Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

Kâinat Kur’an, insan âyet…

Büyük Selçuklu Sultanı, Alpaslan’ın oğlu Melikşah’ın devlet bütçesinden eğitim ve öğretim için en yüksek payın ayrılması isteğine bazı komutanlar, “Ordumuzun beldeler fethetmesi için en yüksek bütçenin orduya verilmesi lâzım” şeklindeki itirazlarına devletin büyük veziri Nizamülmülk şu mealde bir cevap veriyor:

“Nizamiye Medreselerinde (üniversitelerinde) size öyle bir ordu hazırlıyorum ki, yüreklerinde kin yerine iman, ellerinde kılıç yerine kalem, kafalarında problem yerine çözüm olacak ve hem çabaları, hem de dualarıyla cihanın yüreğini fethedecekler. Ancak böyle bir fetih kalıcı olur.”

Bunun tek şartı var: “Doğru hoca” yetiştirmek: Zaten “doğruhoca yetiştiremeyen milletler “sahte hoca”ların istilâsına uğrar! “Sahte hoca”ların yetiştirmeleri de ya toplumu bölmeye çalışır ya da Meclis’i bombalatır.

Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı Aşireti ilk büyük bölünmesini “âlim” olup “fazıl”olmayan bir hoca yüzünden yaşadı. Ertuğrul Gazi’nin ağabeyleri, Dımışık Hoca’nın dolduruşuna gelerek aşiretin yarıdan fazlasıyla birlikte geri döndüler. Büyük acılar yaşandı. Kendileri de yok olup gittiler. Akıbetleri bile belli değil.

Öte yandan İstanbul da “fazıl” bir “âlim” sayesinde fethedildi. Ak Şemseddin, en umutsuz demlerinde Padişah’ı ya ziyaret ediyor ya mektup gönderip tazeliyordu.

Binlerce örnek var, ama sadece bu iki örnek bile “doğru hoca”nın önemini kavramaya yeter.

Gerçek şu ki, biz “iyi hoca” (muallim) yetiştiremiyoruz. Bu yüzden öğretmenlerin tüm maddi sorunlarını çözüp bir elleri yağda, bir elleri balda yaşatsak bile (nerede o günler) “insan” sorunumuz çözülmeyecektir. Kısacası “doğru insan”yetiştirebilmek için, evvelâ “doğru hoca” yetiştirmemiz gerekiyor. 

“Müeddib” kelimesini daha önce bir yerlerde okudunuz mu, bilmiyorum. Bir nevi “muallim” olduğunu söyleyebilirim. İslâm eğitim sisteminde müeddiblerin önemli bir yeri var. “Terbiye eden, edeblendiren, bilgi ve görgü öğreten” manasına gelen bu kelimenin kökü “edeb”dir. 

“Edeb” kelime olarak bilinir, ama ondan türeyen “müeddib” erbabı dışında pek kimse tarafından bilinmez. “Edeb”i, “hayâ”yı unuttuktan sonra, “müeddib”i nasıl hatırlayalım? O kadar ki, çoğu sözlüklerden kovuldu. Türk Dil Kurumusözlüklerinde ise zaten hiçbir zaman yer bulamadı. Hatta “fazilet” kelimesi bile atılıp, yerine “erdem” getirildi.

Ankara’nın “Solfasol” denen bir semti var. Osmanlı asırlarında bu semtin adı“Zülfazıl”ken (Zülfadl), cumhuriyet döneminde “Solfasol”a dönüştürüldü…

Sebebi malum: “Zülfazıl”, “çok faziletli” demektir. Fazilet: Değer üreten, meziyet (kişiyi yücelten nitelikler) sahibi; ilim, irfan, iman ve şefkat ile ulaşılan yüksek derece. Dini ve ahlâki vazifelere riayet etme anlamlarını içerir… 

Üstelik “Zülfazıl” ismi Hacı Bayram-ı Veli’nin orada dünyaya gelmesinden dolayı verilmişti. Bir bakıma Veli’nin fazileti semte isim olmuştu.

