Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

Bediüzzaman, Talebeleri ve “Fırıncı Abi”

Kendini “entelektüel” zannedenlerin duçar oldukları bir hastalık var: Hiç tanımadıkları insanların, hiç okumadıkları, okusalar da anlayamayacakları eserlerine saldırma hastalığı…

En yakın hedefleri ise Bediüzzaman ve talebeleri…

Bu “entelektüel hastalık” öteden beri var, ama özellikle FETÖ olayından sonra “moda” haline geldi: Televizyonlarda öyle programlar gördüm, gazetelerde öyle yazılar okudum ki, akla ziyan! 

Aslında bunlar açısından FETÖ sadece bir bahane, dine ve dini değerlere düşmanlıklarını onun üzerinden ifade ediyorlar.

Bediüzzaman’a cepheden saldırmayı gözleri yemeyenler ise talebelerine vuruyor: Birkaç cahili, birkaç samimiyetsizi, ciddiyetsizi, kıskancı, ölçüsüzü delil getirerek büyük bir camiayı kirletmeye çalışıyorlar: Ortaya, “Üstad iyi, hoş, güzel, ama talebelerinde iş yok!” anlamına gelen iddialar atıyorlar. 

Hâlbuki “Bediüzzaman’ın talebeleri” tüm dünyaya yayılmış büyük bir “cemaat”ın mensuplarıdır. İçlerinde bazılarının olumsuzluk yapması cemaati ilzam etmez: Bunların isimlerini verirsiniz, fiillerini eleştirirsiniz, olur biter…

Ama böyle yapılmıyor. İsim verilmeden tüm camia töhmet altında bırakılmak isteniyor: Bunu ilim-irfanla bağdaştırmak mümkün olmadığı gibi, iyi niyetle telif etmek de mümkün değil.

İslâm da güzeldir, iyidir, hoştur, ama bazı Müslümanlar yanlış yapabilir, hata edebilir, günah işleyebilirler: Bu İslâmiyet’i bağlamaz! Çünkü hiçbir Müslüman “İslâm” değildir…

Tabiatıyla, hiçbir Risale-i Nur talebesi de “Risale-i Nur Cemaati” değildir! 

Kanaatimce bu kabil soyut suçlamalar ve ispatsız ithamlar ya İslâmiyet’e karşı duyulan gizli kinin ya Risale-i Nur’a karşı dışa vurulamayan ideolojik kıskançlığın veya eskiden kalma siyasal veya kişisel hesaplaşma arzusunun bir yansımasıdır…

Netice olarak, Bediüzzaman’ı ve eserlerini bir başka biçimde vurma temayülüdür!

“Kış kışlığını yapar” diyelim ve bunları bir tarafa bırakalım: Peki, “Nurcu” olduklarını söyleyen bazılarını ne yapalım? Bediüzzaman’ın sağlığında hizmetine girmiş, bizzat rahle-i tedrisinden geçmiş, hayatı boyunca inandığı davaya hiçbir karşılık beklemeden fedakârane çalışmış, Üstad’ı günlerce İstanbul’daki evinde misafir etmiş, “zindan” ve “hicran” döneminde yayın hizmetlerini korkusuzca sürdürmüş, yolu sık sık cezaevlerine, hatta tabutluklara düşmüş, davasına sadakatin her türlü bedelini en ağır biçimde ödemiş, nihayet 3 Ekim Cumartesi günü, tam 92 yaşında Hakk’a yürümüş bir pîr-i faninin arkasından niçin çemkiriyorlar?

Kendisini 50 seneye yakın bir süreden beri tanırım. Gülümsemenin “sadaka” olduğu şeklindeki Hadis-i Şerifi bu kadar içsellemiş birini daha görmedim. Cebindeki son kuruşa kadar “ikram” ve “ihsan” ettiğine defalarca şâhidim. 

Şefkatinin ve merhametinin binlerce delili bende mahfuzdur. Öne çıkan üç mümeyyiz vasfından biri “tevazu”, ikincisi “şefkat”, üçüncüsü “sade hayat”tı. Çocukların karşısında bile ayağa kalkardı.  

