Biz prensip olarak Müslümanların bu tür anarşik olaylara girmesine de şiddetle karşıyız İslamiyet masum ve korumasız insanların öldürülmesine asla müsaade etmez Şayet, bu tür katliamlar, taraflı basının ve haber kaynaklarının iddia ettikleri gibi, bazı Müslüman fertlerden sadır olursa, İslam namına ve din namına bu zalim insanları suçlu ve günahkâr ilan ederiz Zulm edenlerin, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin mutlaka caydırıcı bir ceza ile cezalandırılması gerektiğini de önemle belirtmek isteriz

Bu hadiseler karşısında, devletler ve fertler olarak şu hakikati unutmamalıyız: Siz bir gemide veya bir evde bulunsanız, sizinle beraber dokuz masum ile beraber bir cani olsa, bu gemiyi batırmaya veya o haneyi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulm ettiğini tahmin edersiniz Onun zalimliğini bütün aleme işittirecek derecede bağıracaksınız Hatta, bir tek masum ve onun yanında dokuz cani de olsa, yine o gemi ve ev, hiç bir adalet kanunuyla batırılamaz ve yakılamaz Aynı şey bu hadiseler için de geçerlidir

Biz bu kanlı ve vicdansız eylemleri kınarken, benzerlerini yapmanın da daha tehlikeli olduğunu hatırlatmak istiyoruz Bütün insanları bir araya getirmeye ve Allah’dan huzur ve saadet istemeye gayret edelim.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.orf

Meryem Cemile (Margaret Marcus) Kimdir?

Meryem Cemile, 1934 yılında New York’ta, Amerika’nın içinde bulunduğu ekonomik buhranın en şiddetli döneminde, dördüncü kuşak Almanya Yahudi kökenli bir Amerikalı olarak dünyaya geldi. New York’un en varlıklı ve kalabalık bir banliyösü olan Westchester’da mahalli okullarda tamamiyle dini bir eğitim alarak büyüdü. Her zaman ortalamanın üzerinde bir öğrenci olarak; kısa zaman içinde elinden kitap hiç eksik olmayan hırslı bir entellektüel, doymak bilmez bir kitap kurdu oldu ve okuma seviyesi öğrenim gördüğü okulun gereksiniminin çok ötelerine çıktı.

Ergenlik çağına girdiğinde; yaşıtlarında çok ender görülen ,son derece ciddi, hoppalıklardan nefret eden bir kişiliğe sahipti. En ziyade dine, felsefeye, tarihe, antropolojiye, sosyolojiye ve biyolojiye ilgi duyuyordu. Okul ve kütüphaneler artık onun ikinci evi haline gelmişti.

1952 yılı yazında Liseden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi Liberal Sanatlar bölümüne girdi. Üniversitedeyken 1953 yılında ağır bir hastalığa yakalandı. Durumu gittikçe kötüye gitti ve iki yıl sonra diplomasını alamadan üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı. 1957-1959 yılları arasında hastanelerde tedavi oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra, yazmaya olanak buldu. Marmaduke Pickthall’ın Kuran-ı Kerim tercümesi ve Allame Muhammed Esad’ın “Mekke’ye Giden Yol” ve “Yolların Ayrılış Noktalarında İslam” adlı eserleri ilgisini İslama yöneltti. New York’un Müslüman bölgelerindeki insanlarla kurduğu diyaloglar onu artık tamamiyle İslamiyetle ilgilenen bir insan haline getirdi ve en sonunda Margaret Marcus olan ismini Meryem Cemile olarak değiştirdi.

