Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

Osmanlı Kadını Mı Özgürdür, Cumhuriyet Kadını Mı?

Cumhuriyetimiz neredeyse yüz yaşına giriyor…

Osmanlı’dan cumhuriyete “miras” kalan bu topraklarda, yüz yıldan beri Osmanlı kötüleniyor, aşağılanıyor, suçlanıyor…

Hâlâ da mı, diyeceksiniz, maalesef evet: Biraz yumuşatılmakla birlikte (meselâ Sultan II. Abdülhamid Han’a artık “Kızıl Sultan” denmiyor), ders kitapları hâlâ da aynı yalanları çocuklarımızın şuuruna ekiyor, kendi ceddine düşman ediyor!

Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi, “İngiliz mantığıyla yazılan” ders kitapları okutuluyor ve özellikle tarih kitaplarında şöyle bir iddia tekrarlanıyor: “Osmanlı toplumunda kadın değersizdi, hiçbir hakkı-hukuku yoktu, erkek ‘boş ol’ dediğinde kapının önüne konurdu. Kadın, cumhuriyetle birlikte değer kazandı. Seçme-seçilme hakkını aldı. Boşanmalar medeni hukukun getirdiği kadın lehine bir sisteme bağlandı. Artık kadın mağdur değil.”

Hemen söyleyeyim ki, bu tür iddiaların gerçekle hiçbir ilgisi yok. Tümü yakıştırma, tümü Osmanlı’yı kötüleme yarışının parçası…

Osmanlı’da ne anlatıldığı gibi bir “harem kadını” mevcut, ne de hak ve hukuktan mahrum bir Anadolu kadını…

Kadının söz hakkı da, seyahat hakkı da, boşanma hakkı da var. Mahkeme kayıtlarına bakılırsa, sözlerimizin sayısız ispatı bulunacaktır. Bazıları da zaten yayınlanmıştır. Ama ders kitapları bir dönemin etkisinden çıkamamıştır.

Osmanlı asırlarında kadın ve erkek, hayatın kendilerine biçtiği role uygun şekilde yaşar, uzlaşmış olarak hayat yoluna çıkarlardı. Şimdi zıtlaşarak kavgaya tutuşuyorlar. Bu defa erkek, fiziki gücüyle kadına egemen olmaya çalışıyor…

Kadına “seçme-seçilme hakkı” vererek bunun önünü alamazsınız.

Cumhuriyetle birlikte kadına “seçme ve seçilme hakkı” verildiği elbette doğrudur (1934). Ama bu hak kâğıt üstünde kalmıştır. 

Çünkü seçilmenin ön şartı olarak “baş açma” mecburiyeti dayatılmıştır. Bu ise Anadolu kadınının inancı ve temsil ettiği kültürü Meclis’e taşıyamama anlamına gelmektedir (yani kadın tercih ettiği kıyafette Meclis’e girdiği gün bu hak fiiliyata geçmiş oluyor. Bunun da birkaç yıllık bir geçmişi var. Onun öncesi de 28 Şubat: Kadının “ikna odaları”nda tüketildiği o iğrenç süreç)…

Öte yandan; Türkiye’de 1946’ya kadar, ne kadının “seçme hakkı” vardır, ne de erkeğin: Zira “tek parti rejimi” söz konusudur.Bu durumda “seçme hakkı”ndan söz etmek imkânsızdır. Seçebilmek için en az iki partinin bulunması gerekir. Kurulan rakip partiler kısa süre içinde kapatıldığına göre, hangi seçim?

“Kadına saygı” bahsine gelirsek: Osmanlı sistemi bunu sağlamak için öncelikle erkeği eğitir, kadına neden saygı gösterilmesi gerektiğini öğretirdi. 

Bu eğitimin temelini de Peygamber Efendimiz’in  “Veda Hutbesi”nde öngörülen “dini çevreve” teşkil ederdi: “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır.” 