Böyle bir “sadakat” timsalini “ajanlık”la suçlayabilecek kadar çizgiden çıkmış küçük bir zümrenin “cemaat” içinden olduğunu düşünmek bile istemiyorum. 

Zira böyle “Nurcu” olmaz, olsa olsa bunlar “maskeli FETÖ kalıntıları”dır!  

Çok zor bir dâvayı, en zor şartlarda üstlenerek bugünlere getiren fedakâra saygıyla yaklaşmak en azından insanlık görevidir. 

Ahirete irtihal eden bütün “Abi” ve kardeşlerle birlikte Fırıncı Abi’ye de rahmet ve mağfiret diliyorum.

Yavuz Bahadıroğlu

Türkler ve Ermeniler

Bugünkü Ermenistan yöneticileri Türklere müthiş bir kin duyuyor. Bu yüzden cinayet şebekeleri kurdular ve Türk diplomatları katlettiler.

Bunun dayanağı sözde “Ermeni soykıyımı”dır. Gerçekte “kıyım” yok, “tehcir” vardır. Kendi içinden vurulmasından bıkan devlet tedbir almış, çeteleşip Türk komşularını katleden Ermenileri gözetim altında başka bölgelere yerleştirmiştir. Bu sırada cereyan eden bazı olumsuzlukların sorumlularını da şiddetle cezalandırmış, hattâ bazı üst düzey bürokratları sehpaya göndermiştir.

Böylece konu kapanmıştır. Fakat Ermeni yöneticiler, başka türlü varlık gösteremedikleri için, kendilerini dünya gündemine getirmenin tek çaresi olarak bu “tehcir” olayına sarılıyorlar, müsebbibi kendileri olmakla birlikte tarihi gerçekleri tersine çevirip siyaseten sürekli gündemde tutuyorlar. Ders kitaplarına geçirip çocuklarını “Türk düşmanı” olarak yetiştiriyorlar.

Durup dururken Azerbaycan’a saldırıp sivilleri katletmelerinin özünde Türklere karşı duydukları bu derin kin var. Asıl hedefleri Türkiye olmakla birlikte, gözleri kesmediği için, başka bir Türk devletine saldırmaktadırlar.

Hâlbuki biz Ermenilere tarih boyu iyilik etmişiz: Hatırlayalım ki, Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında Ermenilerin bir devleti yoktu. Genellikle Çukurova, Doğu Anadolu ile Kafkasya bölgelerinde koloniler halinde yaşıyor, başta İran, Bizans, Gürcü, Selçuklu devletleri olmak üzere, bazı irili-ufaklı devletlerin himayesinde bulunuyorlardı.

Orhan Gazi 1324 yılında Bursa’yı fethedip devlet merkezi yaptıktan sonra, Kütahya’daki Ermenilerin çoğunluğu ve Ermeni ruhani reisliği Bursa’ya nakledildi. Ermenilere ilk kez kimlik ve kişilik kazandırıldı.

Fatih Sultan Mehmed, 1453’de İstanbul’u aldıktan sonra da Bursa’daki ruhani lider Hovakim İstanbul›a getirildi ve Fatih 1461›de yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikliği’ni kurdu.

Yavuz Sultan Selim, 1514-1516’da Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu’yu fethedince, buradaki Ermenileri himayesine alarak İstanbul Patrikliği’ne bağladı. Kısacası tarihlerinde hiçbir devletten görmedikleri toleransı Osmanlı Devleti’nden gördüler. Önleri açıldı. Osmanlı onlara “sadık vatandaşlar” anlamında “teb’a-yı sadıka” dedi. Yüksek mevkilere getirdi. Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti’ne samimane bağlandılar. Bu yüzden, kısa bir süre içinde çeşitli yerlerden İstanbul’a göçen Ermeniler büyük bir cemaat oluşturdular ve dünyanın en müreffeh cemaatlerinden birisi haline geldiler.

Fatih Sultan Mehmed’den Sultan II. Mahmud’a kadar 350 yıllık süre içinde Hıristiyanların ve dolayısıyla Ermenilerin dini ve toplumsal işlerine kesinlikle karışılmadı, el üstünde tutuldular. 