Kelime olarak bile “fazilet”e tahammül edemeyen anlayış yüzünden isim değiştirildi: Semt anlamsızlığa teslim edildi. Geçelim…

Diyeceğim şu ki, devletimiz her okula bir “müeddib” tayin etmeli, bir de “âdab dersi” (insanlık dersi de olabilir)koymalı…

Öğretmenlerimiz çocuklarımızı bilgilendiriyor, ama “doğru insan” olmayı öğretmiyor: “Müeddib”ler işte bu açığı kapatacak… 

“Edeb”, “adab”, “ahlâk”, “fazilet”, “vicdan”, “namus”, “hâya”, “sabır”, “adalet”, “nezaket”, “nezahet”, “nezafet”, “nefaset”, “estetik” gibi, varlığı “insan” yapan kavramları okutacaklar. 

Bunları bilmeyen insan dünyanın en bilgili insanı da olsa, önce kendine, sonra vatanına, milletine, devletine ve tüm insanlığa zarar verir!

Unutmayalım ki, el yapımı bomba yapıp patlatarak bir sürü mazlumu hayattan koparan “terörist” de kimya ilmini kullanmaktadır!

Yani iş ilimde değil, ahlâk ve fazilette…

Yavuz Bahadıroğlu

Sokakta laik, evde Müslüman olmak…

Bir grup Fransız yobazın “Kur’an ayıklansın” demesi, sinir uçlarımızı fena halde oynattı. Ama yüzde doksanının “Müslüman” olduğunu iddia ettiğimiz ülkemizde de yıllardan beri bu kabil talepler var: Tek farkı “açık-seçik” ifade edilmemesi…

Meselâ, “Tesettür ayetleri Kur’an’dan çıkarılsın” demiyorlar, ama “Kur’an’da tesettür âyeti yok” diyorlar.

Meselâ, “Allah kâinatı yarattı, yönetimini insana bıraktı” (Deizm)diyerek, Allah’ın, Kur’an’da tanımlanan Allah’la irtibatını kesip “tanrı”laştırıyorlar.

“Din”in “Allah’la kul arasında” olması, “kalblerde yaşaması” gerektiğini iddia ediyorlar: O zaman “özel” ve “yüce” olur, “kirlenmez” miş!..

Yani, “Kur’an kütüphanede, din kalpte durmalı” imiş!

Şöyle özetliyorlar: “İslâm Dini o kadar saygın, o kadar özel, o kadar değerli ve temiz ve yüce ki, günlük işlere bulaştırmamak lâzım!”

İlk bakışta “masum” gibi görünüyor, ama bu tür tanımlamalar aslında birer tuzaktır! Çünkü dinin ötelenmesi anlamına geliyor. Hayat boşluk kabul etmediğine göre, doğal olarak dini kuralların yerini başka kurallar alıyor. 

Hâlbuki din, bizatihi “Din Sahibi”nin tanımlamasıyla “dünya ve ahreti tanzim”için vazedilmiştir. “Dindar insan”, dünya işlerini de dinin usul ve erkânına uygun biçimde yaşamak durumundadır.

Yani hiçbir gerekçe ile dini bir kenara koyamazsınız! Koyarsanız, “dine saygı göstermiş” olmazsınız, düpedüz “dini hayatın dışına çıkarmış” olursunuz: Dine saygısızlık etmek ve dini “kirletmek” budur!

İsterler ki, sokakta laik evde Müslüman olalım!..

İsterler ki, ticarette laik, namazda Müslüman olalım!..

İsterler ki, siyasette laik, cenazede Müslüman olalım!

Dünya işlerine “dünyacı” (seküler) bir mantıkla yaklaşalım. 

Bu düpedüz Allah’a “vazife ve salâhiyet” sınırı koymaya kalkışmaktır ki, hâd bilmezliğin tâ kendisidir!

Ve bunun dinle değil, doğrudan “dinsizlik”le, en azından “densizlik”le ilgisi vardır! Çünkü din dünya içindir: Dünya hayatını dine göre yaşamak “dindar Müslüman”ın görevidir.

