Etiket arşivi: yusuf kaplan

Peygambersiz din, “biter”!

İranlı yönetmen Mecid Mecîdî’nin filmi, estetik açıdan ne kadar güçlü, içerik açısındansa ne kadar etkileyici olursa olsun, akîdevî, kültürel ve siyasî sonuçları bakımından çok tehlikeli büyük bir oluşumun kilometre taşlarından biridir.

Öncelikli olarak, Hz. Peygamber’in bir trilojiden oluşan bu filmden itibaren yavaş yavaş bir oyuncu tarafından canlandırılması akîdevî açıdan Hz. Peygamber’in konumunu sarsmayı, zamanla Hz. Peygamberi devre dışı bırakmayı hedefleyen hem İslâm’ı protestanlaştırma hem de Ehl-i Sünnet omurgayı çökertme projesinin bir parçasıdır.

Filmin zamanlaması bu açıdan çok dikkat çekicidir.

Aklımızı başımıza devşirmezsek, çok büyük bir felâketin önünü kendi ellerimizle açmış olacağımızı göremiyoruz bile!

İşte bu ürpertici!

ÜÇ TEHLİKELİ ORYANTALİST PROJE

Oryantalistlerin İslâm dünyasında uygulanmak üzere son iki yüzyılda geliştirdikleri üç tehlikeli proje var:

1-Osmanlı’yı unutturmak.

2-İslâm düşüncesinin Gazâli’yle bittiği masalını yaymak.

3-Hz. Peygamber’in (sav) konumunu sarsmak.

Bu üçünün de buluştuğu çok önemli bir nokta var: Üçü de kurucu.

Gazâlî, yaklaşmakta olan birinci medeniyet krizini göğüsleyecek ve püskürtecek Ehl-i Sünnet omurgayı muhkemleştirecek üç büyük sütun dikti: Akîdevî, fikrî ve siyasî üç muhkem sütun.

Gazâlî’nin diktiği bu üç sütun, Selçuklu ve Eyyûbîlerin çabalarıyla Ehl-i Sünnet omurganın mayasını kardı; Osmanlı’nın çabalarıyla Ehl-i Sünnet omurgayı muhkemleştirecek muazzam bir ruha dönüştürüldü.

Bin yıl İslâm dünyası bu nedenle bütün saldırıları püskürttü; İslâm dünyasını sarsılmaz bir şekilde bin yıl diri tuttu, ayakta tuttu.

Oryantalistler, bu projenin ilk ikisini başardılar. Osmanlı’yı unutturdular; Gazâlî gibi kurucu bir öncü’ye, çok büyük bir darbe vurdular.

HZ. PEYGAMBER’İN KONUMUNU SARSMAK İSTİYORLAR!

Son çeyrek asırdır, üçüncü projeyi hayata geçirmeye çalışıyorlar adım adım.

Batılılar, Hz. Peygamber’i (sav) devre dışı bırakmayı başardıklarında dinin kısa devre yapacağını kendi protestanIık tarihlerinden çok iyi biliyorlar.

O yüzden Hz. Peygamber’in konumunu sarsmaya, bunun için de akîdeyi, mezhepleri ve hadisleri tartışmaya açmaya çalışıyorlar. Ama Müslümanlar burada zokayı yutmaya çoktan teşne durumdalar, ne yazık ki.

Sonra, sıra Kur’ân’a gelecek. Bu nedenle, peygamberimize saldırıyorlar.

İslâm’ın tarihte karşılaştığı en büyük saldırı bu! O yüzden Mecîdî’nin filmi gibi tehlikeli projelere karşı müteyakkız olmak zorundayız.

VAHY’İN EFENDİMİZ’DE HAYAT BULMASI, HAYAT OLMASI VE HAYAT SUNMASI

Peygamberimiz, İslâm’ı, Kur’ân’ın bütün insanlığa, bütün âlemlere, hayatın her alanına hitabeden (ama) bütünlüklü söylemini, bizzat hayata aktaran, nasıl aktarılabileceği konusunda fiilen örneklik eden, kılavuzluk yapan bir insan ve bir peygamber.

Peygamberimiz’in, peygamber olduktan sonraki “kişisel tarihi”, İslâm’ın anlam ve sembol haritalarının, kök-paradigmalarının, anlamlandırma pratiklerinin değişik zamanlarda ve mekanlarda nasıl anlaşılıp, idrak edilip hayata aktarılabileceğini “gösteren” bir “zaman dilimi” olduğu için, İslâm’ın “özü, özeti”dir.

İşte bu nokta, İslâm’ı, içi/özü boşaltılmış, başkalaştırılmış, aslî dinamikleri aşındırılmış diğer muharref dinlerden, dünya görüşlerinden ayıran; şartlar ne olursa olsun, tarihin farklı dilimlerinde yaşayan bütün Müslümanlar’a dinamizm kazandıran, dinamizmlerini sürgit canlı kılan İslâm’ın en özgün, nev-i şahsına münhasır en hayatî noktalarındaan biridir.

Tam bu noktada, Müslümanlara düşen şey, insan ve elçi olarak Peygamberimiz’le, Peygamberimiz’in “kişisel tarihi”yle özetlenen, örneklenen, İslâm’ın özüne, değişik zamanlarda ve mekanlarda bihakkın nüfûz ederek yeniden-hayata geçirmek ve yepyeni şekillerde hayatiyet kazandırmaktır.

İslâm, aynı anda hem beşerî hem ilahî olanı; hem fizikseli, hem fizikötesini; hem burayı ve şimdiyi, hem de ”öte”yi aynı anda mezceden, kucaklayan, ihata eden bir din, bir tasavvur, bir hayat anlayışıdır.

Bu hayat tasavvuru, en mükemmel şekilde Peygamberimiz tarafından hayata aklarılmıştır.

Bu durum, bütün zamanlarda ve mekanlarda İslâm’ın insana, hayata, kâinâta ve bunlar arasındaki ilişkilere ilişkin olarak her zaman yepyeni şeyler söyleyebilecek bir dinamizme, bir duyarlığa sahip olduğunu ortaya koyması bakımından çok önemli.

Bu nedenledir ki, bu, İslam’ın, bir din, bir tasavvur, bir hayat anlayışı olarak, insanı da, hayatı da, toplumu da, kâinâtı da parçalamasını, parçalı olarak algılamasını, dolayısıyla bir Müslümanın hangi şartlar altında ve hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın, ontolojik bir güvensizlik duygusu yaşamasını önler.

Böylelikle, bura ile öte, fizik ile fizikötesi, “din” ile dünya arasında münbit, imajinatif bir irtibat kurulduğu için, Müslüman, bir yandan kendisini, eşyayı, dünyayı tanrılaştırmaya, putlaştırmaya aslâ kalkışamaz; öte yandan da bir Müslümanın tabiatı, diğer insanları, diğer âlemleri ve kültürleri kontrol etmeye, kendi süflî çıkarları için kullanmaya veya tahrip etmeye ya da yok etmeye kalkışması imkânsızlaşır.

DİNE, ZAMANLAR VE MEKÂNLAR ÜSTÜ ÖZELLİĞİNİ PEYGAMBER KAZANDIRIR

Bu teorik arkaplanın pratiğe nasıl aktarılabileceği konusunda ise Peygamberimiz’in “kişisel tarihi” bize örneklik teşkil eder.

Peygamberimiz’in “kişisel tarihi”, İslâm’ın salt zamanlar ve mekanlar üstü bir veçheye değil, aynı zamanda zamansal ve mekansal bir veçheye sahip olduğunu da gösterir: Kur’ân’ın aynı zamanda, peyderpey, 23 yıllık bir zamana yayılarak vahyedilmesi, bu açıdan çok önemlidir.

