Etiket arşivi: zelzele

Zilzal (Deprem) Suresinin Sırlarıyla Yaşamak

Bütün duyguların merkezi, başı ve padişahı hangisidir gibi bir soruya verilecek en doğru cevap, herhalde, ‘beka arzusu’ olacaktır. Bu arzu, duyguların merkezi ve zenbereğidir. Açlığını bastırmaktan evlat sahibi olma arzusuna, mal-mülk edinme tutkusundan tanınıp bilinme hevesine, cinsellikten ölüm korkusuna… Hangi duyguyu ele alırsak alalım, derinine inildiğinde, ‘beka arzusu’ çıkar karşımıza.

Beka talebi, duygularımızın temelidir. Dünya fanidir; ama hiçlik, insanın kabul edebileceği türden bir son değildir. O yüzden, ancak hayatını ölümün ötesine uzatarak ahireti dünyasına alabilenler şu dünyada dengeli ve huzurlu bir hayat yaşar. Yine bu yüzden, ölümü mutlak bir son olarak görenler, bu dünyada varlığını yahut ölümünü bir şekilde unutarak yaşamak zorundadırki, uyuşturucular, sefahet, alkolizm, işkoliklik, eğlence.. bütün bunların ucu bu noktaya dayanmaktadır.

Beka arzusunu doyurabilmek için ölümden öte bir ölümsüz hayat ülkesine muhtaç olan insan, öte yandan, yine bu arzunun bir uzantısı olarak şu dünyada dahi sağlam bir zemine basmak ister. İstatistiğe vurulduğunda karşımıza en güvenli yol olarak çıktığı halde havayolu ulaşımının bize olabildiğine ürkütücü gelmesi bundandır. Çünkü, bir uçağın içinde, “Her an herşey olabilir” halet-i ruhiyesi içindedir insan. İstatistiklerin gösterdiği, “Uçak yere çakılacak olsa?” diye düşünen insanlara hiçbir teselli vermemektedir. Çünkü, uçak düşecek olsa, sakat kalarak dahi yaşamasının pek mümkün olmadığını düşünmektedir.

Aynı şekilde, denizin de insana güven verdiği pek söylenemez. Hava gibi, su da insanı taşımaz çünkü. Vapur bir şekilde su alacak ve insan dayanacağı bir zeminden mahrum kalacak olsa, denizin yapacağı iş, bir müddet sonra onu yutmak olacaktır. O da beka talebinin sağlam bir zemini değildir kısacası.

Yeryüzü ise, insana güven verir. Zira, doğduğu andan itibaren onun üzerindedir. İnsana, ona atılan temel üzerinde bina kurma imkânı tanır. Ektiği tohumu biçmesini temin eder.

Bunun için, insanın şu dünya hayatında kendini rahat hissedeceği zemin, gökyüzü yahut deniz değil, yerdir. insana dost gelen unsur, hava veya su değil, topraktır. Yeryüzü ve toprak, insanın beka arzusunu bir derece karşılamaktadır. Eh, insan, ölse bile, en azından toprak olur. Kendisinin bıraktığı mal-mülk, evladına kalır. Kendisi yerin altına da girse, namı veya soyu yürür.

Dolayısıyla, bir Bâki-i Zülcelâl’in varlığına imandan beslenmesi ve asıl olan âhiret yurduna yönelmesi gereken beka arzusunun dünyaya kilitlenip kalmasında toprak unsurunun ciddi bir rolü vardır. İnsan, gafletli bir nazarla, Rabb-ı Rahîm’in çok rahmetler ve hikmetler taşıyan bu unsurunu beka talebinin doğru adresinin mezarı kılmaktadır.

Zilzâl sûresi, onu ilk kez keşfettiğim günden beri, bu bakımdan manidar gelir bana. Bilhassa, bütün bir günü uğrunda harcadığımız şu dünyada artık gönül huzuruyla uyku âlemine girmeye hazırlandığımız gece vakti okumaya gayret ettiğim bir sûredir Zilzâl. Kendimden ve Rabbimden gafil olmadığım zamanlarda bu sûreyi kendime tekrarlarken öncelikle düşündüğüm, bu sûreyi gerçekten kavrayacak olsak, dünyanın bizi aldatamayacağıdır. Çünkü, güvendiğimiz, beka yatırımını üzerine yaptığımız yeryüzünün hiç de güvenli ve güvenilir olmadığını bildirir sûre-i Zilzâl.

Bu sûreden öğrendiğimize göre, gün gelecek, yeryüzü deprenecektir. Zaten, zeminin tamamının depreneceği o kıyamet ânına bedel, parça bölük depremler ile el’an bunun nümuneleri sergilenmektedir. Yer sarsılır; yıkar, mahveder, ezip geçer. Beka yatırımının arsası olarak, uygun bir seçim değildir kısacası.