Müslümanın, inancını rahatça, çekincesiz, endişesiz yaşayabileceği ortamı hazırlamak ise devletin anayasal görevidir. Devlet, bu görevini çoğunlukla yerine getirmiyor. Gerekçe olarak da laikliği öne sürüyor. Laik kesim de aynı kaçamağı yaparak, inanç alanlarını daraltmaya çalışıyor.

“Herkesin dinine saygılıyız, ama bu çağda da baş örtülmez ki…” diyor.

Oysa din “saygı” ve “yargı” istemiyor. Dinin istediği, kurallara göre yaşanması… Kuralları kaldırmaya çalışanlar, boş bir “saygı” ile konuyu hallettiklerini sanıyorlar. Hiçbir şey hallolmuyor. Zaten bu kocaman bir “yalan”dan ibarettir. Zira insan benimsemediği şeye saygı duymaz. Benimsemediği şeyi benimseyenlere saygı duyması ise asgârî insanlık şartıdır.

Ben komünizmi yanlış buluyorum ve karşı çıkıyorum, ama komüniste saygı duyabilirim. Hıristiyanlığı, Yahudiliği yanlış buluyorum, ama o inançtaki insanlara saygı gösterebilirim…

Osmanlı’nın ölçüsü de budur ve bu ölçü sayesinde farklı inançlara mensup insanlar şiddet ve baskı görmeksizin yüzyıllar boyu Osmanlı şemsiyesi altında mutlu-mesut yaşamışlardır. Türkiye artık bu “müsamaha kültürü”nü yakalamalıdır.

Son sözüm şu: Kültür ve medeniyetimize Fransızlardan daha “Fransız Türkler” var!

Yavuz Bahadıroğlu – risalehaber.com

Sevgimizi, saygımızı kaybettik!

Türkiye’mizde hemen her gün kadın katlediliyor. Yaşlı ya da çocuklu kadınlar toplu taşıma araçlarında ayakta dururken, gençler telefonla oynuyor!

Oysa eskiden kadına saygımız vardı…

Lady Craven (1785–1786 tarihleri arasında İstanbul’da yaşayan İngiliz kadın gezgin), “A Journey Through Crimea To Constantinople” (Kırım’dan Konstantiniyye’ye Yolculuk) adlı seyahatnamesinde Osmanlı erkeğinin kadınlara karşı saygısını “aşırı” bulduğunu itiraf ettikten sonra, Osmanlı Devleti’inin kadınlara karşı tavrını hayretler içinde şöyle dile getiriyor: 

“Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bırakılır.”(Zamanın Avrupa’sında idam edilen erkeğin tüm mal varlığı ile birlikte yakınlarının takılarına da el konulurdu).

Çevreye saygı konusunda da şunları söylüyor: “Türkler tabiatın güzelliğine o kadar hürmet ediyorlar ki, evlerini yapacakları yerde bir ağaç bulunursa, ağacı kesmiyorlar da evlerinin içinde ağaca bir yer ayırıyorlar. Ağaç dallarını, çatılarının en güzel süsü sayıyorlar.”

Öte yandan Osmanlı toplumunda “Nemelazımcılık” yoktu. En azından bu kadar yaygın değildi. Tüm toplum, kaynağı din olan geleneklerin bekçisiydi…

Bunların bozulmaması için herkes üzerine düşeni yapar, bir bakıma her vatandaş “gönüllü polis” gibi çalışır, herkes “vatandaşlık” sorumluluğunu “kullukşuuru”yla buluştururdu.

O kadar ki, mahalle kabadayıları bile, toplumsal düzene bekçilik ederlerdi.

Osmanlı toplum hayatı konusunda Avrupalı gezginlerin sayısız tespitleri olmuştur. Bunlardan Guer şöyle diyor: 

“Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riâyet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar. Muhataplarına, müjdeleyici bir surette, yani rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitap ederler.”

Meşhur Fransız gezgin Brayer ise şöyle yazıyor: 

“Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir… Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları ter temizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir…” 

Brayer, hayranlıkla devam ediyor:

“Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubâlilikler yoktur…” 

Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:

“Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezâket içindedir…

“Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.” 

