Etiket arşivi: zeka

Zeka, Akıl ve Mutluluk Bağlantısı

Doktor genç kız, doktor nişanlısından ayrılma sebebini şöyle anlattı: “Beni doktor olduğum için tercih etti; fakat benden beklentisi hem mesleğimi yapıp hem de bir ev hanımı gibi olmamdı. Bana hiç bir zaman evimize bir yardımcı almayacağımızı çünkü annesinin bugüne kadar evlerine hiç yardımcı almadığını bütün işi annesinin yaptığını kendisinin de eve yardımcı alırsa bunun annesini inciteceğini söylemiş. Annesi her sabah kapıda oğlunun ayakkabılarını çevirir ve onu dua ile uğurlarmış, eşinden de böyle hizmet beklermiş.”

Genç kız da bütün bu beklentileri karşılayamayacağını anlayınca ayrılmış.

Doktor beyin hanımı da kendi ile aynı mesleği yapacak fakat akşam eve gelince o yorgunum diye ayağını uzatıp yatacak karısı da; yemek, bulaşık, çamaşır, ütü, temizlik gibi evin bütün ihtiyaçlarını yapacak ve ayrıca bütün akşam onun etrafında pervane olacak.

zekaŞimdi bu doktor bey, tıp fakültesini başarılı bir şekilde bitirdiğine göre zekasından bir şüphemiz yok fakat belli ki aklı yeterince gelişmemiş. Ev hanımı annenle, akşama kadar dışarıda çalışan bir kadını nasıl kıyaslayabilirsin! İnsan hiç düşünmez mi bu kadın robot mu, akşama kadar dışarıda çalışacak fakat evde de bir ev hanımı gibi her şeye yetişip hiç bir işi aksatmayacak. Git fabrikaya robot siparişi ver! Ev işlerinde düzen istiyorsan bir ev hanımı ile evlen. İnsan bu kadar aklını kullanabilmeli.

Çalışan hanım istiyorsan da ihtiyaç olduğunda yardımcı tutacaksın, yardım edeceksin ve aksayan işleri görmezden geleceksin. Nasıl onun kazancı evin geçimine destek oluyorsa sen de onun işlerine destek olacaksın.

Maalesef ki çok zeki insanlar çok da akıllı olmayabiliyorlar. Akıl düşünme kabiliyetidir. Çocukken düşünme yeteneği geliştirilmeyen kişiler, aklını yeterince kullanmayı öğrenemiyorlar. Doğruyu ve yanlışı ayırt etmek, insanları ve olayları değerlendirip analiz etmek ve ona göre davranabilmek ancak akıl ile mümkündür.

Mesela; akıllı insan kıyas yapmaz.  Her durumu kendi gerçekliği içinde değerlendirir. Baştaki misalden hareketle, çalışan hanımı, ev hanımı ile kıyaslamak yanlış; fakat çalışan hanımla kıyaslamak da yanlış. Hem çalışıp hem de bir ev hanımı gibi her işini yapan hanımlar da var. Onlara bakıp “benim hanım da yapsın” demek çok mantıksız. Zira herkesin taşıyabileceği yük farklıdır. Bekarken ev işi yapmaya alışmış bir hanım, bütün işlerin rahatça üstesinden gelebilecekken, sadece ders çalışmış ya da ailesinin maddi imkanı iyi olduğu için evlerine sürekli yardımcı almaya alışmış birinin ev işlerinde zorlanmamasını beklemek ahmaklık olur.

Yüksek zeka, kişinin mutluluğunun önünde en büyük engel olabiliyor. Kişi zekayı ve başarıyı kendinden bilirse, Allah’ın ikramı olduğunu gözden kaçırırsa kibre düşer. Kibir ise aklın önünde en büyük engeldir. Kişi kibirlendiğinde doğru düşünme yeteneğini kaybeder.

Muhammed İbni Hüseyin: “Az ya da çok insanın kalbine kibir girdiğinde o miktar da aklından noksanlaşır.” demiş.
Kibir, kişiyi bencilleştirir; bencillik de zalimleştirir. Kendini çok değerli gören, başkalarını değersiz görmeye başlar, bu da adalet terazisini bozar.

Hz. Peygamber: “Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler gürûhuna kaydedilir. Böylece zalimlere verilen ceza ona da verilir.” buyuruyor. Rabbim korusun.