Hem, öyle bir deprem sûretinde deprenir ki, ona yüklediğimiz bütün ağırlıkları dışarı atar. Ne ‘biz gitsek de arkamızda kalacak’ dediğimiz malı mülkü arkamızda bırakır; ne de neslimize daimî bir hayat zemini olarak hizmet verir. Üzerine yaptığımız yatırımları ve kendisine yüklediğimiz hesapları reddedip atıverir. Böylece, celâl yüklü bir hal lisanıyla, “Arzu ettiğiniz bekanın mercii ve zemini ben değilim” der gibidir.

Ve, yeryüzü müthiş bir deprenme ile sarsılıp bütün ağırlıklarını dışarı attığında, havada korkan, suda korkan, lâkin ayağı yere basıyorsa huzur duyan insan şaşırıp kalacaktır. Âdeta, ummadığı birinden ihanet gören ve güvendiği biri tarafından aldatılan birinin şaşkınlığı içinde olacaktır. Gerçi, her an o incecik kabuğunun altında kaynayıp duran cehennem-misâl magma tabakasıyla; üstelik, o tabakanın varlığını bildiren yanar veya sönmüş dağlarıyla veya deprem adlı sarsıntılarıyla yeryüzü bize diyeceğini demiştir durmaksızın. Lâkin, beka arzusunu bir Bâkî-i Zülcelâl’in varlığına imanlı besleyip âhirete imanla doyurmanın bazı vazgeçilmez uzantıları nefsinin hesabına gelmediği için, insan bu arzunun adresini ‘yeryüzü’ sûretinde saptırmıştır. Lâkin, yer müthiş bir sarsıntıyla deprenip sarsıldığında, kendi eliyle ördüğü aldanışların kofluğuyla yüzyüze gelip, “Ne oluyor buna?” şaşkınlığına dûçar olacaktır. Onun anlamadığı ve anlamlandıramadığı bu sarsıntı hengâmında, arz, Rabbinin vahyetmesiyle, haberlerini anlatacaktır. İşte o an, zerre miskâl hayrın ve zerre miskal şerrin karşılığının görüleceği bir günün başlangıcıdır.

Kabiliyetimiz nisbetinde, en azından bu derece anlayabildiğimiz Zilzâl sûresi, işte ‘yerin sarsılması’ ekseninde, Kıyameti ve Hesap Gününü anlatır bize. Bilvesile, Bâki-i Zülcelâl’e bedel kendisine sığındığımız yerin, bekanın arsası olarak çürük ve adresi olarak yanlış olduğunu bildirir. Dolayısıyla, bizi, son tahlilde dünyada kalan beka teşebbüsleri yerine, zerre-miskâl hayrın da, zerre-miskâl şerrin de karşılığının görüleceği bir âhiret âlemine yönlendirir.

Bu derslerini hatırda tutabilsek ve her gün Zilzâl sûresiyle yaşamayı bilebilsek, içindeki herşeyin yanında kendisi de fâni olan dünya bizi bu kadar oyalayıp boğar mı; anlamıyorum.

O yüzden de, mü’minâne bir hâl ve gidiş için, bizi Zilzâl sûresini çokça okumaya teşvik eden hadisleri, hayatımıza yansıtmamız gerektiğine inanıyorum.

Metin Karabaşoğlu

Deprem gibi afetler bir tesadüf müdür, yoksa kaderimiz midir?

Deprem kader mi, değil mi? Bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım: Kader, kısaca, her varlığın ve her olayın bütün incelikleriyle Allahın ezeli ilminde malum olması ve ona göre takdir edilmesi, yaratılmasıdır. Her hadise “mukadderdir”, yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kainatta olup bitenler gibi, olacaklar da Allah tarafından bilinir. İlahi ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez. Her ne oluyorsa, adına kısaca kader dediğimiz ilahi ilmin sınırları içinde olmaktadır. Kainatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün mekanları ve bütün zamanları kuşatan kader gerçeği tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem de bir fiil. Her fiil gibi o da failini gösteriyor. Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları hâlk eden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mucizevi bir şekilde yan yana getirip harikulade eserler yaratan Allah, kendi mülkünde meydana gelen ve insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hadiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin… Mümkün mü?

Kainattaki her olay gibi deprem de Allah tarafından bilinmekte ve icra edilmektedir Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikati böylece tespit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: “Biz bu cümleyi kaderi inkar etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulunduran binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felaketin zararını bir derece önleyebiliriz. İşte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz.

Eğer söylenmek istenen bu ise şunu önemle belirtelim ki, körü körüne teslimiyetçiliğe “kader” deyip, tedbirler almayı “kaderi değiştirmek” diye ifade etmek yanlış bir anlayıştır. İslami tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değil, elden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucu teslimiyetle beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip; sonucu Allahtan istemektir. Çünkü, sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olacağı şeklinde bir kural yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allahtır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki hâlde de olup bitenler “kader” dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız. Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin, doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alakası yoktur.

Haller değişir, ama kader değişmez. Mesela, bir fakir çalışıp zengin olmakla, “Ben kaderimi değiştirdim.” diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: “Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış.

İslam bize, “Kadere inanıyorsan tedbiri bırakacaksın.” demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

(Gerçeğe Doğru)