Meselâ, 16. yüzyılda Ermeni asıllı Mehmed Paşa vezirlik rütbesine kadar yükseldi. 18. yüzyılda Divrikli Düzyan soyundan saray kuyumcuları, Sasyan ailesinden saray doktorları, 19. yüzyılda Bezciyan ailesinden darphane bakanları, Dadyan ailesinden baruthane bakanları görüldü.

Sultan II. Abdülhamid devrinde ve sonrasında ise Ermeni dış işleri görevlileri ve bakanlar görüldü. Ayrıca birçok Ermeni de Osmanlı devlet adamlarına danışmanlık yapıyordu. Osmanlı’nın son yıllarında inşa edilen camilerin pek çoğunun plânı Ermeni mimarlar tarafından çizildi: Balyan ailesi bunların en meşhurlarıdır.

Bu gerçeği Ermeni patriklerinden Nerses de itiraf ediyor.1876 yılında “Vatandaşlık Meclisi Şûrası”na sunduğu raporda şöyle diyor:

“Şayet günümüze kadar Ermeni milleti, millet olarak korunduysa ve inancını, kilisesini, dilini, tarihi ve kültürel değerlerini koruyorsa, tüm bunlar Türk hükümetinin Ermeni milletine gösterdiği koruma, yardım ve hayırseverlik sayesindedir. Kader, Ermenileri Türklere bağlamıştır. Bundan dolayı Ermeniler, devletin savaş ve ağır sınav günlerinde buna kayıtsızca davranamaz. Aksine her zaman oldukları gibi ona yardım etmek zorundadırlar. Vatanını seven Ermeni, devlete yardım ederek, Ermeni milletinin hizmet ve yardımının en iyisini görecektir.” 

Onu yıllar sonra başka bir Ermeni Patriği II. Mesrob, 22 Mayıs 1999 günü Hilton Oteli’ndeki resepsiyonda yaptığı konuşmada şu sözlerle doğruluyor:

“İstanbul Ermeni Patrikliği’nin kuruluşu tarihte eşine rastlayamayacağımız bir olaydır.

“Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sekiz yıl sonra, 1461’de Batı Anadolu’daki Ermeni episkoposluğunu çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği’ne dönüştürmesi Fatih’in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir.

“Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih’ten önce, ne de sonra görüldü.

“538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz.”

Yâni dış kışkırtmalar olmasaydı, bugünkü duruma gelmezdik.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Allah’a aşk yolundan gidilir

“Sevgi ikiye ayrılır” derler:

1. Şartsız sevgi: Çıkarsız, pazarlıksız, yalın, düzeyli. Bu tür sevgiyi “aşk” olarak da tanımlamak mümkündür. Hz. Mevlâna gibi ciddi bir tasavvuf adamını, Şems’in demirci dükkânının önünde, örs ve çekiç sesine ritim tutturup titreten derin duygu aşktır…

2. Şartlı sevgi: Bu tür sevmeler şartlara ayarlıdır. Şartların oluşmasına ve gelişmesine bağlı olarak ya gelişir, ya nefrete dönüşür.

“Şartlı sevgi”leri de kendi içinde ikiye ayırırlar:

1. “Çünkü”lü sevgiler: (Seni seviyorum, çünkü güzelsin… Çünkü zenginsin… Çünkü meşhursun… Çünkü sessizsin, v.s.)

2. “Eğer”li sevgiler: (Eğer bana ev alırsan… Eğer bana araba alırsan… Eğer bana kürk manto alırsan… Eğer okulunu bitirip doktor olursan, vs. [Evlenme programlarında şahit olduğumuz türden])…

Esas sevgi “rağmenli sevgi” imiş: “Seni fakirliğine rağmen… Seni işsiz olmana rağmen… Seni aileme rağmen… Seni kendime rağmen seviyorum” diyebilmek ve bu tertemiz duyguyu yaşayabilmekmiş…

Hz. Hatice gibi desem… Biliyorsunuz Hazret-i Hatice, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in ilk eşidir. Aralarında on beş yaş fark bulunmakla birlikte, Efendimiz onu çok sevmiş, “Hıristiyan kadınların en hayırlısı İmrân›ın kızı Meryem, Müslüman kadınların en hayırlısı ise, Hüveylid’in kızı Hatice›dir” diyerek kıyamete kadar aşkını ilân etmiştir…

Âşık olmasaydı dulluğuna takılır, kendisinden on beş yaş büyük olması karşısında tökezleyip geri çekilirdi… Hiçbirini umursamadan onunla evlendi ve yaşadığı müddetçe başka hiçbir kadını istemedi. Hatta Hz. Hatice vefat ettikten sonra, ona hürmeten uzun sayılabilecek bir süre bekâr kaldı.