Cumhuriyet ise “Batı tarzı eğitim”le kadını erkeksileştirip erkeğe rakip yaptı. Uygun olmayan iş yerlerinde kadın çalışmaya zorlandı. “Ev kadınlığı”küçümsendi. Sonuç olarak “taciz” olayları arttı, doğurganlık azaldı, boşanmalar çoğaldı, aile yapısı çözüldü, “kadın cinayetleri” ile “kadına şiddet” olayları toplumu derinden sarsacak boyutlara ulaştı. Bu da en büyük zararı kadına veriyor. 

Soru şu: “Kafes arkası”na kapatıldığı iddia edilen “Osmanlı kadını” mı daha özgürdür, yoksa cumhuriyetin açıp-saçtığı “Cumhuriyet kadını” mı? 

İddiaya göre, “Cumhuriyet kadını Osmanlı kadınından daha özgürdür.” 

“Osmanlı kadını” üzerine çalışmalarıyla tanınan meşhur İngiliz yazar Miss Julia Pardoe (1806-1862) aynı kanaatte değil. Şöyle diyor:

“Özgürlük mutluluksa, Türk kadınları en mutlu kadınlardır, çünkü tüm imparatorluktaki en özgür insanlar onlardır.” 

Aslına bakarsanız, Osmanlı’nın kendine has “kadın tipi” var, ama cumhuriyetin kendine özgü bir “kadın tipi” yoktur. “Cumhuriyet kadını” olarak takdim edilen kadın tipi “Batılı kadın”ın kopyasından ibarettir: Aynı kıyafet, aynı eda, aynı hayat tarzı… Batı’dan gelen fikri (feminizm gibi) ve bedenî (vücut ölçülerine, hatta makyaja kadar) akımları aynen benimseyen sınırsız bir taklitçilik…

“Osmanlı kadını” ise tamamen kendine özgü, tamamıyla Avrupalı kadından farklı, tümüyle orijinaldir. Bu bakımdan kıyas kabul etmez.

Osmanlı coğrafyasında uzun süre yaşamış Lady Montague, Julia Pardoe ve Lucy Garnett gibi Batılı kadın yazarlar, bunu açıkça ifade etmişlerdir. Bunlar ve “Osmanlı ailesi” üzerine çalışan diğer Batılı yazarlar, Osmanlı kadınının“Oryantalist kaynaklarda gösterildiği gibi pasif, zayıf, Harem’de tutsak, sadece bir zevk aracı” olmadığını, aksine “aktif, güçlü ve toplumda çok önemli yere sahip” olduğunu söylemektedirler.

Bunlardan Lady Montagu“Türk kadınları dünyanın en hür kadınlarıdır”(Montagu, 1939) diyor. 

Gerçek şu ki, 1882’ye kadar, evli bir İngiliz kadının mal sahibi olma, dava açma, boşanma, çocuklarını yanına alma ve miras hakkı yoktu. Boşanma halinde mallar ve çocuklar kocaya kalıyordu. Hâlbuki Osmanlı kadınının evlilikte kontrat yapma, istediği şartları koyma, dava açma, boşanma ve miras hakkına sahipti. Boşanma halinde küçük çocuklar anneye verilirdi. Kadının rızası olmadan erkek mal üzerinde tasarrufta bulunamaz, ürün bile satamazdı.

Meşhur Batılı seyyahlardan D’ohsson, Osmanlı kadını hakkında şu ifadelere yer veriyor: “Tavırları soylu ve zarif, davranışları hoş, konuşması açık, saf ve incelikli… Konuşmalarındaki sadelik, ifadelerindeki açıklık, düşüncelerindeki incelik, ses tonlarındaki zarafet ve davranışlarındaki seçkinlik beni her zaman için çok etkiledi.”

Meşhur tarihçimiz Âşıkpaşazâde, Osmanlı’yı inşa eden grupların arasında “Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Kadınları) dediği bir kadın örgütünden bahsediyor.

Bacılar Teşkilâtı’nın faaliyetlerine dair başka bir bilgiyi “Menâkıb-ı Evhadü’d-din-i Kirmânî”de buluyoruz. 