Maalesef günümüz eğitim sistemi zekayı putlaştırıyor. Okulda başarı tamamen not odaklı. Ne kadar bilirsen, ne kadar çok test çözersen, ne kadar başkalarını geride bırakırsan o kadar başarılı sayılıyorsun. Çocukların gençlerin düşünme yetenekleri hiç geliştirilmiyor.  Okul başarısı düşük olan kendini aptal sanıyor; çünkü öyle zannettiriliyor. Oysa öğrencinin zihin başarısı düşük olabilir; fakat merhametli, insanlığı yüksek, akıllı biri olabilir.

Zekaya tapan bir sistemde, kibri köpürtülen ve bireysellik gazı ile benliği putlaştırılan insanların evlilik gibi bencillikten arınarak yürütülebilecek bir sistemi başarı ile götürmelerini beklemek zaten safdillik olur.

Ki dini eğitimler bile, maalesef sadece zihin odaklı ve ezber üzerine. Aklı geliştirme üzerine bir eğitim yok, bilgi yükü var. Bir Kur’an Kursu hocası hanım ile kocası, boşanma aşamasında bana danışmışlardı. Kocanın dini eğitimi yoktu, sadece ibadetlerini yapacak kadar dini bilgi sahibi idi. Erkek aralarındaki problemi şöyle özetlemişti: “Beni cahilsin diye hor görüyor, kendi ilim sahibi olduğunu söylüyor da şeytan da ilim sahibi idi fakat ona bir faydası olmamıştı.” Erkek karısından daha az bilgi sahibi olmasına rağmen, aklını karısından daha iyi kullanıyordu. Ayrıca adam onu ilim sahibiyim diye kandırmamıştı. Her ne olursa olsun evlilik öncesi kabul ettiğin şeyi, sonradan başa kakmak çok ayıp zaten.

Evlilikte mutluluk için, yüksek zekaya değil (normal hayatını sürdürecek kadar zeka yeterlidir)  akla ihtiyaç vardır. Kendi hatalarını görmek, eşini tanımak, onun istek ve beklentilerini göz önünde tutmak, değer verdiğini göstermek, yaşanan tatsızlıklar üzerine düşünüp analiz yapıp kim neye çok sinirlendi bunun sebebini bulup aynı hataları yenilememek, hataları telefi etmeye çalışmak, eşini mutlu edecek şeyleri düşünüp yapmak…

Evlilik hayatında zeka ve tahsil eşe bir övünç sebebi olmamalı. Bir hanım “Eşim bana sürekli “Ben Boğaziçi Üniversitesini bitirdim’ deyip hava atmaya çalışıyor, bu beni çok sinirlendiriyor.” demişti. Kocasının hangi üniversiteyi bitirdiği değil, ne kadar iyi koca olduğu önemli kadın için.

Karı-kocanın zeka, bilgi ya da tahsil yarıştırması evlilik hayatını ciddi olarak zedeliyor. Evlilik bir yarışa, birbirini susturma ve kazanma savaşına dönüyor. Bilgi arttıkça geçinmek zorlaşıyor. Bakıyorsan yüksek tahsil yapmamış olanlar, birbiri ile daha iyi geçiniyor.

Tahsil yükseldikçe kibri yükseltmemek için tevazu elbisesini giymek lazım. Sonuçta bize verilen her şey emanet. Nice zeki insanların sonu akıl hastanesinde bitiyor. Emanet ile övünmek, hava atmak aptallıktan başka bir şey değildir. Şeytan da çok zeki ve bilgili idi fakat çok büyük aptallık etti. Zeki ve aptal olmak hem Allah’ın rahmetini kaybetmeye sebep olur, hem de sevdiklerimizi kaybetmeye sebep olur. 

Sema Maraşlı / Vahdet Gazetesi

Deha Aranıyor!

Müslümanlar neden bu kadar başarısız? Neden elimizden hiçbir şey gelmiyor? Börekleri yiyip, çayları içip, sigaraları tüttürdüğümüz sohbetlerimizde, dünyayı kurtaracağımızı, bir gün Allah’ın yardımının geleceğini, dünyada kaybetsek bile ahirette kazanacağımızı söylüyoruz; biz, Allah’ın yeryüzündeki vekili değil miyiz? Nasıl bu kadar mağlup, nasıl bu kadar mutsuz, nasıl bu kadar çaresiziz? Neden hep, biraraya gelsek neler olacağını konuşuyoruz da bir türlü biraraya gelemiyoruz? İki oda bir salon hayatlarımızdan çıkamayaşımızın, kımıldayamayışımızın sebebi ne?