Ama evlenmek zorundaydı, çünkü dinin kadın boyutunu kadınlara taşıyacaklara ihtiyaç vardı. Üst üste evlendi. Bunun farklı hikmetleri üzerinde elbette durulabilir, ancak bir yönü “Hz. Hatice karakteri”ne duyduğu derin özlemdir sanırım. Her kadında onun kokusunu, onun duruşunu, onun aşkını aramış, bulamayınca Hz. Ayşe Validemizi çocuk denebilecek yaşta nikâhlayarak yıllar boyu eğitmiş, Hz. Hatice’ye benzetmek istemiştir…

Sonuçta faziletinden, takvasından, şefkatinden, sevgisinden, kavrama kabiliyetinden, nihayet kadın duruşundan etkilenmiş, bu kez Hz. Ayşe’ye doludizgin âşık olmuştur.

O kadar ki, Hz. Ayşe kadınsı bir merak ve istekle “Efendim, beni seviyor musunuz?” diye sorduğunda, “Kördüğüm gibi” diye cevap vermiştir, “Seni kördüğüm gibi seviyorum.”

Aradan birkaç yıl geçiyor… Zor yıllardır geçen yıllar. Âlişan Efendimiz öncelikle bir Peygamberdir ve bu sıfatıyla Bizans kralından çöl bedevisine kadar binlerce kişiye hakikati tebliğle mükelleftir: O buna vakit ayırıyor… 

Aynı zamanda devlet başkanıdır, devlet başkanı sıfatıyla görüşmeler, anlaşmalar yapıyor: Buna vakit ayırıyor…

Aynı zamanda başkomutandır, orduları yönetiyor: Buna vakit ayırıyor…

Muallimdir, çevresine ve dünyaya öğretmenlik yapıyor: Buna vakit ayırıyor…

Kocadır kadınlarına, babadır çocuklarına, dededir torunlarına vakit ayırıyor…

Bazen savaşmak zorunda kalıyor, bazen yoklukla, hatta açlıkla mücadele ediyor…

O böylesine girift ve yoğun işlerle uğraşırken, kim bilir yine hangi kadınsı duyarlılığın etkisiyle, Hz. Ayşe, yıllar öncesinden kalma o “kördüğüm”ü hatırlatmak istiyor Efendimiz’e… Damdan düşer gibi soruyor: “Efendim, kördüğüm ne âlemde?”

“Ne kördüğümü?” diye sormuyor Efendimiz…

“Bunca işimin arasında yıllar önce söylediğim bir kelimeyi hatırlamamı bekleyemezsin” diye azarlamıyor Hz. Ayşe Validemizi… “Ben nelerle meşgulüm, sen nelerle meşgulsün” diye de küçümsemiyor…

O cümleyi bir dakika önce söylemiş gibi gülümsüyor, sadece. Derin derin eşine bakıyor ve teminat veriyor: “Kördüğüm daha da girift bir hale geldi, yüreğime bütün bütün dolaştın…”

Aşk sünnettir: Zaten Allah’a da ancak o yoldan gidilir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Ayasofya’nın minarelerini yıkmaya teşebbüs ettiler!

Ayasofya minarelerinin nasıl yıkılmak istendiğini, önemli arkeologlarımızdan ve tarihçilerimizden rahmetli İbrahim Hakkı Konyalı’dan bizzat dinlemiştim (metin olarak okumak isteyenler Yeni İstiklal Gazetesi’nin, 13 Nisan 1966 tarihli “Ayasofya Minarelerini Nasıl Kurtardım” başlıklı yazısına bakabilirler).