İşte bu, İslâm’ın fiilî durumlara uygulanması gereken bir mesajı ve niteliği olduğunu ortaya kayar. Bu süreçte Peygamberimiz, sadece Kur’ân’ı aktarmakla kalmaz; aynı zamanda gerek yaşadığı coğrafyada, gerekse komşu coğrafyalarda hâkim olan kültürlerle de ilişkiye geçerek İslâm’ın mesajını hayata geçirir.

Bizzat Peygamberimiz’in “kişisel tarihi”, İslâm’ın bu kişisel tarih’le özetlenmesi, örneklenmesi, İslâm’ın aynı zamanda güçlü bir tarih ve zaman nosyonuna, diyalojik bir niteliğe sahip olduğunu gözler önüne serer.

İşte Peygamberimiz’in kendi kişisel tarihi boyunca, değişenle değişmeyen, görünür olanla görünür olmayan, ilahî olanla beşerî olan arasında kurduğu bu özgün ilişki ve iletişim biçimi, biz Müslümanların değişen zaman ve mekânlarda İslâm’ı nasıl idrak edip hayata geçirebileceğimiz konusunda önemli ipuçları sunar, rehberlik eder bize.

Bu durum, aynı zamanda, İslâm’ın, kendine özgü bir dinamizme sahip olduğunu, bu dinamizmin her hâl ve şartta yeniden harekete geçirilebileceğini kendiliğinden ortaya koyar. Yeter ki biz, sahip olduğumuz idraki müdrik olalım.

O yüzden, şunu söylüyorum: Peygambersiz, din anlaşılmaz. İyice anlaşılmaz hâle gelir.

Peygamberi devre dışı bırakan bir dinin kısa devre yapması ve hayattan çekilmesi mukadderdir. Tarihe bakın göreceksiniz bu gerçeği.

O yüzden Hz Peygamber’e saldırı konusunda çok müteyakkız olmak zorunda olduğumuz tehlikeli bir zaman diliminin eşiğinden geçiyoruz.

Yusuf Kaplan – Yeni Şafak

Bu toprakları bize ve İslâm’a mezar yapmak istiyorlar ama başaramayacaklar!

15 Temmuz saldırısının artçı saldırıları sürüyor: Elazığ ve Van’dan sonra Gaziantep de ateşe verildi! Fay hatlarımızı patlatmak ve Türkiye’yi önce iç savaşın eşiğine sürüklemek, ardından da işgale hazır hâle getirmek istiyorlar!

Emperyalistler, bin yıl şehid kanıyla yoğrulan, buradan üç kıtaya adalet, kardeşlik ve sulh armağan eden aşılamamış bir medeniyet modeli sunan bu toprakları bize ve İslâm’a mezar yapmak istiyorlar!

Emperyalistlerin asıl hedefleri bu.

Geçenlerde vefat eden büyük tarihçimiz Halil İnalcık, bu yakıcı ve ürpertici gerçeği, özlü bir şekilde şöyle dile getirmişti: “Batı, İstanbul’un fethini ve Ayasofya’yı hiçbir zaman unutmadı!”

Emperyalistler, içimizdeki uşaklarını kullanarak bizi tam kalbimizden, yani kardeşliğimizden vurmaya, bu toprakları bize ve varlık nedenimiz olan İslâm’a mezar yapma hedefini adım adım gerçekleştirmeye çalışıyorlar!

Bu üç şehrimizin ortak özelliği mezhebî ve etnik farklılıklara rağmen üçünün de barış adası, kardeşlik adası ve huzur adası olması.

FARKLILIKLARIMIZI BİR KENARA BIRAKMAK VE KENETLENMEK ZORUNDAYIZ!

Biliyorsunuz, benim, laikliğe karşı, Kemalizme karşı rezervlerim, önemli felsefî eleştirilerim var. Yine 15 Temmuz saldırısından sonra televizyonların sanki ağız birliği, söz birliği etmişçesine, 15 Temmuz ruhunu ve bu ruh doğrultusunda Türkiye’yi nasıl inşa edebiliriz meselesini konuşmak yerine, 15 Temmuz gecesi tanklara göğsünü siper eden cemaatleri açıkça hedef göstermelerinden ötürü sert ve ses getiren eleştirilerim oldu.

Bu ülkenin hâs çocuğu olarak gerek laikliğe ve Kemalizme, gerekse cemaatlerin hedef gösterilmesine yönelik eleştirilerimi şimdilik erteliyorum ve şunu söylüyorum:

Türkiye’ye karşı büyük bir saldırı var! Türkiye’nin birliğini, dirliğini, kardeşliğini ve bütünlüğünü yok ederek bize ve bizim bu topraklardaki varlık nedenimizi oluşturan İslâmî iddialarımızı yok etmeye yönelik çok büyük bir saldırı bu!

Böylesine büyük bir saldırının olduğu bir zaman diliminde bütün ideolojik farklılıklarımızı, mezhebî ve etnik farklılıklarımızı bir tarafa bırakmak ve ülkeye yapılan bu çok yönlü saldırıyı hep birlikte püskürtmek zorundayız!

Şunu aslâ unutmamamız gerekiyor: Batılı emperyalistler, artık bizzat kendileri saldırmıyorlar bir yere. Önce taşeronlarını, maşalarını kullanıyorlar; sonrasında da gerektiğinde de bizzat işgal ediyorlar!

FETÖ, PKK-PYD, DAEŞ gibi örgütler, aynı merkezden yönlendiriliyor, aynı merkezden emir alıyorlar! 7 Haziran seçimlerinden 15 Temmuz saldırısına kadar yaşadıklarımızla bu gerçek ispatlandı!

BATILILARIN ÜÇ HEDEFİ

Buradan geleceğim nokta hayatî…

Batılıların üç hedefi var:

1-Terör örgütlerini kullanarak Türkiye’yi iç savaşın eşiğine sürüklemek…

2-Ardından Türkiye’yi NATO, OECD gibi Batılı kurumlardan ihraç etmek…

3-Son olarak da kaosa sürüklenen, Batılı kurumlardan çıkartılanTürkiye’yi türlü çeşitli bahanelerle işgal etmek!

Türkiye 15 Temmuz saldırısına maruz kaldı! Hiç bir Batı ülkesi, Türkiye’nin yanında olduğunu açıklamadı. Hatta NATO’nun patronu ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry, “Türkiye’nin NATO’dan çıkarılabileceği” anlamına gelen sözler sarfetti. Sonradan bu açıklamalarından “çarkettiğini” dillendiren sözler söylese de, ok yaydan çıkmıştı bir kere!

Bakın, burada atladığımız ama aslâ atlayamayacağımız çok önemli bir nokta var: NATO, NATO üyesi bir ülkeye saldırı olduğunda, öncelikle bu saldırıya karşı olmak ve böyle saldırıyı önlemekle mükelleftir. Ama böyle bir açıklamanın yapılmış olması, henüz göremediğimiz yakın geleceğe ilişkin Batılıların Türkiye’yle ilgili tezgâhlarının habercisidir.

Nedir bu?

Şudur: Batılılar, taşeron örgütleri kullanarak Türkiye’yi kaosa, iç savaşa sürüklemek, ardından , Türkiye’yi Batı’ya karşı sert söylemler geliştirmeye kışkırtmak, böylelikle Türkiye’yi Batılı kurumlardan çıkarmak ve işgal etmek için bahane oluşturmak istiyorlar!

BÜYÜK TUZAĞA DİKKAT!

Bu, bir tuzaktır. Hem de büyük bir tuzak. Bizim şu ana kadar içine sürüklendiğimiz, yarın ortam iyice gerginleştikçe daha da fazla sürükleneceğimiz hâlet-i ruhiyeyle kolayca düşürüleceğimiz çok büyük bir tuzak!