Müslümanlar deha yetiştirmiyor. Ne fizikte, ne kimyada, ne hukukta, ne siyasette, ne mimaride, ne astronomide, ne edebiyatta, ne felsefede, ne sinemada, ne tıpta, ne şunda, ne bunda… Elmacının kızında! Bu sözlerimin ardından, zihinlerde yükselen sesleri duyuyorum. ‘Olur mu canım! Kimleri kimleri yetiştirmişiz!’ Ben de geçiriyorum gözümün önünden o dehaları ve sonra onların talebelerini, çıraklarını, ustalarından öğrendiklerini ileri taşımakla, hayırlarda ve ilimde yarışmakla sorumlu olanları arıyor gözüm… Hiç mi yok! Var! Var, ama bir köşeye çekilmiş, Müslümanlar arasında bile azınlık gibi yaşayan, yalnız insanlar geliyor gözümün önüne. Nerede onlara sahip çıkacak Müslümanlar? Nerede, dehanın kıymetini bilen, onu gördüğü yerde tanıyan, onu dinleyen çoğunluk? İki oda bir salon hayatlar…

Hristiyanlar gibi Pazar günlerine kilitlediğimiz… Sabah sekiz, akşam altı ofis duvarları. Bir başka şehire göçmekten zahmetli git-geller, kalabalık şehir yolları… ‘Biz mi kurtaracağız dünyayı? Elbet biri gelir… Ben de onu takip eder kurtulurum’ rüyaları. Hep, neyin yanlış olduğunu tarif etmek, ama çözüm üretememek. Neyin yolunda gitmediğini görmekle yetinmek ve harekete geçememek.

Vakit, kendimizi kurtarmanın vaktidir! Allah, nefsindekini değiştirmedikçe, hiçbir kavmi doğru yola iletmez. Madem bu kadar çamura battık arzda ve böylesi yenik düştük şeytana, üstümüzü başımızı temizlemenin vaktidir. Şeytanın en çok sevdiği şey, hiçbir şey yapmadan yerinde oturan iyi bir adamdır. Yerimizden kalkmanın, tozumuzu toprağımızı silkelemenin vakti gelmedi mi? Bugünün ve yarının Müslümanlarını, yeryüzünde düştükleri utanılası durumdan kurtaracak dehalar yetiştirmenin vakti? Pekiyi, neymiş bu deha? Allah vergisi mi, öğrenilesi bir şey mi? Bu sorunun cevabını, yapay zekâ çalışmalarında kullanılan bir bilgiyle yanıtlayalım.

Öğrenme modelleriyle ilgili yapılan araştırmalar ortaya koyuyor ki normal zekalı bir insan, pek çok zaman, kendisinden daha üstün zekâya sahip diğerinden daha başarılı olabiliyor. Buradaki ilginç durum, bu üstünlüğün nasıl sağlandığıyla ilgili:

İSTİKRAR! Evet, istikrarlı çalışan biri, bunu beceremeyen üstün zekâlı birinden çok daha önemli işler başarabiliyor. Mesele, ne yapmak istediğimizi belirlememiz ve bıkmadan usanmadan onun üzerinde çalışmamız.

Müslümanlar, bilimde ilerlemeyi, dünya ilmi diye karpuz kabuğundan saydıkları için, uzaya uydusunu gönderip fotoğrafımızı çeken Amerika oluyor, bize de el sallamak düşüyor. Koca bir kent büyüklüğündeki uçak gemilerinden atılan Tomahawk’ları dualarla durdurmaya çalışıyoruz. Tomahawk dua ile durur mu? Allah dilerse durur! Pekiyi, biz, kötüyü durdurmak, akletme yeteneğimizi kullanmak için ne yaptık ki Allah bizi bedavadan kurtarsın? ‘Siz, sizden öncekilerin çektiği sıkıntıları çekmeden cennete gideceğinizi mi sanıyorsunuz?’ (2/214) ayeti kerimesine bakılırsa, Müslümanın bedavadan göğe yükselmeyeceği açık.

