Etiket arşivi: zübeyir gündüzalp

Bir Modern Zaman Evliyası: Zübeyir Gündüzalp

Halil Yürür’e göre Gündüzalp fenafillah makamındadır. Birçok kerametine şahit olur. Bir gün Kırklareli cemaatine sahabeleri anlatır. İstanbul’a döndüğünde Gündüzalp Kırklareli’nde anlattıklarının hepsini söyler. Halil hayretler içinde kalır: Allah tarafından sizin önünüzde dünyanın bir makinesi var da ona mı bakıyorsunuz. Yahu ağabey Kırklareli buraya 200 kilometre ötede… Nereden biliyorsun bunları? 
Bir gün sabah namazına kalkamaz. Bir ara ağzına ılık ılık bir şeylerin döküldüğünü hisseder. Gözünü açtığında Zübeyir’in cennetler bahşeden şefkatli gözleriyle karşılaşır. “O öyle bir insandır ki, namaza kalk bile demezdi. Akla kapı açar, ihtiyarı elden almazdı.”
Bir zaman Üstad, Zübeyir’e “Eğer seni dinlemezlerse bir dağa çekilirsin.” der. İhtimal ki o gün gelmiştir. Bir gün Zübeyir, Halil’e seslenir. “Eşyalarımı topla.” Eşyaları toplayıp bisiklete sarar. Çamlıca’daki eve giderler.  Burası iki odalı, küçük bir evdir. Yıllarca bu evde ikisi otururlar. Halil, ihtiyacı olduğunda haber vermesi için Zübeyir’in odasına bir zil taktırır. 
Bir ara geliri hizmetlerde kullanılmak üzere Zübeyir Gündüzalp adına “Kanaat Pres Atelyesi” ismiyle pres atelyesi açar. Bu ismi vermesinin nedeni “zengin olurum da, evlenmeye kalkarım sonra da hizmetten ayrılırım” korkusudur. 
DÜNYANIN TERK ETTİĞİ HALİL
Zübeyir, Üstaddan ayrı kalmaya dayanamayacağı için önce vefat etmek ister. Bu halini açıklayınca Üstad sırrı ifşa eder.  “Sen hemen ölmeyeceksin, azap çekeceksin, çile çekeceksin.” Halil, bunu bizzat Zübeyir’den işitir. Bir gece dersten çıkarlar.  Çamlıca’daki eve gideceklerdir. Saat gecenin biridir.  Zübeyir “Üsküdar Camisinde namaz kılalım.” der. Cami kapalıdır. Hava öyle soğuktur ki Halil tir tir titremektedirler. Dışarıda buz gibi muşamba üzerinde namaz kılacaklardır. Halil genç olmasına rağmen dayanacak gibi değildir. “Eve gidelim, sobayı yakalım, sıcacık yerde namazımızı kılalım…” diye iç geçirir. Ama emir büyük yerdendir. Buz gibi suyla abdest alırlar. Zübeyir imam, Halil cemaat olur, namaza dururlar. Namaz bitince Halil’e döner. “Kardeşim Halil, işte biz böyle sürüne, sürüne, sürüne öleceğiz.”  
Hizmet ehli ya dünyayı terk etmeli ya da o dünyayı terk etmeli. Bir gün Zübeyir, Halil’e seslenir. “Kardeşim dünya seni terk etmiş.” Bunu duyunca öyle üzülür ki adeta bayılıp tekrar dirilir. Epey sonra aklı başına gelir. İlk ziyaretinde Üstada verdiği sözü hatırlar. “Ben gençliğimi bu yolda geçireceğim.” Yıllar sonra da söyle diyecektir. “Dünya benimle barışmıyor. Dünya beni terk etmiş, küsmüş; ben dünyayı terk etseydim gidip barışacaktım. Ben dünyayı terk etmedim ki, o beni terk etmiş. Ben onu terk etseydim, dönüp, gelip barışırdım. O bizi terk edince yapacak bir şey yok… Bak kimse yok yanımızda şimdi. O yükü çekmek çok zor… Sizin şimdi gelmenizle ben bugün cennete girdim sanki. Yalnız ben şikâyetçi değilim kardeşim. Zübeyir ağabey bana “Sen kendini herkes gibi bilme” derdi. Bunu ben o zaman düşünüyordum hep, ama bir şey de anlamıyordum. Sonra sonra anladık ama kuvvet kalmadı… Bak Şimdi cebimde Haşir Risalesi var, onu okuyorum. Bir senedir ezberlemek için okuyorum…”
ZÜBEYİR DÜNYADAN GEÇİYOR
Bir gün Halil, Zübeyir’e “Ben senin emrinden de, yanından da ayrılmam; bizi ancak ölüm ayırır.” der. Gerçekten de vefatına kadar dokuz yıl öyle yaşarlar. Gündüzalp vefatından kısa süre önce rüyasında Üstadı görür. Halil’e anlatır. “Bir ormanlıkta Üstad Hazretleriyle geziyoruz… Bir anda kaybettim Üstadı. ‘Üstadım! Üstadım!’ diye uyandım.” Belli ki Üstad ‘bu hasretlik bitsin’ demiş, Zübeyir’i yanına çağırmıştır. 
Çağrıya cevap gelir. Zübeyir hastalanır. Süleymaniye’deki dershaneye götürürler. Halil kısa süreliğine dışarı çıkar. O arada Zübeyir daha da ağırlaşır. Halil’i çağırın, der. Geldiğinde ağabeyleri ağlarken bulur. Zübeyir dünyasını değiştirmiştir. Halil çözülür, ağlamaya başlar. Kendini yerlere atar. Dile kolay dokuz yıl aynı evi paylaşmışlardır. Halil’in iki canı vardır. Biri Bediüzzaman, diğeri Zübeyir. O gün ikinci canı da çıkar. O günden sonra dünyada cansız ceset gibi dolaşır, çile çeker.   
Zübeyir’le Halil’in bu bağını bilen ağabeyler Halil’e Gündüzalp’in kabrinin defnedileceği yeri söyleyip söylemediğini sorarlar. Halil de  “Bizim kabrimiz İstanbul’dadır.” dediğini söyler. Bunun üzerine Eyüp Sultan’a defnederler. Halil, Gündüzalp’i kabre indirir. Emaneti emin ellere, Üstada teslim eder.
MUSTAFA ORAL

Zübeyir Gündüzalp’ten İbretlik Tespitler

Değerli kardeşim!

İslamiyeti yıkabilmek için müşrikler ve kafirler bu asra kadar çok çalıştılar, halen de çalışıyorlar. Bundan evvelki asırlarda bu menfur gayelerini tahakkuk ettirebilmek için haçlı seferleri gibi maddi harplerle islamiyetin bayraktarlığını yapan Türk milletine müteaddid defalar taarruz ettiler. Her defasında da kahraman Türklerdeki iman ve islamiyet kuvveti karşısında mağlup ve muzmahil oldular. Nihayet maddi harblerle Türkleri mağlub edemeyeceklerini anlayan kafirler planlarını değiştirdiler. Müslümanlar arasında fitne, fesat, tefrika tohumu saçmak hainliğini yapmaya koyuldular.

