Etiket arşivi: Zamane çocukları

Bediüzzaman bugünün çocuğu olsaydı?

Zamanın eşsizi” Bediüzzaman’ın “sıradan” insanlara benzemeyen çocukluğu, gençliği, sonraki yılları ve eseri, ehil insanlarca dahi kılı kırk yarar bir titizlikle kullanılması gerektiği halde bugün ehil olsun olmasın herkesin rahatça kullandığı “sofistike” etiketlerin ne derece tehlikeli olduğu açısından ziyadesiyle öğretici. Keza, dünden bugüne kullanılagelen “yaramaz”, “geçimsiz”, “başarısız” gibi etiketlerin tehlikelerini göstermek açısından da…

İskoçyalı düşünür Thomas Carlyle, Kahramanlar ismini taşıyan kitabında, kendi gözüyle insanlık tarihini değiştiren büyük isimleri anlatır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı da ‘Peygamber kahraman’ olarak anlattığı bu kitabın bir yerinde, Fransız devrimi sonrasında bütün kıtaya yayılmış olan ‘millî eğitim’den de yakınır Carlyle. Ona göre, yeni şartlarda artık ‘kahramanlar’ın çıkması zor, hatta imkânsızdır. Zira, mevcut eğitim sistemi ortalama bir düzeyi her çocuk için dayatarak, Allah vergisi özel yeteneklere sahip çocukları da vasatlaştırmaktadır!

Thomas Carlyle’ın 1800’lü yılların ortasında söylediği bu tesbitini, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında doğup büyümüş ve ‘millî eğitim’den geçmemiş bir isimle birlikte düşünürüm. Belirlenmiş okula başlama yaşına göre birkaç sene daha geç eğitime başlamış olan, bugünkü anlamıyla bir ‘okul’da verildiği şekliyle eğitim görmemiş olan, klasik İslâmî eğitim modelinin bir parça deforme olmuş halde sunulduğu medreselere de mutad şekilde devam edemeyip gittiği medreseden ya kendisi ayrılan veya ayrılmaya mecbur bırakılan bir isimle birlikte…

Bu isim, Bediüzzaman’dır.

Bediüzzaman, adı üstünde ‘zamanın eşsizi’dir ve bu ünvan kendisine gençlik döneminde onda görünen harikulâde hâfıza ve muhakeme birlikteliği dolayısıyla yaşadığı bölgede sözü dinlenen bir âlim tarafından verilmiştir.

Ama medreseye ilk gittiği tarihten çok değil sekiz-on sene sonra ‘Bediüzzaman’ ünvanıyla anılır hale gelen çocuk, dokuz yaşında iken gittiği ilk medresede de, ikincisinde de ‘problem çocuk’ niteliğindedir. Doğup büyüdüğü Nurs civarındaki, Bitlis hududundaki medreselerde istikrarlı ve devamlı bir eğitimi bu yüzden göremediği için daha uzak bir beldede, Ağrı Dağı karşısındaki Doğubeyazıt’ta Muhammed Celalî Efendi’nin medresesinde tahsilini tamamlamıştır. Ama, yerleşik sisteme göre uzun seneler süren bu eğitimden sadece birkaç ay gibi kısa bir zamanda geçmek suretiyle…

Şükür ki, meşhur İshakpaşa Sarayı’nın biraz daha yükseğinde medfun halde mü’minlerden dua bekleyen Muhammed Celâlî Efendi, Said isimli bu taze gencin taşıdığı özel yeteneği farketmiş; daha önceki medreselerde olduğu şekilde onu diğer çocuklarla aynı zaman aralığında aynı ders düzenine zorlamamış; diğer çocuklarda ona karşı herhangi bir hasetçi tutumun gelişmesine ve bu yüzden aralarında çatışma çıkmasına da mani olup, genç Said’e çok kısa zamanda klasik medrese tahsilini tamamlama imkânını sunmuştur. Bu sayededir ki, gittiği önceki medreselerin ‘problem çocuk’ Said’i, onun medresesinde az zaman sonra Bediüzzaman ünvanıyla anılır hale gelecek bir ‘özel yetenekli çocuk’ olarak temayüz eder.

