Etiket arşivi: Yeni Asya Gazetesi

Süleyman Demirel’i Ziyaretlerimiz

Risale-i Nur talebesi akademik personel olarak, görev yaptığımız illerde kendi aramızda yaptığımız Risale-i Nur derslerinden başka, yılda bir defa da Türkiye’nin her tarafından ulaşımın diğer illere nisbeten kolaylığı sebebiyle Ankara’da yaptığımız toplantılarda, Mehmet Kutlular’ın bizim için randevu almasıyla Süleyman Demirel’i de ziyaret ederdik.
Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan olduğu o dönemde Süleyman Demirel, yaptırmış olabileceği araştırma ve değerlendirme çalışmaları ile Yeni Asya Gazetesi’nin “Türkiye’deki tüm Risale-i Nur talebelerinin temsilcisi, sözcüsü ve yayın organı” bir gazete olmadığını mutlaka bildiği halde, “siyasette bir oy’un bile değerli olması” ve muhtemelen tüm Risale-i Nur talebesi seçmenlerden oy alamayıp sadece Yeni Asya okuyucularından alabileceği kadar bile olsa alabileceği oy sayısını partisi için kazanç sayması sebebiyle, Yeni Asya gazetesinin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’a muhatap olur ve onunla bazen telefonla veya bizzat görüştüğünden bahsedilirdi. Bu sebeble Ankara’daki yıllık toplantılarımızda mutad hale gelen Süleyman Demirel’in ziyaret edilmesi için randevu alınması işi, “Yeni Asya gazetesinin İmtiyaz Sahibi” sıfatıyla Mehmet Kutlular tarafından yapılırdı.
Ankara’ya “Risale-i Nur talebesi akademik personel” yıllık toplantılarına katılarak, Süleyman Demirel’i de o toplantıya katılanlardan bir heyete dahil olarak yaptığım ziyaretlerimin ilki, Adalet Partisi Genel Merkezi’nde, diğer birisi de Süleyman Demirel’in Güniz Sokak’taki evinde olmuştu.
Adalet Partisi Genel Merkezi’ndeki ziyaretimizde, fotoğrafları dışında kendisini ilk defa orada gördüğüm Süleyman Demirel henüz ileri yaşlara gelmemişti. Çok zeki bir kişi intibaını veriyor ve “cin gibi” bakışlarla ziyaretçilerini süzüyordu. O ziyaretimizde kayda değer bir konuşma olmamıştı.
“Risale-i Nur talebesi akademik personel”den bir heyet halinde bizi Güniz Sokak’taki evinin büyük salonunda kabul ettiği diğer bir ziyaretimizde ise, koltuğunun yanındaki sehpada üst üste duran kitaplardan –büyük bir ihtimalle Mehmet Kutlular tarafından yeri işaretlenerek kendisine verilmiş– “Emirdağ Lâhikası-2” adlı Risale-i Nur eserinin işaret konulmuş olan yerini açarak:
“Bu asil Türk milleti, ihtiyârı ile o partiyi (CHP’yi) kat’iyyen iktidara getirmeyecek..”
cümlesini okuduktan sonra, o kırmızı ciltli kitabı kapatmış ve (Bediüzzaman Said Nursi’yi kastederek)
“– Hocaefendi ne kadar güzel söylemiş..”
dedikten sonra tekrar aldığı yere, koltuğunun yanındaki sehpada bulunan kitapların üstüne koymuştu.
Süleyman Demirel’i heyet hâlindeki bu ziyaret hâtıramızdan, yarı şaka-yarı ciddî olarak yakın çevremizde dilden dile aktarılarak çok defa bahsedildiğini hatırlıyorum.
O zaman avamdan bazı Risale-i Nur talebelerinin bunun gibi bazı hadiseleri mübalağa ve haddi aşan lüzumsuz siyasî tarafgirliklerle büyüterek onun için “Nurcu Demirel” dediklerine bile şahit olmuştum. Halbuki randevu veren herkes, kendisini randevusuna hazırlar. Risale-i Nur talebesi akademisyenlerden bir heyete kendisini ziyaretleri için randevu verince Süleyman Demirel de, o ziyareti kabulüyle ilgili olarak ziyaretçilerinde iyi bir intiba bırakmak, başkalarına da o intibalarını anlatmalarını sağlamak ve bu yolla da Genel Seçimlerde fazla oy almak için, Risale-i Nurlar’dan kendisinin siyasî hedefleri ile örtüşen o cümleyi seçip okumuş olabilir. Çok defa tekrar ile söylendiği gibi, “siyasette bir tek oy bile değerli” olduğundan, Süleyman Demirel’in Yeni Asya okuyucusu Risale-i Nur talebeleriyle olduğu gibi, Genel Başkanı olduğu yıllarda, Adalet Partisi için “oy deposu” olarak gördüğü diğer dinî cemaatlarla da iyi münasebetler kurmaya çalıştığını bilmekteydik.
Adalet Partisi’nin milletvekilliği adaylığı listelerinin, milletvekilliği kazanılması şüpheli kritik yerlerine çeşitli dinî cemaatlerden teklifler almak suretiyle tesbit edilen kişiler konularak “Hem nalına, hem mıhına” denilebilecek bir siyaset uygulanıyordu: Dinî cemaatlerin teklif ettiği kişileri milletvekilliği aday listelerinin kritik yerlerine koymakla, hem o cemaatler memnun edilmiş oluyor ve belki bu şekilde o partiye daha fazla bağlanmaları sağlanabiliyor; hem de o kişilerin partinin milletvekilliği aday listesinde milletvekili seçilebilmesi şüpheli yerlerde bulunmalarına rağmen milletvekili seçilebilmeleri için, o cemaat mensupları daha fazla çalışarak o partiye oy desteğini arttırıyorlar ve bundan partinin kendisi için beklediği neticeler hâsıl olabiliyordu.
Bu şekilde Adalet Partisinin aday listesine alınarak milletvekili olanlardan başka, o günlerde Risale-i Nur talebeleri arasında, Süleyman Demirel’in“siyasî hazır cevaplı” oluşuyla ilgili, doğruluğunu tahkik edemediğim bir mükâleme de tebessümlerle anlatılıyordu:
Güya Süleyman Demirel’e;
“– Başbakan olarak, hükümetinizde niçin Risale-i Nur talebesine yer vermiyorsunuz?”
diye sorulmuş; Süleyman Demirel de bu soruya;
“– Ben varım, ya..”
cevabını vermiş!.
“Süleyman Demirel İle İlgili Tavır” başlıklı bir yazımızın başında söylediklerimizi bu yazının sonunda da tekrarlayalım: İnsanların son halleri mühimdir. Süleyman Demirel’in son halini bilmiyoruz. “El hükm-ü lillah”hüküm elbette ki Allah’ındır; biz hatasıyla, sevabıyla âhirete gitmiş her kişiyi Allah’a havale ederiz ve hiç kimse hakkında Allah’a karşı haddimizi aşarak hüküm veremeyiz. Ancak, kiminki olursa olsun, amellerin doğrusu için “doğru” ve yanlışı için “yanlış” demek de Müslümanların hakka hizmetle ilgili mes’uliyetlerindendir ve vazifelerindendir.
Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde Risale-i Nur talebeleri olarak o günlerin siyasî ortamındaki şartların zaruretiyle kendisiyle kurulmuş olan yakın siyasî ilişkilerin alışkanlığıyla, o vefat edinceye kadar olduktan başka vefatından sonra da onun medhiyesine devam edilmesi ve onun hükümetlerine hasret tavırlarda israr edilmesi, bugünün siyasî ortamının şartları içerisinde Risale-i Nur talebelerinin büyük ekseriyeti tarafından yadırganmaktadır. 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