Arşimet, Romalıların saldırılarına karşı Syrakusai’nin savunmasını yönetti. Üç yıl boyunca, Marcellus’un ordusunu başarısızlığa uğrattı. Çok uzak mesafelere taş veya ok atmaya yarayan makineler yaptı. Düzlem aynaları ince hesaplarla birleştirirken, çevresinde toplanan halk ona gülüyordu. O, aynalarla topladığı ışıkları, dilediği gibi yönlendirerek, düşman gemilerini yaktı. Her şeye rağmen, Romalılar şehri zaptedince, Marcellus, Arşimet’e dokunulmamasını emretti. Ne var ki, Arşimet’i tanımayan bir asker, bir problemin çözümüne iyice dalmış olan bilginin kendisine cevap vermemesine kızarak, onu öldürdü. Nereden nereye… İspanya’yı fetheden kumandan Tarık bin Ziyad, ‘boş zamanımda askerlik yapıyorum, asıl işim ilimdir’ deyip, matematik çalışıyordu.

İki oda bir salon hayatlar… Aceleciliğimiz, tembelliğimiz, ‘hemen olsun’ isteyişlerimiz. 100 metre koşup, dünya rekorunu kıralım, altın madalyayı alalım istiyoruz. Oysa, koşmamız gereken zorlu bir maraton var önümüzde, uzun mu uzun, zorlu mu zorlu, yalnız mı yalnız. Bugün, geri kaldığımız alanlardaki açığı kapatmak için çalışmaya başlasak, çok değil otuz yıl sonra neler değişir! Ama herkes kısa mesafe koşmak istiyor. Dünyanın o kadar işi gücü varken, ne gerek var şimdi fizik çalışacaksın, mantık öğreneceksin, kimya, biyoloji, genetik, matematik, astronomi okuyacaksın! Ne gerek var Kur’an’daki kavramlar üzerine düşünmeye, lisanını temizlemeye! Uzun iş! Biri yapsın da, biz de peşinden gideriz. Bize, deha lâzım. Hep geçmişe bakıp onun hayalini kuran değil, ama geçmişten öğrendiklerine sağlam basıp ayağını, gözünü geleceğe diken bir deha…

Her alanda yaptıkları istikrarlı çalışmalarıyla, keşif yapabilen dehalar. Albert Einstein‘ın, dünyanın en akıllı insanı olduğu masalını daha ne kadar dinleyeceğiz? Hep övünürüz: ‘Batı şunu da bizden öğrendi, bunu da bizden öğrendi.’ Son 20 yılda, kaç Müslüman, kaç keşif yaptı? Allah’ın vekili olma sıfatına layık görülen bizler, ne kattık da ne bekliyoruz hayattan? Bağdat’ta, İslâm tarihinin en önemli eserleri cayır cayır yakıldı. Şimdi var mı gücümüz, bir o kadar daha araştırmaya, yazmaya? İki oda bir salon hayatlar…

Keşifler kötüye kullanılıyor diye, keşfetmekten vazgeçtik. Ne Allah’ın neyi nasıl yarattığından haberimiz var, ne de öğrenmeye bir merakımız. Dünya ilmi… ne yapacaksın? Bize ne mercekten, protondan. Kozmolojiymiş, canlıların yaşamlarıymış, yerdeki ve göklerdeki hareketlermiş… Kime faydası var, bir teleskop alıp uzaya bakmanın? Nasılsa, son model telefonlar bilmem kaç piksel fotoğraf çekiyor. Internette sörf yapmak varken, gezegenleri, yıldızları incelemeye vakit mi ayırılır? Gazetelerin arka sayfalarındaki küçük köşelerde, Batı’nın son buluşlarını yayınlıyorlar nasılsa. Onları doğru kabul ederiz, olur biter. Olmadı; yazarız bir şiir, yıldızı sevgilinin gözü yaparız, sevgilinin gözünü ay, sonuna bir de kafiye attık mı tamam!

‘Yıldızlar karartıldığı zaman’ (81/2), ‘gezegenler saçıldığı zaman’ (82/2) kıyamet kopacak, ama onu da incelemeye gerek yok, zaten hayatımızın ve çağımızın geldiği noktadan iğreniyoruz ve düzelebileceğine dair hiçbir ümidimiz yok ve bu yüzden de bir şey yapmayıp, sadece kendimizi garantiye alacağız ya! Neyin yolunda gitmediğini, neyin yanlış olduğunu tanımlayarak ömür tüketenlerden yorulduk. Şimdi bize, merceğini, sorunun üzerine tutup, topladığı ışıkla onu yakacak dehalar lâzım. ‘Dehanın ışığı, başka, doğru düzgün bir insanınkinden daha çok değildir; ama deha, bu ışığı belli türden bir mercekle yakıcı bir noktada toplar.’

Aybars Bora / Zafer Dergisi

Zekanın Hayırsızı

Nur Külliyatında cerbezenin, ‘kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi’ olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir: ‘hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik’ olmak. (İşarat-ül İ’caz, 23).

Bir misâl: Avrupa hayranı birisi, orada gördüğü bütün güzellikleri övgülerle sıralar, sonra başlar bizdeki noksanlıkları tek tek anlatmaya. Ve ortaya öyle bir tablo çıkar ki, sanki bütün güzellikler orada, bütün çirkinlikler de bizde toplanmış. İşte bu, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle ‘Avrupa’nın mehasinini mesavimizle muvazene etmek’tir ve bir cerbezedir. Kaldı ki, Avrupa’nın güzelliği diye takdim edilen şeyler, ne oradaki insanların faziletlerinden, ne de Hıristiyan dininden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamı, menfaat esasına bina edilen ve hassasiyetle uygulanan disiplinli bir sistemin meyveleridir.

Bu konuda bir hatıramı nakletmek isterim. Avrupa’da bir dostumdan şunları dinlemiştim: “Bizde belediyeler zemin katta oturanların kira ücretlerini düşük tutarlar. Buna karşılık, kar yağdığında evin önünün temizlenme görevini de zemin katında oturan kiracıya yüklerler. Bu görevin yapılıp yapılmadığını sıkça kontrol etmelerine gerek yoktur. Öyle bir ceza sistemi getirilmiştir ki, kiracı kar yağar yağmaz hemen dışarı fırlar ve evinin önünü temizler. Çünkü, oradan geçen bir adamın kayma sonucu ayağı kırılsa, onun bütün tedavi masraflarını o kiracı ödeyecektir. Bu ise çok büyük bir yük tutar.” Şimdi, kanun korkusuyla kapısının önünü derhal temizleyen sefih bir Batılıyı, bu konuda ihmalkâr davranan faziletli bir Müslümandan daha üstün göstermeye çalışmak tam bir cerbezedir.

Nur Külliyatında konunun bir başka yönü şöyle nazara verilir: “Cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.” (Münazarat, 35) Üstadın bu ifadeleri, bazılarının hacılara sıkça çatmasını hatırlattı bana. Burada da bir cezbeze sözkonusudur. İnsan kuldur, hata yapabilir. Ama bu hatayı yapan hacı ise, hata her nedense, doğrudan, hacılar hanesine yazılır. Bütün hacıların işledikleri hatalar aynı hanede toplanır ve sonunda büyük bir hata kümesi çıkar ortaya. İşte, denilir, bütün bu hataları işleyenler hep hacılardır. Bu ulvî müesseseye böylece hücum edilir. Bu gibi sözleri dinleyen şahıs düşünemez ki, bu hatalar farklı şahıslarda görülmüştür ve bunları alt alta koyup toplamanın mantıkî bir yönü yoktur. Bu mantığa göre, bütün insanların işledikleri cinayetlerin, yaptıkları hataların, ettikleri zulümlerin tamamını toplayıp ‘insanlığı’ itham etmek gerekmez mi? Nur Külliyatından son bir cümle: “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir.” Cerbezeci insan, bir mü’minden bir tek kötülük görmüşse, bunu sünbüllendirir, çoğaltır, büyütür ve onun bütün iyiliklerini bu tek kötülükle örtmek ister. Bu da bir cerbezedir ve büyük bir zulümdür.

Alaaddin Başar

Hikmet Nedir? Ne Faydası Var?

Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda, adalet, felsefe demektir. Ayrıca hikmet, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir.

Hikmet; Kur’an-ı Kerim, ilim, fıkıh, ilm-i ledünni, nübüvvet, din ve dünyanın salahı, “İlahi emirlerin faydasını anlama”, güzel fiilleri meydana getirme melekesi, “ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanma” ve “müktezayı hale göre hareket etmektir.” Başka bir ifadeyle hikmet, “Hakkı hak bilip ittiba etmek ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktır.”

Hikmet, her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.