Bu önemli yazının bir kısmını şuracıkta özetlemeye çalışayım…

“Bir gün İstanbul Müzeler Müdürü Kemal Altan bana geldi, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Hayretler içinde kaldım. Türk-İslâm eserleri üzerinde fevkalade hassasiyete sahip, ecdadını cidden seven insan olan Kemal Bey’in böyle ağlaması için çok önemli bir sebep olmalıydı. ‘Nedir, ne oldu?’ diye sordum.

 ‘Yıktılar, bu gece yıktılar! Sülün gibi minareyi bir gecede yerle bir ettiler’ dedi ve kırık bir sesle devam etti: ‘İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Aziz Ogan, evvelki gün beni çağırdı. Ayasofyaların, Büyük ve Küçük Ayasofya minarelerini yıkacağız dedi. Dün gece sabaha kadar Kadırga civarındaki Küçük Ayasofya Camii’nin şerefe altı istilastikli, muntazam kesme taşlarla yapılmış, Türk mimarisinin şaheser bir örneği olan minaresi temeline kadar yıkıldı, yok oldu. Bu gece de Büyük Ayasofya’nın minareleri yıkılacak bir Bizans kilisesi haline getirilecek.’

Kemal Altan’ın yanan kalbine teselli suyu serptim: ‘Otur’ dedim. ‘Büyük Ayasofya’nın minarelerini yıkamazlar. Bir rapor hazırlayalım. Ben söyleyeceğim, sen yaz.” 

Merhum Kemal Bey’e dikte ettirdiğim rapor şu idi: ‘Bizans İmparatoru Justinyen’in miladi 537 senesinde ibadete açtığı Ayasofya, Bizans’ın çökme ve çözülme devrinde çok haraptı. Bizans’ta bunu tamir edecek kudrette mimar yoktu. İmparator Sultan II. Murad’a müracaat ederek bir mimar istemişti. Padişah da Neccar vasfı ile anılan Ali isminde bir mimarı göndermişti. Mimar Ali, çökmek üzere olan mabedin etrafına payandalar ve göğüsleme duvarları yaparak ömrünü uzattı. Rivayete göre, Bizans’ın Türkler tarafından alınacağına inandığı için kıble tarafının sağındaki bir payandayı minare temeli ve kaidesi olarak yapmıştı.

Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra bu mabedi esaslı bir surette tamir ettirdi. Daha sonraları ilk tahta minarenin yerine tuğla minareler yapıldı. Hâsılı her Osmanlı padişahı, bu ilk fetih yadigârını ayakta tutmak için tamirat yaptırmıştır.

II. Selim zamanında mâbed 1037 yaşını dolduruyordu. Bir tarafına bir buçuk arşın kadar eğilmişti. Binanın dört tarafına kırlangıç yuvaları gibi evler yapılmıştı. Padişah, Mimarbaşı Koca Sinan Ağa’yı çağırdı. Beraberce mabedi incelediler. Ve esaslı bir tamir yapılmasına karar verildi. Sinan, derhal işe başladı. Etrafı saran köhne yapılar yıkıldı. Mâbed, kalın payandalarla desteklendi. Ana kubbeyi desteklemek için kubbe ile mütenasib olarak kuzey ve batı tarafına iki kalın minare yapıldı.

Şimdi bu ihtiyar mabedin yaşı daha da ilerlemiştir. Minareler, ana kubbenin dayandığı son payandalardır. Eğer minareler yıkılacak olursa, kubbe tamamıyla yere serilecektir. Ve tetikte bekleyen Hristiyanlık âlemi de Türkler Ayasofya’yı yıktılar diye feryadı basacaktır. 

Merhum Kemal Altan, aşağı yukarı bu mealdeki raporu ilgililere verdi ve minarelerin yıkılmasından vazgeçildi.” 

Kısacası, Ayasofya’nın günümüze kadar gelmesini sağlayan Türk’ün feraseti ve maharetidir!