İşte şimdi içinde bulunduğumuz şu zamanda dahi islam düşmanları bu mezkür planlarında muvaffak olabilmek için çalışıyorlar. Hocayı hocaya, müezzini müezzine, vaizi vaize, din hizmetçisini din hizmetçisine ezdirmeye kardeşi kardeşle çarpıştırmaya çabalıyorlar. Akla hayale gelmeyen şeytanlıklar, iblisane entrikalar çeviriyorlar.

Ehl-i imanın gözleriyle göremediği ancak neticesini gördüğü dinsizlerin çok planlarından birisi de şudur: Hoca hoca ile müezzin imamla, müftü vaizle, dine hizmet eden dine hizmet edenle kavgaya, münakaşaya tutuşur, birbiri aleyhinde söylentiler yayar. Bir taraf sükut etse aradakilere sükutu “konuşuyor, aleyhindedir gibi” bir takım şeyler uydurarak diğer münakaşacı ehl-i diyanete anlatır. Bu iftiralarla onu birkat daha tahrik eder.

Böyle bir hadise husule gelince “Bu münakaşaya, bu geçimsizliğe sebebiyet verenler bunu vücuda getirenler din düşmanlarıdır. Ehl-i hizmeti birbiriyle kavgaya düşürüp dini hizmeti baltalamak gayesinde muvaffak olmaya çalışan gizli islam düşmanlarıdır.” Diyerek hadiselerin esasına, künhüne, menbaına vakıf olan üstadımız Hazret-i Bediüzzamanın dersine inkıyad ve itaat eden nur talebeleri ehl-i hizmeti uyandırırlar, bu uyanıklık ve şuura sahip olanlar ne pahasına olursa olsun mutlaka sükut ederler. İftira ve ittiham yağmuruna tutan herhangi bir din kardeşine, kat’a ve asla mukabelede bulunmazlar.

Fakat dindarlar arasında vukua gelen münakaşa ve geçimsizliklerde mutlaka islam düşmanlarının bir parmağı bir rolü olduğunu gözleriyle göremeyenler derler ki:

“Nerede bu din düşmanları?
İşte birbiriyle münakaşa mücadele edenler meydanda… hepsi ehl-i imandır.
Ehl-i diyanetin kavgasında aradakiler ve meydandakiler hep Müslümandır.
Bunları birbirine tutuşturan birtek din düşmanı dahi bu meydanda görünüp kışkırtıcılık yapmıyor.
Şu halde geçimsizliğin birbiriyle didişme ve ittihamların sebebi ehl-i imandır. Kabahat ehl-i imandan sudur ediyor”
derler.”

İşte din düşmanlarının tatbik ettikleri en şeytankarane planın en görünmeyen en maskeli ve en aldatıcı ve uyutucu tarafı budur. En kandırıcı ciheti ve neticesi budur. Bunu böyle bilmek ve buna böyle demek çok büyük bir safderinluktur. Çok büyük bir safdillik ve çok büyük bir aldanmaktır. Ehl-i iman için katmerli bir uyku ve derin bir gaflettir.

Evet, zahiren görünüşte iki din ehli mücadele ederken yanlarında birbirlerine tutuşturucu bir kafir yoktur. Zaten böyle olsa o birbirine dargın küskün dindarlar yapılan planı, çevrilen dolabı anlar, o din düşmanını güldürmüş olmamak için derhal barışırlar. Hepsi de o namazsız, ibadetsiz. Fesatçı kafire hücum ederler.

Bunun için din düşmanları daima perde arkasında kalıyorlar, ortada gazetelerle, mecmualarla, her türlü yayın vasıtalarıyla dedikodular ittiham ve iftiralar yayarlar.

Ehl-i islamı birbirine düşürecek bir takım yalanlar, iftiralar, ittihamları tekrar tekrar yayarlar. Nihayet fesat verici laflar Müslüman ahali içine girer, ahali de birbirine nakil ede ede din düşmanlarının dindarlar aleyhinde uydurdukları sözler dindarların dilinden dökülmeye başlar. Bu taktikle ehl-i imanın dine hizmet edenlerin aralarına nifak verici umumi bir hava verilir ve bir zemin vücuda getirilir. Böylece Müslümanların birbiriyle didişmesi, kavgaya tutuşması mücadelesi temin edilmiş olur.

Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki Risale-i nuru okuyan ve edindikleri ilimle amel edenler böyle planların tesiri altında kalmıyor. Onları risale-i nur uyandırıyor. Gizli ve aşikar din düşmanlarının çevirdikleri fitne ve fesatları göremeyen gözlerimize Risale-i nur gösteriyor.

Bir nur talebesi bir din kardeşi tarafından kötülük görse, o kötülüğü doğrudan doğruya islami vahdetimizi bozmağa çalışan din düşmanlarından geldiğini bilir. Karşısına çıkan o din kardeşine mukabelede bulunmaz. Diğer cihetten de din kardeşinin kendisine hücumunda kendinin de hatasının olduğunu görür, düşünür ona darılıp gücenmez ona tevazu ve mahviyet gösterir. Kendisinin hata edebileceğini, ölçüsüz hareket etmiş olabileceğini düşünür kusuru kendinden bilir.

Eğer iftiraya maruz kalmışsa: “Ben bu iftiranın husule getirdiği azaba müstahakım. Gizli kusurlarımdan dolayı allah bana bu iftiralar, ittihamlarla şefkat tokadı vuruyor” diye mülahaza eder ve inanır.

Risale-i nurun verdiği bu şuurla, bu kamilane davranışla, yüksek adamlara has bu münevver inanışla dinsizlerin planlarını parça parça etmiş olur. Neticesiz ve te’sirsiz bir hale düşürür. Din kardeşliği birlik, dirlik ve beraberliğini, ittihad ve tesanüdünü muhafaza eder.

Uhuvvet-i Nuriyeye zarar vermemek gibi yüksek bir seciyeye sahip anlayışlı ve risale-i nuru kendini islah niyetiyle okuyan ihlas uhuvvet, tesanüd düsturlarını okurken kardeşlerine karşı bu kudsi derslerin icabına göre hareket edip etmediğini düşünen nefs, nefs-i emmare, his ve heves bahislerini tekrar be tekrar okuyan ve okurken bu dersleri kendi nefsine ders vererek ve kendini muhatap edinerek okuyan olgun ve bilgin kardeşim!

Din düşmanlarının muvaffak olmaya çalıştıkları bir desise de şudur: müslümanlarda hamiyet seciyesini, yani biri birini müdafaa etmek meziyetini yok etmektir. Dine imana hizmet edenlere, dinsiz tahriklerle zulum geldiği zaman herhangi bir hadisenin zararını, menfi neticelerini birbiri üzerine attırmak, bu suretle Kur’an hizmetkarlarının ittihad ve ittifakını gevşetmek, manevi kuvvetini yok etmektir.

