Etiket arşivi: zulüm

Zulümlerin Sebebi!

Aziz kardeşlerim!

Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İscocuk zulumlâmiyeti imha için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; i

blisane,

sinsî metodlar takib etmişler

ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar

ve öyle aldatıcı

yalan ve propagandalar

ve yaygaralar yapmışlar,

fitne

ve fesad

ve tefrika tohumları saçmışlardır ki;

bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.

 

Fakat o musibetler, Cenab-ı Hakk’ın imdadı ile, tahrik ve istihdam olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi, ihlas-ı tâmmı kazanmış olan bir zât vasıtasıyla, rahmet-i İlahî ile mededres ve şifaresan ve cihanpesend ve cihanşümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebeb olmuştur.

 

Ve aynı zamanda, Müslümanları uyandırmış; onları halâs, kurtuluş çarelerini aramağa sevk etmiştir. Ebedî âhiret hayatlarını kurtarmak için, hakikî iman derslerini almak ve Allah’a iltica ve emirlerine itaat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki gaflet ve kusuratı; o musibetlerin ihtar ettiğini idrak ettirmiştir. Zâten insanların, mü’minlerin başına gelen bela ve musibetlerin hikmeti budur.

 

Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahü Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.

 

Envar Neşriyat/Konferans ( 53 – 55 )

www.NurNet.Org

Zulme Meyletmeyin..!

Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın.

Yoksa size ateş dokunur.

Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur; sonra yardım da göremezsiniz.

(Hud, 11/113)

Yüce Rabbimizin sözünden daha yüce söz olabilir mi acaba.

O halde gelin hep beraber Rabbimizin bu sözünü biraz anlamaya çalışmakla birlikte, hep beraber düşünmeye her zamandan daha çok ihtiyacımız olduğunu, her aklı başında olan tasdik edecektir.

Zira Dünyayı ateşe veren zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla veya alet olmakla, vazife-i kudsiyemiz zararına –dünyaya geliş gaye ve amacımız olan Rabbimizi tanımaya çalışmak ve O’na kulluk edip ibadet etmek– ahiret hayatına çalışmaya fütur verip, ekseriya insanların fikirlerini bulandırmak suretiyle nazarını tümüyle dünyaya döndürmüştür.

Bu  ayet sadece zulmedenleri değil, zulme alet olanı, taraftar olanı hatta az bir meyil ile muhabbet gösterenleri bile içine almaktadır.

Çünkü, küfre razı olmak küfür olduğu gibi, zulme razı olmak da zulümdür.

Dalalete, yalana, günaha, harama, kul hakkının ihlaline taraftar olmak dalalettir, büyük günahlardandır.

Bediüzzaman Hazretleri, umumî musibetlerin, çoğunluğun hatasından ileri gelmesi yönüyle; insanların bir çoğunun zâlim insanların yaptıklarına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla, manen onların zulümlerine ortak olacağını ve bu nedenle de musibet ve belaların herkese gelebileceğini ifade eder.(bk. Sözler, On Dördüncü Söz’ün Zeyli)

Şu halde üç şekilde zulümlere manen iştirak etmek mümkün oluyor;

  1. Zalimin zulmüne “iltihak” etmek demek, söz konusu zulüm cephesinde belli bir görev üstlenmektir.
  2. “İltizam”da bir görev üstlenmemekle birlikte, kalben muhabbet etmek suretiyle o cepheyi desteklemek söz konusudur.
  3. “Fiilen”, kelimesi iltihaka benzerse de ondan daha geri bir konumdadır.

Mesela, ne maksatla olursa olsun, zındıka komiteleri ve fitne hareketlerinin yayın organlarının taşıyıcılığını yapmak yahut en azından o yayınlara para vermekle maddeten onları desteklemek de zulme fiilen iştirak demektir.

Demek ki, bir Müslüman hem zulmetmeyecek hem de zalimden ve onun zulmünden razı olmayacak, yaptığı zulmü övmeyecek, taraftar olmayacak ve zulmünün propagandasını yapmak suretiyle yayılmasına asla katkı sağlamayacaktır. Yoksa onun zulmüne meyletmiş olacağından zulmüne ortak olur.

Öyleyse, her Müslümanın; zalimane günahların hangi çeşidi olursa olsun, rıza göstermemek, itaat etmemek, muhabbet etmemek, onlara muvafakat etmemek, dostluk ve arkadaşlıkta bulunmamak, destek olmamak, taraftar olmamak, yaltaklık yapmamak, onları savunmamak gibi görevleri vardır.