Yavuz Bahadıroğlu

Selamımızı ve tebessümümüzü kaybettik!

Eski Müslümanlar insana, Müslüman olduğu için değil, “insan” olduğu için “insanca” yaklaşırlardı. Şimdi Müslüman Müslümana “düşmanca” yaklaşıyor! Hatta kimse kimseye selam bile vermiyor. 

Eskiden bu topraklarda selam çok yaygındı. İnsanlar birbirlerine gülümseyerek selam verirlerdi. Osmanlı atalarımız, tanısınlar tanımasınlar, “Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selamı yayınız” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) selam yollarlardı.

Böylece gönüller bir birine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu. Toplumda “dostluk, barış ve kardeşlik” hüküm sürerdi.

Hasbelkader nefsine yenilip biriyle kavga edeni, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde barıştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle bayram beklenir, bayramlar barışın ve kardeşliğin vesilesi yapılırdı.

Bu durumu Avrupalı gezginlerden Villamont, takdir hisleriyle kaydeder: 

“Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esaslara riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık (tabii ki abartıyor) telâkkî edilip dışlanırlar.”

Du Loir görüp incelediği bu toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:

“Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu husûsa âit bir hükmü gereğince cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdetâîlân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü onlar için umumi bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında el sıkışırlar. Küçükler büyüklerin elini öptükten sonra başına koyup, ‘Bayramın mübârek olsun!’ der.” 

Böyleydi, çünkü kişisel ve toplumsal ilişkilere henüz “menfaat” hükmetmiyordu. “İnsanca kardeşlik” en belirleyici unsurdu. Bu yüzden insanlar arasında kıyasıya bir rekabet oluşmaz, en azından rekabet, kırıcı ve incitici boyutlara ulaşmazdı.

Osmanlı edebi ve nezaketi dünyaca meşhurdur. İslâm’la yoğrulan yürekler bugünkü halimizle mukayese edilemeyecek kadar duyarlıydı. 

“Tevazu” ve “doğallık” sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata “Alçakgönüllülük” ve “yardımseverlik” hâkimdi.  

“Küstahlık” nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar es geçilmezdi.

Kadınlara karşı dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı. Bu duruşun temeli “Zinaya yaklaşmayın” mealindeki âyetti. 

Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif alargaya çekerler, kadına yol verirlerdi (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar).

Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak “anne”, “teyze”, “abla”, “hala” ve “bacı” olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar, büyükler derhal müdahale ederlerdi.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Korkma! Sönmez…

Ortaokula gidiyordum. Denizci olduğu için ayda, yılda bir eve uğrayan rahmetli babam, bir gün elinde kalın bir kitapla odama girdi. Girer girmez de sordu: “Mehmed Akif’i seviyor musun?”

“Çok” dedim sorunun ne getireceğini düşünerek, “çok seviyorum.”

“İstiklâl Marşı’nı biliyor musun?” diye sordu bu kez.

“Sular, seller gibi” diye cevaplandırdım sevinçle, “on kıtayı birden, okuyayım mı?”

“Mehmed Âkif’in el yazısından oku” dedi ve elindeki kalın kitabı masaya koydu.

Kitap açık vaziyette masanın üstünde duruyor, ama satırlar küsmüş gibi benimle konuşmuyordu. Çünkü benim öğrendiğim alfabeden farklı bir alfabe ile yazılmıştı. Demek çok sevdiğim Âkif, çok sevdiğim, okurken ve dinlerken heyecanlandığım İstiklâl Marşı’nı bu alfabeyle yazmıştı. Peki, İstiklâl Marşı’nın yazıldığı alfabeyi ben niçin çözemiyordum? Bu soru çelik temren gibi beynime saplandı! Çözümsüzlüğün ortasında kala kaldım. Babam son derece üzgün bir yüz ifadesiyle: “Eyvah!” diye söylendi, “el yazısını okuyamadığına Mehmed Âkif çok üzülmüştür.”

