Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Kendimizi kurtarabiliyor muyuz israf çarkından?

Bizler öyle bir zamana denk gelmişiz ki, kulağımıza sürekli fısıldanıyor “tüketirsen mutlu olursun, sahip olursan değerlisin…” Zira kurulu düzenin varlığını devam ettirebilmesi için bizim sürekli tüketmemiz gerekiyor. Kullanıp atmamız, eskimeden değiştirmemiz, moda-marka peşinde koşmamız, ihtiyacımız olmayan şeylerle donanmamız… Aslına bakarsanız bizden istenen şey açık: sürekli “israf” etmemiz…

İsraf toplumda öylesine normalleşmiş ki, israf ettiğimizin farkına bile varmıyoruz. Hele yeni yetişen nesiller için israf neredeyse bir yaşam biçimi. İktisat, tasarruf, kanaat, yazık etmemek gibi kavramlar belki de hayatlarına hiç girmemiş.

Geçmiş yıllarda üniversite yurdunda çalışmış bir arkadaşım vardı. Bir gün bu konuyla ilgili konuşurken, anlattıkları karşısında dehşete düşmüştük. Mesela makarna pişiriyor kız öğrenci, paketin yarısını pişiriyor, kalanını çöpe atıyor. Diğer birisi paketteki sabunların üçünü kullanmış, ikisini hiç kullanmadan çöpe atmış. Pişirilmiş yemekler zaten o gün yeneceği kadar yenilip, kalanı çöpte. Elektrik, su, kâğıt israfının haddi hesabı yok…

Belki de bu gençler ve akranları, israfın yanına bile yanaşmayan dedelerimizi, ninelerimizi hiç tanımadılar. Onlarla hemhal olup, güzel davranışları da devşiremediler hayatlarına. Ben çocukluğumdan hatırlarım anneannemin, babaannemin neslinin ellerine geçen hiçbir şeyi ziyan etmediğini, edemediğini. Çok az şey çöpe gider, her şey değerlendirilir, yerini bulurdu. Bu gençler belli ki ailelerinde görmediler, bilmiyorlar. Üstelik her şeye kolayca sahip oluyorlar, bedelini ödemiyorlar ki, kıymetini bilip değer versinler, israf etmesinler.

Peki ya bizler… Kendimizi kurtarabiliyor muyuz israf çarkından?

Evet diyemiyorum maalesef. Şahit olduğum bir vakıadan gireyim söze. Hayırlı bir işe vesile olsun diye kahvaltı düzenlenmişti ve katılanlar o muhitin muhafazakâr sivil toplum kuruluşları, dernek, vakıf mensuplarıydı. Açık büfeydi kahvaltı. Şaşırmadığım üzere herkes tabaklarını yiyebileceğinin ötesinde doldurdu. Yine şaşırmadığım üzere o tabaklardaki yiyecekler bitirilemedi. Beni şaşırtan, onca nimetin çöpe gideceği biline biline, tabakların dolu bırakılıp gidilmesi olmuştu. Maalesef salondakilerden çok küçük bir kısmı tabağında kalan parçaları peçetelere sarıp yanına alarak çöpe gitmekten kurtarmıştı. Toplumda örnek olarak benimsenen ve hayır için orada bulunan farklı gruplardan insanlar, arkalarında bıraktıkları israf resminin farkında olmadan çıkıp gittiler. Bir hayır toplantısıydı, katılanlar hayırlı insanlardı ama ortaya çıkan hayırsızlığın farkına varan pek azdı.

İsraf bizi sarmış. Vahim olan bunun farkında olmayışımız. Vahim olan yanlış olanın normalleşmesi, hayat tarzı haline gelmesi. Ekranlardan öyle görüyoruz diye, etrafımızdakiler öyle yapıyor diye, elalem ne der diye, her şey bol diye, kolay elde ediyoruz diye, nebevi yaşam tarzından uzaklaştıkça uzaklaşıyoruz.

Kâinatta israf yok. Elbetteki Efendimizin (sav) hayatında da.

Konuyla ilgili olarak Hz. Ömer’den (ra.) rivayet edilen bir misal, bu çağın insanı olarak oldukça düşündürdü beni. Hz. Ömer, oğlu Abdullah’ı bir gün et yerken görmüş ve: “Hayrola et mi yiyorsun?” diye sormuş. Oğlu: “Evet canım çekmişti de…” deyince Hz. Ömer ona: “Sen öyle canının her çektiğini alıp yiyorsun öyle mi? Bilmez misin ki, Efendimiz (sav) “İnsanın canının çektiği her şeyi yemesi de israftır” buyurmuştu, demiş.