Orhan Gazi zamanında Anadolu’nun birçok yöresinde Türkmenler arasında bulunup gözlem yapmış, özellikle de Türkmen hanımların çeşitli alanlardaki faaliyetlerine şahit olmuş olan meşhur mağribli gezgin İbn Battuta, kadın örgütlenmelerinden söz ediyor.

Ayrıca Niğdeli Kadı Ahmed 1340 yılında tamamladığı “el-Veledü’ş-Şefik” adlı eserinde Niğde dolaylarında Taptuklu Türkmendervişlerin hanımlarının faaliyetlerini kaydediyor.

Mevlevî yazar Ahmed Eflâkî de, keza, eserinin bir yerinde Konya’daki bir “Kadınlar Cemaati”ni anlatıyor.

“Osmanlı kadını akşama kadar kafes arkasında oturup kocasını bekler”miş, öyle mi?..

Öyle ise bu “kadın örgütleri” nereden çıktı? Çanakkale Savaşı’nın ve Milli Mücadele’nin “kahraman kadınları” Batı’dan mı ithal edildi?..

Nene Hatun, Zeynep Mido Çavuş, Nezahat Onbaşı,Mücahide Hatice Hanım, Safiye Hüseyin, Binbaşı Ayşe, Erzurumlu Kara Fatma, Hafız Selman İzbeli, Şehit Şerife Bacı, Halime Çavuş nerede yetişti? 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Modern uyuşturucular ve ölümcül “oyun”lar!

Teknolojinin çocuklarımıza son armağanı “ölüm”!..

Bazı bilgisayar oyunlarının ölümle sonuçlandığını, bu oyunlara kendilerini kaptıran çocukların intihar ettiğini, yaşayarak öğrendik…

Her ölüm sonrası dönüp “Ne oluyoruz?” diye sorduk, ama gündem değişken günlük siyasetle o kadar yoğun ki, fazla ilgi göstermedik. Ne var ki, “ölüm oyunu” devam ediyor. 

Çocuk, önce “bağımlı” hale geliyor. “Bağımlı” hale gelen çocuk, oyunu artık yönetmiyor, oyun tarafından yönetiliyor ve aldığı telkinlerin etkisiyle hayatını sonlandırıyor.

Sadece bunun üstünde değil, toplumları uyuşturan bütün oyunların üstünde durmak lâzım…

“Uyuşturucu” denince bazı sentetik ve bitkisel uyuşturucuları hatırlamanın devri çoktan geçti: Uzun süredir farklı uyuşturucular devrede: Üstelik bunlardan bazılarının etkisi bireysel değil, toplumsal…

Birtakım oyunlar ve yarışmalarla toplumlar uyuşturulup kullanılıyor!

“İdeoloji” hâlâ bunların başını çekiyor. Ardından “futbol”, “moda”, “magazin”, “yarışma”, “müzik”, “dizi”, “şans oyunları” ve “kumar” gibi, kendi normal ekseninden çıkıp zihni kontrol tuzağına dönüşen olgular geliyor.

Aslına bakarsanız, bunlar kapitalist mantıkla sömürge kültürünün inşa ettiği oyunlardır: Kendini fazla kaptıranlarda “uyuşturucu” etkisi yapar…

Soru: 

İngiltere Kanada’da, Mississippi Nehri’nin kuzeyinde, Antil Adaları’nda, Bengal’de, Filipinler’de, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da, Falkland Adaları’nda, Güney Amerika’nın doğusunda ve Hindistan’da hâkimiyetini nasıl sürdürdü?

Cevap: Sömürge çocuklarını takımlara bölüp top peşinde koşturdu. Bir yandan da okullarda “logaritma cetvelleri” ezberletti. Gençler top peşinde koşmaktan ve logaritme cetvelleri ezberlemekten vakit bulup sömürüldüklerini fark edemediler. 

Mahatma Gandi isimli ufak-tefek biri çıkıp, “Biz acımasızca sömürülüyoruz”diyene kadar, kimse işin ciddiyetini kavrayamadı. 