Âkif’i üzmüş olma ihtimali öylesine içime oturdu ki, Osmanlıca “Safahat”ı kaptığım gibi, bu işlerden anlayan akrabamız Remzi Amca’ya götürdüm ve onbeş gün içinde bu kitabı okuyabilir hale gelmem için yardım etmesini rica ettim. Çünkü onbeş gün sonra babam motoruyla sefere gidecek, kim bilir bir daha ne zaman dönecekti. 

Çok şükür o süre içinde yazıyı söktüm. Ve babamın evden çıkmak üzere olduğu sırada karşısına çıkıp Mehmed Âkif’in el yazısını okuyabildiğimi söyledim. Oldukça şaşırdı ve bir iki yerden okuttu. Sonra İstiklâl Marşı’nı okumamı istedi. Sesimi yükselttim: “Korkma, sönmez bu şafaklarda…”

On kıtayı esas duruşta dinledi. Marş bitince, “Mehmed Âkif şimdi seni çok seviyor” dedi. Eşiği geçtikten sonra birden döndü. Gözlerimin içine gülümseyerek ekledi: “Baban da seni çok seviyor.”

Hayatım boyunca babamdan duyduğum tek sevgi sözcüğü budur ve bu yüzden İstiklâl Marşı’nın yüreğimdeki yeri çok ayrıdır.

***

İstiklâl Marşı’mızın ilk mısraının ilk kelimesi, kuşkusuz “besmele” ile döşenmiş, ilhamını da Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında sığındığı Sevr Mağarası’nda, muhteşem yol arkadaşı Hz. Ebubekir’in endişelenmesi üzerine fısıldadığı rivayet edilen teselliden almıştır: “Üzülme… Korkma ey Ebu Bekir, Allah bizimledir!”

Yüreğini ilhamının kaynağına kilitledikten sonra, Âkif, marşın gerisini hızla getirmiştir: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!..”

***

1921 yılıydı. Yaklaşık altı ay kadar önce (23 Nisan 1920) Büyük Millet Meclisi açılmış, istiklâl ateşi tüm Anadolu’nun ruhunda tutuşmuştu. Ama millet çok yorgundu. 

Gönülleri tutuşturup coşturacak bir marş oluşturma arzusu bu sırada kendini gösterdi. Bu arzu, önce, ülkeyi karış karış gezen “Heyet-i İrşadiye Teşkilâtı”mensuplarından geldi. Kabul gördü ve konuya ilişkin olarak Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından 500 lira ödüllü bir yarışma açıldı. 

Yarışmaya tam 724 şiir geldi. Fakat hiçbiri beğenilmedi. Bunun üzerine Maarif Vekili Hamdullah Suphi, son derece kifayetli ve anlamlı şiirler yazan Mehmed Akif’in de yarışmaya katılmasını istedi. Ödül yüzünden (parayla yazmış olmamak için) katılmadığı anlaşılınca, para ödülü kaldırıldı.

Ve Mehmed Akif, Taceddin Dergâhı’na (Ankara’da) kapanıp İstiklal Marşı’mızın ilk mısraının ilk kelimesini “besmele” eşliğinde döşedi:“Korkma!..”

Eserini 17 Şubat 1921’de tamamlayıp Maarif Vekâleti’ne gönderdi. Akif’in şiiri Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart 1921 tarihli oturumunda söz alan Hamdullah Suphi tarafından okundu ve her kıtası milletvekilleri tarafından coşkulu bir şekilde alkışlandı. 

Ve 12 Mart 1921… Büyük Millet Meclisi, o gün Mehmed Akif’in şiirinin “Milli Marş” güftesi olmasını kararlaştırıp kanunlaştırdı. Âkif’in şiiri kanunlaşıp resmiyet kazandıktan sonra, Hamdullah Suphi tarafından Büyük Millet Meclisikürsüsünden okundu ve bütün mebuslarca ayakta alkışlandı. 

Yıllar sonra Mehmed Akif’İstiklâl Marşı’nın eskidiğini, yeni bir tane daha yazmak gerektiğini söylediklerinde hastaydı. Yatağında hışımla doğruldu ve şöyle kükredi: “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!”

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com