Bugün canımızın çektiklerinin peşinde koşup durmuyor muyuz? İster yiyecek olsun, ister giyecek olsun, ister eşya olsun… İhtiyacımız olduğu için değil, canımız çektiği için peşinde değil miyiz çoğu zaman?

Ve bugün sıklıkla düştüğümüz bir hata da, çok ve ucuz olanın kolayca harcanabileceği (israf edilebileceği) yanılgısı.

Mesela bir et yemeğini dikkatlice muhafaza ediyoruz, ziyan etmiyoruz da, örneğin artan salatayı düşünmeden çöpe döküveriyoruz. Ete ödediğimiz bedeli ödemedik çünkü, altı üstü bir salataydı. Değeri birkaç sebzeye ödediğimiz cüzi para kadardı. Yani değerini, ödediğimiz bedel üzerinden biz biçiyoruz. Ucuzsa fazla düşünme, israf et; pahalıysa koru, tasarruf et! Bir şey bol mu, ucuz mu? Ne gerek var düşünmeye, “kullan at” öyleyse!..

Oysa öyle mi der Efendimiz (sav), yol göstericimiz? O (sav), bir gün sahabelerinden Sa’d’a (ra) uğramıştı. Sa’d (ra) bu esnada abdest alıyordu. Efendimiz (sav), (onun suyu aşırı kullandığını görünce); “Bu israf nedir?” diye sordu. Sa’d de, “Abdestte de israf olur mu?” dediğinde Hz. Peygamber (sav) de: “Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile…” şeklinde cevap verdi.

Ne büyük bir ders, ne kapsamlı bir tavsiye… Bu tavsiye sanırım en çok da bize, tüketim çağında kendini kaybetmiş ümmete… Diyor ki, her şeyin bol, kolay elde edilebilir, ucuz olduğu bir zamanda yaşıyor olabilirsin ama dikkatli ol, düşün, hassas davran, “sınırsız” ve “bedava” bir kaynağı kullanıyor olsan bile “israf etme”!..

Bir arkadaşım, babasının bahçesinden gönderdiği sebze meyveleri gözü gibi koruduğunu, oysa pazardan aldıklarına aynı hassasiyeti gösteremediğini söylemişti. “Çünkü babamın ne emeklerle onları yetiştirdiğini biliyorum, kıyamıyorum onları yazık etmeye. Satın aldıklarımızda maalesef öyle hassas olamıyoruz.” itirafında bulunmuştu.

Gerçekten de öyle. İnsan değer verdiğini koruyor, israf edemiyor.

Peki, bize Rabbimizden bize gelen hangi nimet değerli değil ki? Parasını verip kolayca alabiliyor olmamız nimete bakışımızı basitleştirmeli mi? Nimet cihetinde bakınca, hangi nimet diğerinden aşağı ki?

Biz hepsine ayrı ayrı muhtacız, hepsi için de Rabbimize minnet etmeliyiz…

Hâsılı kelam israf ettiğimizde şükre zıt hareket ediyor, Rabbimizin nimetlerini hafife almış oluyor ve zarara düşmekten kurtulamıyoruz.

Cenabı Hak, nimetlerinin kadrini kıymetini bilen, hangi nimet olursa olsun “O’ndan geldiği için” hürmet gösterip, israf etmekten hassasiyetle çekinen ve bunu bir hayat tarzı haline getiren kullarından eylesin…

Mükerrem Cahide Saraoğlu

zaferdergisi.com.tr

Unutulmaz Cevaplar

İmâm-ı Azam Ebû Hanife. Hanefî Mezhebinin, yâni hukuk anlayışının kurucusudur.

Şimdi İmâm-ı A’zam’a sorulan soruları ve cevaplarını nakledelim:

—Allah hangi senede doğdu?

—Kur’ân’da “lemyelid velemyuled” buyuruluyor. Yâni; O, ne doğmuş, ne de doğurulmuştur.

— Peki hangi sene var oldu?

—O, zamandan önce vardı, hiçbir şey onun varlığına sebep olmamıştır.

—Misâlle anlat bunu.

Üçten önce iki var. İki’den önce de bir. Birden önce… Sayı yok (Çünkü sıfır sayı değildir). Sayı olan birden önce hiçbir şey olmadığı gibi, gerçek mânâda BİR olan Allah’tan önce, O’nu yaratacak bir şey yoktu.