Bu toplum, bin yıldır dünya tarihini yaptı üç kıtada. Sömürgeleştirilemedi; kimseyi de sömürgeleştirmedi. En zor zamanlarda, toparlandı ve bu zorlukların üstesinden gelmesini çok iyi bildi.

Şimdi tam da böylesi zor bir dönemecin eşiğine sürükleniyoruz: 15 Temmuz saldırısını püskürttük. Batılılar çıldırdılar. O yüzden iç savaş çıkartacak taşeronlarını devreye soktular.

Türkiye’nin projesi, İslâm dünyasını toplayacak İslâm birliği projesi olmak zorundadır. Bu ancak güçlü, köklü maddî ve manevî temellere, imkânlara sahip olduğumuz zaman hayata geçirebileceğimiz Medeniyet atılımıyla gerçeğe dönüşebilir.

Fakat iki asırdır, özellikle de son bir asırdır; İslâm dünyası köle; Batılıların kölesi, işgali altında.

Şu aşamada yapabileceğimiz şey, düşmanlarımızın düşmanlıklarını üzerimize yöneltemeyecekleri çapta zekice ve onları ters köşe yapacak derinlikli stratejiler geliştirmek.

Bunun için de, dalgayı kırıncaya kadar, Batılı kurumlardan çıkmamak! Lanet olsun NATO’suna da, AB’sine de, OECD’sine de! Ama şunu aslâ gözardı edemeyiz: Türkiye’yi Batı kurumlarından çıkarıp, bahane üreterek vuracak hatta işgal edecekler!

Yukarıda da söylediğim gibi, bu bir tuzaktır. Birinci Dünya Savaşı’na da bu tür tuzaklarla itildik ve koskoca altı asırlık çınarı devirdiler; 8-10 yıl içinde tarihten sildiler.

KURTLAR SOFRASI KURULDU, BASİRETİMİZİ KUŞANMA VAKTİ!

Yüzyıl sonra da aynı senaryo sahneleniyor: Kurtlar sofrası kuruldu: Türkiye’ye tuzak üstüne tuzak kuruyorlar. Batılı kurumlardan çıkarılmamız en büyük tuzaktır: Şu aşamada Batılılar, NATO üyesi bir Türkiye’yi aslâ açıkça vuramazlar! Ama NATO’dan çıkarılacak bir Türkiye’nin üzerine hep birlikte çullanırlar ve paramparça ederler -Allah muhafaza!

O yüzden basireti ve feraseti elden bırakamayız! Batılılara nefretimizi büyütürken, dalga kırma aşamasından dalga kurma aşamasına geçmemizi sağlayacak kadar Türkiye’yi de büyütmek, maddî ve manevî temellerimizi sarsılmaz bir şekilde güçlendirmek zorundayız.

Eğer basiretsiz ve ferasetsiz hareket edersek, Türkiye’yi iç savaşa sürüklerler. Türkiye’yi Batı kurumlarından çıkaracak tuzaklar kurar, kışkırtmalar yaparlar; eğer biz de bu tuzaklara düşersek Batılıların topyekûn Türkiye’yi vurmalarının zeminini oluşturmuş oluruz.

Özetle: Tuzaklarla, tezgâhlarla sürdürülen adı konulmamış bir savaş var! Zokayı yutmaz, farklılıklarımızı kaşımaz da kenetlenirsek, bu belâları defeder, bölgemizin önünü açacak büyük bir medeniyet yolculuğuna çıkmaya başlarız -inşallah.

Yusuf Kaplan – Yeni Şafak

Said Nursi Çağdaş İslam Düşüncesinde Bir Milad

Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır.
Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.
Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok.
– Bu abartımı?
Şimdi söyleyeceğim:
  • Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.
  • Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.
  • Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.
  • Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey!

Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.

  • Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım.
  • Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.
Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği iman hakikatleri tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum.
Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.
Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı.
Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum.
yusuf kaplanMuhterem Hocam, Bediüzzaman Hazretlerini, Risale-i Nurları ne zaman tanıdınız?
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin eserleri Risale-i Nurlarla ilk gençlik yıllarımda tanıştım. O zaman okuduğumda hiç bir şey anlamadığımı şimdi geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum.
Bediüzzaman’ın hala bu şekilde anlaşıldığını düşünüyorum. Anlaşılmakta zorlanıldığını düşünüyorum. Bediüzzaman ‘mana-yı ismi, mana-yı harfi’ diyor ya… düz bir algılama, okuma biçimi var. Bu algılama biçiminin ötesine geçemediğimi fark ettim daha sonra.
İmam Hatip’in ilk yıllarından itibaren, hatta İmam Hatip’ten önce de baya ciddi okuma yapardım. Çağdaş düşünce, çağdaş İslam düşüncesi, sonra edebiyat sanat okumaları…
O dönemde Beziüzzaman Hazretleriyle kurduğumuz ilişki, fikri bir ilişkiye dönüşmedi. Bunun nedenleri ne olabilir diye düşünüyorum; Bediüzzman’ın avami okunmuş, algılanmış olması. İslami kesimlerin de Risale-i Nurlara mesafeli davranması…
Fakat bu, benim Risale-i Nurlarla ilişkimi etkilemedi.Ama Risale-i Nurların fikri boyutunu kavramamı engelledi. Tabi o dönemde Risalelerin çapını anlamak da zordu açıkçası; onu da söyleyeyim. 20 yıl sonra 2000’li yılların başında Risale-i Nurları yeniden okumaya başladığım zaman başka bir şey çıktı karşıma.
Kişinin, insanın kendisini yetiştirebilmesi için önünü açacak, kendisine öncülük yapacak insanlara ihtiyacı var;bu bir arayış. İslam’la ilişkisi sıfırlanmış bir toplum var. 60’ların ortaları ve 70’lerden itibaren İslami eserlerin çeviri hareketleriyle İslami entelektüel yapı oluşmaya başladı. 80’lerden sonra artık cemaatler arasındaki ilişkiler biraz daha birbirinden beslenen ilişkilere dönüştü.
Belki benim Bediüzzaman’ı, Risale-i Nurları yeniden okumamda bunun kısmi bir etkisi oldu.
Biz bu dünyaya ne söyleyeceğiz?
Bizim bu dünyaya söyleyeceklerimizin olması lazım. Bu dünyaya söyleyecek bir sözümüz yoksa bu dünyada yaşamamızın da bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bizim kendi kaynaklarımızdan yola çıkarak hem dünyanın karşı karşıya kaldığı temel varoluşsal sorunları hem de İslam dünyasının yaşadığı medeniyet krizinden sonraki temel sorunları anlamamızı ve aşmamızı sağlayabilecek ne söyleyebiliriz, nasıl bir yolculuk yapabiliriz: Fikri bir yolculuk. Bu sorunların izini sürünce, ister istemez Bediüzzaman çıktı karşıma.
Bediüzzaman’la alakalı ilk yazdığım yazıda söylemiştim. 2006 olması lazım. “Anahtar Bediüzzaman’dadır”.
O yazı Türkiye’deki entelektüel çevrelere Bediüzzaman’ın ulaştırılması açısından önemli bir yazı. Bediüzzaman’ın hem İslami çevrelere hem de İslami olmayan çevrelere ulaştırılması, iletilmesi açısından baya işe yaradı. Arkasından o süreçte Bediüzzaman ve eserlerine dair ard arda 8-10 yazı yazdığımı hatırlıyorum.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin gerek yaşadığı dönemdeki, gerekse kendinden önce yaşamış olan alimlerden farklı yönleri nelerdir?
Çağdaş Müslüman düşünürlerden bütün İslam dünyasına etkileri olan iki şahsiyet var. Biri İkbal, birisi Bediüzzaman. İkbal İngilizce yazdığı için yaygın. Bediüzzaman Hazretleri 10-15 senedir biraz daha Türkiye’nin dışında ilgi görmeye başladı.
Ama bence henüz düşünce dünyasının ufuklarına taşınmadı. Bu bizim için en büyük sorumluluklardan bir tanesi.
Bediüzzaman’ın, bizim Müslümanca bir zihne kavuşabilmemiz fikrini hallettiğini görüyoruz. Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.
Bediüzzaman’ın çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır. Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.
Neden anahtarın Bediüzzaman’da olduğunu gösteren en önemli şey bu?
Her insan çağının çocuğudur.Bize bir şey söyleyecek olan düşünür çağının ağlarını, bağlarını, kavramlarını, aşabilen ve çağ açabilen düşünürdür. Çağının ötesine taşabilecek yolculuk yapabilen bir düşünürdür.
Bediüzzaman, hem insanlığın sorunlarına ilişkin hem de Müslümanlığın insanlığa ne verebileceği meselesine ilişkin ortaya esaslı bir külliyat, fikriyat koyan kişidir.
Bediüzzaman’ı çağının çocuğu yapan, çağının düşünürü yapan, klasik dönemdeki Müslüman mütefekkirlerden ayırt eden, dolayısıyla bize hitap etmesini sağlayan şey; çağının temel varoluşsal sorunlarını, entelektüel sorunlarını, felsefi sorunlarını, ahlaki sorunlarını kavramış birisi olmasıdır.
Bu yüzden deizmin bütün insanlığı bir felakete sürükleyeceğini görüyor. Bu çok önemli!
Bediüzzman’ın bize, çağımıza, dünyamıza -sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa- ne söylenebileceğini göstermesi açısından burası önemli.
Bediüzzaman’ın çağdaşı olan diğer Müslüman düşünürlerden ayrılan en önemli yanı, bizim klasik İslam düşünce geleneğinin son halkası olmasıdır. Biz şu an aslında bu gelenekle irtibatı koparmış durumdayız. İslam’ın ilim, irfan, hikmet geleneğiyle irtibatını koparmış durumdayız.
İlim, irfan, hikmet diyoruz ama bu kavramların içini de boşaltmış durumdayız. O yüzden bizim İslam düşünce geleneğiyle ilişkimiz sakatlanmış durumda. Biz,İslam düşüncesini bilmiyoruz. Sıkıntı orada.
Çağın bizim için ağ olduğunun, ağa dönüştüğünün farkında değiliz.“Çağ Körleşmesi”, “Semantik İntihar” diyorum, bundan kast ettiğim şey şu;
Çağ körleşmesinin bize sunduğu çıkmaz sokaklardan;
Birincisi; bütün insanlığın Batıya mahkumiyetidir.
İkincisi; bütün insanlığın kendinden mahrumiyetidir.
Yani bütün insanlık batılı, seküler, kapitalist bir düşünceye, var olma biçimine hapsolmuş durumda şu anda. Ekonomik, kültürel, entelektüel sınırlar ortadan kalktı. Küresel ölçekte hareket ediyoruz artık. Dünya küçüldü.Ama ölçeğin büyümesi ufkun genişlemesini doğurmadı. Tam tersine ölçek büyüdü, ufuk daraldı.
İnsanlar atomlara haps oldu. İnsanlar kendi dünyalarına, kendi fetişlerine, kendi hız ve haz ayartılarına haps oldu. Bütün dünyada yayılan kültür bu! Özellikle Amerikan kültürü üzerinden yayılan kültür, popüler, burger kültür bu. Yani bir anileşme bir tektipleşme öğretti. Bütün dünyanın Amerikanlaşması diyebiliriz buna. Bütün dünyanın sığlaşması!
Bediüzzaman Hazretlerini farklı kılan en önemli etken ise ümmileşmiş olması.
Batı uygarlığının insanlığı getirdiği noktayı, çağ körleşmesini aşabilmemiz için bizim ümmileşmemiz lazım. Ümmileşmekten kast ettiğim şey ise, bu çağ körleşmesinin bizi ağlarına haps eden prangalarını fark etmek. O prangalardan kurtulmak, hakikate -neyse o olarak- nüfuz edebilmek.
Şu an insanlık böylesi bir şeyden yoksun ama biz bütün insanlığa, “hakikate nüfuz edebilecek bir yolculuk” armağan edebilecek kanatlara sahibiz. Ben o yüzden şunu söylüyorum: “Bugün dünyaya söylenebilecek tek bir söz var. İnsanlığın ihtiyacını hissettiği tek bir söz var. O sözü söyleyecek olan biziz. Ama biz yokuz!” Avamın, havasın ve havassu’l-havassın ümmileşmesi.
O yüzden burada Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin inanılmaz bir şekilde önümüzü açabileceğini bilmemiz lazım.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, çok zorlu bir dönemde fakat çağa damgasını vuran bir eser ortaya koydu. Risale-i Nurları telif etti. Risale-i Nurların İslam düşünce tarihindeki yeri nedir?
Çağımızda sadece Bediüzzaman Hazretleri’nin geliştirdiği iki dil var.
Birincisi şu: Bediüzzaman Hazretleri bütün İslam düşünce geleneğini deşifre etmiş birisidir. Şifresini çözmüş birisidir. Bunu çağdaşı düşünürlerde başarmıştır belli ölçüde.
Kimi kastediyorum? Mustafa Sabri Efendi’yi kastediyorum.
Kimi kastediyorum? Elmalılı Hamdi’yi kastediyorum. Mehmet Akif’i, Filibeli Ahmet Hilmi’yi, İzmirli İsmail Hakkı’yı, Ahmet Cevdet Paşa’yı, Said Halim Paşa’yı kastediyorum.
Ama ikincisini hiçbiri yapamamıştır, sadece Bediüzzaman yapmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin kurduğu ikinci dil; bütün bir İslam medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslam düşüncesi geleneğini harekete geçirerek yeniden-kurulmuş, yeniden inşa edilmiş bir dildir.
Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslami bir düşünce inşası ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilmesi çabasıdır bu.
Kur’an’dan aldığı ilhamı, Kur’an’dan devşirdiği ruhu üflemiş ve yeni bir dil kurmuştur.
Yani Bediüzzaman Hazretleri’nin dilinin, Risale-i Nur külliyatının dilinin, Kur’an’ın dili olması meselesi biraz böyle bir şeydir. Eğer Bediüzzaman Hazretleri İslam düşünce geleneğini bilmemiş olsaydı, Kur’an’la doğrudan irtibat kuramazdı. Bu çok önemli bir şey! İslam düşünce geleneğini bilmeden doğrudan Kur’an’la irtibat kurmaya çalışanların hallerini görüyoruz. Ortaya çıkan vaziyeti görüyoruz. Yaşar Nuri Luther’ler ortaya çıkıyor.
Bediüzzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslami ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefi sorunlarına derinlemesine ve vukufiyetle vakıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır.
Ve her bakımdan anahtar ondadır. O yüzden, İslam’ın kapısını, İslam düşüncesinin kapısını, İslam medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, yeni İslami bir dil -esaslı bir duyuş, duruş, düşünüş, söyleyiş, yaşayış, kısacası varoluş biçimi- geliştirebilme çabasının kapısını Bedizüzzaman anahtarıyla açabiliriz ancak. Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız.
Bir dil, Bediüzzaman’ın iki dil’i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakiki bir dildir. Ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak.
Bizim Bediüzzaman’ı avami bir şekilde anlama çabasını artık bir tarafa bırakmamız lazım. Bediüzzaman, eserlerini sadece avam için yazmış değildir. Bediüzzaman heves için yazmadığı gibi, havas için yazmıştır. (Biraz esprili olsun diye böyle söyledim.) Risale-i Nur külliyatının havas ve havassu’l-havas düzeyinde de anlaşılması lazım. Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur Külliyatı’nın dünyanın düşünce ufkuna taşınması böylelikle olabilir. Öbür türlü mümkün olmaz.
Bütün büyük düşünürler, mütefekkirler çağ açan ve çağını aşan bir eser ortaya koymuşlardır. Aslında ilk bakışta çok sade bir metin sunarlar önümüze. Birazcık derinlemesine nüfuz etmesini bilirsek, derinlemesine nüfuz edebilecek duruma, bir düzeye ulaşabilirsek; aslında o sadeliğin arkasında müthiş bir deruniliğin şifrelendiğini görürüz, gizlendiğini görürüz.
Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok. Bu abartımı? Şimdi söyleyeceğim:
Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.
Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.
Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.
Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey! Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu ikinci dil, yeniden İslam düşüncesini şifrelemiş olmasıdır. Yeni bir İslam tefekkür dili kurmuş olmasıdır, bunu şifrelemiş olmasıdır. Bediüzzaman’ın eserlerinde sistematik bir yapı yok. Belki bu yüzden biraz anlaşılamıyor.
Sistematik olmaması Risale-i Nur Külliyatı’nın bir açmazı değil, avantajıdır. Sistematik olmaması bizim için metnin zenginliği anlamına gelir. Sistematik bir metin şu şudur, bu budur diyecektir.
Sistematik olmayan bir metin daha sembolik, daha metaforik, daha deruni, şifreli bir dil kullanacaktır. Büyük kriz zamanlarında sistematik düşünürler bizi yanlış yerlere sürükler. Büyük varoluşsal kriz zamanlarında bize ihtiyaç olan düşünürler sistematik olmayan düşünürlerdir.
Bu metinle bugünden geçmişe, bugünden geleceğe doğru yolculuk yapabiliriz. Bunu Mesnevi-i Nuriye’nin bütününde görüyoruz. Aslında Bediüzzaman da bunu yaptığının farkında.
Peki, sizce İslam medeniyetinin yeniden ihyasında Risale-i Nur nasıl bir rol üstlenir?
Bediüzzaman Said Nursi’nin hem İslam düşünce geleneği içindeki yeri hem de insanlık düşünce geleneği içindeki yeri, üçüncü olarak da içinde yaşadığımız çağın düşünsel birikimi içindeki yeri anlaşıldığı ve keşfedildiği zaman nasıl kilit bir rol oynayacağını görebiliriz.
Müslümanlar, yaklaşık iki asırdan bu yana tarihlerinde tanık oldukları ikinci büyük medeniyet buhranı ile karşı karşıyalar.
Birinci medeniyet buhranı, 12. ve 13. yüzyıllarda İslam medeniyetinin Doğu havzasında Bağdat’ın Haçlı saldırıları ve Moğol istilasıyla birlikte düşmesiyle; Batı havzasında yine aynı zaman dilimi içinde Endülüs ve Mağrip’te önce büyük iç siyasi kargaşaların patlak vermesiyle, ardından Kurtuba’nın düşmesiyle birlikte yaşanmıştı.
Birinci medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı. Bu buhran, Osmanlı’nın bütün İslam dünyasını itikadi, içtimai ve siyasi olarak aynı anda birleştiren bir meydan okuma geliştirmesiyle birlikte aşıldı.
Birinci medeniyet buhranının yaşandığı zaman aralığı, İslam düşüncesinin Gazali ve Razi geleneğinde oluşumunu tamamladığı, kıvamını bulduğu ve dolayısıyla antik Yunan düşüncesi ve diğer medeniyetlerin düşünce geleneklerinden tam anlamıyla bağımsızlaşarak özgünlüğünü kazandığı bir zaman aralığıydı.
Medeniyet buhranının yaşandığı bu zaman aralığının Mağripte olmasına rağmen Gazali-Razi geleneğinde yetiştirdiği ve yaşanan medeniyet buhranını tasvir, tarif ve tahlil eden en büyük düşünür tarih felsefecisi İbn Haldun’du. İbn Haldun, geliştirdiği “asabiye” teorisi ve “umran ilmi” metodolojisiyle yaşanan medeniyet buhranının nasıl aşılabileceğinin ilkelerini sunmuştu.
Yaşanan medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı ve İbn Haldun da meseleyi asabiye teorisiyle tam da yaşanan buhranın kendisini tezahür ettirdiği sorun alanları üzerinden kurmuştu. İbn Haldun’un çıkış yolu önerisi, Mağrip’te ya da Maşrık’ta değil, Osmanlı’da karşılığını bulmuştu.
Osmanlı, itikadi, içtimai ve siyasi toparlanma, yekvücut olma ve bütünleşme projesiyle bugünkü İslam dünyasının “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” omurgasını çatmış ve böylelikle, bu üç dinamiğe dayanan bu omurga üzerinden geliştirdiği meydan okumayla İslam medeniyetinin yaşadığı birinci büyük buhranı aşan bir medeniyet hamlesi ve atılımı üretmişti.
Son iki-üç asırdan bu yana yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı ise, nedenleri bakımından siyasi bir buhran değil, İslam’la ve hakim seküler paradigma ile aynı zamanda yaşanan epistemolojik ve ontolojik kopuş biçiminde ortaya çıkan daha derin bir medeniyet buhranı.
İslam tarihinde yaşadığımız ilk sarsıcı fetret dönemi. Hem İslam’la, hem de hakim seküler paradigmayla çift yönlü bir temassızlık yaşadığımız, İslam’la ve hakim paradigmayla kurduğumuz ilişkinin simülatif -sığ, sathi ve sahte- bir ilişki olarak tezahür ettiği bir fetret dönemidir bu ikinci büyük medeniyet buhranının bizi getirip bıraktığı nokta.
Dolayısıyla siyasi çöküş, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranının nedeni değil, epistemolojik ve ontolojik kopuşun kaçınılmaz bir sonucudur.
Şu an ihtiyacını hissettiğimiz düşünür profili, bize siyasi bir “çıkış yolu” sunacak bir düşünür profili değil; epistemolojik ve ontolojik kopuşu tasvir, tarif ve tahlil ederek bu kopuşun nasıl aşılabileceğini gösterebilecek çok yönlü bir düşünür profilidir.
İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu düşünür profilinin en önemli, en velut ve düşüncesinin çapı ve derinliği hala yeterince keşfedilemeyen ve önümüzdeki bir veya iki kuşak sürecinde çarpıcı şekillerde ancak keşfedilebilecek olan yegane temsilcisidir.
Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği “iman hakikatleri” tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum. Benim bu fikri geliştiriş noktam da burası zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin bizatihi kendisi.
İkinci büyük medeniyet krizi sürecinde ilim, irfan, hikmet yani alim, arif ve hakim süreçlerinde ve sütunlarındaki rol, bugün çağımızda en muhkem şekilde, en sofistike şekilde Bediüzzaman tarafından oynanıyor. Yani Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.
Asıl mesele bu. Mesnevi-i Nuriye kilit rol oynuyor burada. Enteresan bir kitap Mesnevi-i Nuriye. Mesnevi-i Nuriye milad bence. Risale-i Nur Külliyatı’nın miladı. Kendisinden önceki dönemi de temsil ediyor kendisinden sonraki döneme de hazırlıyor. Bu benim yorumum. Hem alim hem arif, hem hakim Bediüzzaman’ın özelliklerinde bir eser gibi. Ben Mesnevi-i Nuriye de öyle bir şey görüyorum açıkçası.
Medresetü’z-Zehra projesi çerçevesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin “Vicdanin ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” sözlerini size göre nasıl anlamalıyız?
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bilim felsefesini en güzel şekilde yapmış bir alim. Batıdaki bilimin nasıl ilahi boyutlardan arındırılmış, ilahi ilkelerden arındırılmış, seküler bir bilim olduğunu acayip bir şekilde tartışıyor zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım. Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.
Risale-i Nur Külliyatı’nı bir bütün olarak anladığımız zaman Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’dan İslami ilimlerle Batı biliminin birleşmesini kastetmediğini anlayabiliriz. Bu uyduruk bir şeydir.
Burada bence asıl kastedilen; bir medeniyet fikrinin geliştirildiğini, İslam medeniyetinin neşv ü nema ettirecek bir ilim geleneği kurduğumuzu düşünün; bu geleneğin içinde Tarih de var, Fizik de var, Matematik de var, Metafizik de var, Kur’an’dan Hadis’ten beslenen ilimler de var.
Biz, ilim geleneğimizle irtibat kuramadık daha. Asıl mesele bu.
Bediüzzaman Hazretleri’nin öyle bir sıkıntısı yok. Bediüzzaman Hazretleri’nin böyle bir sıkıntısı varmış gibi algılıyoruz aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin kastettiği şey; pergelin ayağını vahye sabitleyerek pergelin diğer ayağı ile bütün ilim geleneklerine, medeniyet tecrübelerine açılmak. Batı bilimini olduğu gibi almak değil. Olduğu gibi alıp mezc edemezsin. Bediüzzamanın çatır çatır tartıştığı bilimin felsefi sorunlarını, Batı felsefesine ilişkin kurduğu cümleleri anlamamışsın demektir. Bir şekilde göz ardı ediyoruz demektir. Düz bir İslam ve Batı bilimi sentezi değildir yani. Bediüzzaman Hazretleri’nin dayandığı nebevi zemini iyi görmemiz lazım.
Yapılan yanlışlıklardan biri de şuydu; “Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ı modern bilime doğrulatıyor”. Bediüzzaman Hazretleri pozitivist dolayısıyla… böyle bir algılama biçimi var. Bu çok yanlış. Bediüzzaman Hazretleri kevni ayetleri okuyor. Yaprağın, ağacın, toprağın, insanın, kainatın muazzam işaretler, deliller sunduğunu, esmanın nasıl tecelli ettiğini anlatıyor. Bu kevni ayetler ile pozitif bilim aynı şeyler değil.
Biz bir şekilde pozitif bilimi kevni ayetlerden yararlanarak okuyabiliriz ama bu ayartıcı bir şey. Yapılan hata şu: “Bilim şunu ortaya koymuştur. Kur’anda bunu söylemiştir.” Bilim geçicidir. Hele modern bilim seküler bilimdir. Bunun altını çiziyorum bu çök önemli bir şey. Bugün bilim üniversal bir şey değil. Karl Popper bilimin yanlışlanabilirliğine özellikle dikkat çekiyor. Yani yanlışlanabilen şey bilimdir. Kur’an’ın, vahyin evrensel yapısını seküler bilime, yanlışlanabilir, değişken bir yapıya doğrulatma çabası çok tehlikeli bir noktaya çıkartır bizi. Asıl sıkıntı bu.
Bediüzzaman Hazretleri İslam dünyasında kabul gürmüş bir alim olduğu halde -Türkiye’den çıkan bir alim olmasına rağmen- Türkiye’de yaşayan aydınlar Risale-i Nurları tanımakta ya da kabullenmekte neden bu kadar geç kaldı? Özellikle de akademik camia…
Risale-i Nur ile irtibatı olanların sistem tarafından işkenceye tabi tutulması, yasaklı hale getirilmesi Türk entelijansiyasının biraz ürkmesine yol açtı. Uzak kalmasına yol açtı. Seküler kesimler hiç ilgilenmedi. İslami kesimler de biraz korktu herhalde.
Diğer İslami kesimlerde ve İslami entelektüel camiada Risale-i Nurlara ilgisizliğin sebebi Risale-i Nurların avami bir kitap olduğu zannedilmesi. Bir fikri boyutunun, derinliğinin insanlığa verebileceği, insanın tefekkür yolculuğuna kazandıracağı şeyin görülememiş olması ve ihmal edilmiş olmasıdır.
Bediüzzaman’a konan bu pranga, entelektüel duvarın yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında yazdığım yazıların şöyle bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. En azından Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı. Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede daha çok teorik yazılar yazdığım için bütün çevrelerin okuduğu yazılar çıkıyor.
Peki, özellikle İlahiyat camiasının ilgisizliği hakkında ne söylersiniz?
Risale-i Nurlarla ilgilenmiyorlar, ilgilendikleri zamanda avami bir şekilde ilgileniyorlar. İster ilahiyattan olsun ister ilahiyatın dışından olsun herhangi bir profesör arkadaşın Risale-i Nur’dan anladığı şeyle ortalama birinin Risale-i Nur’dan anladığı şeyin çok da farklı olduğunu görmedim ben. Böyle bir arıza var. Burada ilahiyatların vebali çok büyük. Sadece Risale-i Nur için değil, İslam düşüncesinin, İslam düşünce geleneğinin anlaşılmasında da vebali çok büyük.
Risale-i Nurlar önümüzde ve biz Risale-i Nurlardan İslam düşüncesine yeniden gidebiliriz. Risale-i Nurlar İslam düşünce geleneğinin sorunlarını yeniden görmemizi, çağın sorunlarını görmemizi ve okuyabilmemizi sağlayabilir. Bu anlamda ufkumuzu açabilir.
Biz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz. Her insan, çağının çocuğudur. Bir düşünür de çağının çocuğudur. Bir düşünürün çağının ağlarından kurtulması yeni bir çağ açması ile mümkündür. Bediüzzaman bu açıdan kilit roldedir. Bu açıdan ilgi görmesi gerekir.