Bizi 86 yıllık derin hasretimizle buluşturan Sayın Cumhurbaşkanımıza ve Danıştay 10. Dairesi’ne teşekkürler.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Oruç: Yeniden diriliş…

Sevgili dostlarım, tekrar tekrar hayırlı ramazanlar…

Emr olundu ki, “Ey iman edenler!.. Sizden evvelki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı). Ta ki, korunasınız.” (Bakara, 2/183)

Demek oluyor ki, oruçta amaç, ayette ifade buyrulduğu üzere, “korunmak”tır…

Şeytandan korunmak…

Nefsanî arzulardan korunmak…

Enaniyetten korunmak…

Bencillikten korunmak…

Gösteri ve gösterişten korunmak…

İçinden cehennem geçen her türlü günahtan korunmak…

Dünyevileşmekten korunmak.

Bunlar “ramazanda ramazanlaşmak”la mümkündür: Ramazanlaşmak, tövbe ile arınıp ibadetle temizlenerek, bir bakıma melekleşmek anlamına gelir.

Derinden bir “Bismillah”ta yeniden dirilip yeşerdik ve taze bir niyetle oruca başladık. “Bismillah” deyip geçmeyin: Bir kere “Bismillah her hayrın başıdır”!..

Öyleyse, “Allah’ın adı zikredilmeden başlanan her işin sonu bereketsiz olur”diyen Resul-i Ekrem aşkına, “Bismillah”!

Hz. Âdem ile Havva’yı cennette var eden Evvel ve Âhiradına, Bismillah!..

Hz. Nuh’u tufandan, Hz. Yunus’u denizden kurtaran Rahman’a, Bismillah!..  

Belkıs’Hz. Süleyman’ın (aleyhisselam) huzuruna taşıyan Ferman’a, Bismillah!..

Hz. İsa’yı babasız var eden Rahmet’e, Bismillah!..

Hz. Yusuf’u kuyudan kurtaran ve Züleyha’ya Yusuf’u ilham eden Hikmet’e, Bismillah!..

Nemrut ateşini gülşene, Ebucehil hâkimiyetini mağlubiyete çeviren Kudret’e, Bismillah!..

Bağışlanmamız için mübarek ramazanı ikram edip, bir de içinden af gecesi Leyle-i Kadr geçiren Zülcelâl-i vel-İkrâm’a, Bismillah!

“Ramazan-ı mübarek”in ilk günlerinde, irade imtihanının en içinde, kulluk ve dua kapısının henüz en başındayız…

Şu an tam da, “Biz Senin orucunu tutalım ey Allahım, Sen bizi tut!” diye dua etme vaktidir…

Tut elimizi: Elimizi tut ki, Sana gelen yolu bulabilelim. Tut ki, “veren el” olabilelim. Tut ki, rızana ulaşabilelim.

Tut kalbimizi: Kalbimizi tut ki, sevmeyi, vermeyi, görmeyi, hoş görmeyi öğrenebilelim. Tut ki, arınıp temizlensin kalbimiz, temizlenip cilâlansın, cilâlanıp pırıl pırıl olsun: Kin tutmasın bir daha, intikam hissi gütmesin, içinde kök salmasın, sevgisizlik.

Tut ruhumuzu: Ruhumuzu tut ki, günahlarla kirlenmesin artık…

Tut mantığımızı: Yanlışlara meyletmesin, umutsuzluğa düşmesin, hayatı dünyadan ibaret sanmasın…

Tut gözümüzü: Gözümüzü tut ki, hayrı görsün şerri görmesin, güzeli görsün çirkini görmesin; namahreme bakmasın… Ülfet ve ünsiyet perdesi inmesin gözümüze; inmesin ki, hayatın tüm güzelliklerini görüp idrak edelim; idrak edelim ki, Seni yeterince zikredelim, fikredelim, dolu dolu şükredelim…

Tut nefsimizi: Tut ki, Sana isyankâr olmasın, bizi şeytanın peşinden sürüklemesin…

Tut aşkımızı: Aşkımızı tut ki, fani şeylere meyletmesin, tüm varlığımız Seninle ve Peygamberinle dolsun…

Tut bizi Allahım!.. Bizi tut ki, kötü alışkanlıklarımızdan kurtulalım, iyi alışkanlıklar kazanalım. En yüreğimizden tut, en gönlümüzden tut, en kalbimizden tut, en ruhumuzdan tut, imanımızın en imanından tut!

Bizi ramazanlaştır! Ramazanımızı, ilk ümmetin oruç tuttuğu ilk ramazana dönüştür.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com