İttihad’ın ve Yeni Asya’nın İlk Çıkışları

İttihad ve Yeni Asya gazetelerinin yaklaşık yarım asır önce ilk çıkışlarından bahseden “GAZETE KURULMA DEVRESİ” başlıklı aşağıdaki yazıda bahsedilenler halen hayatta olan bazıları tarafından bilinmekte, “Bediüzzaman’ın Doktor Talebesi Dr. Sadullah Nutku–(Hâtıralar-Yorumlar)” kitabımda yer almakta ve Abdülkadir Badıllı’nın (merhum) “Mufassal Tarihçe-i Hayat, 3. cilt (eski)” eserinde de bulunmaktadır. O yazı aynen şöyledir:

“GAZETE KURULMA DEVRESİ

1968 yılında ‘Bugün’ gazetesi gittikçe tırajını yükseltmekteydi. Bu gazetenin sahibi Şevket Eygi ise, bu muvaffakiyeti kendisinin hünerinden bilerek çeşitli siyasî girişimlerde bulunuyor ve bazı nasihat edicilere karşı sert tavırlarla onları tanımamak hâli gösteriyordu. Aynı gazetede çalışan bazı Nurcu muharrir zatlar da Şevket Eygi’den şikayetçiydiler. Nur talebelerinin neşrini istedikleri yazı ve makaleleri Şevket Eygi bazen neşrettirmiyordu.

Salih Özcan, Bugün gazetesine karşı büyük bir gazete çıkarmak istemişti; böyle bir gazetenin kat’î lüzumu üzerinde duruyor ve bununla ilgili temaslarda bulunuyordu. İstanbul’daki gazetecilik meyilleri fazla olan bazı Nurcu zatlar da, Salih Özcan’ın bu fikrine iştirak ettiler ve “Nur cemaatının da bir gazetesi yahut da yüksek trajlı kaliteli bir mecmuası olması zaruridir” dediler.

Salih Özcan kendisinin çıkarmakta olduğu “Hilal Mecmuası”ndan başka bu gazetenin de çıkmasını istiyor, bunun malî külfetinin tamamına yakın kısmını kendisi ödemeyi vaad ediyordu.

Salih Özcan’ın ortaya atmış olduğu gazete fikrini, Salih Özcan’la birlikte içinde Mustafa Polat, Avukat Bekir Berk vesaire bulunan bir heyet halinde Zübeyr Ağabey’e ilettiler. Birçok sebep ve hadiseleri ve esbab-ı mucibeleri Zübeyr Ağabey’e anlattılar. Uzun uzadıya konuşmalar oldu. Zübeyr Ağabey bu mevzuda ikna edilmeye çalışıldı.

Zübeyr Ağabey de, bunların gösterdiği kısmen haklı, kısmen mübalağalı esbab-ı mucibelerin üzerinde durdu, düşündü. Bu arada Hazreti Üstad’ın bu meseledeki söz, ihtar, davranış ve hareketlerini de göz önünde bulundurdu. Ve nihayet: Nur cemaati adına ve Nur talebelerini temsil eden bir gazetenin çıkarılmasına suret-i kat’iyede Üstad’dan bir fetva, bir izin bulmanın mümkün olmadığını bildirdi ve fakat eskiden beri gazetecilik ve dergicilikle ilgili Salih Özcan ve Mustafa Polat gibi zatların kendi namlarına müstakim, ağır başlı, Nur davasının özünü savunacak bir mecmua veya gazetenin çıkarmasına bazı şartlar çerçevesinde “evet!..”’ dedi.