Bugün yaşasaydı…

Bediüzzaman’ın bu eğitim süreci, birçok açıdan öğreticidir. En başta, Carlyle’ın sözünü ettiği özel yetenekleri de ‘vasatlaştıran’ bir örgün eğitimin cenderesine girmemesi ile, haksız karşısında eğilmeyen, öfke seline de kapılmayan destansı hayatı ve Risale-i Nur gibi bir İslâmî düşünce şaheserinin müellifi olması arasındaki ilişkiyle.

Bu süreç, insanlığa yol verecek örnek hayatların ve büyük düşünürlerin geniş imkânlar içeren vasatlarda ortaya çıkabileceği yolundaki yerleşik algıya ters düşmesi cihetiyle de önemlidir. İslâm’a uzanan yolunda Bediüzzaman’ın hayatından ve eserinden ziyadesiyle etkilenmiş bir isim olarak Kanadalı gazeteci Fred A. Reed’in Anadolu Kavşağı: Gizli Türkiye’ye Yolculuk isimli kitabında Bediüzzaman’ın doğup büyüdüğü Nurs köyüne gittiğinde yaşadığı ruh halini tarif ettiği şu cümleler, bu açıdan son derece dikkat çekicidir: “Benzersiz nitelikleri olan birinin yetiştiği yeri ziyaret ettiğimizde, ilk bakışta hayal kırıklığına uğrarız. Torosların uzak bir kanyonundaki bu taş yığını, fakir ve küçük köy ile, yaptıkları ve eylemsizlik üzerine bina ettiği hareketi ile tahmin edilmeyen gizemli yollarla bir ülkeye ve dine hâlâ şekil veren bir insan arasında nasıl bir irtibat kurulabilir? (…) Kim böyle bir insanın böyle bir yerden zuhur edeceğini tahmin edebilirdi?”

Halbuki, yine Fred A. Reed’in dediği üzere, deha, ‘böyle mütevazı şartların umulmadık bir mahsulü’dür ve nice büyük isim metropollerden ve saraylardan değil, böylesi ortamlardan çıkmasıyla kafamıza yerleşmiş ezberleri olabildiğine sarsmaktadır.

Başkaca örneklerin yanısıra Bediüzzaman’ın doğup büyüdüğü şartlar ve geçirdiği ‘problemli’ eğitim süreci, bu şekilde, bize ortamlar ve kişiler üzerine bir damga bırakmanın; insan, hele ki çocuk sözkonusu olduğunda ‘bu budur’ gibi, ‘bundan ancak bu sonuç çıkar’ gibi etiketler üretmenin yanlışlığını fısıldamaktadır.

Tam da bu noktada, Bediüzzaman’ın eğitim süreci, bugün psikoloji ve psikiyatri kitaplarından fırlayıp gündelik hayatın sıradan kelimeleri haline gelmiş bazı nitelemelere de bir cevap ve itiraz olarak çıkar karşımıza. Bugünün dünyasında, çok değil yirmi sene önce hiçbir öğretmenden, eğitimciden, anne-babadan duymadığımız kelimeler peynir ekmekten bile çok kullanılır haldedir. Çocuk biraz hareketli ise, daha uzmanına gitmeden çocuğun kendi evinde veya apartmanında veya sınıfında hakkında verilmiş ve infazı bekleyen bir hüküm vardır: ‘hiperaktif.’ Devamında, hiperaktivitenin dikkat eksikliğine ve bozukluğuna sebebiyet verebildiği tesbitinin eşliğinde bir hüküm daha gelir: Bu çocuk, tedavi görmelidir. Aksi takdirde, okulunda da, hayatı boyunca da hep başarısız olur!