Ayette zulme meyletmenin bile bu kadar dehşetli olduğu dikkatlere sunulmaktadır. Zulmün en hafifi bile böyle olursa, en büyüğünden ne derece şiddetle kaçmak gerektiğine de bir ima vardır.
Beyzâvî ayette geçen “rükün” kelimesinin “az eğilmek” olduğunu ifade eder. Yani onlara doğru az bir şekilde dahi olsa  yakınlık göstermeyin, demektir.

Âlimler, burada yasaklanan şey, zalimlerin üzerinde bulundukları zulme rıza göstermek, onların bu işini iyi görmek, hem kendileri hem başkalarına onun güzel olduğunu göstermek ve buna benzer şeylerde onlara katılmaktır.

Alimler zulmü üç kısım halinde incelemişlerdir:

  1. İnsanla Allah arasındaki zulüm. Bunun en büyüğü, inkâr, şirk ve nifaktır.

“Şüphesiz ki, şirk (Allah’a ortak koşmak) büyük bir zulümdür!” (Lokman, 31/13)

ayetinde buna dikkat çekilmiştir.

Yüce Allah`ın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, imân esaslarından herhangi birini inkar etmek de zulüm ve küfürdür.

  1. İnsanlar arasındaki zulüm. Bu da, insanların kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır.

İnsanla insan arasındaki zulüm de, bu geniş alanda büyük bir yere sahip bulunmaktadır.

Zaten zulüm denince ilk olarak akla insanların birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışları(kul hakkı) zulüm olarak tanıtılmış, bunların işlenmemesi istenmiş ve işleyenler zalim olarak ifade edilmiştir. 

Örneğin, adam öldürmek  (Mâide, 5/27, 28, 29), hırsızlılık yapmak, yağmalamak (Yûsuf, 12/75), erkeklerin erkeklerle temasta bulunması (homoseksüellik) ve yol kesip eşkıyalık yapmak suretiyle insanlara eziyet edip kötülükte bulunmak, insanların ulaşım hakkını gasp etmek (Ankebût, 29, 30), zina yapmak (Yusuf, 12/23), suçlu insanları bırakıp suçsuzları cezalandırmak (Yûsuf, 12/78, 79), Allah`ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek (Mâide, 5/45) birer zulümdür ve bunları veya bunlardan birini yapan da zalimdir.

Bu nedenle haram ve günah olan şeyleri yapanlara meyletmek, taraftar olmak, benimsemek, sempati duymak da o zulme ortak olmak demektir.

  1. Zulmün bir çeşidi de, insanın kendi kendine(nefsine) zulmetmesidir.

Bu hususta da çeşitli âyetler vardır. Nitekim;

“…onlar, kendilerine zulmettikleri zaman…” (Nisâ, 4/64)

“Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Nahl, 16/33)

“Onlardan kimi nefsine zulmedendir” (Fâtır, 35/32) gibi ayetlerde buna dikkat çekilmiştir.

Bu zülüm çeşitlerinden hangisi olursa olsun, zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve sapmalara sebep olmaktadır.

İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış düzenini bozmamakta, nasıl yaratılmışlarsa, öyle hareket etmektedirler.

Allah`ın emir ve yasaklarını dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise, insanın yaratılış gayesinin dışına çıkmaktadırlar.

Bu halleriyle de, varlıklar arasında en büyük zalimlerden olma durumuna düşmektedirler.

Onun içindir ki, beslendiğimiz haber kaynaklarını; muhabbet besleyip alkışladığımız, hareketlerini taklit edip rehber kabul ettiğimiz şahsiyetleri ve bunlarla takıldığımız ortamları ve benimseyip savunduğumuz fikirleri gözden geçirmeye her zamankinden daha ziyade ihtiyacımız var.

Elhasıl: Avrupa kâfir zalimleri ve Asya münafıklarının çıkardıkları kızıl ateşler, kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak ve şikak ateşleri saçarak, kardeşine “Kardeşini öldür” diye bağıran ve en nihayette âlem-i hristiyaniyeti yakıp, kavurup, harman gibi savurduktan sonra âlem-i İslâm mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir bela olan komünizm gibi azîm bir yangına karşı itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur, müslümanların ve beşerin en büyük ve yegâne tahassüngâhı ve en büyük melceidir.