Yusuf Kaplan

Mülakat: Muhammed SEMİZ – İrfan Mektebi

Laikliği Kutsamak, Cemaatlere Saldırmak, Toplu İntihara Kalkışmaktır

15 Temmuz gecesi bütün kirli ve iğrenç yüzüyle karşımıza çıkan tehlike, “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesidir.

“PARALEL DEVLET” TEHLİKESİ DEĞİL, “PARALEL DİN” TEHLİKESİ!

Eğer asıl tehlikenin “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesi olduğunu göremezsek, hem bu tehlikeyle başedemeyiz hem de artçı şoklarını yeriz!

İşte İslâmî kesimler de dâhil, bütün toplum kesimleri meselenin püf noktası burası olmasına rağmen bunu göremedi, ne yazık ki!

Göremezdi; çünkü dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hâdiselere geniş bir perspektiften, medeniyet perspektifinden bakacak ve tarih felsefesi yaparak bizi aydınlatacak güçlü fikir adamlarından yoksun bu ülke.

Önce şunu zihninize kazıyacaksınız: Yüzyıllık süreçte, tarihi, İslâm’ın alacağı şekil belirleyecek. Küresel seküler-kapitalist sistem, iki asırda bütün dinleri fosilleştirdi ve dize getirdi; sadece İslâm’ı fosilleştiremedi ve dize getiremedi.

KÜRESEL SİSTEM, NEDEN EHL-İ SÜNNET OMURGA’YI ÇÖKERTİYOR VE ŞİA’NIN ÖNÜNÜ AÇIYOR?

1989 yılında bizzat dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas‘ın ağzından açıkça “küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslâm’dır” denildi ve İslâm, hedef tahtasına yerleştirildi.

Hayatî soru şu burada: Hangi İslâm?

Şiî İslâm değil elbette. Aksine, Şia’nın ve dolayısıyla İran’ın önü son çeyrek asırdan itibaren inanılmaz bir şekilde açılıyor. İran, kültürel / bilkuvve olarak Türk cumhuriyetlerine, siyasî / bilfiil olarak da bütün bir Arabistan Yarımadası’na, özellikle de Türkiye’nin güneyine yerleştiriliyor!

Niçin peki?

Ehl-i Sünnet Omurga’nın yegâne temsilcisi iki ülkenin, Mısır ile Türkiye’nin düşürülmesi için…

Mısır’ı düşürdüler. Ama Türkiye’yi düşüremediler!

TÜRKİYE, CEMAATLERİ / EHL-İ SÜNNETİ DİRİ TUTARSA, TARİHİ YAPAR…

Önümüzdeki süreç çok zorlu olacak: Ya Türkiye toparlanacak ayağa kalkacak; yaklaşık yarım asır içinde hem İslâm dünyasını toparlayacak ve dünya tarihinin yapılmasında yeniden kilit rol oynamaya başlayacak. Bu süreçte sömürgeciler coğrafyamızdan kovulmuş olacak…

Ya da Türkiye, içeriden karıştırılacak, zaafları kaşınacak, iç savaşın eşiğine sürüklenecek ve dolayısıyla parçalanacak ve yok olacak -Allah muhafaza!

İşte bu süreçte Türkiye’nin dimdik ayakta durabilmesi gerekiyor.

Türkiye’nin dimdik ayakta durabilmesinin yolu ne peki? İşte bunun en çarpıcı ipucunu bu millet tankların önüne yatarak gösterdi!

Bu toplumu yok etmeye kalkışan şer güçlerin ve şebek-e-lerinin oyununu bu toplum, toplumun ruhunu oluşturan, akidesini sarsılmaz kılan bin küsur yıllık sarsılmaz imanıyla püskürttü.

BİN YILLIK İSLÂM TARİHİNİ CEMAATLER VE TARİKATLER YAPTI!

Bu toplumun bin yıllık sarsılmaz ruhunun yegâne kaynağı Ehl-i Sünnet akîdesidir. Ve bu Ehl-i Sünnet akîdesini diri, canlı kılanderûnî irfânî kodlarıdır.

Bir taraftan sarsılmaz Ehl-i Sünnet akîdesi, diğer taraftan da bu Ehl-i Sünnet akîdesinin hayat hâline getirilmesini mümkün kılan Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ile yoğurulmuş, ete kemiğe büründürülmüş irfanî / tasavvufî tecrübedir.

Selçuklu’yu kuran, Kur’ân ve Sünnet’e dayanan işte bu tasavvufî ruhtur. Yine Selçuklu’nun mayasını kardığı bu diriltici atılımıOsmanlı’da ruha dönüştüren de bu tasavvufî ruhtur.

Eğer Kur’ân ve Sünnet’ten süt emen bu tasavvufî ruh olmasaydı, Selçuklu’yla başlayan Osmanlı’yla üç kıtaya ulaşan İslâm’ın bayrağı üç kıtada insanların gönüllerini fethedemez, dünyaya diriltici bir ruh üfleyemezdi!

SÖMÜRGECİLERE DİRENİŞİN DE, YENİDEN DİRİLİŞİN DE KAYNAĞI EHL-İ SÜNNET OMURGADIR!

Kur’ân’dan ve Sünnet’ten beslenen bu tasavvufî tecrübe, bizim yalnızcatarihi kuran bir aktör olmamızda değil aynı zamanda İslâm’a yapılan bütün bütün saldırıları püskürtmemizde de kilit roloynamıştı: Şeyh Şâmil’in Kafkasya direnişinden Afrika’nın içlerine kadar gerçekleştirilen bütün sömürgecilere karşı verilen destansı direnişlerde de bu tasavvufî ruh tarihî roller üstlendi.

Eğer biz yeniden toparlanacak ve tarihi yapacak bir rol oynayacaksak bunu ancak Ehl-i Sünnet Omurga’ya dayalı bu irfanî tecrübeyi yeniden hayata ve harekete geçirerek yapabiliriz.

Ehl-i Sünnet’i tartışmaya açan, sayısız sapkın türedi “mezhebin” türemesine yol açacak, peygamberî soluğu yok saymaya kalkışan ruhsuz, modernize, sekülerize, protestanize edilmiş sahte din anlayışlarıyla değil!

O yüzden cemaatlere ve tarikatlere yapılan saldırıya aslâ sessiz kalamayız. O zaman ne tutunacak dalımız kalır ne de ayağımızı sağlam basabileceğimiz yerimiz!

FETÖ, EHL-İ SÜNNET CEMAAT DEĞİL, POSTMODERN BİR KÜLT’TÜR!

Peki, FETÖ, Ehl-i Sünnet bir cemaat değil mi?

Hayır! FETÖ’nün hattı harekâtını belirleyen ilke ve akîde, takiyye. Takiyye, Şiî akîdesidir. FETÖ’nün kendisini Ehl-i Sünnet olarak sunması tam bir karartma operasyonudur!

İkincisi, FETÖ, aslâ Müslüman bir cemaatte olmayacak aşağılık özelliklere sahip: Hiç bir Müslüman cemaat, hedefe varmak için her yol meşrûdur diyemez! Makyavelist bir mantık, bütün Müslümanların, müslüman cemaatlerin savaştığı iğrenç bir mantıktır.

Hiç bir Müslüman cemaat, gücü kutsamaz; zaferin peşinde koşturmaz; araçları amaçlarına yerine yerleştiremez!

Müslümanlardan, bütün Müslüman cemaatlerden istenen şey, hakikate teslim olmak ve yola çıkmak (Mekke süreci), yolda olmak (Medine süreci) ve yol olmak’tır (Medeniyet süreci). Nedir bu? Sünnet-i Seniyye’dir.

Oysa Türkiye’de 15 Temmuz’dan bu yana tehlikeli bir algı operasyonu yapılıyor:Bütün darbelerin arkasındaki yegâne güç olan laiklik kutsanıyor; fosilleşmiş, darbe zihniyetli generaller, laikler aklanıyor; bütün cemaatler hedef tahtasına yatırılıyor ve “Cemaatler, dolayısıyla Müslümanlar, devlet yönetmesin” deniyor!

Türkiye’nin başına gelebilecek en büyük felâket budur: FETÖ, bir cemaat değildir. Postmodern, seküler, pagan bir kült’tür; lideri kutsayan, kitleleri ayartan, hipnotize eden, hedefe varmak için bütün gayr-ı meşrû yolları meşrû gören sapkın seküler bir harekettir.

LAİKLİK, “SAHTE BİR DİNDİR”

Özetle: Fransız filozofu Luc Ferry, laiklik “sahte bir dindir” der. Dikkatinizi çekerim, bu sözü söyleyen filozof, ateist biridir ve Fransa’da Eğitim Bakanlığı yapmış bir kişidir!

Türkiye’de bazı İslâmî kesimlerin entelektüellerinin bile “bizi ancak laiklik kurtarabilir; cemaatler, tarikatler başımızın belasıdır” diyebilecek kadar ipin ucunu kaçırmaları, Türkiye’yi nasıl bir felâketin beklediğini göstermeye yeter!

TOPLU İNTİHAR!

Batı’da laikliğin çatır çatır tartışıldığı, sahte bir din olarak algılandığı bir zaman diliminde, Türkiye’de İslâmî kesimlerin bile laikliği kutsamaları ve bu toplumun bin yıl tarih yapmasını mümkün kılan Ehl-i Sünnet Omurga’nın ve hattı harekâtlarını bu Omurga’ya yaslayanbütün sahih cemaatlerin ve tarikatlerin topa tutulması Türkiye’nin gayya kuyusuna yuvarlanması anlamına geliyor!

Buradan bütün kesimlerin elitlerini ama özellikle de İslâmî kesimlerin siyasetçilerini, öncülerini, yazar-çizerlerini uyarıyorum:

Tam dünyanın yeniden insanların gönlünü fethedecek Ehl-i Sünnet Omurga’yı eksene alan cemaatlere ve tarikatlere ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde laikliği kutsamak, cemaatlere ve tarikatlere saldırmak, toplu intihara sürüklenmek demektir…

Aklınızı başınıza toplayın lütfen!

Yusuf Kaplan / Yeni Şafak Gazetesi

“Kur’ân İslâm’ı” Söylemi, Neden Tehlikeli?

Önceki yazımdan dolayı Kur’ân düşmanı” (!) ilan edildim. Ve sosyal medyada linç edildim.
Kimse beni Kur’ân düşmanı ilan edemez! Çok büyük bir iftiradır bu!
Bendeniz Kur’ân’ın nasıl hayatımızdan uzaklaştırılacağını, Kur’ân’la Sünnet’in birbirinden ayrılamayacağını, yoksa hepimizi büyük felaketlerin bekleyeceğini hatırlatıyorum. Kur’ân’ın hayat rehberimiz olması gerektiğini, bunun önündeki engellerin neler olduğunu anlatıyorum. Çapsız ve fanatik tipler, hiçbir şey anlamadan üzerime salınıyor. Allah’tan korkun, diyorum ve bu konuyu en başından alıyorum:

ÜÇ BÜYÜK PROJE

Oryantalistlerin geliştirdiği üç büyük proje var:
1-Osmanlı’yı unutturmak.
2-İslâm düşüncesinin Gazâli’yle bittiğini masalını yutturmak!
3-Hz. Peygamberin konumunu sarsmak.
Batıklar, ilk ikisini başardılar. Şimdi sıra üçüncüsünde. Karikatür krizleri boşuna çıkmadı, değil mi?
Batılılar artık şunu çok iyi biliyorlar: Müslümanların İslâm’la ilişkilerini koparmanın yolu hadisleri, peygamberin konumunu ve mezhepleri tartışmak. Sonra sıra Kur’ân’a gelecek.
Çok tehlikeli bir proje bu: Kaynaklarını yitiren Müslümanlar kaygan zeminlerde patinaj yapmaya, birbirleriyle boğuşmaya başlayacak. EhI-i Kıble birbirine girecek! Bunun yolu da, Hz. Peygamberin (sav) konumunun sarsılması ve devre dışı bırakılmasından geçiyor!

“KUR’ÂN İSLÂM’I”: DİNE UYMAK YERİNE DİNİ KENDİNE UYDURMA PROJESİ

Protestanlığın kurucusu Martin Luther”in 95 tezini astığı Wittenberg Kilisesi’ne gitmiştim bir kaç yıl önce.
Wittenberg Kilisesi”nin girişinde bir pano vardı ve panoda aynen şu cümle yer alıyordu: “Artık ben de İncil”i anlayabileceğim.”
İyi de kimsin sen? Çapın ne? Daha önemlisi de, “yetkin/liğin ne?”

Oysa Luther’in kilisesinin girişinde yer alan panodaki bu söz, dinin protestanlaştırılmasının mottosudur.
Ya da şöyle söyleyelim: “İncil Hıristiyanlığı”nın temelidir: Hıristiyanlığı temelinden yıkan, önüne gelenin, kafasına, arzularına, hatta keyfine göre İncil yazmasına yol açan yıkımın temel gerekçesi.

İnsanın, dine uymak yerine, dini kendisine uydurmasının kapılarını sonuna kadar açan protestanlaşmanın âmentüsü.
O yüzden, bugün önüne gelen kafasına göre İncil yazıyor: “Benim İncil”im bu!” diyor.
O yüzden eşcinseller kafalarına göre İncil yazıyor. Feministler kafalarına göre İncil yazıyor. Ateist papazlar kafalarına göre İncil yazıyor!

KUR’ÂN’I PAÇAVRAYA ÇEVİRECEK BİR SÖYLEM!

Son zamanlarda, sıklıkla, “Kur’ân İslâmı”ndan sözeden insanlara rastlıyorum.
Önce şunu söyleyeyim açık açık: “Kur’ân İslâmı”ndan sözeden biri, eğer kötü niyetli ya da görevli değilse, ne söylediğini bilmeyen biridir.

“Kur”ân İslâmı” söylemi, ancak çapsız insanların eseri, ayartıcı ve insanı ana kaynağını Kur”ân”ın oluşturduğu İslâm”dan saptırıcı bir söylemdir.
Kur”ân İslâmı”nın ne kadar tehlikeli bir söylem olduğunu söylerken, İslâm”ı protestanlaştırıcı, sonuçta İslâm”ı paçavraya çevirecek bir söylem olduğunu söylemiş oluyorum.
Anlama kıtlığı çekeceklerin zannedecekleri gibi, Kur”ân”ı devre dışı bıraktıracak bir şey söylemiş olmuyorum. Aksine, “Kur”ân İslâmı” söylemini dillendirenlerin, Kur’ân’ı devre dışı bırakacaklarına dikkat çekmiş oluyorum.

ÇAĞ KÖRLEŞMESİNİN KÖRLEŞTİRİCİLİĞİ

Çağ körleşmesi yaşıyoruz: Algılama biçimlerimiz İslâmî idrak ve zihin setleri üzerinden işlemiyor.
Müslümanca bir zihin ve idrakten yoksun olduğumuz bir zaman diliminde, Kur’ân’ı sadece mevcut seküler zihin ve algılama biçimleri üzerinden algılamaktan kurtulamayız. Bu da seküler algılama biçimlerini Kur”ân”a giydirmemize yol açar ve tam anlamıyla cinayetle sonuçlanır.
Ümmîleşilmeden, zihnimizi, algılama biçimlerimizi ve dilimizi İslâmîleştirmeden Kur’ân İslâm”ından sözetmek, İslâm”ın çağın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile anlamaya kalkışmaktır.
Ki, bu tam anlamıyla çağın algılama biçimlerini Kur’ân’a giydirmek ve İslâm’ı tanınamaz hâle getirmekle sonuçlanacak bir cinayettir.
Kur’ân kaynaktır, Sünnet-i Seniyye, ırmak. Aslolan hakikat yolculuğuna çıkmak, hakikate varmak. Irmak, gürül gürül akacak ki, Kaynak, hayat fışkıracak…

PEYGAMBER’İ DEVRE DIŞI BIRAKAN DİN, KISA DEVRE YAPAR!

İyi de, hakikat yolculuğuna nasıl çıkacağız?
Bu sorunun cevabı şu tespitte gizli: Kur”ân asıldır, Sünne-i Seniyye usûldur. Aslolan, hakikate vusuldür / varmaktır.
Yani: Usûl olmadan, vusûl olmaz. Usul yoksa, fusûl (kopma / sapma) kaçınılmazdır.

Hakikate vusûl”ü sağlayacak usûl”ü bize veren, hakikatin misali ve timsali, vasatı ve vasıtası olan Efendimiz”dir.
Eğer “ben de Kur’ân’ı anlayabilirim”, diyerek, peygamberi devre dışı bırakırsanız, İslâm kısa devre yapar. Önüne gelen, “İslâm budur” diye saçmalamaya başlar. Böyle yapmakla, kendisini peygamberin yerine koyduğunu da, din icat ettiğini de göremez.
Batılıların, Kur’ân’a değil de, Hz. Peygambere saldırmalarının, hadisleri tartışmaya açmalarının temel nedeni, Peygamberi devre dışı bırakmak ve insanların kafalarına göre din icat etmelerinin ve dini paçavraya çevirmelerinin kapılarını sonuna kadar açmaktır.
Müslümanların yaşadıkları ikinci büyük medeniyet buhranı, İslâmî zihin ve idrak biçimleri ve yerlerini yitirmeleriyle sonuçlandı.
Müslüman zihninin ve idrakinin yok olduğu, Müslümanların, İslâm”ın çağrı”sının kurmadığı bir çağ’ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile konuştukları, bunun farkında bile olmadıkları bir dilsizlik ve yersizlik ortamında, Kur’ân İslâmı”ndan sözetmek, geri dönüşü zor büyük bir felâketle sonuçlanır sadece.

Yusuf Kaplan / Yeni Şafak