Zihinler böyle çalışınca, üzerine düşen kendi vazifesini yapmadığı için alabileceğinden daha az eğitim almış, yapabileceğinden daha az şey yapmış büyükler kendi başarısızlıkları için bir mazeret de bulmuş olurlar böylece: “Belki benim hiperaktivitem vardı. Zamanında ailem veya öğretmenler farketseydi, belki böyle olmazdım. Şimdiki durumumdan onlar sorumlu!”

Bugün biraz fazla hareketli, derste dikkati biraz daha dağınık bir çocuk için kullanılan ‘hiperaktif’ etiketi ve ona eşlik eden ‘dikkat bozukluğu’ kavramı, keza her çocuğa özel yeteneğine bakmadan aynı müfredatı dayatan ‘millî eğitim’ sistemi açısından Bediüzzaman’ın hayatına baktığımda, şaşırtıcı bir manzara çıkar aklımın karşısına. Bu şaşırtıcı manzara karşısında, Bediüzzaman’ın bugünün dünyasında, meselâ İstanbul’da doğup büyümüş bir çocuk olsa, neler yaşayacağını hayal ederim.

Kendi hayat hikâyesini takip edersek, o durumda bir çocuk olarak küçük Said’in bugün yaşayacakları neredeyse apaçık derecede bellidir:

Öncelikle, okula gitmeye dokuz yaşında değil, altı yaşında başlayacaktır. Hatta belki dört yaşında kreşe, beş yaşında anasınıfına verilecektir. İlk önce kreşteki bakıcılar, sonra anasınıfındaki eğitmenler habire evine telefon edip, annesine Said’i şikâyet edeceklerdir. Giderek artan dozlarda, çocuğun hiperaktif olduğu, mutlaka bir uzman gözetiminde tedaviye başlanması gerektiği söylenecek; bu şekilde devam ederse, çocuğun kurumla ilişkisini kesmek zorunda kalacaklarını söyleyeceklerdir. Anne-babası bu süreçte çocuğu psikologa götürürler mi, hatta psikiyatrist gözetiminde ‘ilaç tedavisi’ne başlarlar mı, bilinmez; ama altı yaşında ilkokula başlar başlamaz bu şikâyetler daha da artacaktır. Öğretmeni, derslerle pek ilgisi olmadığını, çabuk bıkıp sıkıldığını, uyumsuz olduğunu, sürekli yaramazlık yaptığını, arkadaşlarıyla hiç geçinemediğini söyleyip dikkat bozukluğu teşhisiyle başarılı olması zor damgası vurduğu çocuğun muhakkak hiperaktivite tedavisinden geçmesinde ısrar edecektir. Bu arada, mevcut okul müfredatına Said’in sürekli itiraz getirmesini de, ayrıca zihinsel işleyişteki bir probleme yoracak; hatta belki işi şu veya bu kişilik bozukluğuna yönelik endişelerine kadar vardıracak; hatta belki çocuğun gidişatından ‘sosyopat’lık eğilimi çıkaracaktır.

Sonuçta, bunalan anne Nuriye Hanım ve baba Mirza Bey, bir gün küçük Said’in elinden tutup bir psikologa gidecek; küçük bir ihtimalle bu psikolog Said’in bu durumunun ‘hiperaktif’likten ve dikkat, davranış veya kişilik bozukluğundan değil; başka çocuklara kıyasla çok yüksek bir zekâ, hâfıza ve muhakemeyle yaratılmış olmasından kaynaklandığını; Said’in bu uyumsuz diye damgalanan davranışlarıyla aslında kendisini ‘vasatlaştıran’ bir ortamdan duyduğu huzursuzluğu ve itirazı dışa vurduğu sonucunu çıkaracaktır. Daha kuvvetli bir ihtimalle, bu psikolog Said’in bu durumuna ‘hiperaktivite’ teşhisi koyacak, ayrıca şu veya bu kişilik bozukluğu endişesiyle aileyi bir çocuk psikiyatristine de yönlendirecek; ve muhtemelen, Ritalin veya başka bir hiperaktivite ilacının yazılmış olduğu reçetelerin eşliğinde, özel yetenekler yüklü küçük Said ‘Bediüzzaman’ olamadan sıradanlaştırılacaktır!