Zübeyr Ağabey, Üstadımızın Nur talebeleri ve cemaati adına ve onu temsil edecek bir gazetenin çıkarılmasına dair fetvası, izni olmadığına dair açıklamasında: “Çünki bir gazete, ne olursa olsun, nihayet gazetedir. Kusurlar yapacaktır, hatalar edecektir. Hizipleştirmeyi netice verecektir..” dedi ve ağır bir şartname ile bunun temel prensiplerini ve kaidelerini yazıya döktü. “Bu kaideler dışında çıkacak bir gazetenin Risale-i Nur talebeleri tarafından hiç bir zaman tanınmayacağını” da söyledi.

GAZETE KURMA ŞARTNAMESİ ŞÖYLEYDİ

Madde-1: Salih Özcan İmtiyaz Sahibi’dir.

Madde-2: Mustafa Polat Umumî Neşriyat Müdürü’dür.

Madde-3: Gazetenin personelini tayin ve lüzumu halinde tebdil, Umumî Neşriyat Müdürü’ne aittir.

Madde-4: Gazetenin politikası; İmtiyaz Sahibi ve Umumî Neşriyat Müdürü’nün de dahil olduğu bir İstişare Heyeti tarafından tayin edilir. İstişare Heyeti’ndeki kimseler: Salih Özcan, Mustafa Polat, Abdurrahman Nuri, Halil Küçük. Ahmed Şahin, Rüştü Tafral, Mehmet Kutlular, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Emin Birinci’dir (Zübeyr Ağabey kendi kalemiyle Halil Küçük, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci’yi bilahere istişare heyetinden isimlerini silmiştir. Bu belge İstanbul’da bir dosyada mahfuzdur. A.B.). Karar ekseriyetle verilir.

Madde-5: Sermaye 30 Ağustos 1968’e kadar Salih Özcan tarafından temin edilecek.. Sermayenin geri alınması, intişarın altıncı ayından sonra, iki binden az, beşbinden çok olmamak üzere çekilebilecek.

Madde-6: Gazetenin İmtiyaz Sahibi (Salih Özcan) Umumî Neşriyat Müdürü gibi maaş alacak ve sermaye olarak yatırdığı parayı tamamen çektikten sonra, artık para çekemeyecektir. Kâr, gazetenin döner sermayesi olarak kalacak ve inkişafına sarf edilecektir. Gazete kapandığı takdirde, sermaye ve mal durumunda istişarenin kararına göre tasarruf edilecektir. Mukavelede değişiklik de, ancak istişarede bulunanların kararına göre olacaktır.

Madde-7: Umumî Neşriyat Müdürünün işinden çıkarılma vesaire durumları meşveretteki kimselere aittir.

Madde-8: Gazete Risale-i Nur’a aykırı neşriyat yaptığında, istişaredeki kimselerin kararıyla kapatılır. İmtiyaz Sahibi ve Umumî Neşriyat Müdürü bu isimle bir gazete çıkaramaz.

Madde-9: Kitap tanıtma işi, istişare kararıyla yapılır.

Madde-10: Gazetedeki neşriyatta, hâlde ve mazide Risale-i Nur’un aleyhindeki kimselerin yazıları neşredilmez.

Madde-11: Risale-i Nur’u devamlı mütalaa ile meşgul olup Risale-i Nur’un meslek ve meşrebiyle hâlen ve kalen yaşayan bir Nur talebesi, herhangi bir husus hakkında, Risale-i Nur’dan ve Üstadımızdan me’haz göstererek tenvir ve ikaz edici bir şey söylerse, istişaredekiler onu kemal-i hürmetle dinleyecek ve nazara alacaktır.

Madde-12: Risale-i Nur parası, sermayesi elinde toplanan herhangi bir Nur talebesi veya Nur naşiri gerek re’sen, gerek dolayısıyla gazeteye ortak olamaz.

Madde-13: İstişaredeki kimselerden sahip, müdür ve orada memur olarak çalışandan başka biri, istişaredeki kimselerin izni olmadan gazetede maaşlı olarak çalışamayacak. Bu şahısların gazeteden maddeten istifadeleri hiçbir çeşit ve surette olmayacaktır.

Madde-14: İstişaredeki kimseler, burada (İstanbul’da) her zaman hazır oldukları için tercih edilmiştir. Bu itibarla Risale-i Nur’dan ve Üstad’dan ve geçmiş hadisattan me’hazler gösteren herhangi bir Nur talebesi ile istişare edilebilir; onun tenvirkâr fikirleri kemal-i hürmetle nazara alınır.

Madde-15: İstişarenin adâbına son derece riayetkâr olunacaktır. Müdavele-i efkâr ve istişare esasında cahillerin sıfatı olan laftan kuşkulanma, alınma, evham etme, kızıp tehevvüre gelme, bağırıp çağırma gibi amiyane şeylerden son derecede içtinab edilecektir. Kanaatlara hürmet, muhabbet ve müsamaha bu kimselerin şiarı olacaktır.

Madde-16: İstişaredeki kimseler namına, onlardan habersiz olarak, istişareye dahil bir kimse, başkalarınca sorulacak herhangi bir şeye, tek başına cevab vermeyecek, not alıp sorup gelerek istişare edecektir.