Ya Hollanda sömürgeciliği?..

Osmanlı atalarımızın “Felemenk” dediği ve ekmek verdiği (II. Selim dönemi) küçücük Avrupa ülkesi Hollanda, Güney Afrika’yı, Kap’i, Cava’yı, Sumatra’yı, Endonezya’yı, Borneo’yu, Yeni Gine’yi, Angola’yı, Namibya’yı, Senegal’i yüzyıllarca hâkimiyeti altında nasıl tutabildi?

Düşünün ki, sömürdüğü toprakların yüzölçümü Hollanda’dan 40 kat büyüktü. Bu kadar geniş, üstelik denizaşırı toprakları ve yoğun nüfusu askeri tedbirlerle itaat altında tutacak yeterlilikte bir orduya bile sahip değildi. 

Sömürge insanlarını uyuşturucu maddeye alıştırdı. Zaman zaman da yerli kabileleri bir birleriyle çatıştırdı. Onlar bir birleriyle savaşırken ya da esrar çekip uyuklarken iliklerini emdi. Hâlâ da kendilerine gelebilmiş değiller.

Futbol özellikle az gelişmiş ülkelerde “uyuşturucu” etkisi yapmaya devam ediyor. Fakat ondan daha sessiz, ama daha etkili yöntemler de var…

Moda (bir elinde cımbız bir elinde ayna/ Umurunda mı dünya!)…

Televizyon dizileri (faydasız, gereksiz hayallerle toplumu oyalama)..

Magazin (bakalım kim kiminle ne? Toplumsal değerlere aykırı yaşayanların topluma örnek olarak dayatılması)…

Survivor gibi yarışmalar (toplumsal merakın yanlış yönetilmesinden hasıl olan uyuşturucu etkisi)…

Şans oyunları ve kumar.

Bazen düşünüyorum da, Acun Ilıcalı’yı daha da zengin etmek için kendini telef eden kızlarla erkekleri Afrin’e göndersek hem işe yararlar, hem de enerjilerini doğru bir mecrada harcarlar…

Bir hayır kurumuna beş paralık mesaj çekip katkı yapmazken, yarışmacılara mesaj yağdıran bilinçsiz kalabalıkları ise “şuur eğitimi”ne almak lâzım!

Kısaca diyeceğim şu ki, çağımızda hiçbir “oyun” masum değildir: Bazıları süründürür, bazıları ise öldürür!

 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

“Nahıl Ağacı”ndan “Noel Ağacı”na!

Bozulma sürecinin çocukları olarak biz, yılbaşında “Noel Ağacı” süsleyip “Noel Baba” bekleme safsatasına kendimizi o denli kaptırmışız ki, “Nahıl Ağacı”nı çoktan unutmuş gitmişiz!

Unutmadık ne kaldı ki zaten? Eski müziğimiz, eski masallarımız, eski çocuk oyunlarımız, eski alfabemiz, kılığımız, kıyafetimiz…

Arapçada “hurma ağacı” anlamına gelen “nahıl”, Osmanlı düğünlerinin ve bayramlarının vazgeçilmez süsüydü (Anadolu’nun bazı yerlerinde hâlâ yaşıyor). İskeletleri demirden yapılır, çevresine çengeller asılır, çengellere süsler takılırdı. 

Düğün sahibinin ekonomik durumuna göre nahıl ağaçlarının boyu, sayısı ve stili belirlenir, düğün alayı ile birlikte geçirilirdi. 

Davetliler de takılarını ve hediyelerini nahıla takarlardı. Nahıllar aynı zamanda bir yardımlaşma simgesiydi. 

Nahıllar birkaç tane olursa en büyüğü önde giderdi. Onu şeker bohçaları, şekerleme ve tatlı sinileri, şerbet sürahileri, cihaz bohçaları, para keseleri, cevahir kutuları takip ederdi. 