Dahası var: Diyelim ki, küçük Said, bütün bu etiketlerin cenderesine düşmedi. Ailesi ve öğretmeni, tıpkı annesi Nuriye Hanım, babası Mirza Efendi, hocası Muhammed Celâlî Efendi gibi ondaki farklılığı farketti; bir okulda uyumsuzluk yaşamışsa sorunu onda değil okulda veya eğitim sisteminde gördü, başka bir okula yollayıp farklı bir eğitim süreci ve metodu uygulayarak onun çok daha kısa bir zamanda alması gereken eğitimi almasını sağladılar ve alması gerekmeyen beyin yıkayıcı ezberlerden de uzak tuttular. Ve küçük Said, düşünen, soran, araştıran genç Said oldu. Öyle bir araştırma merakı ki, ondaki bu yeteneği farkeden Vali Tahir Paşa’nın konağında, namaz ve yemek için ayırdığı vakit hariç sürekli kitap okumakla meşgul. Öyle ki, senelerdir Tahir Paşanın konağında kaldığı halde, onun kızlarının ne adını, ne yaşını, ne de sima ve suretlerini biliyor değil.

Genç Said bu durumda bugün yaşıyor olsa, yine etiketler birbiri ardınca sıraya girecekti. Dış dünyaya karşı bu zahirî ilgisizliği ve suskunluğu üzerinden ‘otistik’ olabildiği kuşkusu devreye girdiği gibi, Tahir Paşanın kızlarından böyle uzak ve bîhaber oluşu üzerinden ihtimal ki kendisine ‘sosyofobi’ teşhisi de konulacaktı. Onun insanlığı kuşatan büyük meseleler için; yani, kendi iç âleminde insanlardan uzak, duygu mahrumu bir dünya kurduğu için değil, bilakis bütün insanların derdiyle dertlendiği için kütüphaneye kapandığı görülemeyecekti. Yine, onun Tahir Paşanın kızlarından habersizliğinin, bu idealizminden ve imanın bir tezahürü olarak hayâdan kaynaklandığı da görülemeyecekti.

Dahası da var: Bugünün dünyasında onun daha sonra yaşadıklarına da obsesif kompülsif etiketinden manik depresif etiketine, bir dizi etiket daha vurulacaktı belki.

Bugünün ebeveynlerine…

‘Zamanın eşsizi’ Bediüzzaman’ın ‘sıradan’ insanlara benzemeyen çocukluğu, gençliği, sonraki yılları ve eseri, ehil insanlarca dahi kılı kırk yarar bir titizlikle kullanılması gerektiği halde bugün ehil olsun olmasın herkesin rahatça kullandığı ‘sofistike’ etiketlerin ne derece tehlikeli olduğu açısından ziyadesiyle öğretici. Keza, dünden bugüne kullanılagelen ‘yaramaz,’ ‘geçimsiz,’ ‘başarısız’ gibi etiketlerin tehlikelerini göstermek açısından da…

O Bediüzzaman ki, eseriyle verdiği hayat derslerinden biri, “Fena bir adama ‘İyisin, iyisin’ desen iyileşmesi ve iyi adama ‘Fenasın, fenasın’ desen fenalaşması çok vuku bulur” şeklindeydi.

O yüzden biri hakkında yargıda bulunur, hele ki etiketler üretirken, aman dikkat. Hele ki çocuklar için. ‘İyi çocuk’ olduğu halde, bizim ona vurduğumuz ‘fena’ etiketler yüzünden tembel, başarısız ve hatta kötü adamlara dönüşen kaç istidad var kimbilir?

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası Dergisi