—Allah hangi cihete bakıyor?

— Karanlık bir yerde bir fener olsa nereye bakar? Her tarafa bakar değil mi? Yerlerin ve göklerin nuru olan Allah, da, öyle her tarafa…

Üç kişi, İmâm-ı Â’zam’ın bu cevapları karşısında son olarak birer suâl sordular. Bu üç suâle imamların en büyüğü harika bir cevap verdi. Suâller şunlardı. Birincisi: “Bize Allah’ı göster”. İkincisi: “Cehennemde cezayı ateş verecektir. Halbuki cinler ateşten yaratılmışlardır. Ateş ateşten müteessir olur mu?”. Üçüncüsü: “Her şey kaza ve kaderledir diyorsun, halbuki görüyoruz ki, herkes yaptığını mecburiyetle yapıyor. Ne dersin?”

İmâm-ı Â’zam, yerden bir avuç toprak aldı. Bu üç kişinin suratına serpti. Bu hareketi kadıya şikâyet ettiler. İmâm-ı Âzam ise “Ben üç suâle bu tek hareketimle cevap verdim” dedi.

Birincisinin attığım toprakla gözü ağrıdı. Ama ağrıyı göremedi. O’na Allah’ı gözle görmenin imkânsız olduğunu, daha ağrıyı göremezken Allah’ı görmeye kalkmaması gerektiğini anlatmış oldum.

İkincisi ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, benim attığım bir avuç topraktan müteessir oldu, ateşin ateşten müteessir olabileceğini anladı.

Üçüncüsü ise, cebriyeci idi. “Herkes yaptığını mecburen yapıyor” diyor, insanlardaki cüz’î iradeyi unutuyordu. Amma benim cüz’î irademi unutmadı ve “mecburen toprağı attı” demedi, beni şikâyet etti. Kendisini tekzip etti” dedi.

Zafer Dergisi – İnanca Tuzak Kuran Sorular Ve Cevapları

Diller Nasıl Meydana Geldi?

“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirinden farklı olması da Onun kudretinin delillerindendir. Şüphesiz ki bunlarda bilenle”

Yüce Allah, peygamber olarak gönderdiği kullarına kudsî dâvâlarına delil olması için mucizeler ihsan etmiştir. Meselâ. Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi, anadan doğma körlerin gözlerini açması; Hz. Davud’un demiri hamur gibi yoğurup her türlü şekli vermesi, Hz. Süleyman’ın rüzgâra binip iki aylık mesafeyi bir günde alması, Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması gibi.

Hz. Adem’in en büyük mucizesi de Cenâb-ı Hakkın ona bütün lügat ve dilleri öğretip, bütün eşyanın ismini bildirmesidir. Peygamberlerin hepsine verilen mucizelerde olduğu gibi. Hz. Âdem’in bu mucizesi de Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmaktadır. Buna herşeyin isminin, mahiyetinin, dillerin ve lügatlerin öğretilmesi mânâsında “taallüm-ü esma, tâlim-i esma” denmektedir.

Bakara Sûresinin “ve alleme Âdeme’l-esmâe külleha” ile başlayan 31-33. âyet i kerimelerinde bu husus genişçe anlatılır. Cenâb-ı Hak Hz. Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretince, daha sonra meleklere hitaben: “Haydi dâvânızda doğru iseniz bana şunları isimleriyle haber verin” buyurdu. Melekler âcizlik ve bilgisizliklerini arz edince, Hz. Adem’e, “Ey Adem, bunlara onları isimleriyle haber ver” emri üzerine, Hz. Âdem Allah’ın kendisine öğrettiği bütün isimleri meleklere teker teker saydı.

Tefsirlerimizde Hz. Âdem’e öğretilen bu isimlerden maksadın hem diller hem de varlıkların mahiyet ve sıfatları olduğu bildirilmektedir. Meselâ zamanımız müfessirlerinden Elmalılı M. Hamdi, bütün ilimler gibi dillerin farklı oluşunun da Hz. Âdem’in bu mucizesine dayandığına dikkat çekmekte ve şöyle demektedir:

“Lisan hususunda bütün benî Âdem’in (insanoğlunun) zamanımıza kadar tenevvüü (farklı, çeşitli olmasının) ve terakkiyatının cümlesi, esas itibariyle Hz. Âdem’in fıtraten mazhar buyurulduğu bu tâlim-i esmâ hâdisesine medyundur (borçludur).” (Hak Dini Kur’ ân Dili, 1:310).