Madde-17: İstişaredeki reyler arz ve izhar edilirken, indî, şahsî veya sair meslek, meşreb ve cereyanlardan mülhem şeyler söylenmekten kaçınılarak delil ve me’hazden, Risale-i Nur’un meslek, meşreb ve tarzından ilham alınmaya çalışılacak ve rızay-ı ilahi ile hareket edilecektir.

Madde-18: Dine hizmet gayesiyle olanlarla görüşme ve konuşmalara, başka cereyanlarda görünen iftira ve ittihamlar, şöhretperestlik ve maddî menfaatlar gibi gayet çirkin manâlar verilmeyecektir. Mesleğimiz hüsn-ü zandır. Biz Müslümanız aldanırız, aldatmayız.

Madde-19: Gazetenin istişaredeki kimselerin re’yi ile çıkarıldığı halka; Mustafa Polat, Salih Özcan ve sairleri tarafından suret-i kat’iyede söylenmeyecektir. Çünki hem gazeteye, hem hizmete darbeler gelir.

Görüldüğü üzere, şartname veya taahhütnamedeki en çok mühim görülen ve gösterilen dört şeydir:

1- Gazetenin Salih Özcan’ın namına olması ve adına çıkarılması.. Yine gazeteci olan Mustafa Polat’ın neşriyat müdürü gösterilmesiyle; Nur cemaati adına olmadığına (yani zahir nazarda) önem verilmiştir.

2- Her şeyin mutlaka istişare ile karara bağlanması.. Bu istişarede mutlaka Risale-i Nur’dan ilham alınan ve Hazret-i Üstad’ın meslek ve meşrebini rencide etmeyen, bil’akis savunan ve yaşayan fikirler çerçevesinde olmasına dikkat çekilmiştir.

3- Sair ehl-i imanla münakaşaya, polemiğe girmemek, girilse de hiç bir zaman sair gazeteler gibi iftira, yalan ve karalamalarla kişilerin veya cemaatlerin çürütülmesine çalışılmamasına önemle dikkat çekilmiştir.

4- Hâlde ve geçmişte Risale-i Nur aleyhinde bulunmuş ve bulunan kişi ve kişilerin herhangi bir sözü, yorumu veya siyasî sözlerinin bu gazetede neşredilmemesine lüzumu derecesinde tenbihatta bulunulmuştur.

Zübeyr Ağabey’in üzerinde ehemmiyetle titreyerek durduğu dört hususa, gazetenin hâlen yapmakta olduğu neşriyatta uyulmakta mıdır?

Merhum Zübeyr Ağabey’in, şartnameden hülâsa edilen dört mühim husustan üçüncüsünün lüzum ve ehemmiyetini, 1970’li yıllarda neşretmiş olduğu şu yazısında da belirtmektedir:

‘Risale-i Nurun neşrinde kimseyi tefrik etmemek, icbar da etmemek, mülayemet ile muamele etmek.

Bu hizmette metod: Müsbet hakikatleri ders verip, din düşmanları ile ne sözle, ne fikirle ve ne de zihnen meşgul olmamak.

Risale-i Nur’a bilmeyerek itiraz eden ehl-i imana adavet etmeden ikaz.. Ve bütün kalbleri La ilahe illallah Muhammedün Resulullah üzerine tevhid.. Hattâ Allah ve Peygamberine inanan, fırâk-ı dalle bile olsa veya âhiret gününe inanan ehl-i kitap biri ise onunla münazaradan çekinmek..

Ehl-i dünya ve ehl-i siyasete vesvese ve korku verecek her türlü tezahürden kaçınmak..

Hakka hizmet edenleri müsbet bir şekilde, İslamiyet’e hizmette desteklemek. Risale-i Nur talebeleri, birbirlerinin kusurları olsa da tenkid etmemek..

Hiç bir zaman beddua etmemek; hidayetler için dua etmek.”

Haftalık İttihad ve günlük Yeni Asya gazetelerinin neşrine başlanmasıyla ilgili olayların bizzat içinde bulunanlardan ve şahitlerinden olunmadığı için, aynen nakletmekle iktifa edilip şahsî yorum ve değerlendirmelerde bulunulmasa bile; yukarıda nakledilen “GAZETE KURULMA DEVRESİ” başlıklı yazının “GAZETE KURMA ŞARTNAMESİ ŞÖYLEYDİ” başlıklı kısmıyla, İttihad gazetesinin 5 Mayıs 1970 tarihli sayısındaki yazılar arasındaki mutabakat ilişkisine kolaylıkla dikkat çekilebilmektedir.

Haftalık İttihad gazetesi’nin “Yıl: 3 – Sayı: 131– 5 Mayıs 1970” nüshasının birinci sayfasının 1/3’ünü kaplayacak şekilde, daha fazla dikkati çekici olması için sarı fon üzerine siyah çerçeveli manşetüstü yazısı yapılmış; büyük harf karakterlerinin bold (siyah) harfleriyle “İSLÂMİYET SELM VE MÜSÂLEMETTİR” yazısı ve onun hemen altında da ayni çerçeve içerisinde büyük puntolu kalın (bold) harflerle “Dahilde nizâ ve husumet istemez!” yazısı yer almış; ayni sayfanın orta kısmında da gene çerçeve içerisinde “Salih Özcan ayrıldı” başlığı altında, o sayıdan itibaren İttihad’ın İmtiyaz sahipliği vazifesini Mehmed Kutlular’ın deruhte etmeğe başlamış olduğu “İttihad Gazetesi Yazı Ailesi” tarafından bildirilmişti.