Din düşmanlarının, dindarları birbirine düşürücü bu iblisane entrikaları da risale-i nurla uyanan Müslümanlar arasında neticesiz kalmıştır. Nur talebeleri dinsiz yazarların iftira kampanyalarının verdiği vehimlerle karakollara, mahkemelere, hapishanelere düştükleri zaman onların suç addettikleri şeyleri her nur talebesi kendi üzerine alır. Her nurcu nur risalelerinin ve diğer nurcu kardeşinin serbest bırakılmasını, risale-i nurun nur kardeşinin bedeline, kendisinin hapse atılması hasletine, bu ittifak ve şefkate maliktir.

Görünüşte zahiren vak’aya sebep olan bir nur talebesini, diğer nurcu kardeşler daima müdafaa ederler. Dinsizler tecavüz tasallut ve saldırma kampanyaları açınca nurcular da bir birlerini müdafaa, muhafaza ve yardıma koşma kampanyası açarlar. Herhangi bir vak’aya zahiren sebep olan nurcu kendi kendine nefs muhasebesi yapar hizmet ve mücahede aşkiyle kendisinin ve nefsinin yanlışlığını anlar.

Bu yanlışlığından dolayı bir din kardeşi haklı veya haksız olarak kendini tenkid etse kusurunu itiraf eder. Sükut eder. Sert çıkış ve söylenişleri dava adamına has bir olgunluk ve efendilikle karşılar. Fakat kendisi ise başka hadise müsebbibi bir nur kardeşini asla ve kat’a tenkid etmez ona sertlik ve husumet göstermez. Sa’ye şevkini kırmaz.

Din düşmanları planlarının te’siriyle, nur kardeşliğini herhangi hissi bir hareketle zedelememek hamiyet ve şefkatine malik asil ruhlu kardeşim! Gıyabi konuşmamızı bu kadar uzatmayacaktım. Nur risaleleri külliyatının tamamını elde edememiş olmanız hasbihalimizi biraz uzattı.

Din düşmanları yıllar yılı zehirlerini akıta akıta, tefrika tohumları saça saça şu gayelerinde de muvaffak olmak için çabalıyorlar: kendi dinsiz paçavraları, kafir ve küfürle kokan ağızlar, dinimize, itikadımıza, inanışımıza, peygamberimize ve din büyüklerimize, islami ve milli varlıklarımıza ve bize dinimizi ve imanımızı öğreten, kur’an ve islam yolunu gösteren eserlere ve mürşidlere alimlere, müelliflere en alçakçasına hakaretler savursunlar, nutuklar çeksinler, yazsınlar, çizsinler, bütün bu zulümlere karşıda, tek bir müslüman dahi çıkıp cevap vermesin.

Ahaliyi ve gençleri bu zehir fışkırtan zehirlerden korumaya çalışmasın. Her türlü kusur ve lekelerden uzak bulunan müberra ve münezzeh olan islami izzet, şeref ve haysiyetimizi müdafaa etmesin. Hamiyetsizliğin yani din ve din adamlarımızı ve kardeşlerimizi müdafaa edememek zillet ve meskeneti içinde olsun.

İşte Risale-i Nur ve talebeleri dinsizlerin bu sinsi ve şeytani planlarını da akamete uğratmıştır. Risale-i Nur Müslümanlardaki hamiyet seciyesini uyandırmış, ayaklandırmış ve şahlandırmıştır. Dinimizin, din adamlarımızın, din kardeşliğimizin müdafiliğini yaparak izzet-i islamiye ve şeref-i diniyemizi muhafaza etmiştir. Her zaman için ehl-i imanı müdafaa etmek ve onun imdadına koşmayı vazife edinmiştir.

İmana ve İslamiyet’e ve Müslümanlara yapılan haksızlık ve zulümlere baş tutmak, göğüs germek hakkı haykırmak gibi mukaddes bir vazife ve vecibeyi yaparken onun en mükemmeli veya en muvafık tarzı herkesten beklenmez ve istenmez. Ancak herkes kendi kabiliyeti, ilim ve irfanı nisbetinde yapması beklenir ve istenir. Din hizmetinde ve müdafaasında matlup olan tarz da budur.

Bu esasa binaen nur talebeleri de iman ve İslamiyet’e olan hoyratça ve alçakça yapılan hücumlara kabiliyetleri derecesinde karşı dururlar. Herhangi isabetsiz ve tahrik edici ve meslek-i nuriyeye uymayan bir harekette bulunan olsa ve diğer nur kardeşleri onun hatasının sevaba ve iyiliğe inkilab etmesi, dönmesi için dua ve temennide bulunurlar. Düşman taarruzuna uğrayan kardeşlerinin imdadına müdafaasına koşarlar.

Zübeyir Gündüzalp

Kaynak : Risale Ajans

Bediüzzaman Aynasında Tefekkür Yansımaları

Birgün otomobille büyükbir buğday tarlasından geçiyorduk. Biz bunların ekmek olup yenmesini düşünüyorduk. Bu sırada Üstad bize, ‘Ekmeği sizin, tefekkürü benim’ dedi.’ Bu hâtırayı anlatan Zübeyir Gündüzalp ağabey. Üstad Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden. Aslında buğday tarlasını görüp, belki milyonlarca başağın insanlar için yaratılışı ve oradan elde edilecek mahsüllerin nice insanın rızkı olarak sofraları süslemesi de bir nevi tefekkürdür. Bu noktadan hareketle, aktardığımız hatıradaki ‘tefekkür’ kavramının izafî; yerine ve kişeye göre belki de seradan süreyyaya kadar basamakları olduğuna hükmedebiliriz.

Üstad Bediüzzaman’ın ‘Ekmeği sizin, tefekkürü benim’ ifadesindeki vurgudan belki böyle bir netice çıkarmak mümkündür. Bu durumda, tefekkür konusunu, sözlük veya terim mânâsıyla, belli başlı âlimlerin tarif ve izahlarına göre açıklamak hakikî tefekkürün koordinatlarını belirlemede yeterli olmayabilir. Teoriden ziyade pratik ve uygulamalı örnekler hayatımıza aktarma ve bunu bir bilinç ve şuur haline getirmede daha kesin ve daha kestirme bir yöntem olabilir. İşte böyle bir yöntemi takip etmede önümüzde gayet canlı ve dikkat çekici bir örnek vardır. O da, başta Zübeyir Gündüzalp’in bir müşahedesini aktardığımız, mücessem ve müşahhas bir tefekkür örneği olan Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatıdır.
bediuzzamanBÜYÜK KİTAP