Fahri Râzi ise et-Tefsîrü’l- Kebîr isimli tefsirinde bu hususa bir açıklık getiriyor ve özetle şöyle diyor:

Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’e, yaratmış olduğu bütün varlıkların isimlerini âdemoğlunun konuşacağı çeşitli dillere göre öğretti. Âdem de (A.S.) bunları evlâtlarına öğretti. O vefat ettikten sonra çocukları yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıldılar. Her biri belli bir dille konuşmaya başladı. Ve artık onda ve orada o dil hâkim oldu. O bölgede diğer diller unutuldu. İşte Hz. Âdem’in çeşitli dillerle konuşmasının sebebi budur. (et-Tefsîrü’l-Kebir, 2:176) İşte bütün ilimlerin kaynağı, Hz. Âdem’in bu taallüm-ü esmâ mucizesine dayanmaktadır. Bu mucizeyi Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

 “Sâir enbiyânın [peygamberlerin] mucizeleri, birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyânın pederi ve divân-ı nübüvvetin fâtihası olan Hz. Âdem’in (A S.) mucizesi, umum kemâlat ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihâyetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor.”

(Sözler, shf. 262)

İşârâtü’l-î’caz isimli tefsirinde ise âyet-i kerimede geçen “el-esmâe” kelimesini tefsir ederken bu kelimenin isim,sıfat ve haysiyet gibi eşyayı, varlıkları birbirinden ayıran ve tâyin eden alâmet ve nişanlara işaret ettiği gibi, aynı zamanda insanların konuşmuş olduğu çeşitli dil ve lügatlere de işaret ettiğini izah etmektedir. (İşârâtü’l-İ’câz, shf. 218).

Evet, aynı anne – babadan çoğalan âdemoğullarının zamanla farklı dil konuşmalarının izahı, güvenilir kaynaklarda bu şekilde yapılmaktadır.

Ancak bugün dünyada konuşulan bütün dillerin Hz. Âdem’in çocuklarından kaldığını söylemek eksik olur Zamanla bir dilden birkaç dil türemiş, lehçe farklılıkları farklı bir dil haline gelmiştir. Meselâ bugün Türkçe konuşan iki yüz milyonun üzerinde insan vardır. Fakat ayrı ülke, kültür ve çevrede yaşamanın verdiği değişiklikler, aslında bir olan Türkçenin Kazakça, Kırgızca, Çağatayca, Uygurca, Göktürkçe gibi, telâffuzu, konuşulması vb. bazı farklılıklar arz ederek ayrı bir dil haline bürünmesine sebep olmuştur.

Asılları Lâtince olan Fransızca ve İtalyanca gibi Batı dilleri için de aynı şeyi söylemek mümkündür.

Sonradan gelişen ve konuşulan diller farklı da olsa, aslı birdir ve öyle kabul edilir.

Tarihî seyri böyle olmakla beraber, dillerin farklılığında asıl düşünülmesi gereken cihet, altındaki İlâhî hikmet ve kudrettir. Dillerin farklı oluşu da Allah’ın varlık ve birliğini gösteren delillerdir. Bir âyet-i kerimede meâlen bu husus şöyle ifade buyurulur:

“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirinden farklı olması da Onun kudretinin delillerindendir. Şüphesiz ki, bunlarda bilenler için ibretler vardır.” (Rûm sûresi, 22.)

Dillerin ayrı ayrı olması, insanların birbirlerini tanıması ve münasebet kurması için bir vesile ve imkândır. Nasıl ki, millet millet, kabile kabile yaratılmamızda insanlar olarak birbirimizle tanışmamız, kaynaşıp münasebet kurmamız hikmeti gözetilmişse, dillerin farklı olması da bu hikmete yöneliktir.

Zafer Dergisi (İnanca Tuzak Kuran Sorular Ve Cevapları)

İbadetlerde Niçin Arapça Okuyoruz?

Kur’ân-ı Hakimin nass-ı hadis ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır; on meyve-i Cennet getirir. (Mektûbat)

Bilindiği gibi Müslümanlar namazlarında Kur’ân-ı Kerîm’in bâzı parçalarını okumakla mükelleftirler. Müslümanların ana dili ve vatanı ne olursa olsun, bu usûl Hz. Peygamber (S.A.V.) zamanından beri değişmemiştir. İstikbâlde de böyle mi olmalıdır?