Yeni Asya Neşriyat’ın Osmanlıca-Türkçe Lügatında “Selm” kelimesinin Arapça’dan dilimize girmiş, gramer bakımından isim cinsinden olduğu ve “Barış, barışıklık, sulh” manâsında; “Müsâlemet” kelimesinin de Arapça’dan dilimize girmiş, “Silm” kelimesinden türetilmiş, gramer bakımından isim cinsinden ve “1-Herkesle barış içinde olma, sulh, barışıklık. 2-Durgunluk” manâsında olduğu yazılıdır.

Haftalık İttihad gazetesinin 5 Mayıs 1970 tarihli sayısında duyurulan Salih Özcan’ın İmtiyaz Sahipliğinin Mehmed Kutlular’a devrinden başka, günlük günlük Yeni Asya gazetesi imtiyaz sahipliği de o tarihlerde Salih Özcan’dan Mehmed Kutlular’a devredilmişti.

Haftalık İttihad gazetesinin yukarıda bahsetmiş olduğum “Yıl: 3 – Sayı: 131– 5 Mayıs 1970” sayısındaki manşetüstü yazısının tam metnini buraya aynen naklediyorum:

 

“İSLÂMİYET SELM VE MÜSÂLEMETTİR

Müslümanlar, cemiyetin emniyet ve asayişini temin hususunda azamî dikkat ve hassasiyeti gösterirlerken kendi aralarında da manevî bağların kuvvetlenip gelişmesine dikkat eder, nifak ve tefrikadan şiddetle kaçınırlar. Düşmanlar, mü’minlerdeki bu dikkat ve hassasiyeti gayet iyi bildikleri için, mütemadiyen onların birbirleriyle olan münasebetlerini bozmaya, kardeşâne yaşayışlarını kin ve husumete çevirmeye çalışırlar. Ancak bu yolla Müslümanlarla mücadele edebileceklerine, onlara karşı gelebileceklerine inanırlar. Müslümanlık bizatihî sevgiyi, kardeşliği, sulh ve selâmeti esas aldığı, Müslümanları birbirlerinin kardeşi olarak da kabul ve ilan ettiği için, bu kuvvetli bağların zayıflaması ile düşmanlarımız hedeflerine varmış, gizli ve hain emellerine nâil olmuş olurlar.

Zamanımızda Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği, sevgi ve muhabbeti, ittihad ve kardeşliği bozmaya çalışan gizli komitelerin, fesad şebekelerinin sayıları ise bir hayli fazladır. Bunlar, doğrudan doğruya Müslümanların karşısına çıkmamakta, suret-i hakdan görünerek onların aralarına girmeye çalışmakta, bir

birleri aleyhine asılsız ve esassız itham ve isnadlar yaymak suretiyle, mâbeynlerindeki hürmet ve sevgiyi husumete çevirmek istemektedirler. Hâinane planlar ve kesif çalışmalarla devam ettirilen bu fesad hareketi karşısında Müslüman her zamankinden daha fazla dikkat ve hassasiyet göstermek, dostunu, düşmanını tam tefrik etmek mecburiyetindedir. Bilhassa bir mü’min kardeşi aleyhine sarfedilen sözleri, ileri sürülen itham ve isnadları derhal kabul etmemeli, aslını-esasını araştırmalı, doğruyu bulup ortaya çıkarmalıdır. İslâm hukukunda tarafeyni dinlemek esastır. Birisi diğerinin aleyhinde bir iddiada bulunur, bir itham ileri sürer, bir söz söylerse, aleyhinde konuşulan, yahut ithama hedef ittihaz edilen Müslümanı arayıp bulmak, mes’elenin esasını sormak, ileri sürülen ithamların vârid olup olmadığını tedkîk etmek her Müslümanın vazifesidir,

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri , “İslâmiyet selm ve müsalemettir, dahilde nizâ ve husumet istemez” demek suretiyle dinimizin daima sulh ve selamet içerisinde, kardeşâne, uhuvvetkârane bir hayatı esas aldığını, ayrılık ve gayrılıklara asla yer vermediğini, husumetin, kin ve adavetin içtima

î hayatı sarsan büyük bir tehlike olduğunu ifade etmiş bulunmaktadır.

Müslüman olarak gerek İslâmî hizmetin devamını arzu ediyor ve gerekse mü’minler arasında birlik ve beraberliğin teessüsü için hassasiyet gösteriyorsak, buna bilhassa dikkat etmeli, ortaya atılan iddiaların aslını esasını araştırmadan, doğruluk derecesini tesbit etmeden inanmamalı ve böylece uhuvvet ve muhabbetin her zamankinden daha fazla kalbimizde, kafamızda, ruhumuzda, aklımızda, aile efradımız arasında ve cemiyet hayatı içerisinde yerleşmesine, kök salmasına, neşv-ü nemâ bulmasına dikkat etmeliyiz.

İslâm’a hizmet edenler yahut İslâm’a hizmet ettiğini iddia edenler, bilhassa bu ölçüleri hatırdan çıkarmamalıdırlar.”

 

Prof. Dr. Mustafa Nutku

 

Risale-i Nur’larda keşfedeceğim çok şey var!

Gölgeler Koridoru adlı ikinci kitabı yayınlanan ABD′li ilim adamı Muhyiddin Şekûr, Faruk Çakır′ın sorularını cevaplandırdı. Şekûr hayatını İslâmı anlamaya adamış.