Bediüzzaman’ın bir diğer yakın talebesi Bayram Yüksel, kırlara ve dağlara yaptıkları tefekkür gezileri esnasında şahid olduğu tablolar, aynı zamanda ‘tefekkür’ kavramının derinlikleri hakkında bize önemli ipuçları verir. ‘Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada giderken ve gelirken ‘Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun’ derdi. Bayram Yüksel’in bu cümlesinde geçen ‘Kitab-ı Kebir,’ diğer ifadeyle ‘Büyük Kitap’ bütün Kâinattır. Yâni Kâinat, bir kitaptır. O kitapta Rabbimizi, O’nun sonsuz güzellikte ve mükemmellikte olan isim ve sıfatları anlatan sayısız âyetler bulunur. Bediüzzaman’ın bu büyük kitabı, bu görülen, müşahede edilen ve birebir yaşanan Kâinat kitabını okurken sergilediği tavır da başkaca derslerle dolu. Bir rahlenin önünde diz çöküp ayet ayet, sayfa sayfa Kur’an-ı Kerîm’i büyük bir huşu ve huzur ile okuyan hâfık kurrâlar misali Bediüzzaman, yakın talebesi Bayram Yüksel’in ağzından kâinat kitabını şöyle okuyordu:

‘Kırlara gittiğimizde en yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de yüksek taşların başını tercih ederdi. Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık ederdi. Namaz vakti girdiğinde muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, ‘Sizlerdeki gençlik bende olsa, şu dağlardan inmem’ derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi.

Aktardığımız bu iki hâtıraya bir başka açıdan da yaklaşmak mümkün. Kırlara ve dağlara yapılan geziler sırasında görülen alan, bütün dünya düşünülecek olursa yok denecek kadar küçük bir alandır. Hele bir de bu kıyası dünyamız ve güneşimizinde içinde bulunduğu galaksimiz ve o galaksinin de yok denecek kadar küçük kaldığı bütün kâinat düşünülecek olursa. Ancak burada önemli olan bakış ve idrak ediştir. Bilinçtir, şuurdur. Bir meleke halinde tüm benliğiyle, tük hücreleriyle, tüm ruhuyla, ruhundaki tüm hisleriyle, kısaca her şeyiyle en küçükten en büyügüne kadar Kâinat kitabını harf harf, kelime kelime okuyabilmedir. Bu öyle bir okuyuştur ki, hakikatin derinliklerine nüfuz edebilen bir kişi, Üstad Bediüzzaman’ın bir küçük çiçekteki veya böcekteki âyetleri okurken, o engin tefekkür hâletiyle aynı anda güneşleri, yıldızları ve galaksileri de okuduğunu rahatlıkla müşahede edebilecektir. Çünkü bir zerre ile güneş âyet oluş özelliğiyle aynı kefede bulunur. Belki bir zerre yerine göre güneşten daha ağır ve hakikatli konumda olabilir. Tıpkı bir tek damla ile koca bir okyanus arasındaki ilişki gibi. Bediüzzaman’ın tefekkürü işte böyle bir tefekkürdür.

Bizim ölçülerimize göre tefekküre bile konu olmayan, sıradan, hattâ yüzümüzü ekşiterek, dudağımızı burkarak bakışlarımızı uzaklaştırdığımız varlıklara, görüntülere Bediüzzaman belki dünyalar kadar değer verir. İnanmıyorsanız, kendi kendimizi bir hesaba çekelim.

Rahatlamak için, sıkıntılardan arınabilmek için, biraz gezip dinlenmek için kırlara, bizim tabirimizle pikniğe gittik. Yanımızda aile fertleri veya yakın arkadaş çevremiz bulunuyor. Birkaç saatlik böyle bir gezi programımızda ‘tefekkür’ sayabileceğimiz süre ve hadiseleri bir düşünelim. Bu noktada geçmişteki benzer faaliyetlerimizi de dikkate alabiliriz. Acaba, hakikaten tefekkür nitelikli faaliyetlerimiz içinde köpeklerin havlaması hiç yer aldı mı? Bir kaplumbağa, kurbağa ve kertenkele böyle bir tefekkürde ne kadar ve nasıl yer aldı? Bu teste benzer başka sorularla devam edebiliriz.

Bakın Bayram Yüksel ağabey, Üstad Bediüzzaman’la alâkalı hatıralarının bir yerinde ne diyor: ‘Bütün mahluklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ yollarda köpek görse bize der; ‘Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları sadakatlarının iktizasıdır’ derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddî alakadar olur, ‘Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san’atı sizlerden geri görmüyorum’ derdi.’

Hakikî tefekkürün mahiyeti ve temel özellikleri bu ifadelerde kendini belirgin bir şekilde kendisini göstermekte. Daha da ilerisi, hakikî tefekkürün bir şuur ve meleke haline gelişine de çok dikkat çekici bir örnek olarak da niteleyebiliriz. Yine Bayram Yüksel‘in, Son Şahidler isimli eserin 3. Cildinde aktarılan hatıralarından kısa bir anekdot daha aktaralım: ‘Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur, ‘Hayvancıkların rahatını bozmayın’ derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, ‘Tavşanları ve keklikleri vurmayın’ derdi. Ve, ‘Diğer hayvanları incitmeyin’ der ve nasihatte bulunurdu. Hattâ çok kişileri avcılıktan menetmişti.’

Karıncaların yuvasını bozdurmayacak, bozulursa hemen telafisini düşünecek, bozanlara nasihatlerde bulunacak bir tefekkür örneği. Belki hemen herkesin normal gördüğü avcılık konusunda, avlananlara tavşanları, keklikleri vurmamayı öğütletecek, sadece onları değil, avlanmanın dışında başka mahluklara da rahatsızlık vermemelerini nasihat ettirecek bir tefekkür boyutu. Tarife ve söze sığmayacak kadar geniş ve derin bir hayat anlayışı. Öyle bir tefekkür ki, bütün kâinat karınca, bütün âlemler tavşan veya keklik, güneşler birer kelebek, yıldızlar birer sinek olsa bile, çapı ve derinliği hiç değişmeyecek bir tefekkür.
AĞAÇLAR ZİKREDİYOR

Aslında Çam Dağı, Isparta’daki Barla Dağının bir tepesidir Çam Dağı. Bu tepenin güney yamacında, Üstad’ın tefekkür meânlarından birisi de Çam ağacı. Yakın talebelerinden Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş ve Abbas Mehmet bu ağaca üstü açık tahtadan bir kulübe inşa etmişler. Bediüzzaman da bu kulübeciğe çıkar, namaz kılar ve tefekkür ederdi. Hattâ bazı eserlerini de burada telif etmişti. Bayram Yüksel, bu ulvî tefekkür mekânıyla ilgili, yine tefekkür eksenli bir başka hatırasını şöyle aktarır: ‘Çam Dağında bazen ağaç lâzım olurdu. Bu ağaçları, Karaağaç köşkündeki menzilinin tamiri için kullanırdık. Üstadımız rastgele ağaçları kesmemize mani olurdu, ‘Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor’ derdi.’