İlk nazarda mü’minin Allah’ına anladığı bir dil ile kulluk etmesi tabiî ve temenniye şâyân görünüyor, bunun için de en iyi vasıta ana dilidir. Fakat mes’elenin daha derinlemesine bir tetkiki, bu çözümün aksini ortaya koyuyor; sebeplerini inceleyelim:

Her şeyden önce dua ile namaz arasında açık bir ayırma yapmak icabeder. Namaz dışındaki duada mü’minin ihtiyaçlarını ve dileklerini Rabbine istediği dilde bildirmesi yasak değildir. Bu şahsî bir mes’eledir ve kulun, Hâlıkı ile olan vasıtasız münasebetleri ile ilgilidir. Buna mukabil namaz kollektif, umumî bir ibâdettir ve namaza iştirak eden diğer mü’minlerin ihtiyaçları da nazar-ı itibara alınmalıdır. Namaz, prensip olarak ve tercihen cemaatle kılınır; tek başına ferdî olarak kılınan namaza müsaade vardır, fakat asla tercih edilmez, tercih cemaatle kılınan namazadır.

Şâyet İslâmiyet herhangi bir bölgenin, ırkın, milletin dîni olsaydı, şüphesiz bu bölgenin, bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi. Fakat, bütün ırklardan ve dünyanın bütün noktalarında oturan ve her biri diğerleri tarafından anlaşılmayan yüzlerce dili konuşan müminlere sâhip cihanşümul bir dînin icapları başka olacaktır. Çince bilmeyen bir Türk’ün Çin’e gittiğini ve sokaklarda birtakım Çince sesler işittiğini farzedelim. Aşikârdır ki o hiçbir şey anlamayacaktır ve şayet bu sözler ezanın, Allahü Ekber’in tercümesi ise, hiçbir şeyin farkına varamayacak ve meselâ Cuma namazını kaçıracaktır. (Çin’deki camiler Türkiye’de minareleri ile kendini belli eden camilere hiç benzemez.) Aynı şekilde Türkiye’den geçen Çinli Müslümanın, Türkiye’deki Müslümanlar kendi dilleriyle ibâdet ettikleri takdirde, dindaşlarıyla ortak hiçbir tarafı olmayacaktır. Şu halde cihanşümul bir dînin bâzı müşterek esasları olmalıdır. Bu mevzuda ezan ve kırâet şüphesiz iki esas unsuru teşkil eder.

Misâl olarak beynelmilel kongre ve toplantıları zikredebiliriz. Meselâ, Birleşmiş Milletlerde herkes kendi lisanını değil, fakat Fransızca, İngilizce gibi müsaade edilen dilleri kullanır. Umumun menfaati için, hususî menfaat feda edilir.

Mes’elenin daha az mühim olmayan diğer bir cephesi vardır: Hiçbir tercüme asla orijinalinin yerini tutamaz. Burada şu noktayı bilhassa tebarüz ettirelim ki, İslâmdan başka hiçbir din, peygamberine gönderilen vahyin orijinaline sâhip değildir. Bugün Hıristiyanların, Yahudilerin, Mecusilerin sâhip olduğu dinî kitaplar, tercümeler, toplamalar, v.s.dir.

Şunu da unutmayalım ki, namazda kullanılacak pek az kelime vardır. Önce ezan ve ikamet, sonra Allahü Ekber, Süb- hâne rabbiye’l-azîm, Sübhâne rabbiye’l-a’lâ gibi ifadeler, Fâtiha sûresi ve iki kısa sûre vardır. Hepsi bir sahifeyi dahi aşmaz. Ve bu kelimelerin ekseriyeti herkesçe bilinir, bütün Müslümanların dillerine geçmiştir. O derece ki, çocuk veya yeni başlayan biri onların mânâsını zahmetsiz ve büyük bir gayret sarfetmeden öğrenir. Bu ifadelerin mânâsı bir defa öğrenilince artık itiraza yer kalmaz.

Zafer Dergisi – İnanca Tuzak Kuran Sorular ve Cevapları

Öyle Olmasaydı Böyle Olur Muydu?

Devrilen bir otobüs, otobüsün yanında kanlı bir ceset, cesedin etrafında kalabalık bir topluluk… Ve konuşmalar…

Biri “Binme şu otobüse dedim, dinlemedi. Sözümü tutsa şimdi hayatta olacaktı.” diyor.