Kur’an-ı Kerim’de hikmet kelimesi bir kaç manada kullanılmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allahın üzerinizdeki nimeti ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşün. “1 Bu ayetteki hikmet, nasihat ve öğüt manasındadır.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Andolsun biz, Lokmana hikmet verdik” 2 Burada geçen hikmet, “derin anlayış, Kur’an’ın sırlarına vukufiyet, tefekkür ve ilim” manasındadır.

Bir başka ayette ise: “Allah(c.c.) Davud’a saltanat ve hikmet verdi.”3 Burada ifade buyrulan hikmet kelimesi ise peygamberlik manasındadır.

Yine bir başka ayette de şöyle buyrulur: “ Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” 4 Bu ayette geçen hikmet kelimesi de Kur’an’ın inceliklerini ve sırlarını anlama manasınadır. Hikmetin ehemmiyetini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini gösterir.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teala, kullarından dilediğine güzel amele karşılık olan ilim verir, hakaik-ı eşyaya vukuf verir. Evamir-i ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilecek istidad verir ve fazilet ihsan buyurur. Böyle kimse pek mesuttur ve pek büyük bir lütf-u ilahiye naildir. Ebedî selamet ve saadete namzet bulunmuş olur. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazife-i ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hiss-i şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!”5

Bazı müfessirler de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde geçen hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmişler. “Kitap ve hikmeti onlara öğretir.” 6 Burada zikredilen kitaptan maksat Kur’an, hikmetten maksat ise sünnettir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v) hikmet sahibiydi. Onun her sözünde ve fiilinde bir incelik ve mana vardı. O az sözle çok derin ve engin manaları ifade ederdi. Hakka uymayan söz ve fiil sudur etmezdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v) “(Ey Muhammed) Sen (insanları) rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”7 ayet-i kerimesine kemal derecede mazhar olmuş ve İslamın neşir ve ilan edilmesinde en büyük esas olan tebliği, hikmetle yerine getirmiştir. O’nun varisi olan ümmetinin de bu mazhariyete nail olması iktiza eder. Böylece diğer ümmetlerin haiz olmadığı yüksek bir dereceye ulaşılmış olur.

İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.” diye tarif etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle hikmet, “eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir.” Nitekim Peygamber Efendimiz “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diye dua etmişlerdir. Avrupalı bir mütefekkir, “O zattan başka hiç bir kimse böyle bir sözü söylememiş, böyle bir niyazda bulunmamıştır.” demiştir.

Hikmet bir nurdur ki, hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştırır. O’nun sevgisine ve rızasına mazhar eder. Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır. Zira, “hikmetin başı Allah korkusudur.”

Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülük, zarar ve günahtan muhafaza eder ve ebedi saadetin kazanılmasına vesile olur. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, küfürden sakınmak, vasat mertebesi günahlardan sakınmak ve en yüksek mertebesi de Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbi muhafaza etmektir.

Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve kendisinden hakkıyla korkanı korkutmaz. Allah korkusu insanları bütün dalaletlerden, tehlikelerden ve nice afetlerden kurtararak sırat-ı müstakime götürür ve insanın aklına nur ve rehber olur.

Hikmet eşyanın hakikat ve mahiyetini idrak etmektir. İlimlerin menbaı ve bütün faziletlerin kaynağı hikmettir. Dünyevi ve uhrevi saadetlerin, maddi ve manevi nimetlerin vesilesidir. Cehaletle ölmüş kalpleri dirilten ve onları ihya eden hikmettir. Hikmet, dünyevi ve uhrevi maksatları anlayıp ikisini beraber yürütmek ve o nisbette tarakki ve tekamül etmektir.

İnsan hikmet ve felsefenin takip ettiği yolu dikkatli incelerse görür ki, hikmetin asıl gayesi vahdaniyet-i İlahiyeyi delil ve hüccetlerle ispattan başka bir şey değildir. Evet, hikmetin gayesi ve neticesi teslis değil, tevhiddir.

Cenab-ı Hakk’a isnad olunan hikmetten murat ise, O’nun ilim ve kudretinin, şefkat ve merhametinin sonsuz olması, abes hiç bir şey yaratmaması ve yarattığı her şeyde binler fayda ve maslahat bulunmasıdır. Zira, bütün eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla, vazife ve gayeleriyle bilen Cenab-ı Hak’tır. Öyle ise, mutlak hikmet sahibi ancak O’dur.

Merhum Hamdi Yazır da; “Hem ilim, hem amel-i salih, hikmetin esası ve temelidir.” demiştir.