YÜKSEKLERDE TEFEKKÜR

Bediüzzaman’ın tefekkürüyle alakalı pek çok örnek aktarılmıştır. Bu örneklerin en dikkat çekici yönlerinden birisi, Üstad’ın tefekkür ekseriyetle yüksek yerleri seçmesidir. Bulunduğu muhitin en yüksek yerini tercih eder. Hattâ eğer o yerde bir ağaç, yüksekçe bir kaya parçası, çok sarp da olsa bir tepe veya bir ev varsa onun çatısı tefekkür için en ideal yerdir. Bu özellik Üstad’ın hemen hemen tüm hayatı için söz konusudur. Van’daki ilk talebelerinden İsmail Perihanoğlu‘nun şu hatırası ilginç bir örnektir: ‘Üstad Bediüzzaman, çok ibadet ederdi. İbadetini yüksek yerlerde yapmayı tercih ederdi. Onun unutmadığım bir ibadet haline, Nurşin Camiinde rastlamıştım. Camiin damına çıkmış, seccadenin üzerinde tefekkür ve tesbihe dalmıştı.’

TEFEKKÜR ÜZÜMLERİ

Bir yere misafirliğe gittiniz. Ev sahibi size salkım halinde üzüm ikram etti. Ancak üzüm salkımı buruşmuş, kurumaya yüz tutmuş, belki tadı biraz bozulmuş. Belki her şeye rağmen yersiniz, belki mümkün olduğunca yememeyi tercih edersiniz. Tabiî, bu ikram Üstad Bediüzzaman’dan olursa ve o üzüm salkımının en önemli hususiyetinin tefekkür ibadetiyle bir bağlantısı bulunursa, belki o zaman baldan daha tatlı ve lezzetli olacaktır. İşte böyle bir lezzeti tadan Said Özdemir, bu hatırasını şöyle aktarır: ‘Üstad hayatta iken İzmir’de bir mahkememiz vardı. Dönüşte Isparta’ya uğradık. Ramazan’dı. Gece yarısına doğru Üstad talebeleriyle ders yapıyordu. Biz de iştirak ettik. ‘Dersten sonra meyve, o yoksa para dağıtmak Üstadın âdetiydi. Meyveleri kurayla dağıtırdı. O gün kurayla üzüm dağıttı. Üzüm kurumuştu. Çünkü, tefekkür için asmışlardı.’

TAVUS KUŞLARI

Üstad Bediüzzaman’ın tefekkür boyutuyla ilgili hatıralar sadece kır gezintileriyle sınırlı değildir. Tefekkür şuuru adetâ zerrelerine kadar sindiği için, hemen her ortamda en güzel ve ibret dolu enstantaneler kendini gösterir. Muhsin Alev, günlük güneşlik güzel bir bahar günü yaşadığı bir hatırasını şöyle anlatır: ‘Namaz kılmak için Yavuz Selim Camiine gittik. Namazı camide kıldıktan sonra, caminin önündeki eski Bizans su sarnıcı, o zamanda çiftlik olan yeşil bahçeliğe indik. Çiftlikte rengârenk tavus kuşları vardı. Üstad, kuşları görünce onlarla çok alâkadar oldu. Hayran hayran temaşa etti. Sonra bize dönerek; ‘Nur Risalelerinde bu kuşlardan bahsetmiştim’ diye onlardaki İlâhî sanatı nazara vererek dersler yaptı. Kuşların sahibine para verdi. Bu para ile kuşlara yem almasını söyledi. Belki de, on-on beş dakika sevinç ve huzurla tavusları seyretti.’

CENNETTEN ALTI DAMLA

Mehmed Babacan tarafından aktarılan bir hatıra, Isparta sınırları dahilindeki Gölcük’le ilgili. Diğer bazı Nur talebeleriyle birlikte Gölcük’e gitmek için otobüs tutarak Isparta-Gölcük’e giderler. Çünkü Üstad, bu göle gitmeyi ve orada tefekkür etmeyi çok sevmektedir. Ancak otobüs yolda otobüs bozulunca bir süre durmak zorunda kalırlar. Bu gelişmeye rağmen Üstad, Aşçı Ali isimli bir talebesinin motosikletine binerek yola devam eder. Mehmed Babacan, Üstad’ın Gölcük’ü çok sevmesinin sebebi ve bu göl hakkında söylediklerini kısa ve öz olarak şöyle aktarır: ‘Üstad oradaki İlâhî güzelliğe hayrandı. Oranın güzelliğini saatlerce seyredip, tefekkür ederdi. Bir defasında: ‘Bu mübarek göle günde altı damla Cennetten iniyor. Bu damlalar bu mübarek şehir Isparta’yı ihya ediyor’ demişti.’

SONUÇ

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’an-ı Kerim’den ve Resul-ü Ekrem’den (a.s.m.) aldığı tefekkür dersini hayatına ve eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına uyarlamış, asrın insanına sunmuştur. Kendisi adeta ete-kemiğe bürünmüş, canlı bir tefekkür örneğidir. Risale-i Nur Külliyatı, hayatına birebir aktardığı mükemmel tefekkür sisteminin yazılı hale gelmiş şeklidir. Yaşadığı süre boyunca yetiştirdiği tüm talebelerini birer yürüyen tefekkür levhası haline getirmiştir. Ona talebe olanların, onu bilfiil görüp ona hizmet edenlerin, onun telif ettiği Nurları okuyup tefekkür dersi alanların en belirgin özellikleri, yaşadıkları her hadiseye, gördükleri her varlığa tefekkür penceresinden bakmalarıdır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe imanın temel esasları ve prensipleri vardır. Bediüzzaman’ın tefekkürü, İslâmın bütün emirleriyle bağlantılıdır. Başta namaz olmak üzere farz ibadetlerden ayrı, bağımsız değildir. Çünkü Bediüzzaman, Namaz gibi bir ibadeti, kulluğun en zarurî görevini, adetâ güneşlerle, yıldızlarla, dünyanın üzerindeki tüm varlıklarla birlikte eda eder. Çünkü ona göre karıncadan tâ dünyaya, zerreden tâ güneşe kadar canlı-cansız, şuurlu-şuursuz, ruhlu-ruhsuz bütün varlıklar her an ibadet halindedirler. Allah kendilerine hangi görevi ve kulluk vazifesini vermişse onu aksatmadan yerine getirmektedirler.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, yine canlı-cansız, şuurlu-şuursuz tüm varlıklar Allah’ı zikreder. Bu zikir halkasına kendisi de dahil olur. Allah’ı sonsuz isim ve sıfatlarıyla sürekli olarak anan, zikreden her bir varlıkla adetâ bir kardeş, bir arkadaş olur.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, en küçüğünden en büyüğüne kadar her varlık birer âyettir. Tüm kâinat ise sayısız âyetleri ihtiva eden büyük bir kitaptır. Görerek, müşahede ederek okunan büyük bir Kur’an’dır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe bütün varlıklar birer aynadır. Allah’ın sonsuz güzellikteki isimlerinin, sonsuz mükemmellikteki sıfatlarının yansıdığı birer aynadır.