Ey Fahr-i Âlem’in gösterdiği doğru yoldan şaşanlar!

Dünyanın fâni meta’larına gururlanıp taşanlar ve ey dünyamıza zararı olur korkusu ile, Nur-u Kur’andan kaçanlar!

Küfr-ü mutlak ateşinin bizleri sardığı bir zamanda, ancak ve ancak en müstahkem, en kavî ve yıkılmaz ve sarsılmaz bir tahkimat olan Risale-i Nur’un nuranî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine girmekle kurtulacaksınız…

Ve i’dam-ı ebedî zannettiğiniz ölümü, bir hayat-ı bâkiyeye tebdil edeceksiniz.

Diktatör Kimdir? Yargının Siyasallaşması Nedir?

Sabahattin Ali (1907-1948), bu memleketin yetiştirdiği Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarından biridir. Biz onu daha çok bestelenen şiirleriyle tanıyoruz. Aldırma Gönül, Leylim Ley, Dağlar, Çocuklar gibi, Melankoli, Karayazı ve Eskisi gibi şarkılarda onun imzası vardır. Geçtiğimiz 25 Şubat onun doğum günüydü. Bu nedenle eskileri şöyle bir karıştırdık ki ibret alalım, unutmayalım. Tek parti dönemindeki aydınlar üzerindeki baskıları ve aydınların tepkilerine, ne kadar dik durabildiklerine bir pencere açıp bakalım dedik.

1932 yılında Konya’da Öğretmenlik yaparken evde arkadaşlar arasında okuduğu “Memleketten Haber”  isimli bir şiir yüzünden 12 ay hapse mahkum edilir. Konya hapishanesinde iken mahkemeden tahliyesini talep eder, ancak tahliye beklerken 2 ay daha ceza verilerek cezası 14 aya çıkarılır. 5 ay Konya ve 5 ay da Sinop cezaevlerinde kalır. Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkarılan bir afla çıkar ama memuriyetten de atılır.

Yeniden göreve gelebilmek için Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur’un ikna edilmesi gereklidir ve o da mecburen “Benim Aşkım” isimli Ulu gazi’ye aşkını ifade eden bir şiir yazar ve bu şiir 10 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinde yayınlandıktan sonra memuriyete alınır.

Sabahattin Ali bir şiir yüzünden hapse girmiş ve memuriyetini kaybetmiş, sonra yine yazdığı övgü şiiri sayesinde yeniden memuriyete atanmıştır. Ama bir daha da şiir yazmamıştır. Şiir defterini 15 Nisan 1935 de yine Varlık dergisinde yayınladığı “Ruhumun Dalgaları” ile kapatır.

1944 yılında yine görevden alınır, serbest gazetecilik yapmaya başlar. Siyasal mizah dergilerinde yazılar yazar, iktidarı eleştirir, zaman zaman hapse girer çıkar.1948 yılında hapisten çıkınca yine işsiz kalır. Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Ali Ertekin isimli hem insan kaçakçısı hem de devletin ajanı birisi tarafından kaçırılma esnasında başına sopa vurularak öldürülür, cesedi Bulgaristan sınırına yakın yere atılır. Ali Ertekin yargılanır ama adam öldürme suçundan değil milli hisleri tahrik suçundan ve ona 4 yıl gibi bir komik bir ceza verilir. Birkaç hafta sonra çıkarılan af ile de dışarı çıkarılır.

Devlet bunu hep yapar, sayısız örneklerinden biri de şudur. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet,16 Ekim 1945 de Ankara’da muayenehanesinde bir doktoru öldürür. Haşmet, Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın Haşmet’in sınıf arkadaşı Reşit Mercan’ı ayağına getirtir ve onu suçu üzerine almaya ikna eder. Mahkeme Reşit Mercan’a 20 yıl, silah temin ettiği için de Haşmet Orbay’a 1 yıl ceza verir. Ancak Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı Fahrettin Karaoğlan temyiz eder ve cezalar bozulur. Ancak tanık olan 17 yıllık Ankara valisi, Belediye Başkanı ve CHP il başkanı Nevzat Tandoğan bu sefer sanık olur.

 Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Karaoğlan 16 Haziran 1946 da otomobili içinde ölü bulunur. Vali Tandoğan da yargılanmayı onuruna yediremez  9 Temmuz 1946 da silahla başına ateş ederek intihar eder.