TAKDİM

Muhyiddin Şekûr’un ilk kitabı “Su Üstüne Yazı Yazmak” yayınlandığı yıllarda Türkiye’de de büyük ilgi görmüştü. Şimdi ikinci kitabı “Gölgeler Koridoru” yayınlandı. Şekûr ile Timaş Yayınları’nın Cağaloğlu’ndaki merkezinde görüştük. Görüşmeyi, “yakını” olarak tanıdığımız Zeynep Dadal tercüme etti.

İkinci kitabınız, “Gölgeler Koridoru” yayınlandı. Önce bu çalışmanızdan dolayı sizi tebrik ediyoruz. Uygun görürseniz, önce kitabı bize anlatmanızı isteyeceğiz. Türkiye’de yayınlanan ilk kitabınız “Su Üstüne Yazı Yazmak”ı severek ve istifade ederek okumuştuk. İkinci kitap ile birinci kitap arasında nasıl bir bağ var?

Su Üstüne Yazı Yazmak” faslı bitti, şimdi “Gölgeler Koridoru” devam ediyor. Bununla süreci devam ettirmiş oluyoruz. İki kitap benim hayatımın 10’ar yıllık bölümünü, devresini anlatıyor. “Su Üstüne Yazı Yazmak” da, “Gölgeler Koridoru” da hayatımın 10’ar yıllık süresini kapsıyor. İkisinde de ‘hocam, şeyhim’ aynı. Yani iki kitaba bakıldığında hayatımın 20 yılındaki serüven görülebilir.

Bu proje, yeni kitaplarla devam edecek mi?

İnşallah 10’ar yıllık devreler olarak yazmayı kafamda kurmuş, öyle planlamış durumdayım. Ama keskin bir yıl ayrımı olarak da düşünmemek lâzım. İkinci kitap, ilk kitaba göre biraz zaman aldı. İnşallah üçüncü kitabı bu kadar uzun süre beklemeyeceğiz. Üçüncü kitabı daha kısa sürede yayına hazırlamayı düşünüyorum. Dördüncü kitap da inşallah daha sonra olabilir…

Su Üstünde Yazı Yazmak” adlı ilk kitabınızı okurken, yazarıyla, yani sizinle tanışmak arzu etmiştim. Çünkü anlatılan ve yaşanan hadiseler samimiyeti gösteriyordu. İhlâslı bir anlatım vardı. Benim asıl dikkatimi çeken, bu kitaptaki anlatım, insana yaklaşım ile Risâle-i Nur eserlerindeki anlatımla arasındaki uyumdu. Burada bir bağ hissettim. Kâinattan bahsedilen bölümler, tefekkür… Kitaptaki bazı ifadeler bana çok tanıdık gelmişti.

Bu cümleden olarak, Risâle-i Nur eserlerini ve müellifi Bediüzzaman’ı ne ölçüde tanıyorsunuz? 

Said Nursî’nin çok etkin birisi olduğunu biliyorum. Benim sürecimde bir takım eserleriyle denk geldim. Bir aşinalık kazandım, ama benim hâlâ onunla ilgili keşfedeceğim çok şey var. Ve ona bir hayranlığım olduğunu söyleyebilirim. Ve onunla kalbî bir bağım var.

Şu anda Fatih Üniversitesinde ‘misafir öğretim üyesi’ olarak bulunuyorsunuz. Türkiye’deki eğitim sistemini nasıl buluyorsunuz?

Türkiye’ye geleli daha 3 ay oldu. Bu hususu çok bildiğimi ve aşina olduğumu söyleyemem. Değerlendirme yapabilmek için henüz erken olduğunu düşünüyorum.

Üniversite gençliğine muhatapsınız… Bu noktada Bediüzzaman’ın bir tesbitini de aktarmak istiyorum. Said Nursî diyor ki: Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır.” Biz bunu bir müjde olarak değerlendiriyoruz. Muhatap olduğunuz gençliğin durumu bu müjdenin habercisi olabilir mi?

Benim bakış açım da hep ümitten yanadır. Belki de Said Nursî ile kalbî bir bağımın olması bu yüzdendir. Benim düşüncem de her zaman ümitvar olmak yönündedir. Hayatta ilgili, hayatın getirdiği ihtimallerle ilgili olarak ben de her zaman ümitten yana olmuşumdur.

O yüzden gençlik için de ümitliyimdir, her zaman. Bu ülkenin çok sıradışı bir tarihi var. Ve bunun farkında olmayan çocuklar dahi atalarının sırtında geziniyorlar. Onların kahramanlıklarından istifade ediyorlar. Onların sırtında yürüyorlar. Bugün sabahleyin evden çıkarken, eşimle birlikte asansöre bindim. 9 yaş civarında bir çocuk da asansöre bindi. Sırtında okul çantası vardı. Ben ‘İyi günler’ dedim. O bizim yüzümüze bakmadı, kapıya doğru dönmüştü. Sırtındaki çantada, meydan okuyan bir figür vardı. O dikkatimi çekti. Çocuğa baktığımda çok ümitlendim, çünkü o geleceği ifade ediyor. Çok ümit veren bir fotoğraftı o gördüğüm.

Gördüğüm bu çocuk, sizin sorunuzun cisimleşmiş cevabıydı bence. Çünkü bu çocuğun inanılmaz ecdadı var, bütün dünyaya asırlarca hükmetmiş. Bu ecdadın enerjisi halen şehrin içinde, ülkenin içinde hissediliyor. Bu çocuk okula gidip geldikçe o havayı teneffüs ediyor. Onların enerjisini soluyor.

Sizin sorunuzla, bugün karşılaştığım bu çocuğun durumu enteresan bir tevafuk oldu. Çünkü bu çocuk da ‘modern dünya’ içinde yaşıyor. Ancak halen o, geçmişi taşıyor. Önemli olan soru şu: Bu çocuk hidayete kavuşabilecek mi? Veya kendisini doğru yola yönlendirecek, rehberlik edecek kişilerle karşılaşacak mı? Asıl soru bu… ‘Modern hayat’ın tuzağına düşmeyecek ve iyi bir hidayet rehberine kavuşacak mı?

Bu gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

Öncelikle insanın kendi kalbine karşı dürüst olması gerekir. Dürüst olmak ve dikkatli olmak… Olabileceğimiz en iyi şekilde olmaya niyetlenmek, onun için gayret göstermek. Bir sıçrama yapmadan önce, bir adım atmadan önce dikkatli bir değerlendirme yapmak lâzım. Gençlere bunu tavsiye ederim. Çünkü insanın kendi kalbini dinlemesi, onun sesini dinlemesi çok esaslı bir şeydir. Vicdanın sesini, o hidayet sesini dinlemek çok gereklidir. İnsanın kalbi her şeyi söyleyebilir, ama hidayet sesini dinlemek lâzım. Ne olursa olsun insan derinden derine, neyin yanlış, neyin doğru olduğunu kalben bilir. Sigara içip içmememiz gerektiğini illâ bir Kur’ân âyeti şeklinde duymamıza gerek yok. İnsan bunun yanlış olduğunu kalben bilir. Hidayet ibresini Allah (cc) kalbimize yerleştirmiş. Bir çok şeyde doğruyu ve yanlışı biz aslında biliyoruz, kalbimiz bize bunu fısıldıyor. Bir gence, bir hatasını hatırlattığınız zaman o, “Ben bunun yanlış olduğunu zaten biliyorum, ama…” der. Yaptığı işin yanlış olduğunu derinden derine bilir, ama nefsine uyarak yapabilir. Tek çare içten gelen sesi, vicdanın sesini dinlemek.

Bu noktada erişkinlere, büyüklere çok büyük sorumluluk düşüyor. Ama bunu yaparken önce kendi imanlarını geliştirmeleri gerekir. Kendi imanî hayatlarıyla örnek olarak bunu yapabilirler. Sonra da Allah’a duâ edecekler. Sonra da izleyecekler. Gençlere örnek olmanın yolu bu, yaşayacağız ve duâ edeceğiz.

Kitabınız, tasavvufî kurguları olan bir roman gibi. Buna bir seyr-i sülûk romanı diyebilir miyiz? Bu üslûbu tercihinizin özel bir sebebi var mı?

Ben oldum olası yazmaya meyilliydim. Çocukluğumdan itibaren sürekli notlar tutardım. Şeyhimle tanıştığımda o bir İslâm merkezinin imamıydı, dolayısıyla sohbetleri olurdu o dönemde. Ben de oraya katılırdım ve sohbetlerden notlar tutardım. Nitekim o sohbetler “Su Üstüne Yazı Yazmak”ın birinci bölümünü oluşturdu. Ama ben bu notları tutarken kitap niyetiyle yapmıyordum, farkında değildim. Bir gün şeyhim bana bakarak, “Ne yazıyorsun?” diye sordu. Ben de biraz utandım, “Sadece not tutuyorum” dedim. O bana, “Biliyorum ne yazdığını. Seni bir şekilde bir kitap yazmaya yönlendiriyorum” dedi. Hatta bunu bana söylediğinde şaşırmıştım. Nitekim, o söylediği, birinci kitabın ilk bölümü oldu.

Samimî bir Müslüman ve bir tasavvuf ehli olarak şunu söyleyebilirim: Tek yapmaya çalıştığım şey, yaşadığım şeyleri en iyi şekilde aktarmaya çalışmak. Ve yaşadığım deneyimleri en dürüst ve samimî şekilde yazayım diye düşündüm ve ortaya çıkan da bu oldu. Yani özel olarak seçtiğim bir üslûp yok. Samimî olarak yaşadıklarımı insanlara aktarmak istedim. Mümkün olduğu kadar en içten ve dürüst olarak aktarmayı düşündüm.

Aslında bu ifadeler de (yani yaşananları başkaları da istifade etsin düşüncesiyle anlatmak) Risâle-i Nur’daki bazı anlatımla örtüşür… Her halde tesir etemesi de bundan…

Bu yüzden çok şükrediyorum. Ben bunları yazarken insanların müsbet tepkiler vereceğini hiç tahmin etmemiştim. Bunları bana şeyhim söylediğinde, benim kulaklarım tıkalıydı sanki. O bana söylemişti, ama ben farkında değildim. Şimdi şükrediyorum…

Kitabınızda ‘cihad’la ilgili bir bölüm de var. Cihadı, çok farklı yorumlayanlar da var. Size göre bu çağda cihad nasıl olabilir?

Cihadın gerekliliği zamansızdır, yani zamanla sınırlı değil, her zaman geçerlidir. Peygamber Efendimizin de (asm) belirttiği gibi büyük cihad, insanın nefsiyle yaptığı cihaddır. Bu cihad her zaman devam eder. Bu zamanda da olsak başka zamanda da olsak, her zaman nefsimizle cihad halinde olacağız. En büyük cihad da zaten nefisle olan cihaddır. Dünyanın nereye gittiği, hangi çağda yaşadığımız da önemli değil. Şu anda nükleer bir felâket olsa ve kendimizi taş devrinde bile bulsak yine aynı şey, yani nefisle cihad geçerli olacak. O hep devam edecek.