Evet, ilimsiz amel, faydalı da olsa hikmete muvafık olmayacağı gibi, amelsiz ilim de ne kadar cazip ve faydalı olursa olsun hikmet ismini alamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” diye buyurmuştur. Ulum-u akliye ve ulum-u nakliye olarak ikiye ayrılan ilimlerin bir arada cem olmasına hikmet denilir. Bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman letafetlerini kaybederler. Zira birini ihmal edip, diğeri ile iktifa etmek, hikmete zıttır.

Hükema ise; “hikmet, alemin ahvalini derinden derine tefekkür etmektir.” demişlerdir.

Avrupa hükemasından Yufro ve taraftarları da “ hikmet, hakikatı henüz taayyün etmemiş bir sırdır. Eğer taayün etmiş olsa idi, hükema adedince hikmet olmazdı. Yani birden fazla hikmet bulunmazdı.” demişlerdir.

Felsefe ve hikmetin hakikatini anlayan Yunan mektebinin reisi olan Talis adlı bir feylesof da, “ Bu alem bidayetten ve nihayetten münezzeh olan bir Sânii Hakim’in eseridir.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olduğunu ifade etmiştir.

Şunu da ifade edelim ki, bütün bu hükema ve feylesofların fikir ve düşünceleri insanın hakiki saadet ve selameti adına ciddi ve sağlam bir yol ortaya koyup, onları irşat edememişlerdir. Bunun içindir ki, Avrupalı bir fikir adamı şöyle der: “Ben bir çok hükemanın fikirlerine müracaat ettim ve bir çok eserlerini tetkik edip okudum, ancak cümlesini anlamakta aciz kaldım. Zira onlar birbirinin görüş ve iddialarını çürütüp, kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eden dayanaksız ve cahil bir topluluk olarak gördüm. Bütününün delil ve düşüncelerinin fasid olduğunu anladım. Baktım ki, hepsi kendi dava ve şöhreti namına doğruyu söylemiyor. Felsefeciler iyi bilsinler ki, ruy-i zemini tenvir ve ihya eden kendi hikmetleri değil, hak din olan İslamiyettir.”

Sokrat da “feylesoflar aldanmışlardır, his ve zevkler de bizi aldatır.”8 diyerek, bunların bir noktada ittifak etmediklerini ifade etmiştir.

Felsefe hep ihtimaller üzerine hareket eder. Çünkü menbaı akıl ve fikirdir. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüş, birbirlerini tekzip ve fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişlerdir. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, ahiret alemini bilemezler ve bilemediler de. Demek ki akıl, tek başına hakim olamaz ve daima sırat-ı müstakimde yürüyemez.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an ve felsefenin mukayesesini şu orijinal cümleleri ile şöyle ifade eder:

Felsefenin talebesi, “Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

Hikmeti, nazari ve ameli olarak iki kısma ayıranlar da olmuştur.

Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilahi kanunları ( sünnetullah, Allah’ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhakeme yoluyla elde edilir. Kâinat, tefekkür erbabı için hikmetlerle dolu bir kitaptır.

Ameli hikmet; akla uygun ve faydalı fiillerdir. Faydalı ilim salih amelden ayrı düşünülemez. Onun için ehl-i hikmet şöyle demiştir; “hikmetin evveli kainat kitabını tefekkür, ortası din ve itaat ve nihayeti de ebedi saadettir.

Kainat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Kainatta olan mahlukat nevileri hesaba gelmeyecek kadar nihayetsizdir. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler ayet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halik’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder. Kâinat kitabını ibretle tefekkür edip okuyan bir insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebebler âleminden o sebepleri yaratan Cenab-ı Hakk’a intikal eder. Bundan sonra bütün bu kainatı evirip çeviren, bütün mahlukatı yoktan var eden Rabbine karşı kulluk vazifesini ifa eder. İnsanın yaratılış gayesi olan tefekkür ve ubudiyet de onu ebedi saadete mazhar eder. İşte hakiki hikmet budur ve hikmet buna denilir.

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi 2/23

2 Lokman Suresi 31/12

3 Bakara Suresi 2/251

4 Bakara Suresi 2/269

5 Ö.N Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri 1.Cilt

6 Âl-i İmran Suresi 3/164

7 Nahl Suresi 16/125

8 Bkz. E. H. Yazır Metalip ve Mezalip s,46