İslamiyetle ilgili ulaşabildiği İngilizce tüm kaynakları okuduğu bu dönemlerde Meryem Cemile; Aralık 1960’tan itibaren Mevlana Seyyid Ebul Ala Mevdudi ile düzenli olarak yazışmaya başladı. 1962 baharında Mevlana Mevdudi, Meryem Cemile’yi Pakistan’a gelerek Lahor’da kendi ailesinin bir üyesi olarak yaşamaya davet etti. Meryem Cemile bu teklifi bir yıl sonra kabul etti ve Cemaat-i İslami üyesi olup ilerde tüm kitaplarını yayımlayacak olan Muhammed Yusuf Han ile evlendi. Akabinde dört çocuğu oldu. Evli bir kadın için nadir görülebilecek bir şekilde tüm entelektüel ve yazım faaliyetlerine devam etti. Tüm önemli eserlerini hamilelik dönemlerinde yazan Meryem Cemile İslami örtünmeye de son derece riayetkardı.

Onun ateizm ve materyalizme olan nefreti hemen her eserinde görülür. Ona göre İslam; hayatın ve ölümün manasını bildirmede, yaşamın nihai gayesini anlatmada yegane kaynaktı.

Yazının orjinali için tıklayınız

www.NurNet.Org

Hollanda’da Yasama Yılı Kur’an Tilavetiyle Başladı…

Hollanda Yeni Yasama Yılı Töreni, Müslümanlar ve Toplum Vakfı’nın “İslam’da Paylaşma” konulu açılış konuşmasıyla ile başladı.

Lahey’deki Büyük Kilise’de yapılan törene Hollanda Kraliçesi Beatrix, Başbakan Mark Rutte, kabine üyeleri, milletvekilleri ve üst düzey memurlar katıldı. Tören Müslümanlar ve Toplum Vakfından Semahat Kulcu’nun “İslam’da Paylaşma” konulu açılış konuşmasıyla başladı. Kulcu, Kur’an ayetleri ve hadislerle İslam dininde maddi ve manevi paylaşımın öneminden bahsetti. Kulcu’nun yanı sıra Ömer Faruk Gürleşin katılımcılara Kuran-ı Kerim tilaveti sundu. Bu konuşmanın ardından Hıristiyan, Yahudi, Budist, Hümanist ve Bahaî dini temsilcileri ayin ve konuşmalarla paylaşmanın öneminden bahsetti. Hükümetin kemer sıktığı bir dönemde böyle bir konun öne çıkması ise dikkat çekti.

VAKFIMIZ HER YIL BU KUTLAMADA HOLLANDA MÜSLÜMANLARINI TEMSİL EDİYOR

Müslümanlar ve Toplum Vakfı Genel Müdürü Alper Alasag, “Ekonomik krizin boy gösterdiği bu dönemde değişik dinlerin paylaşma üzerine mesaj vermesi ayrıntı gibi görünse de çok önemli bir unsur. Burada bütün Hollanda’ya mesaj veriyoruz aslında. Bu ekonomik darboğazda dinlerin ve bilhassa İslam dinin lüks ve israftan kaçınma adına anlatacağı çok şey var.” dedi. Alasag, bunu başbakan, kabine üyeleri ve bini aşkın davetliye Müslümanlar adına ifade edebilmenin çok güzel olduğunu söyledi. Alper Alasag, her yıl kilisede yapılan bu törende Müslümanları temsil ettiklerini ifade etti.

KRALİÇE: TOPLUM OLARAK HERKES BU KONUDA SORUMLU

Bir saat süren programdan sonra kabine üyeleri ve milletvekilleri yıllık bütçeyi görüşmek üzere Noordeinde sarayına geçti. Burada Hollanda’da yeni yasama dönemi Kraliçe Beatrix’in geleneksel konuşmasıyla başladı. Kraliçe, konuşmasında yaşanan ekonomik krize değindi. Ekonomide güçlü bir yeniden yapılanmanın gerekliliği üzerinde durdu. Beatrix “Bütçe açığının kapatılabilmesi için 2012 yılında ciddi kısıtlamaların yapılacak.Halkın alım gücünün düşecek. Uyumlu bir toplumun saygı, hoşgörü ve nezaket çerçevesinde kurulabilir. Hollanda’da yaşayan tüm toplum olarak herkesin bu konuda sorumlu olduğunu belirtmek isterim.” dedi.

Zaman Gazetesi