Bundan sonra sırtlarında kurbanlık koyun taşıyan hamallar ve cihaz (çeyiz) katırları gelirdi. Nahılın ikincisi, gelin arabasının önünde götürülür ve yanlarında iki süvari bulunurdu.

Saltanat düğünleri ve şenliklerinde yaygın olarak görülen nahılların bazıları o kadar büyük ve görkemli olurdu ki, geçtiği güzergâhtaki çatıların çıkıntıları yıkılırdı. Ama yıkılan çıkıntıların tamiratı anında yapılır, kimse mağdur edilmezdi.

“Surname-i Vehbi” (Divan edebiyatında sünnet, düğün, şenlik gibi neşeli olayları anlatan eserlere “Surname” deniyor) 1720’de, Sultan III. Ahmed zamanında yapılan bir nahıl gösterisini anlatırken, devasa nahılların geçirilmesi sırasında yıkılan saçak ve cumbalardan bahsediyor. 

Bu yüzden düğün alayına mimar ve ustaların da alındığını, yıkılan cumbaların ve saçakların anında onarıldığını yazıyor.

En basit oyunlar ve eğlenceler dâhil, hemen her şeyi insanın yararlanabileceği şekle getiren hayırhah, yardımsever Osmanlı insanı, “nahıl” dediği devasa boyda süslenmiş sırıkları hem bir eğlence, hem de bir yardım aracı olarak düşünmüş, düğünlerde, bayramlarda “nahıl” vasıtasıyla muhtaçlara yardım elini uzatmıştır.

Asla acıtmadan ve kişinin fukaralığını katiyen incitmeden…

Her isteyen nahıl yapamazdı. Tıpkı mahya ustaları gibi, İstanbul’da nahıl ustaları vardı. Evliya Çelebi’ye göre, bunlar 55 kişiydiler. Herkesin yapamadığı bir işi yaptıkları için de itibarlıydılar.

Uzun bir sırık düşünün. O kadar uzun ki bazıları “minare boyu” (25 metre filan) olsun. Üzeri simli ipler, aynalar, gümüş yapraklar, renkli kâğıtlar, altın yaldızlı süsler, balmumu rengârenk meyveler, çiçekler ve değerli taşlarla süslü olsun. İşte bu “nahıl”dır.

1612’de Sultan I. Ahmed’in (Sultanahmet Camii’ni yaptıran Peygamber sevdalısı Padişah) iki kızı ve bir kız kardeşinin düğününü anlatan meşhur Avusturyalı tarihçi Hammer, düğünde taşınan onlarca nahılın güzellik ve ihtişamından ayıla-bayıla söz eder.

Bir grup Mısırlının ellerindeki tefleri çalıp türlü taklitler yaparak düğün alayına eşlik ettiklerini, insanların müthiş eğlendiğini anlatır. 

O zaman anlarsınız ki, Osmanlı savaşmayı bildiği kadar, meşruiyet içinde eğlenmeyi de bilen bir milletti.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

 

Gençlerle bir sohbet

Sevgili gençler…

Hayat sosyal medya aracılığıyla sağa-sola düzen vermekten ibaret değil!..

Sınıf geçmekten, üniversite sınavı kazanmaktan, iyi not almaktan, a, b ve c şıkları arasında dolaşmaktan ibaret de değildir.

Hayatın bütünü, her safhası bir sınavdır. Bunlardan bazılarını kazanacaksınız, bazılarını kaybedeceksiniz.

Asıl başarıyı kaybettiklerinize yanmamakta, kazandıklarınıza kanmamakta arayın! Dikkat edin: Başarılar da başarısızlıklar gibi kalleştir! Hepsi gelir geçer. 

“Baki kalan bu kubbede bir hoş sada”dır. Esas olan hayattan geriye hoş bir sada bırakabilmektir.

Bu işin özündeki sır, dengeli bir hayat yaşamaktır. Her anlamda olgunluk ise hayatı ayrıntılarıyla kavramak anlamına gelir. 