Diğeri ilâve ediyor: “Bütün suç şoförde.”

Farklı yorumlar: “Şoförün ne suçu var kardeş. Kaderinde bugün ölmek varmış. Otobüse binmese başka yerde, fakat aynı saatte yine ölecekti.”

Yükselen itirazlar: “Olmaz öyle şey! Ne demek kaderinde varmış? Şoförün sarhoş bir halde yola çıkıp, direksiyon başında sızmasına ne demeli?”

Ve uzayıp giden tartışmalar…

Bu tür sözlerin söylenmesi için ille de büyük bir kaza olması da gerekmiyor. Hemen her yerde, her konuda “şöyle olmasa böyle olmazdı” veya “şu olsa bu olurdu” türünden konuşmalara şahit olmak mümkün.

Uluorta yapılan her yorum, kaderin ince bir meselesine temas ediyor. Nerede İslâmî ölçülere aykırı bir fikir varsa, orada, ya bâtıl bir mezhebin veya çürük bir felsefenin kokusu vardır. Şuurla veya şuursuzca yapılan hemen her yorum, bir fikir sisteminin uzantısı. Şimdi yukarıdaki olayı ve konuşmaları değerlendirelim.

Otobüs devrilmeseydi adam ölür müydü? Şoförün kabahati var mı? Bu olay için “kader” hükmünü verebilir miyiz?

Mutezile, “otobüse binmese veya kaza olmasa adam ölmezdi” diyor. Bunlar, “kul fiilini yaratır” diyen, kaderi reddeden ve sebeplere hakikî tesir veren bir anlayışa sahip. Cebriye ise, “otobüse binmeseydi veya otobüs devrilmeseydi bile, adam başka bir yerde, başka bir sebeple aynı saatte yine ölecekti” hükmünü veriyor. Bu anlayışa göre otobüsün kaderi ayrı, adamınki ayrıdır; insanın irâdesi yoktur, o denizde yüzen bir ceviz kabuğu gibidir. Bu durumda şoförün suçlu olduğundan söz edilemez elbet. Bilindiği gibi. Mutezile ve Cebriye, yanlış fikirleriyle İslâmiyet dairesinden çıkan iki bâtıl mezhebin adlarıdır.

Hak mezhep âlimleri ise derler ki, “Geçmişte kalan olaylara ve musibetlere kader nazarıyla bakılabilir. Allah, otobüsle ölüm olayını önceden biliyordu, bilmeyen bizdik, vukuundan sonra biz de öğrenmiş olduk. Gelecekteki olayları bilmiyoruz, kaderim böyleymiş deyip tembellik ve tedbirsizlik edemeyiz.” Sözgelişi, bir fakir, geçmişe bakarak, “kaderimde fakirlik varmış,” diyebilir, ama gelecek hakkında, “fakir olmak istikbâlde de benim ka- derimdir, ne yapsam nafile” deyip de yatamaz. Bu misâlden de anlaşılacağı üzere, biz otobüs ve kaza olayına “kader” diyebiliriz. Şoför meselesine gelince, o sarhoşken araba kullandığı ve kazaya sebep olduğu için elbette suçludur. Mâlûm kazanın kaderde yer alması onu kurtaramaz. Bu hususu da önce genişçe açıkladığımızdan sözü kısa kesiyoruz.

Gelelim asıl soruya: Otobüs devrilmeseydi adam ölür müydü? Bu hususta âlimlerimizin cevabı gayet kısa ve nettir:

“Bilemeyiz!”

Bazan bilememek en büyük ilim oluyor, burada da öyle. Çünkü sebep ile sonucun kaderi tektir, ayrı ayrı değildir. Kaderde biri diğerine ayrılmaz şart olmuştur. Burada otobüs kazası sebep, adamın ölümü ise sonuçtur. Bu hususta kaderin hükmü, “Adam otobüsün devrilmesiyle ölecek” şeklindedir. Otobüsün devrilmediğini farzedersek, öleceğine veya ölmeyeceğine ne ile hükmedeceğiz? Sebebi yok sayarsak, bu meselede kaderin hükümsüzlüğünü varsayıyoruz ki, o zaman biz neye dayanarak ölürdü veya ölmezdi diyeceğiz? Allah, aynı gün ve saatte başka bir sebep yaratıp adamı öldürebilir veya tersine öldürmeyebilir, bu O’nun sonsuz ilmine kalmış bir husustur.

Zafer Dergisi