Şimdi bir de tek parti döneminde Bediüzzaman’ın hayatına bakalım. Onun çektiği eziyetlere rağmen başını hiç eğmeden dik duruşuna bakalım.

O, 1936-1943 yılları arasında mecburi ikamet için Bakanlar Kurulu kararıyla Kastamonu’ya sürgün edilir.1943 yılında Kastamonu’dan alınarak önce Ankara’ya getirilir. Vali Tandoğan onu vilayete getirtip başına şapka giydirmek ister, ancak Bediüzaman Vali Tandoğan’a ’’Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Münzevi yaşıyorum. Kıyafet kanunu münzevilere tatbik edilmez. Ben dışarı çıkmıyorum. Beni icbarla siz çıkarıyorsunuz. Bu sarık bu başla beraber çıkar, başından bul diyerek odadan çıkar, sonra da Denizli hapishanesine doğru yola koyulur.

 Bediüzzaman Said Nursi(1878-1960) de Padişahlık, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamış bir din alimidir. O da fikirlerinden dolayı gerek Padişahlık döneminde tımarhaneye konmuş, eziyet çekmiş Divanı Harplerde yargılanmış ama Bitlis, Van ve Diyarbakır gibi Doğu illerinde “Medreset’üs Zehra” adını verdiği 3 dilde eğitim önerdiği Üniversiteleri kurdurma sevdasından asla vazgeçmemiştir.

Cumhuriyet döneminde de aynı sevdanın peşini bırakmamış, 1925 yılında M.Kemal’in daveti üzerine Mecliste onunla görüşmüş, kendisine teklif edilen Şark Vaiz-i Umumîliği görevini kabul etmeyip Van’a gitmiştir. Ondan sonra da Şeyh Said isyanı bahane edilerek daha Batıya sürgün  edilecek ve zulüm içinde geçecek yeni dönem başlamış olacaktır.

“Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkiyeye Şeyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankaraya gönderilen Risale-i Nurun şiddetli tokatları için beni idama mahkum eden zatlar, Risale-i Nurla imanlarını kurtarıp idam-ı ebediden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim.”(EMİRDAĞ LAHİKASI)

O, Cumhuriyet döneminde diğer İslam alimleri gibi çok sıkıntılar çekmiş, hapishanelere konmuştur. Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmış ve ömrünün 35 yılını hapisler ve sürgünler ile geçirmiştir. Bu arada 20 kez de zehirlenmiştir. Devlet, mezarını bile Urfa’dan kaldırıp bilinmeyen bir yere nakletmiştir.

Dava adamı olmak zordur, para, makam, şöhret cazip şeylerdir. Herkesin harcı değildir onları elinin tersiyle itip hapis yatmak, sürgüne gitmek. Ve ölünce Devletin mezarının yerini kaybetmesini bile göze almak.

Sabahattin Ali’nin doğum günü nedeniyle yakın tarihin penceresinden içeriye bir bakalım demiştik. Karşımıza bir aydının duruşuyla bir din adamı olan Bediüzzaman’ın duruşu çıktı. Tek partinin demokrasi anlayışı ve yargı bağımsızlığının nasıl uygulandığını hatırlamış olduk.

Günümüzde çok partili rejime, serbest seçimlere rağmen istedikleri parti seçimleri kazanamayınca Diktatörlükten bahseden, Yargının siyasallaştığından, hukuktan adaletten dem vuran günümüz insanlarına geçmişte yaşanmış birkaç örnek gösterdik. Diğerlerini de tek tek yazsak herhalde din adamlarının kahramanlık destanı ortaya çıkar.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’da Ne Alâyiş, Ne Nümayiş Sadece Hak!

Bahadıroğlu, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Hicaz’da olsam Türkiye’ye dönerdim” dediğini hatırlattı

Akit’teki yazısında Bediüzzaman Hazretlerinin gördüğü baskıyı anlatan Bahadıroğlu, “Ne alâyiş, ne nümayiş; sadece Hak ve hakikat…” dedi.

Yazısı şöyle:

“İmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya(Türkiye’ye) gelmek lâzımdı; çünkü en ziyâde burada ihtiyaç var”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 441)”.