Bediüzzaman’ın tefekküründe, bütün varlıklarla birlikte en yüksek ve en büyük kulluk mertebesi olan ‘Marifetullah‘a ulaşma vardır. Bu da zâten, bütün varlıkların yaratılma sebebi, hikmeti, neticesi ve meyvesidir.

Veli Sırım / Zafer Dergisi

Zübeyir GÜNDÜZALP – HİZMET ESASLARI

HİZMET ESASLARI

Kusurdan kurtulmak istiyorsanız, evvelâ kendi kusurunuzu görüp, kendinizi kusursuz zannetmekle, kusurlu olduğunuzu müşadehe ediniz.

Bahtlı ve talihli kimse, başkasına va’z edilirken ibret alandır

Kusurlu, hatalı bir arkadaşınızın yanlışlarını yumuşaklıkla, hürmet ve tevazu ile söyleyiniz. Kubullenmezse dahi, ikinci bir kimseye onun hakkında gıybet etmeyiniz.

Başkalarını ıslah için, evvelâ kendimizi ıslah etmek icap eder.

Herkese kendi âdeti hoş gelir.

Fenalık ve iftiralara ne kadar fecî bir surette maruz kalınırsa kalınsın, mukabele-i bilmisil etmemek, tevbe ve istiğfara devam etmek, sabır ve tahammüle çalışmak, öyle hadiselerden ibret ve ders almak, mütecaviz ve müfterilerle uğraşmamak, yüksek bir ahlâk ile ahlâklanmaktır.

Kendi nefsini dâimâ kötülemek, kendi küçük kusurlarını büyük görmek, başkalarının büyük kusurlarını küçük görmek, yüksek bir fazilettir. Takvada, doğrulukta, edep ve ahlâkta kendisi azimetle amel etmeye çalışmak; başkaların lâkaydlığı ile meşgul olmamak veya ikaz ve hatırlatmakta mütavaziyane ve yumuşaklık göstermek büyük bir fazilet ve din kardeşlerinin dinine hizmet edebilmek için semeredar bir düsturdur.

İnsan beşerdir, hata edebilir. Hususan küllî ve umumî bir dâvânın hizmetkârlarına yapılan taarruzların çokluğu, şeraitin (şartların) ağırlığı, dâvâyı inkişaf ettirmek, hizmetin önüne çekilen dehşetli maniaları yıkabilmek için çeşitli hizmet şık ve şekilleri ararken hepsinde yüzde yüz isabete muvaffak olmak pek müşküldür.

Böyle bir hengâmede müsbet netice vermeyen tedbirleri, o müdebbire söylemek lâzım iken, her ne sebeple olursa olsun, kat’iyyen başkasına söylememek ruh, kalp, akıl ve feraset eseridir. Bunun aksine başkalarına dert yanmak, safderunluk ve düşünce zaafının delilidir. Fayda vereceğim zannıyla fikrinde taannüd (inat) ve taassup göstermek zarar vermenin en bariz bir delildir ki, bu da ahmaklığın gözlere görünecek derecede aşikâr olmasıdır. Zira ahmaklığın tarifi, “Fayda vereceğim niyetiyle zarar vermektir.”

Kendisinin bir rey ve fikir sahibi olduğu gururuna kapılan; asıl rey tedbir ve vazife sahibi kimseleri kötüleyen, fakat kendisine toz kandurmayan bir kimse, “Herkes için birer kusur buluyorum, acaba kusursuz ben mi kaldım Onlar benim aklımın ermediğini yakinen biliyorlar da, tehevvüre kalkışıp veya o sözü içime atıpnefsimin, arkadaşlarımın kusurunu veya aslında kusur olmayıp da benim kusur görmek ve başkalarına nakletmek hususunda zorlatıcı bir kuvvet haline gelmemesi için, benim yüzüme vurmamak edep ve hayâsına mı riayet ediyorlar” diye bir mülâhaza yapılsa, bir zararı bin zarara çıkaran dedikoduculuktan kurtulması mümkün olur.

İyi olmanızı istiyorsanız, evvelâ kötülüğünüze inanınız. Kusurlardan kurtulmak istiyorsanız, evvelâ kendi kusurunuzu görüp, kendinizi kusursuz zannederken, kusurlu olduğunuzu müşahede ediniz.

Bahtlı ve talihli kimse, başkasına va’z edilirken ibret alandır.

Kusurlu, hatalı bir arkadaşınızın yanlışlarını yumuşaklıkla, hürmet ve tevazu ile yalnız ona söyleyiniz. Kabullenmezse dahi, ikinci bir kimseye onun hakkında gıybet etmeyiniz. Birinin kusurunu, kusuru düzelteceğim diye etrafa yaymak, şahsî kin, garaz, nefsin karışması gibi hallerin zorlamasının neticesidir. Veyahut fayda veriyorum zannıyla zararların üremesine sebep olan bir safdillik ve bilmemezliktir. Başkalara yaymak değil, dâimâ ve dâimâ ona söylemektir. Söylerken de, “Acaba, hakikaten ve bizzat nefsü’l-emirde hata mıdır Yoksa benim fikrime, görüşüme göre mi hatadır” diye insan kendini murakabe etmelidir.

Hiddetle, heyecanla konuşmanıza asla itimad etmeyiniz. Zira nefis ve şahsî hissiyat karışır. Yapacağım derken, parçalarsınız. Hem de kendinizi parçalamış olursunuz.

Çok defa kendisini tenkit etmek kâmilliğine erişememiş, yakın akraba veya mesâî arkadaşlarını tenkit etmeye alışanlarla bir yerde oturmayınız. Onu dinleye dinleye siz de münekkid ve yıkıcı bir ahlâk sahibi olursunuz.

Adeletten ayrılmamak, hakikati itiraf ve tasdik etmektir. Zıddı zulümdür.

Nefsini dâimâ itab eden, din ve dâvâ arkadaşlarının iyiliklerine hasr-ı nazar eden, başkalarınca nefret edilmekten kurtulur.

Dedikodu ile, arkadan çekiştirmekle mesele halletmeye çalışmak ya safdillik ya şuuraltı veya şuurüstü garaz ve muhalefet nişanıdır. Veya canı incitilmişin intikam kokusudur.

Dışardan tenkit kolaydır. Aynı işin içine girdikten sonra tenkidin zulümkârlığını anlamak o kimse için ne acı, ne felâketli, ne hasâretli ve ne derece mânevî mes’uliyetlere dûçar olucudur.

Nefsinden gelen sözün samimiyet olduğuna inat edenden korkulur. Bunlardan kendinizi koruyunuz. Kendiniz, aynı bilmemezliğe düşmemek için düşününüz. Nefsin desiselerini beyan eden eserleri, sırf kendinize hitab ederek okuyunuz.

Nefsine itimad ederek mesâî arkadaşlarını âmiyane görenin sonu tehlikelidir. İstişare esnasında kendi fikrine saplanarak vereceği cevabı düşünen, âzaların fikirlerini küçümseyen, hatadan kurtulamaz.

