Etiket arşivi: zengin

Seni zengin eden kim?..

İbadetler, Allah emrettiği için yapılır. İslam’ın şartından biri de zekât vermektir. Belki zekât vermek insana sıkıntı verir, yani malını bir başkasına vermek zordur.

Adam diyor ki, “Canımı istesen veririm fakat para istiyorsun, işte bu çok zor.” Çünkü canını bedava buldu. Kolayca vereceğini zannediyor amma iş cüzdana gelince fakirlikten korkuyor ve titriyor. Ancak iman ibadete dönüşürse o zaman zekât verdiğine sevinir. “Çok şükür Allah bana zekât vermeyi nasip etti.” der. Zekât Allah’ın emri olduğu için “Ne olursa olsun; Allah emretmiş, o emre uyacağım.” denirse Allah da insana kolaylık gösterir.

Allah’ın varlığı karşısında kendi fakrını anlayan insan, zekât vermekten korkmaz. Kendi organlarına bile sahip çıkamayan insanın nesi zengin? Ömrünü uzatamayan, felaketlere mani olamayan insanın nesi zengin? Zaten zekât meselesinde anlaşılması zaruri olan husus şudur: Neden falan adam zengin olamamış da kendisi zengin olmuş? Herkesin aklı var, gücü var, işi varken, pek çok kişi zengin olmak için çabalayıp da olamıyorken, onu zengin eden kim? Böylece anlar ki onun zenginliği Allah’ın lütfuyladır. Elim ayağım, evim arabam dese de aslında onlar onun değildir. Ölünce “benim” dediği çok kıymetli vücudunu ve mallarını dünyada bırakır gider. Böylece anlar ki aslında insan çok fakir amma kainat bütünüyle Allah’a ait…

Hangi meşhura kaldı ki dünya?

Bastığın yer belki kralların kalbidir.

Gururlanma ey insan değmez,

İnsan neyin sahibidir?

Kuyumculuk yapan çok zengin bir arkadaşım vardı. Psikolojik hastalığa yakalandı. Yanıma gelip bana sordu, “Bu hastalıktan kurtulmak için ne yapabilirim?” Dedim ki, “O serveti tek başına yeme. Allah, razı olmaz. Bak hastalandın. Peygamberimiz buyurmuş ki, hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin.” “Ne yapayım?” dedi. “İnşaat yap.” dedim. Arkadaş inşaat işinde yüzlerce insan istihdam etti. Birçok eve ekmek girdi. Hastalık mastalık kalmadı. Allah servet verir. Fakat onu sadece bir adamın yemesine izin vermez. O servetten herkes pay almalıdır. Bunun iki çeşidi vardır: Biri şirket kurmak, işçi çalıştırmaktır. Diğeri zekât vermektir. Milletçe kalkınmak İslamiyet’te hedeftir…

Allah’ım her türlü nimeti “senden bilenlerden” eyle… Senin emirlerine tabi olanlardan eyle. Verdiğin nimetlerden ihtiyacı olanlara vermemizi nasip eyle… Bütün iyilikler Senden, kötülükler nefsimizdendir. Allah’ım bizi iyiliklerle mamur eyle. Sen bize servet verdin. Bize de zekâtlarımızı vererek, şükrümüzü eda etmeyi nasip eyle…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Kış şartlarında zengin de yoksul da imtihanda?

Öteden beri yapılan kış tarifine göre, zengin kış manzaralarıyla neşelenir, hatta hangi yüksek tepelerde nasıl bir kayak zevki yaşayabileceğini dahi düşünebilir.

Ama daha temel ihtiyaçlarını temin edememiş, giyim kuşamdan başka barınabileceği rahat bir meskene dahi kavuşamamış yoksullar ise kış manzaralarını endişe içinde izler, çoluk çocuk donma tehlikesi mi geçireceğiz acaba, telaşıyla karşılar beyaz kar manzaralarını. Demek ki, böyle zor devrelerde zengin de fakir de imtihanda. Zengin sadece kendi zevkini düşünüp yoksula ilgisiz kalırsa imtihanı kaybeder. Yoksul da tevekkül ve teslimiyetini yitirip halinden isyana yönelirse imtihanı kaybeder.. İki tarafın da kış imtihanı böyle oluşur bu türlü zor devrelerde.

İrşat eserlerinde verilen misalin sonucuna baktığımızda, ihtiyaç içinde inleyen yoksulu düşünmeyen zenginin imtihanı daha ağır gibi görünüyor. İsterseniz sözü daha fazla uzatmadan hepimizi düşündürmesi gereken bu misali birlikte okuyalım. Bakalım zor şartlarda hep kendi zevkinin peşine düşüp yoksulun halini hiç hayal etmeyenlerin sonları nasıl oluyor bir görelim.