Başarıdan dolayı şımarmayan, başarısızlıktan dolayı da paniğe kapılmayan insan, olgun insandır. Siz olgunluğa talip olun. 

Sevgili gençler, hayatı daha anlamlı kılan birkaç şey var:

1. Allah’a ve indirdiklerine şuur plânında inanmak,

2. Kalıcı hedef sahibi olmak,

3. Hiçbir şekilde ümitsizliğe kapılmamak,

4. Zamanı iyi değerlendirmek,

5. Okumak, araştırmak, baktığını görmeyi bilmek,

6. Sevgiyi sevmek,

7. Her şartta elden geleni yapmak.

Allah’a ve indirdiklerine şuur planında inanmak insanı güçlü kılar. Gerçekten inanan insan olaylar karşısında yılmaz, yıkılmaz. Çalışır, çabalar, ama buna rağmen üstesinden gelemediği problemler karşısında “Tevekkeltü Alellah”tevekkülü içinde Yaradanına sığınıp dünyayı sırtında taşımaktan kurtulur.

Bu hem “kul” olmanın gereğidir, hem de moral verir: Başarıdan şımarmamak, başarısızlık karşısında yıkılmamak için de inanç lâzımdır.

Gelelim şimdi kalıcı hedef sahibi olmaya:

Osman Gazi’nin hedefi devlet olmaktı, hedefine kilitlendi ve devlet oldu…

Fatih’in hedefi Bizans’ı İstanbul yapmaktı, hedefine kilitlendi ve istediğine ulaştı.

Yavuz’un hedefi İttihadı İslâmı(İslam birliği) sağlamaktı. Halifeliği aldı, birliği kurdu.

Peki, sizin hedefiniz nedir?..

Hedefiniz nerededir?..

Ona nasıl ulaşacaksınız?..

Şunu asla unutmayın: Hem hedefiniz meşru olmalıdır, hem de sizi hedefe ulaştıracak vasıtalar: Aksi takdirde handikaba düşer, kendi kendinizi harcarsınız.

Tüm hayallerinizi dünya hayatıyla sınırlamayın. Ebediyet için yaratılmış ve cennet vadedilmiş insanın, dünya ile kendini sınırlaması doğru olmaz. Hedefiniz hem dünyayı kuşatmalı, hem de dünya ötesine taşmalı. O zaman hedefiniz ebedileşirken, siz âbideleşirsiniz.

Fani hedeflerde varlık aramayın. Kendinize sonsuzluğu hedef seçin: Sonsuzlukta kâinatı keşfedeceksiniz. Kâinattaki mükemmel nizamda da o nizamın nâzımını, yani Allah’ı bulacaksınız: “Dünya ötesi hedef belirleme” derken, kastettiğim buydu.

Birkaç sene sonra bazılarınız memleketin yönetiminde söz sahibi olacaksınız…

Ama siz, bazı büyüklerinizin dediği gibi, bu yüzden önemli değilsiniz…

Yönetici olmasanız da önemlisiniz, üniversiteyi kazanamasanız, bitiremeseniz de önemlisiniz, sınıfınızı geçemeseniz de önemlisiniz, başarılı olamasanız da önemlisiniz… 

Çünkü sizler bizim çocuklarımızsınız; sizi çok seviyoruz! 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Kişisel gelişim ve başarı

Bir dostumu ziyarete gittiğimde gördüm ki, kitaplığının yarısını “kişisel gelişim”ve “başarı” kitapları teşkil ediyor. Daha önceki ziyaretlerimde aynı kitaplığın kültür-sanat kitapları ağırlıklı olduğunu bildiğim için, değişikliğin sebebini sordum.

“Şimdi herkes bunları okuyor” dedi, “başarılı olmayı öğrenmemiz lâzım.”