İşin içine çok acı söz girdi mi, onun tadı tuzu kalmaz.

Kendi fikrini çok beğenip, arkadaşını dâimâ isebetsiz görmek kıyâmet alâmetidir. Nefsin desiselerini açıklayan eserleri, sık sık kendinize hitap ederek okumak, bu hastalığın yegâne devâ ve dermanıdır.

Başkalarını ıslah için evvelâ kendimizi ıslah etmek icap eder.

Kendini ıslaha ve derse muhtaç görmeyen, bilmeyen, gafletten uyansın. Uyarıcı eserlere sarılsın.

Dostlarına şiddet-hiddet eden, haşin davrananın, dostları dağılır. Bu neticeyi kendinden bilmek, güzel bir fazilettir

Herkesin bir kusurunu bulup, kendi kusurlarını göremeyerek dostlarını terk eden, terk edilir.

Halini, etvarını, gidişatını başkasından dinle. Çünkü senin fenalığın, yanlışlık ve hataların senin nefsine, dostun gözüne iyi görünür. Seni methedenlere aldanma. Senin yanlışlık ve isabetsiz hareketlerini sana söyleyenler, senin hakikî dostlarındır. Hastaya şeker vermek câiz olmayabilir. Onun için acı ilâç faydalıdır.

“Senin yolunda şöyle bir kuyu var” diyen insan senin hayırhâhındır.

Yanlış hatt-ı harekette giden, zararlı hâli olan bir kimseye, her zaman, “İyi gidiyorsun” demek, onu gaflete düşürmek ve ona zulmetmek olur.

Acı nasihat faydalı şerbettir.

A benim güzel dostum! Çok kere olduğu gibi, bugün gene çok tenkitler ettin. Kusurlar, hatalar saydın. Acaba gıyabında tenkitler yaptığın, gıybetini ettiğin Allah’ın kullarının o yaşa kadar olan iyiliklerinden, hayra hizmetlerinden, güzel huylarından, zararsız hallerinden ne kadarını yâd ettin, kaç tanesini saydın Münekkit ve kusur sayıcılardan olma. Korkarım ki, zulümkâr olursun.

Çok tenkitçilerin, gıybetçilerin, herkesin kusurlu işlerini sayanların meclislerine yanaşma. Bu kötü ahlâk sana da bulaşır. Hem çabuk bulaşır. Zira bu fena huyun muharriki nefistir. Nefsanî şeyler, nefisleri kolayca harekete geçirir.

Tenkitçi, kusurları piyasaya çıkarıcı kimselerin dostluğunda bulunup da, eğer ona kapılmamışsan; ahlâk-ı Muhammediye (a.s.m.), evliyâ, sulehâ ve ulemânın İslâm ahlâkı ve edebi hakkındaki eserlerini mütalâa ettikten, ilim ve hikmet tetebbuatında bulunduktan sonra, onların hal ve kallerini, düşünce ve zihniyetlerini, hısım, akraba, çoluk çıocuklarına karşı muamelelerini, din kardaşleri ve dâvâ arkadaşlarına olan hatt-ı hareketlerini, ibadet, itaat ve takva husususundaki vaziyetlerini tetkik et ve gör. Eğer sen ilim, irfan, kemalât, fazilet, edep, terbiye, ahlâk ve hayâ, azimet ve takvâ ehli olarak o eserlerinden müstefid olmuşsan, hemen dergâh-ı İlâhîye el açıp “Aman yâ Rab, tenkitçi, kusur arayıcı, kusur görücü, gıybetçi olmak felâketinden Sana sığınıyorum. Beni bu âfetlerden muhafaza eyle. Âmin” diyerek göz yaşları dökeceksin.

Ey ehl-i İslâm ve irfan. Din kardeşlerimin ayıplarını, kusur ve hatalarını sayıp dökmekte, bakıyorum ki, çok mahirsin. Acaba bir o kadar veya onun yarısı kadar olsun kendi ayıplarını, kendi kusur ve yanlışlarını, isabetsiz hareketlerini, senin dinleyenlere aynı iştiha, aynı maharetle sayıp döktün mü Korkarım ki, zulumkâr olmuş olmayasın. Güzel huyları anlatanı dinle. Güzel huylu ol. Nefsini zemmeden, kusurlarını itiraf eden, din ve dâvâ arkadaşlarını metheden ahlak-ı âliye erbâbı ile sohbet et. Ahlâk-ı âliye ile yükselmek aşkına düşersin. “Tahallaku bi ahlâkillah” emr-i cemiline inkıyad şerefiyle şereflenirsin.

Herkes yükü kendi gücü kadar çekebilir. Öyle ise sen kendi gücünün başardığı şeyleri başkalarında görmezsen, kendini mihenk yapıp onları tenkit etmemelisin. Kendinde bir üstünlük vehmedip gurura düşmemelisin. Onlar kabiliyetlerine göre ne kadar hizmet görseler ind-i İlâhîde ihlâsa binaen makbuldür.

Ey ferâsetli ve müdebbir ehl-i hizmet. Omuz omuza verip çalışmaya çok muhtaç olduğunu, tek başına veya ekalliyette kaldığın zaman muvaffakiyetsizliğe düşeceğini her gün hatırla ve bu hakikati bir karta yazıp cebine koy ki, günde on defa nefsine ihtar edebilesin.

Bir ve beraber olduğun hizmet ve dâvâ arkadaşlarının gönlünü kırma. Senin gönlünü kıran olursa, “Buna benim nefsim müstehaktır” de ve gönlünü kıranın gönlünü hoşnut eyle.

Böyle bir zamanda, böyle bir kudsî iman hizmetinde çalışanlara karşı durumumuz şudur: Bir zerre hizmet bir dağ, bir dirhem hizmet bir batmandır. Bu Nur hizmetinde az dahi olsa bulunanlar, çok hürmet, muhabbet ve şefkate lâyıktır. “Dâne taşıyan bir karıncayı bile incitme.”

Dostunu şiddet ve minnet içinde tutarsan, bir daha senin suratını bile görmek istemez.

Halk nazarında nice itibarsız, hakir görünen Müslümanlar ve İslâma hizmet edenler vardır ki, onlar insanlardan takdir, hürmet ve muhabbet beklemezler. Onlar ehl-i imana hürmetkâr ve merhametli olurlar. Onlara Allah’ın rızası kâfi gelir.

Sen bir mü’mine “fenâdır” diye kötü zanda bulunabilirsin, halbuki o kimse Allah’ın makbülüdür.

Arkadaş, gül padişahının yanında silâha davranmış diken var.

Dikensiz gül, kusursuz arkadaş arayan kusurundan habersiz kimse, arkadaş bulamaz.

En büyük gaflet örneklerinden:

* Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparlarken, herkes kendi fikrini mutlak bir isabet bilmesi, diğer arkadaşlarının fikirlerini dâimâ isabetsiz görmesi, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasıdır. Kendi fikirleriyle yapılan işlerin zararlı ve iflâsa doğru gittiğini hatırlatan en yakın arkadaşlarına yüz çevirmesi, müessesenin maddî imkânların elinde bulunması, şubelerdeki işin içyüzünden haberi olmayanların teveccühüne aldanmasıdır. Müesseseye sekiz-on işte şahsî kanaatinden ve başka arkadaşların fikirlerinden zararlar gelince de bir takım teviller yapmak yoluna sapmak, telâşsız görünerek kendi cebindekini değil, umumun hukununu zayi etmesidir.

* Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesi, karşısındakinin izzetini kırması İslâmî terbiye ve ahlâka sırt çevirmek olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, “Bana böyle dedi, şöyle dedi” gibi, hiddetle mukabele etmesidir. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunmasıdır. Halbuki mesâî arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup iş yaşmasıyla fikirlere menfî hislerin karışmadığı anlaşılmış olur.

* Fikirlerindeki isabetsizlik zararlara sebep olunca, diğerleri bu zarara sebep olana hürmetkârâne, asilâne, alçak gönüllülükle kendi fikirlerindeki veya vazifelerdeki kusurlarını da sayarak, ondan özür dileyerek söylemesi-velev kırkıncı defa da kabul etmeyecek olsa-yine o yanlış yapana söylemek yerine şuna buna söylemesi; böylece müesese mensuplarına olan hüsn-ü zan ve itimadın kırılması; bir kimsenin aile çatısı altında kalması icab eden hatalarını yayması; o kimseyi kötüleyip şuna veya buna söylemekle bin zarar getireceğini hissiyatının tesiriyle görememesidir.

* Müteaddit defalar bir iş hususunda münakaşa edilir, meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri de misilleme yapar. Birinci hakaret edip kalP kıranı kasdederek, “Birinci bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim” der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına ikincisi küskün durur. Bu küskünlüğü gören ikinci birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da haricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkitler ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.

* İslâm muaşeret, edep ve terbiyesine riayet etmeden, nefis ve tehevvürüne kapılarak, dahilî hizmet mensuplarına hariçtekilere dahi yapılmayacak bed muameleyi yapmaktır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca, “Ben sebep oldum, özür dilerim” olgunluğunu göstermeyerek, zararlı neticeyi acib bir halet-i ruhiye ile karşısındaki arkadaşına yüklemektir. Taraflar dahi şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir meselede, iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle itham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmalarıdır.

Nur-u Kur’ân hizmetinde bir ve beraber çalıştığınız kardeşler ve ehl-i iman içinde gücenen ve küsen, gücendiren ve küstürenlerden olmayınız. “Değmiyor bu dünya böyle şeylere.”

İnsan iyi işli olmalı. Kendisini dâimâ kusurlu görmeli.

Zübeyir GÜNDÜZALP

Haber: Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org

Tahirî Mutlu ve Zübeyir Gündüzalp Ağabeyler Dualarla Anıldı

1900 yılında Isparta’ya bağlı Atabey ilçesinde doğan Tahirî Mutlu ağabey 1920 tarihinden itibaren dört yıl demiryollarında askerlik yaptı. Savaş sonrasında gazilik unvanı ve madalyası aldı. Kendisine gazilik maaşı da bağlandı. Ancak, o bu maaşı almadı.

1931 yılında Risâle-i Nur ile tanıştı.Barla’ya giderek Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret etti. Bu ziyaret kendisini çok etkiledi. Bunun neticesi olarak Risâle-i Nur hizmetinde yerini almaya başladı.1942 yılında Ayetü’l-Kübra Risâlesi’nin bastırılmasını sağladı. 1943’te Denizli ve 1948’de Afyon hapishanelerinde yattı. Ayrıca, 1958 yılında Ankara ve 1960’ta Isparta’da da hapis yattı. Mahpusluğu sırasında da boş durmadı. Etrafındakilere iman hakikatlerini anlatmak için büyük gayret sarf etti. Karşılaştığı sıkıntıları hiçbir zaman kendine dert edinmedi. Her zaman hizmeti birinci planda tuttu.

Tahirî Mutlu ağabey Bediüzzaman’ın talebesi olmaktan iftiharla söz etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri; “ Tahirî’nin bize o kıymettar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaya sevk ediyor. Ve onun ma‘sûme iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar, burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor, görenleri Risâle-i Nur’a cezb ediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahirî’nin kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı” ifadelerine yer vermiştir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 86).

Ömrünü iman hizmetinde geçiren Tahiri Mutlu 3 Nisan 1977 tarihinde vefat etti. Vasiyetine uyularak Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi.

Zübeyir Gündüzalp ağabey; 1920 senesinde Konya’nın Ermenek kazasında dünyaya geldi.1939 yılında Postanede memuriyete başlar 1944 yılında Risale-i Nurları tanır.1946 yılında Emirdağ’ına giderek Üstad’ı ziyaret etti.Üstadı tanıyıncaya kadar adı Zeyver olan Zübeyir Gündüzalp bu ziyaret esnasında Üstad tarafından adı Zübeyir olarak değiştirilir 1948 yılında İlk defa 5 Mart 1948’de tutuklanır. Üstad’la birlikte Afyon’da tevkif edilerek altı ay tutuklu kalkmıştır. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek tekrar cezaevine girer.

Zübeyir Gündüzalp 2 Nisan 1971 Cuma günü İstanbul’da vefat etti Vefat sırasında başucunda merhum Dr. Sadullah Nutku, Mehmet Fırıncı, Eyüp Ekmekçi ve Mustafa Ekmekçi vardır. Dr. Sadullah Nutku’nun sunduğu zemzem suyunu içer. Gözlerini yumduğu andan itibaren bulunduğu odada tarif edilmez güzel bir koku yayılır. Hatta vefatından sonra da aynı kokunun birkaç ay devam ettiği, orada kalanlar tarafından ifade edilmiştir.

Eyüp Sultan kabristanında medfun bulunmaktadır.

Risale-i Nurlarlara büyük hizmetleri olan Tahirî Mutlu ağabey ve Zübeyir Gündüzalp ağabeyler vefat yıldönümleri münasebetiyle tüm Risale-i Nur dershanelerinde okunan hatimler ve dualarla anıldı.

Başta üstadımız Bediüzzaman Hazretleri’ne ve vefat etmiş ağabeylerimize Allah(cc)’den rahmet diliyoruz, Mevla nur hizmetinde bulunan kardeşlerimizi şefaatlerine nail etsin yollarından ayırmasın üstadımıza yakışır talebe etsin inşaallah amin

Çetin KILIÇ /LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Tahiri Mutlu Ağabey Hakkında: http://www.nurnet.org/tahiri-mutlu-1900-1977/

Zübeyir Gündüzalp Hakkında: http://www.nurnet.org/risale-i-nurun-kahramanlarindan-zubeyir-gunduzalp/