***

Fırtınalı bir havada uçuşan kar taneleri, kara kargayı coşturmuştu. Çünkü sırtındaki sağlam tüyler onu tam koruyor, soğuklar kalın tüylerle kaplı bedenine işlemiyordu. Bu yüzden konduğu ağacın dalından çevreyi keyifle seyrederken ötmesini de sürdürüyordu:

– Yağ yağ, konduğum dala çıkıncaya kadar yağ!. Halbuki hemen yanı başındaki dalda zayıf tüylü serçe de titreyerek sızlanıyordu.

– Yağma yağma, zayıflar var, zavallılar var!.. Bu sızlanış kara kargayı hiç mi hiç etkilemiyor, yine devam ediyordu konduğu dalda:

– Yağ yağ, konduğum dala çıkıncaya kadar yağ!.. Manzara zevki kargayı coşturmuş, soğuktan titreyen küçük kuşları düşünemez duruma getirmişti..

Rabb’imiz, karganın sadece kendini düşünüp, zayıfları, zavallıları hesaba katmayışına razı olmadı. Zayıfların halini düşünecek duruma getirmek istedi. Bu sebeple de yaramaz bir çocuğu ona musallat etti. Çocuk karganın, bağıra çağıra öttüğü ağacın dibine gelerek yukarı doğru yavaşça tırmanmaya başladı. Yine yağ, yağ diye bağırmaya başladığı bir sırada kuyruğundan yakalayıp tutmaya çalıştı. Bu sırada çırpınmaya başlayan kargada ne tüy kaldı ne de telek. Hepsini de çocuğun elinde bıraktığından güç bela sıyrılıp karşı binanın çatısına zar zor konabildi. Artık yağan karlar esen soğuk rüzgârlar çıplak vücuduna temas ediyor, düşünmediği zayıfların halini olanca şiddetiyle titreyerek hissediyordu.. İşte bundan sonra ötüşünü değiştiren karganın cılız sesi duyuldu:

– Yağma, yağma! Açık var, çıplak var!.. Ne yazık ki karganın bu dileği hemen yerine gelmedi. Yağış devam etti. O da önceden hiç düşünmediği zayıfların hayatını, sıkıntısını yaşamayı sürdürdü. Ne kadar duygusuz, bencil davrandığını iyice hissetti, böylece dersini almış, bize de dersini vermiş oldu. Misali yorumlayan irşad alimleri derler ki:

-İnsanlar varlıklı halde iken yoksulların halini düşünmeli, kendi zevklerinde kaybolmamalıdırlar. Şayet böyle bir bencillikte kalırlar da yoksulun sıkıntısını, maruz kaldığı zorluğunu düşünmezlerse, bir gün olur onlar da halini düşünmedikleri yoksulun haline düşer, aynı zorluk ve sıkıntıyı bizzat yaşarlar. Bundan sonra ne kadar yanlış yaptıklarını anlayıp pişmanlık duyarlar. Ancak bu pişmanlık düştükleri durumdan hemen kurtarmaz onları.. İyisi mi, varlıklı günlerimizde yokluk çekenleri düşünmeli, ısındığımız zamanlarda da üşüyenleri hatırlayıp dertlerine deva olmaya gayret göstermeliyiz ki, aynı akıbete müstahak duruma düşmeyelim. Aynı sonucu biz de yaşamaya layık hale gelmeyelim!.

Bilmem siz ne dersiniz bu misale ve bu misalden çıkarılan bu mesaja?

Ahmed Şahin / Zaman

Sabır Timsali Hz. Eyüp Nebi(Şiir)

Hazreti Eyüp Peygamber Allah’ın bir nebisidir
Vazifesini tam yapan Rabbinin sevgilisidir

Eyüp Peygamber zengindi malı ve mülkü pek çoktu
Allah’ın rahminden başka kimseye minneti yoktu

Birçok oğul ve kızları yanında yaşıyorlardı
Nebi servet sahibiydi Dünyada her şeyi vardı

Sabah-akşam ümmetiyle vaktini geçiriyordu
Geri kalan zamanlarda hep ibadet ediyordu

Böyleyken Eyüp Nebi’yi Rabbi imtihan ediyor
Çeşitli hastalıklara vücudu maruz kalıyor

Kalbi ve dili dışında bütün vücut yaralanır
Her yeri çıbanla dolar iltihaplarla kaplanır

Hastalık ilerledikçe yaralara kurtlar dolar
Günbegün kötüye gider vücudu bozulup kokar

Bir de şeytan kendisine durmadan musallat olur
Çocuklarını kaybeder mal-mülkü hepsi kaybolur

Bu durumda hiçbir kimse yanaşamıyor yanına
Yalnız eşi “Rahmet” hariç hizmet eder kocasına

Buna rağmen hiçbir zaman kaybetmemiştir sabrını
Ve Cenabı Hakk’a olan hakiki bağlılığını

Eyüp Nebi’nin durumu dayanılmaz bir hal alır
Rabbine yalvarmak için mecburen bir karar alır

Nebi diyor ki: “Ey Rabbim şu halım malumdur Sana
Sen’in şifana muhtacım ne olur şifa ver bana

Adını anamayacak kadar hasta bir haldeyim
Emir ve yasaklarına her şeyimle amadeyim”

Yıllar süren bu sıkıntı nihayet sona eriyor
Sabırla denenen Nebi imtihanı kazanıyor

Cenabı Hakkın emriyle toprağa ayak vuruyor
Ayak vurulduğu yerden şifalı su fışkırıyor

Fışkıran su kaynağından su içerek yıkanıyor
Daha önce kaybettiği sağlığına kavuşuyor

Rabbine pür şükür eder Sabır Küpü Eyüp Nebi
Ondan sonra yine olur mal-mülk ve evlat sahibi

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Zengin

KÖYÜN AĞASI, adamlarını yanına çağırıp: “Dün sabah buraya bir adam gelmiş. Gelsin tabi ki ama, ‘Bu köyün ağasından da zenginim.’ der dururmuş. Şunu bulup getirin de, eni-boyu ne kadarmış görelim”, demiş.

Adamlar, dört bir yana dağılıp işe koyulmuş ve yaptıkları soruşturmaya göre, köye gelen kişinin ihtiyar bir balıkçı olduğunu, daha sonra sahildeki evine döndüğünü ağaya bildirmişler. Ağa, gururuna dokunan bu olayı çözmek niyetindeymiş. Atına atlayarak, o zengini aramaya koyulmuş. Bütün sahil şeridini boydan boya taramış, yolda birkaç kişiye sormuş ama, hiç kimse öyle bir adam tanımıyormuş.

Tek bir balıkçı yaşarmış o civarlarda, garip mi garip, zayıf mı zayıf… Ağa, aradığı kişiyi tanır ümidi ile, o yaşlı balıkçının yanına gitmiş. Selam verdikten sonra: “Ben ağayım!.” diye konuşmaya başlamış. Bizim köye bir balıkçı uğramış. Gevezenin tekiymiş anlaşılan. Benden zengin olduğunu söyleyen bir geveze. Onu tanıyor musun? Balıkçı, o sırada balık kızartıyormuş. Bütün çevreyi mis gibi kokutan, hem karabatakları, hem de aç martıları imrendiren.

Yaşlı adam, balıkları ters yüz ederken: “O kişi benim, diye gülümsemiş. Cuma namazı için köyünüze gelmiştim. Namazdan hemen sonra, birkaç arkadaşla sohbet ederken, sizden zengin olduğumu söyledim. Demek ki duymuşsunuz.” Ağa, durumu çözmekte zorlanıyormuş. Balıkçının aklından kuşkusu yokmuş ama, fakirliği açık seçik belliymiş. Üstündeki yamalı elbiseler, bir deri bir kemik kalmış sıskacık vücudundan, sanki her an kayacak gibi duruyormuş. Ayağına geçirdiği ayakkabılar ise, neredeyse parçalanma noktasındaymış, yaşadığı derme çatma kulübe gibi.

İhtiyara bir ders vermek amacı ile: “Zenginliğin ölçüsü, sahip olduğun tarlayla ölçülür, demiş. Sizleri bilmem ama, bizde böyledir. Namaz kıldığın köy bana aittir. On bin dönümden fazla. İstediğim tarlayı sürüp ekebilirim. Mahsul alabilirim. Onları, istediğim yere satabilirim. Kimse bana karışmaz. Oysa ki senin…” İhtiyar adam, ağanın sözlerini yarıda kesmiş. Önündeki uçsuz bucaksız denize bakarken: “Benim tarlam, en az yüz bin dönümdür, demiş. Belki çok daha fazla. Bazen birkaç oltayla, bazen de küçük bir ağla sürerim onu. Kimse bana karışmaz. Çok şükür ki Mevla’m da boş çevirmez.”

Ağa, şaşırıp kalmış bu cevap karşısında. En büyük zenginliği, mutluluğu fark etmiş ihtiyarın yüzünde. Yavaşça inmiş atının üstünden. Daha sonra balıklara doğru yanaşıp: “Muhterem ağam!. demiş. Sözlerinde gerçekten haklıymışsın. Şimdi bu aç ve zavallı yolcuya, tarlanın mahsullerinden yedirirsin değil mi?

Cüneyd Suavi – Zafer Dergisi