İslâmı şiddetle özdeşlendirenler var. Bediüzzaman da ilimle cihadı öne çıkarıyor. Hatta, “Medenilere galebe etmek ikna iledir” diyor…

İslâmı şiddetle özdeşleştirme, öyle anlamak cihadı son derece yanlış anlamak ve yorumlamak olur. Yanlış anlamalara mani olmak lâzım.

Kitabınızda, “Tarikat, hakikati müdafaa aden insanlardan oluşur” demişsiniz. Hakikati müdafaa”dan ne anlayacağız?

Çok geniş izah isteyen bir soru. Yapılacak ilk şey insanın kendisine karşı dürüst olması. Bundan sonra doğru olan şey için dik durmak, sebat etmek… Doğru olanı savunmak lâzım. Bu savunmadan kastım, onun içinde bir çok şey karışabilir. Orada da ciddî imtihanlar vardır. Dengeyi kurmak çok önemli. Algınızın berraklığı çok önemlidir. Çünkü kendi nefsinizin arzularının içine karışma tehlikesi var.

“Gölgeler Koridoru”ndaki “gölge” neyi temsil ediyor?

Gölgeden kasdettiğim şey şu: Işığın önüne geçen her şey… İşe, yaratılmışlar açısıyla bakarsak, ‘ışık’ın önünde duran her şeyi kastediyorum. ‘Işık’ın önünü kesen, gölgeleyen her şeyi kastediyorum. Temelde, ‘nur’ ve ‘karanlık’ arasındaki hareketi ilgilendiren her türlü dersi kastediyorum. Karanlık ve ışık arasındaki gidiş-gelişler diyelim. Aslında Kur’ân-ı Kerim’deki bir âyetten esinlendim. Kendi deneyimlerimden de esinlendim.

Çok teşekkür ediyoruz, bu istifadeli sohbet için…

Ben de teşekkür ediyorum.

Faruk Çakır

cakir@yeniasya.com.tr

*************************

Muhyiddin Şekur kimdir?

AMERİKA Ohio, Cleveland’da doğan Muhyiddin Şekûr 1973’te ABD Kent Eyalet Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık bilim dalından doktora derecesi aldı. Ülkemizde ilk baskısı 1994 yılında yapılan ve kendisinin İslâmı tanıma sürecinden itibaren geçen ilk 10 senesini anlattığı “Su Üstüne Yazı Yazmak” adlı kitabıyla tanındı.

ABD’de ve başka ülkelerde öğretmen ve uygulayıcı olarak bireysel terapi ve aile terapisi alanlarında ders verdi, akıl sağlığı sorunları üzerine makaleler yazdı. Hayatın sadece afakî boyutuna değil, enfüsî anlamına da odaklanan Şekûr, yıllar önce tasavvufla tanıştı. Doğu’da uzun seyahatlere çıktı, kutsal toprakları birkaç kez ziyaret etti. Şu anda İstanbul’da Fatih Üniversitesi Eğitim Fakültesinde misafir öğretim üyesi olarak görev yapan Şekûr, Hüseynî Hayatî Rufaî tarikatına mensup ve ömrünü İslâmı anlamaya adayan bir isim.

Şekûr’un ikinci kitabı “Gölgeler Koridoru” da Sufi Kitap’tan yayınlandı.

Bediüzzaman Said Nursi Birecik’te Anıldı

Bediüzzaman Said Nursi, Şanlıurfa’nın Birecik ilçesinde ‘Bediüzzaman Vakfı Birecik Temsilciliği‘ tarafından organize edilen programda, halkın büyük katılımıyla anıldı.

Birecik Belediyesi M. Emin Akan Kültür Salonu’nda organize edilen programda, Yeni Asya Gazetesi yazarlarından Edebiyatçı Yazar İslam Yaşar, Birecik Müftüsü Mekki Solmaz, Bediüzzaman Vakfı İlçe Başkanı Mehmet Gökdoğan ve vatandaşlar katıldı.

Bediüzzaman Vakfı İlçe Başkanı Mehmet Gökdoğan, programın açılış konuşmasında, “Bu güzel organizasyonun gerçekleşmesinde bizlere yardımcı olan Birecik Belediye Başkanı Avukat Faruk Pınarbaşı ve esnaflardan Tevfik Fincan’a teşekkür ediyorum. Ayrıca, programın hazırlanmasında da emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.” dedi.

Edebiyatçı Yazar İslam Yaşar ise “Said Nursi, bize, Kur’an ayetlerinden ve Peygamberimizin (sas) hadislerinden bizler için bir kafes ördü, cehennem ateşi ile bizim aramıza koydu ve bizim cehennem ateşinde yanmamıza fırsat vermedi.“ şeklinde konuştu. Yaşar, Said Nursi’nin doğumundan vefat etmesine kadar hayatından kesitler sunarak, Said Nursi’nin insanlık adına ne kadar yararlı şeyler yaptığına vurgu yaptı.

Yaşar, Bediüzzaman Said Nursi’nin vefat etmeden önce Ayasofya’nın ibadete açılmasını çok istediğini, ancak bu hayalini gerçekleştirmeden vefat ettiğini söyledi. Yaşar, Bediüzzaman vefat etmeden önce Şanlıurfa vatandaşının Said Nursi’yi bağırlarına bastıklarını ve Said Nursi’yi çok sevdiklerini sözlerine ekledi.

CİHAN