Bediüzzaman’ı Şeyh Said Olayı bahanesiyle önce Erzurum, İstanbul, nihayet Burdur’a sürüldü (1925)…

Yetmedi, büsbütün yalnızlaştırmak amacıyla 1926 Mart’ında Barla’ya sürdüler. Sürgün yerini zindana çevirmek için de zalim bir Nahiye Müdürü ile ihbarcı bir muallim tayin ettiler…

Evi gözetleniyor, ona selam verenler kelepçeleniyor, yatsıdan sonra ışığı yanan evler basılıp “Risale yazıp yazmadıkları” araştırılıyordu…

Baskılar zamanla o dereceye vardı ki, Bediüzzaman, 1934 yazında Isparta’daki talebelerinden Tenekeci Mehmed Abi’ye şu mealde bir mektup gönderdi:

“Kardeşim, ben burada muallim ve nahiye müdürünün ezasına tahammül edemez hale geldim. Beni çok rahatsız ediyorlar. Kırlara da çıkamaz oldum. Rutubetli odada kabirde yaşar gibi yaşıyorum.”

Mehmed Abi, mektubu alır almaz Isparta Valisi Mehmet Fevzi Daldal’a götürdü. O da üstlerine bildirdi. Zamanın hükümeti, Bediüzzaman’ın Barlagibi gözden ırak bir yerde tutulmasından, göz önünde tutulmasının daha doğru olacağını düşünüp, 25 Temmuz 1934 tarihinde Isparta’ya aldırdı…

Fakat zulüm bitmemişti: 1935 Mayıs’ında, yine bir bahane ile gözaltına alınıp Eskişehir Cezaevi’ne atıldı. Bu gözaltı için İçişler Bakanı Şükrü Kayaile Emniyet Genel Müdürü ve Jandarma Genel Komutanı Ankara’dan Isparta’ya gelip harekâtı bizzat yönettiler…

Bediüzzaman ellerini kelepçeye uzatırken, tepeden tırnağa kadar silahlı askerlere hayretle bakıyor ve komutana şöyle diyordu:

“Bu kadar alayişe ne lüzum vardı? Bir asker gönderseniz, arkasından gelirdim.”

“Dâhile kılıç çekilmez” diyen, talebelerine sürekli olarak “Müspet hareket” ve “meşruiyet” telkin eden insandı.

“Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz. insanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seviyesine indirir” diyordu.

Eskişehir Cezaevi’nden çıkar çıkmaz da (27 Mart 1936) Kastamonu’ya sürgün edilip polis karakolunun karşısında bir eve yerleştirildi.

Kastamonu’da sekiz yıl kaldıktan sonra, 1943’de 126 talebesiyle Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevkedildi.

Derken, 1948 Ocak ayında, ülkenin çeşitli yerlerinden toplanmış ellidört talebesiyle birlikte Afyon’da tutuklandı. Bu işlem için çevre illerden askeri birlikler getirilmiş, dağ-taş çepe çevre sarılmıştı…

Yer Denizli Ağır ceza Mahkemesi…

Savcının dudaklarında öteden beri yapılan isnad ve iftiralar yuvarlanıyor: “Siyasetle meşgul oluyor muşsunuz?”

Bu ithama Bediüzzaman’ın cevabı şöyledir: “Hey bedbahtlar! Risale-i Nur… emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti sağlar… Bana vereceğiniz en ağır cezaya da beş para vermem. Hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şehitlik mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir. Bizim gibiler için ölüm bir terhis tezkeresidir. Sonu idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî saâdetin ve rahmetin anahtarı olur…” 

“…Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz senedir çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun! Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahküm etmek isteyenlerin hepsine hakkımı helâl ettim…”

Ne alâyiş, ne nümayiş; sadece Hak ve hakikat…

“1946’dan sonra hiç demokrasi olmadı” diyen Sayın Kılıçdaroğlu, sanırım 1946 öncesinde yapılan antidemokratik zulüm ve baskılardan (demokrasilerde zaten bunlar olmaz) haberi yok…

Ayrıca “CHP dönemi şimdikinden daha iyiydi” diyenler de ya öfkelerini konuşturuyorlar, ya da “zulüm” ve “baskı”nın ne olduğunu bilmiyorlar.

Tepki

Bazen çoğu şeye sessiz tepkiler veririz; içimizde kodlarız, dışımızla bilinmez ama en güçlü tepkimiz aslında bu içimizle verdiğimiz, kainat genişliğindeki kalp ve aklımızla verdiğimiz tepkidir. İçimizde üzerini çizeriz ve istenmeyenler kutusunun en derinliklerine göndeririz.

Kalıpla tepkinin fazla işe yaramadığını  asrın terbiyesiyle anlamıştım. Zalim diktatörü öldürmektense zalimliği kafalarda öldürmenin hakiki çözüm olduğunu.. Ne var ki zalimlik kafalarda hemence ölüvermiyordu. Gururlu nefisler menfaat uğruna zulmü kendinden gayrısına reva görüyor, buna da kendi gibi olan ahir zaman halkını delil gösteriyordu.. Herkes zalimden şikayetçi ama bir yönüyle kendi yaptığı zulümlerle zalimler safında bulunuyordu. Saflar karmakarışıktı. Tıpkı kendi içim gibi. Zalim ve mazlum aynı insan olabilir mi? Evet.. Belki çoğu zaman. Kendine yaptığı zulme bedel başkasından zulüm görmesi kaderin bir ikazı değil midir?

Ve bu zulme de sessiz tepkiler.. Derinliklerde sıyrılmalar ve hatta kopmalar. Zahiren aynı mekanda, hakikatte bambaşka bir dünyada yaşamalar.

Olay ve insanları konuşmaktan yorulmuş ve artık takatim kalmamış bir devrede idim ki Rabbimin inayetiyle, bu asra tepki veren bir büyüğü buldum, Bediüzzaman Hz(RA). (Daha önce bulmuştum ama içimdeki Bediüzzamanı o zaman gördüm.) Hep tepkisi olmuş, içinde dışında, eliyle, diliyle, kılıcıyla ve en son kalemiyle.. Bütün varlığıyla tepki vermiş, kayıtsız, bana neci olmamış. Sünnet-i seniyyenin iktizasına göre, imanının iktizasına göre zulme karşı durmuş. Van’da zalim aşiret ağasına, İstanbul’da devrin padişahına, Bitlis’te Erzurum’da işgalci Rus ve Ermenilere, Rus esir kampında Çar’ın dayısına, İstanbul işgal altındayken küstahça sorular soran Anglikan kilisesine ve İngilizlere, İslami şeairi tahripkar işler yapanlara, hasılı her devirde zulme, imansızlığa, ahiretsizliğe karşı durmuş, karşı koymuş. Zulme razı olmamış, zalime seyirci kalmamış. Ne kendini zalimlikten azledip sert tenkitlerden muaf tutmuş, ne asrın hadisatını. Hep sormuş kadere: “Neden fetva verdin bu zulme?”

Sanırım bu asra vermek istediğim tepki için aradığım cevap, bu soru. “Neden fetva verdirdik kadere.. “ Muhasebe herkesin kendi içinde verdiği samimi cevaplar kadar uzun gider. Tepkim önce içimde, kendimle, kainat kadar büyük kalp ve aklımın, firavun kadar mağrur nefsimle olan harbinde. Hak ne kadar parlak, düşman ne kadar sert ve kural tanımaz. Dünya harbi burada, bende işte. İnandığı gibi yaşama savaşında. Sessiz tepkilerin mercii bu savaşta rütbe alabilmek. İhlas, riyasızlık, hakperestlik savaşında. Ve her fazilet için içimizde verdiğimiz savaşta. Hani İsrail-Filistin diyoruz. Bir Filistin de bizim içimizde var, Yahudi (nefis) işgalinde, yıllardır inliyor, ahiret adına ne bombalar ne işkenceler görmüş bir Filistin.. İşte o Filistin’i kurtaralım. Yani bugün ihlaslı olalım, bugün hakperestçe yaşayalım, tepkimizin bir adı olsun, kimliği, kişiliği olsun, Hatem-ün Nebiyy(ASM) olan peygamberimizden bir mana olsun tepkimiz.

Fazilete yabani kalmış bu asrın dünyaperest anlayışına bir tepkimiz olsun, ahiret de var demekle.. İktisadi tepkilerimiz olsun iktisatla, boykotla, söküğü dikip giymekle. Ve sesli tepkilerimiz olsun hayırla, infakla, ittifakla, muhabbetle, uhuvvetle, halin nicedir sormakla.  Ve sessiz tepkilerimiz olsun, bir zikirle, bir fikirle, bir duayla.. “La İlahe İllalllah, Subhanallah, Allah Kerim, Ya Rahman, Ya Rahim, Estağfirullah el-Azim..” Tepkilerimiz olsun ahirette senet olacak, “Biz de bunlarla huzurunuza geldik Ya Rasulallah” diyeceğimiz.

Nabi

Nurnet.org