Gerçekten de son yıllarda herkes çok fazla başarıdan ve kişisel gelişimden söz ediyor (seminerler, kurslar, radyo-televizyon programları, kitaplar)… 

Bu konuda yazılmış kitaplar yok satıyor. O kadar ki, yalnız bu konuda yayın yapan yayınevleri kuruldu (başarılı olmak iyi de, bu salt konuya kilitlenerek olacak iş mi? Öncelikle temel kültürünüz ve birikiminiz olacak, detayları kavramış bulunacaksınız, konunuzda uzmanlaşacaksınız, her şartta diri durmasını bileceksiniz, v.s.)

Başarılı olmayı çok düşündüğümüz belli, ama acaba başarılı olmanın anlamını hiç düşündük mü? Nedir ki “başarı?..” 

Servete ve şöhrete kavuşmaksa, bunlar dünya hayatıyla sınırlı (fani) şeyler. Dünya hayatı ile sınırlı başarıların sadece geçici bir tadı var. Bittiği yerde yine elem başlar. Bediüzzaman’ın deyişiyle “Zeval-ı lezzet (lezzetin bitişi) elemdir.”

İnsan genel müdür ya da bakan olduğunda “başarılı” sayılır mı?

Soru şu: Başarı, herhangi bir yolla yüksek bir makama gelmek mi, yoksa gelinen makamın hakkını vermek midir?

Yani fen lisesi yahut üniversite sınavını kazanmak başarının göstergesi olmayabilir…

Hatta bakan-Başbakan filan olmak da başarının göstergesi değildir. “Başarı” ile “beceri” arasında kesin bir ilişki var.

Bugün mesleğinin en iyisi olan bir ressam vaktiyle üniversiteye girememişti…

Bugün parmakla gösterilen fotoğraf sanatçısı kaç kez sınıfta kalmıştı…

Bugünün en iyi romancılarından biri ortaokulu bile bitirememişti…

Şehirde parmakla gösterilen oto tamircisi ilkokul diplomasını dışarıdan almıştı…

Bunlar bugün kendi branşlarında başarılı insanlar.

Oysa ressam üniversiteye giremediğinde, fotoğraf sanatçısı sınıfta kaldığında, romancı ortaokulu bitiremediğinde, oto tamircisi ilkokulu kırdığında anneleri-babaları başta olmak üzere tüm çevre tarafından “başarısız” ilân edilmişler, hatta belki “adam olmaz” diye aşağılanmışlardı.

Şimdi gelin “adam olmak”la “başarılı olmak” arasında bir münasebet arayalım…

Varsayalım ki, başardık, şöhrete ve servete kavuştuk: Başarı insanı “adam gibi adam” yapar mı?

“Adam gibi adam” derken, insanları seven, işçisinin alın teri kurumadan ücretini ödeyen, etrafında aç komşu bırakmayan, ulaştığı imkânları saçıp savurmak yerine paylaşan “insan”ı kastediyorum.

Hepimiz biliyoruz ki, şöhrete ve servete kavuşan insan -çoğu dindarlar dâhil-maalesef, hızla değişiyor. Ne kendini tanıyor, ne başkalarını. Muhtaçlara yardım etmek şöyle dursun, “zekât” gibi zorunlu yardımları bile “kazanırken yanımda mıydı?” anlayışı içinde reddediyor.

Nice şöhret-servet sahibi “başarılı” örnekler var ki, daha çok kazanmak için kendinden güçsüzlerin emeğine ve yüreğine basıyor…

Demek ki başarı insanı “adam gibi adam” yapmıyor.

İkinci soru: Başarı mutluluk getiriyor mu? Mutsuz ama başarılı pek çok insan başarı ile mutluluk arasında doğrudan bir bağlantı bulunmadığının kanıtıdır.

Ve üçüncü soru: Dünyevi başarıların sonunda cennet var mı?.

Hayır, başarının getireceği servetin şımarıklığa ve isyanıyla cennet yerine cehenneme yakınlaşmak daha kolay gözüküyor.

Şu halde dünyevi başarılara bu kadar kilitlenmenin ne anlamı kalıyor?

Asıl başarı zeval bulmayan, lezzeti (tadı) geçici (fani) olmayan başarıdır…

Bu da “kulluk şuuru”na ulaşmakla olur.

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit